1. Thko Davasında Yargılanan Deniz Gezmiş ve Arkadaşlarının Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Yaptıkları Savunma

SAYIN YARGIÇLAR,

Bu savunma, mahkemenizde, Anayasa’yı tağyir, tebdil ve ilgadan yargılanan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) savaşçılarının ortak savunmasıdır.

İçinde bulunduğumuz şartlar, geniş bir savunma yapmamızı, ve şahıslarımızda zincire vurulmak istenen bilimi ve gerçekleri savunmamızı gerektiriyor. Amacımız, aleyhimize verilecek cezayı önlemekten çok, doğruluğuna inandığımız doğa ve toplum kanunlarının, insanlık tarihine nasıl yön verdiğini açıklamaktır.

Toplumların tarihi, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadelelerin tarihidir. Çağımıza kadar, bu mücadelelerde ezilenler daima yenilmişlerdir. Fakat 20. yüzyıl tarihimiz, ezenlerin barbarlığına ve bütün baskılarına rağmen, ezilenlerin kurtuluşuna sahne olmaktadır.

Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkarı uğruna yoksul ulusları, boyunduruğu altında tutan EMPERYALİZM’dir. İnsanlık tarihi gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi olan emperyalizmin de sonunu müjdeliyor.

Bütün ezilen uluslar, emperyalizme, her gün darbe üstüne darbe vuruyorlar. Asırlardır ezenlere karşı mücadelelerde hayatlarını feda edenlerin çabaları boşa gitmemiştir. Dünyamız zafer Türkülerini söylemek üzeredir…

Ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde, ölen tüm ezilenlere selam olsun…

Türkiye, emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı veren ve onu dize getiren ülkedir. Bütün ezilen uluslara ışık tutan ve Kurtuluş Bayrağını dalgalandıran Türkiye halkı, bundan 50 yıl önce görevini yapmıştır. Ne yazık ki, o zaman yurdumuzu terk etmek ve yenilgiyi kabul etmek zorunda kalan emperyalist ülkeler, sonradan bir avuç satılmışın menfaati uğruna tekrar yurdumuza girdiler. Ve Kurtuluş Savaşı’nda gerçekleştiremedikleri emellerini bugün gerçekleştiriyorlar. Ulusumuz, Amerikan emperyalizminin sömürüsü altında ezilmektedir. Kurtuluş Savaşı’mızda şehit düşen yüz binlerin onurları ve cesetleri üzerinde yabancı pençesi cirit atmaktadır.

Dünyanın ve Ortadoğu’nun en eski devletlerinden biri olan Türkiye hâlâ kalkmamamış olup, yarı-bağımlı durumdadır. Bir avuç sermaye çevresi Amerikan doları uğruna ulusumuza ihanet etmiş ve bağımsızlığımızı yabancılara ticaret konusu yapmışlardır. Yurdumuzun bağımsızlığı için giriştiğimiz bu kavgada Kurtuluş Savaşı’mızda şehit olanların onurlarını ve ulusumuzun kaderini korumaya kararlı olduğumuzu bildiriyoruz.
Kurtuluş Savaşı’mızın tüm şehitlerine selam olsun…

Amerikan emperyalizmi, sadece ulusumuzu değil, dünya uluslarının çoğunu ezmekte ve sömürüsünü sürdürmektedir. Tüm ezilen uluslar bağımsızlık ve kurtuluş için silaha sarılmış olup, çağımızın canavarı emperyalizme karşı mücadele etmektedirler. Bugün ezilen halkların tek ve ortak düşmanı emperyalizmdir. Dünyanın dört bir tarafında bağımsızlık savaşı veren halkların kimi kurtulmuş, kimi ise zaferin arifesindedirler. Emperyalizme karşı verilen kurtuluş mücadeleleri, bütün kıtalarda gericileri ateş çemberi içine almışlardır.

Asya Kıtası’nda, Vietnam, Laos, Kamboç, Tayland, Birmanya, Filipinler, Filistin, Bengal ve daha birçok halkların emperyalizmi ve onların emrindeki uşaklarını alt etmeleri an meselesidir.

Afrika’da, Latin Amerika’da ve başka yerlerde bağımsızlık savaşı veren halklar, bütün baskılara ve katliamlara rağmen mücadeleye yılmadan devam ediyorlar.

Artık Amerikan emperyalizmini, dolarlar, yalanlar, atom bombalan kurtaramaz. Emrinde uşak olarak kullandığı gericilerle tarih sahnesinden silinmeye mahkûmdur. Çünkü dünyada bağımsızlık savaşlarını durduracak ve ulusları ezebilecek hiçbir silah yoktur. Çağımıza damgasını vuran en güçlü silah bağımsızlık ve kurtuluş savaşlarıdır!
Emperyalizme karşı verdikleri mücadelelerinde başlarını eğmeden kahramanca savaşan tüm ezilen uluslara selam olsun…
Türkiye halkı Kurtuluş Savaşı’mızda, emperyalizme ve uşaklarına, gerekli dersi nasıl verdiyse, bu defa da onurunu çiğnetmeyecek ve bağımsızlığını elde edecektir. O zaman, emperyalizmin silahları, uçakları, denizaltıları, emrindeki uşakları dize geldi. Bu defa da dize gelecek ve Türkiye halkı, dünya ulusları arasındaki onurlu yerini alacaktır.

Bugün halkımızı sömüren emperyalizme ve emrindeki bir avuç satılmışa karşı, verilen bağımsızlık ve kurtuluş mücadelemizin bayrağı dalgalanmaya devam edecektir. Şimdiye kadar bu kavgada şehit düşen kardeşlerimiz, gözlerini kırpmadan, hiçbir menfaat gözetmeden, alınları açık görevlerini yapmışlardır.

İşçiler, köylüler, öğrenciler ve tüm yurtseverler gericilere kahramanca karşı koymuşlar ve bu uğurda birçokları şehit olmuştur.

Emperyalizme ve onun emrindeki uşaklara karşı verdiğimiz kutsal bağımsızlık kavgamızın şehitlerine selam olsun…

Emanetiniz olan bağımsızlık ve kurtuluş bayrağını, alnımız açık, yiğitçe dalgalandırdık, bundan sonra da dalgalandırmaya devam edeceğiz.

Bu kutsal kavgada Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu olarak yaptıklarımızı savunmamızda açıklayacak ve ulusumuzun nasıl sömürüldüğünü anlatarak, yurdumuzu yarı-bağımlı duruma getiren, bir avuç satılmışın yaptıklarını belgelerle ispatlayacağız.

Savunmamızı geniş olarak hazırladık. Osmanlı İmparatorlu- ğu’ndan bugüne kadar geçmiş tarihimizin ekonomik, askeri, siyasî ve kültürel gelişimini alarak inceledik.

Amacımız; belgelerle Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin sömürüsü altına girdiğini açıklamak ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun bir örgüt olarak neden mücadeleye başladığını anlatmaktır.

Savunmamızda şu temel noktalara ağırlık veriyoruz:

1.Türkiye 50 yıl önce Kurtuluş Savaşı vermesine rağmen neden kalkınamamıştır?
2.Tekrar emperyalizmin sömürüsü altına nasıl girmiştir?
3.Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun amacı nedir?

Bu konuları bütün ayrıntılarıyla açıkladığımız zaman, şimdiye kadar verdiğimiz ifadelerin ve söylediğimiz sözlerin anlamı daha kolay anlaşılır olacaktır.

Türkiye’de, emperyalizme karşı yürüttüğümüz bağımsızlık savaşının anlamını kavramak için, ülkemizin sosyo-ekonomik yapısını bilmek zorunludur.

Bu arada bizim açımızdan fazla önemli olmayan iddia makamının iddianame ve mütalaasına geniş yer vermeyeceğiz. Çünkü, toplum gerçeklerimizden uzak ve bilime aykırı olan iddia makamının görüşlerine önem vermek dahi, toplum bilimini gereksiz bir yoruma sokmak olur.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak, yapacağımız geniş tahliller, düşüncelerimiz ve eylemlerimiz açısından, sağlam bir kararın verilmesini ve amacımızın doğru değerlendirilmesini mümkün kılar.

OSMANLI İMPARATORLUĞU

Malazgirt Zaferi’nden sonra, Osmanlı Boyu’ndan Türklerin, büyük yığınlar halinde Anadolu’ya akmasıyla önce Selçuklular, sonra Osmanlılar olmak üzere Anadolu’da Türk devletleri kuruldu.

Batı’da Feodalizm (derebeylik) hüküm sürerken ortaya çıkan Osmanlı Devleti, çağma göre ileri bir toplum düzenine dayanmaktaydı. O tarihlerde biz Batı’ya değil, Batı bize el açmaktaydı.

Devleti yönetenler: Saray adamları, ulema ve asker üçlüsüydü. Bu üçlü sınıf üretimin herhangi bir kolunda görev almazdı. Çalışan sınıfların üstünde süper bir sınıf durumundaydı. Bu sınıfın belirgin özelliği kazançlarını üretime yatırmamalarıdır.

Gelecekleri Padişahın ağzından çıkacak söze bağlı olan bu sınıf, ellerinde toplanan serveti, Padişah ve efradı ile birlikte saray âlemlerinde harcarlardı.

Çalışan sınıfları reaya ve zanaatkârlar meydana getiriyorlardı. Reaya (köylü) toprağın sadece tasarruf hakkına sahipti. Bu hak her ne kadar babadan oğula devredilmekte ise de köylü hiçbir zaman toprağın sahibi olamamıştır. Çünkü Padişah tasarruf hakkını kaldırabilirdi. Reaya, gelirinin belirli bir bölümünü vergi (aşar) olarak Sipahiye verirdi. Sipahi beyi de topladığı vergi oranında asker besler ve herhangi bir sefer sırasında bu askerlerle savaşa katılırdı.

Kasaba ve şehirlerde elsanatları oldukça gelişmişti. İpekli dokuma, dericilik, keçecilik ve demircilik bu elsanatlarının başlıcalarıdır. Bunlardan Avrupa’ya ihraç edilen halı ve ipekli kumaşlar önemli gelir kaynaklarıydı.

16. yüzyıla kadar Asya ile Avrupa’yı bağlayan ticaret yolu Osmanlı Devleti’nden geçer. Ve bu işi yapan tacirlerden belli bir vergi alınırdı. Yerli tüccar ve zanaatkârlar da devlete belli bir vergi verirdi.

Fakat devletin asıl geliri fetihler neticesinde elde edilen savaş ganimetleri, hediyeler ve işgal edilen bölgelerden alınan haraç ve cizyelerdi. Devlet kervansaray, köprü, karayolu, çeşme vs. gibi kamu hizmetlerini de, kurduğu vakıflar sayesinde yapardı. Tamirat vs. masrafları da yine vakıflardan sağlanırdı. Görüldüğü gibi, düzenin başarısı fetihlere bağlıydı. Savaşlarda galibiyet devam ettikçe düzen de başarısını sürdürdü.

DÜZENİN BOZULMASI

16. yüzyılın sonlarına doğru düzenin işleyişi hem düzenin iç çelişkileri, hem de dış etkenlerle bozuldu ve süratli bir çöküş dönemine girildi. Biraz aşağıda sosyo-ekonomik nedenlerini anlatacağımız bu çöküş, tarihi, devlet adamlarının cengâverlik hikâyeleri olarak kabul edenlerin anlattıkları kadar basit değildir. Bu çöküşün nedenleri de kahramanın ve akıllı padişahların yerine beceriksizlerinin işbaşına geçmesi şeklinde yorumlanamaz.

Bu çöküşün nedenlerini anlamak için Avrupa’da meydana gelen önemli değişiklikleri bilmek zorundayız. Bu yüzyılda Avrupa’da iki önemli olay yer aldı. Amerika’nın keşfi ve Avrupalı denizcilerin karaya hiç ayak basmadan dünyayı dolaşmaları. 15. yüzyıl ortalarına kadar uygarlık dünyasının temeli Asya kıtasıydı. Avrupa, para, servet, endüstri açılarından Asya’ya daima borçlu idi. Doğu ülkeleri ile olan ticaretinde elinde avucundaki nakit parayı, aldığı mallar karşılığında yitiriyordu. Amerika’nın keşfi ile yağma edilen Aztek ve İnka hâzineleri, Peru, Bolivya ve Meksika’da işletilen madenlerden elde edilen altın ve gümüşler Avrupa’ya akmaya başladı. 1500-1550 yılları arasında Avrupa’daki altın ve gümüş miktarı dört misli arttı. Altın artık bir mücevherat eşyası olmaktan çıkıp, değişim aracı haline geldi. Nakit paranın çoğalması ticareti geliştirdi, tüccarlar, bankerler zenginleşti. Feodal bey sınıfı köylüyü sıkıştırmak suretiyle feodallikten kapitalist tarım üreticiliğine geçme yoluna girdi.

Zenginleşen bu sınıf (burjuvazi) hükümetlerle el ele vererek ticareti gittikçe geliştirdi, elinde biriken fazla servetleri de endüstriye yatırmaya başladı. Bu suretle durumu değiştiren Avrupa, dışarıya mamul madde satıp, hammadde satın almaya başladı. Böylece 16. yüzyıla kadar Asya’ya akan altın yön değiştirdi.

Avrupa’nın bu durumunu gördükten sonra tekrar Osmanlı Devleti’ne dönebilir ve çöküşü hazırlayan iç nedenleri inceleyebiliriz. 16. yüzyılda devletin sınırları son derece büyümüş ve merkez iç eyaletlerine söz geçiremez olmuştu. Bu durum sipahilerin ekonomik ve siyasî gücünün artmasına sebep oldu. Bu güçlenme, bazı eyalet valilerinin devlet merkezine başkaldırmasına kadar gitti.

Seferler de merkezden uzaklaştıkça pahalı olmaya başlamıştı. Ateşli silahlarla donanmış Batı devletlerini yenmek de eskisi kadar kolay olmuyordu. Ve bir an geldi ki, seferlerin masrafları ganimetlerden fazla olmaya başladı. Avrupa ile Uzakdoğu’yu birbirine bağlayan ticaret yolu da artık eskisi gibi geçerli değildi. Çünkü Avrupalılar daha az masraflı olan deniz yolunu kullanıyorlardı.

Gelirleri azalan saray, arazileri bir veya birkaç seneliğine tüccar ve bankerlere kiralamaya başladı. Bu kiracılara mültezim denilirdi. Mültezimler, saraya belli bir para vermekte, karşılığında ise sipahinin topladığı vergiyi toplamaktaydı. Daha çok para kazanmak için köylüyü sıkıştıran mültezimler sipahi sisteminin bozulmasına ve köylülerin göçüne sebep oldular. 16. yüzyıla kadar mamul madde ihraç ederek, karşılığında o günlerin dövizi olan altm ve gümüş stok eden devletin, bu durumu da tersine döndü. Altm ve gümüş rezervi çoğalan ve fiyatların çok arttığı Avrupa devletleri artık Osmanlı Devleti’nden hammadde satın almaya başladılar, karşılığında ise mamul madde satıyorlardı. Bu durum bir yandan altm ve gümüşün azalmasına öte yandan elsanatlannm yok olmasına sebep oldu.

16. yüzyılda başlayan Osmanlı devlet düzeninin çöküşü, 19. yüzyıla kadar devam etti. Düzenin, çözülme başlamasına rağmen 2 yüzyıl kadar dayanmasının iki nedeni vardır; Osmanlı Devleti’ni çevreleyen sınır devletler arasında Osmanlıları yıkacak askerî güce erişmiş bir devletin bulunmaması ve Avrupa kolonyalizminin (sömürgeciliğinin) dünyanın başka bölgelerinde bakir ve sömürülmesi kolay olan başka ülkeleri tercih etmesidir.

Bu iki yüzyılda devletin durumunu gören bazı devlet adamları birtakım reformlar yapmaya çalıştılar. Fakat düzenin bozukluğunun asıl nedenini göremiyorlardı. Bu nedenle yaptıkları reformlar hep yüzeyde kaldı. Askerlikte, İdarî işlerde, kıyafette, davranışlarda birtakım değişiklikler olduysa da bunlar Avrupa’ya özenti olmaktan geri gidemedi.

Ve nihayet Osmanlı Devleti 1838’de Avrupa emperyalizminin karşısına şu manzarayla çıktı:

Devletin gücünün devamı ve savaşlar için gerekli finansmandan yoksun bir idare…
Belirli yasaları olmayan bir rejim…

Dış ticareti yabancılara, iç ticareti azınlıklara bağlı olan bir ekonomi…

İçinde Türk’ten gayrı milletlerin doğuş halinde olduğu bir siyasal toplum…

Siyasal güçleri saray, Bab-ı Ali, asker, ayan, ağa ve derebeyi arasında çekişmeli bir devlet.

Bu tarihe kadar Avrupalı emperyalist devletler bazı imtiyazlarla Osmanlı Devleti’nin içine girmişlerdi. 1838’de imzalanan Ticaret Anlaşması Osmanlı Devleti’ni emperyalistlerin oyuncağı haline getirdi. Nihayet ekonomik sömürü askerî işgal şekline dönerek, Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silindi.

1838’e kadar yabancılara birçok imtiyazlar verilmişti. Kapitülasyonlar dediğimiz bu imtiyazlar Kanuni Sultan Süleyman zamanına kadar dayanır. Bu imtiyazlar evvelden sadece Venedik ve Fransız tüccarlarına verilirdi. Kanuni zamanında ise ilk defa bir devlete, Fransa’ya verildi. Bu imtiyazlar iki taraflı olmasına rağmen, o sıralarda Osmanlı Devleti kendini kuvvetli saydığından ve Avrupa’ya gidecek tüccarı bulunmadığından daima tek taraflı işlemiştir.

EMPERYALİZMİN GİRİŞİ

Emperyalistlerin geri kalmış ülkelere sızması her zaman benzer taktiklerle olmuştur. Emperyalistler girdiği ve sömürdüğü her ülkeye kuzu postuna bürünerek girmiş ve himayeci pozu takınmıştır. 1838 İngiliz Ticaret Antlaşması da böyle olmuştur. Bu anlaşma Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hazırlayan ve taktikleri Cumhuriyet Türkiye’sinde yurdumuza sızan Amerika emperyalizmine benzerliği ile son derece iyi bilinmesi gereken tarihî bir konudur.

Fransız ve İngilizlerin teşvik ve yardımları ile Osmanlı Dev- leti’ne başkaldıran Mısır Valisi Mehmet Ali, Kütahya’ya kadar geldi. Mehmet Ali’nin kuvvetleri karşısında aciz kalan Sultan Mahmut Rus ordusunun ve donanmasının yardımım istemek zorunda kaldı. Bu durumda telaşlanan İngiltere ve Rusya, Mehmet Ali tehlikesine karşı Sultan Mahmut’u desteklemiş ve İngiltere, karşılığında, İmparatorluğu açık pazar haline getiren İngiliz Ticaret Antlaşması’nı elde etmişti.

Bu antlaşmanın önemli maddeleri şunlardır:

1) Kapitülasyonlar, antlaşma ile tanınan yeni imtiyazlar eski yerine eklenecektir.
2) Gerek iç, gerek dış ticaret amacıyla İngiliz tüccarları, ortakları ve adamları, memleketin her tarafında, her çeşit emtiayı serbestçe alıp satabileceklerdir. Yed-i vahit usulü tamamıyla terk edilecektir (yed-i vahit usulüne göre, İmparatorluk sınırları içindeki yeraltı kaynakları devlet tarafından işletilirdi.)
3) Emtia alımı ve nakli için teskere istenmeyecektir. Teskere isteyen vezirler ve memurlar, şiddetle cezalandırılacaklar ve İngiliz tüccarlarının bu yüzden uğrayacakları zararlar tazmin edilecektir.
4) İngiliz tüccarı, ortakları ve adamları iç ticarette en imtiyazlı yerli tüccardan daha fazla vergi ödemeyecektir.
5) İhraç mallarında, ihracatı yapılacağı iskeleye kadar hiçbir vergi alınmayacak, iskelede % 9 vergi alınacaktır. İskeleden ihracında ayrıca % 3 gümrük resmi verilecektir.
6) İthalatta yalnız % 3 ithal resmi ödenecektir. Ayrıca % 2 oranında ek vergi alınacaktır. Bunun dışında ithal malları memleketin her tarafına vergisiz gidecek, bir yerden öbür yere tekrar götürülüp getirilse dahi vergi ödenmeyecektir. (Buna göre bir Osmanlı tüccarı içerdeki bir yerden öbür yere götürüp satacağı emtia için % 12 vergi öderken, yabancı tüccar, ortaklan ve adamları % 5 vergi vereceklerdi.)
7) Yabancı emtia, boğazlardan serbestçe geçebilecek, Osmanlı limanlarında bir gemiden ötekine aktarma edilebilecek, transit serbest olacak, bu muamelelerden ayrıca hiçbir resim alınmayacaktır.

Bu antlaşma neticesinde sanayileşme için gerekli olan kapital birikimi yerli tüccarlardan yabancı kapitalistlere aktarılmış, belli bir gelişme süreci içindeki elsanatları, tezgâhlara ve fabrikalara dönüşememiştir. İmparatorluk açık pazar haline getirilerek bütün zenginler yabancılara peşkeş çekilmiştir.

Bu antlaşma, olayları iyi değerlendiren bir insan için vatanın satış senedidir. Bugünkü antlaşmalar daha kurnazca fakat nitelik olarak 1838 Ticaret Antlaşması ile aynıdır. Ve bugünün Türkiye’sini anlatırken de buna benzer antlaşmaların sık sık imzalandığını göreceğiz.

1838 Antlaşması serbest ticaret şartlarını hazırladığı, Tanzimat ise Batı kapitalizmi yararına kurulan bu açık pazar düzeninin gerekli kıldığı, İdarî, malî vb. reformları getirdi. Denetlenmesi yabancı devletlere bırakılan Tanzimat reformu da İngiltere tarafından empoze edilmiştir. Bu reformlara göre Osmanlı İm- paratorluğu’nun toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı yabancı devletlerce garanti edilecek, Avrupa Amme Hukukundan Osmanlı devleti de yararlanacaktı. Çoğu tarih kitaplannda “büyük” diye adlandırılan Reşit Paşa ise İngilizlerle tam bir anlaşma halindedir. O sıralar da İngiltere içişlerimize o kadar karışmıştı ki, İngiliz Büyükelçisi Canning karısına yazdığı mektupta “Osmanlı hükümeti apansız değişiverdi. Reşit ile bazı sadrazamlar azledildi, derhal padişaha çıktım ve hepsi yeniden vazifeleri başına getirildiler” demektedir.

1878’de imzalanan Berlin Antlaşması ile müdahale hakkı haysiyet kırıcı bir biçime girdi. Bu antlaşmada yabancı müdahale şöyle ifade edilmektedir: “Bab-ı Ali bu babta ittihaz olunan tedbirleri muayyen zamanlarda devletlere bildirecek ve antlaşmaya imza koyan devletler bu tedbirlerin icrasına nezaret eyleyeceklerdir.”

Ekonomik ve İdarî alandaki çöküntü dozunu gittikçe arttırmaya başladı. Son derece para sıkıntısı içinde olan devlet borç para da almak zorunda kaldı. İlk istikraz akti Reşit Paşa tarafından 1850’de yapıldı. Borç veren şirket Dent Palmer and Com- pany idi. Alman para 3 milyon İngiliz lirası tutarında idi, faiz %6, ihraç fiyatı ise % 80’dir. Yani 100 lira borçlanılıyor, gerçekte 80 lira alınıyordu. Bu borçlanmadan sonra yenileri devam etti ve birisi ödenmeden öteki alındığı için borçlar üst üste binmeye başladı ve devlet hâzinesi tamiri imkânsız bir iflasa doğru sürüklendi. Bugün de aynı metotla Amerika’ya borçlanılmış ve her doğan çocuk Amerika’ya 2 bin lira borçlu kılınmıştır.

Çoğu yabancı olan Galata bankerleri de bu duruma hemen ayak uydurdu ve yabancılarla ortaklık kurmaya başladılar. Bu adamların birçoğu daha sonra Paris’e çekilerek kaşaneler inşa ettirmişlerdir. Marsilya’da Abdülhamit’in yakın dostu ve bankeri Zârifî’ler Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlıların zaferi için keseyi açmışlardır.

Nihayet bu borçlanma o kadar çoğaldı ki, 1874-1875 senesinde 25 milyon liralık devlet bütçesinin 13 milyon lirası dış borçlar oldu. Devlet, bu borçları ödeyemeyecek hale gelince, Avrupa devletleri, İstanbul’da Osmanlı mâliyesini yönetecek bir malî komisyon kurulmasını kabul ettiler. Bu komisyonun adı Düyun-u Umumiye’dir. Aslında tamamen bağımsız olup, yabancı devletlerin temsilcilerinden oluşan bu kuruluş, devletin şerefini görünüşte kurtarmak için Osmanlı gösterilen vergi gelirlerini toplamaktır. Tuz, tütün Devletine bağlı gösterilmiştir. Görevi, borçlara karşı tekelleri, balık resimleri, bazı illerin ipek öşürleri vs. kuruluşun gelir kaynakları idi.

Düyun-u Umumiye zamanla gelişerek, kendi adına bazı kaynaklan da işletmiştir. Düyun-u Umumiye ile ilgili borçlar Cumhuriyet döneminde de devam etmiş ve tamamı ancak 1930’da ödenebilmiştir. Düyun-u Umumiye’ye benzerlikler gösteren kuruluşlara bugünün Türkiye’sinde de rastlanır. 1950-1958 döneminde alman ve ödenemeyen borçlar nedeniyle 1958’de bazı tedbirler alınmış ve milletlerarası kuruluşların temsilcileri zaman zaman Ankara’ya gelerek alınan tedbirleri denetlemişlerdir. 1963 yılında kurulan Türkiye’ye Yardım Konsorsiyumu ve Amerikan Yardım Teşkilâtı’nın (AID) Düyun-u Umumiye’ye benzer yanları çoktur.

Düyun-u Umumiye ile birlikte emperyalist devletler sonradan kendilerine kârlar ve nüfuz bölgeleri sağlayan demiryolu inşaatlarına da başladılar.

Kilometre garantisi denilen bir usul sayesinde, Osmanlı Devleti demiryolu inşaat ve işletmesinin mutlaka kâr sağlamasını teminat altına almıştır.

Demiryollarının asıl amacı Türkiye’de nüfuz bölgeleri kurmak ve Türkiye paylaşılınca, bu bölgeleri sömürge imparatorluklarına katmak amacı gütmektedir. Bu amaçla Avusturya Bal- kanlar’da, Rusya Doğu’da, Fransa Suriye ve civannda demiryolu tekelini elde etmeye çalıştı.

Almanya’nın “Bağdat Hattı” ise, Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman kolonisi haline getirmek amacını taşıyordu. Almanlar bu demiryolu sayesinde Anadolu ve Mezopotamya’nın tarım ürünleri, madenlerini ve petrolü Almanya’ya taşımaya ve Alman endüstrisinin mamul maddelerini de buralara satmayı planlıyorlardı.
Emperyalist devletler Osmanlı Devleti ile ilişkilerinde aracı olarak daima Rum ve Ermenileri kullanmışlardır.

Emperyalistler kendi hizmetlerinde çalışacak teknik elemanları yetiştirmek için birçok okullar açmış ve bu okullarda kendi bayraklarını dalgalandırmalardır. 1867-1914 döneminde Osmanlı Devleti sınırları içinde 69 yabancı okul faaliyetteydi. Bu okulların çoğu Fransız ve Almanlara aitti. Bugün de, yurdumuzda aynı amaçla kurulmuş bazı okullara rastlarız. Birçok yabancı lise ve Robert Kolej yanında 1956’da kurulan ve İngilizce eğitim yapan ODTÜ de aynı amaçla kurulmuştur.

Amerika’dan gelen mühendis ve teknik elemanlar Amerikan şirketlerine son derece pahalıya mal olmaktaydı. Oysa Türkiye’deki teknik eleman ücreti çok daha azdı. Fakat Türkiye’deki teknik elemanlar hem İngilizce bilmemeleri hem de Amerikanvari üretime alışkın olmamaları nedeniyle Amerikan şirketlerinin işine yaramıyordu. Emperyalistler bu ihtiyacın karşılanmasını sağlamak için ODTÜ’nün kurulmasını sağlayarak bütün Ortadoğu’daki teknik eleman ihtiyaçlarını bu okuldan temin etmeyi düşündüler. Üniversitenin ilk rektörü Amerikalıydı. Başlangıçta meselelerin farkında olmayan gençler bu amaç için yetiştirildiler. Fakat 1960 sonrası gençliği yurdumuzun problemleri üzerine eğildi, ve kısa zamanda çok şey öğrendi. Amerikalı hocaların, CIA ajanlarının bütün gayretleri milliyetçileri takip edebilmektedir.

Abdülhamit halifelik sıfatını politika planında kullanmaya önem vermiştir. Bu politika ile 300 milyon Müslüman halifesi olarak İngilizlere karşı koz elde edeceğini, kişisel mevki ve prestijini arttıracağını ümit etmiştir.

VATANSEVER ÖRGÜTLER VE HAREKETLER

Osmanlı Devleti’ndeki vatansever aydınlar Tanzimat uygarlığı oyununun asıl niyetini kısa zamanda anladılar. Gizli örgütler kurarak iç ve dış düşmanlara karşı savaşmaya karar verdiler. Bu örgütlerin başlıcalaı ı Jön Türkler, Yeni Osmanlılar, İttihat ve Terakki idi.

Namık Kemal’in önderliğinde kurulan Yeni Osmanlılar, Tanzimat’ın getirdiği sömürü düzenini şiddetle eleştiriyorlardı. Yayınladığı bildirilerle vergi eşitsizliğini, memurların zulmünü, yabancı sermayenin yurda girişiyle çöken yerli sanayi ve ticaretin yabancılara bırakılmasını konu ediyorlardı. Amaçları, millî bir iktisat politikasının uygulanması ve hürriyetin ilanı idi. Abdülhamit, jurnalcileri sayesinde örgüt üyelerinin çoğunu yakalamış, Namık Kemal’i de sürgün etmiştir. Namık Kemal ve arkadaşlarının ortaya attığı görüşler, Harbiye, Tıbbiye, Mülkiye gibi okullarda “Vatan ve Hürriyet” ideolojisini kökleştirdi.

Çoğunluğunu yüksekokullu aydınların meydana getirdiği Jön Türkler de Yeni OsmanlIların tezlerine benzer öneriler getiriyorlardı. İstedikleri reformların gerçekleştirilmesine engel olan Abdülhamit istibdadını devirmek en büyük amaçları idi. Bu sırada hemen bütün okullarda yurtsever gençler, cemiyetler kuruyorlardı. Kuleli Askerî İdadisinde İhtilâlci Askerler Cemiyeti, Askerî Tıbbiyelilerin gizli cemiyeti, sivil aydınların kurduğu Cemiyet-i İnkılâbiye bunlardandı. Bütün bu cemiyetler çıkardıkları gizli dergilerle Abdülhamit istibdadını yeriyordu. Duvarlara yazılar yazılıyor, okunan gizli kitaplardan dünya ve Anadolu’nun durumu öğreniliyordu. Abdülhamit, aylıklı ihbarcıları boşa çıktı ve emperyalistler kendi kazdıkları kuyuya kendileri düştüler. En güçlü antiemperyalist direnmelerden birisi de bu konuda yürütüldü. Vietnam’da bağımsızlık mücadelesi veren halkın amansız düşmanı, insan kasabı Commer’in arabası yakılarak kendisi yurdumuzdan koğuldu.

Yine düne kadar en yüksek binasında ABD bayrağı sallanan Robert Kolej’de devrimci gençlerin direnişi karşısında Türkiye’ye devredildi. Bu açıklamalardan sonra tekrar konumuza dönebiliriz.

Yabancı sermayedarlar artık Osmanlı Devleti’nde tam bir sömürü ağı kurmuşlardır. Rüşvetle devlet adamlarını satın alabiliyor, istedikleri zaman kendilerine karşı olan sadrazamları değiş- tirebiliyorlardı. Kendi menfaatlerinin korunması için bazı adamları şirketlerine ortak ederek komprador burjuvazinin (yani yabancı sermayenin komisyonculuğunu yapan sınıfın) filizlenmesine yol açıyorlardı.

Böyle bir ortamda iş başına geçen ve gericilerin bugün bile “Ulu Han” diye bahsettikleri Abdülhamit, yabancı sermayedarların tam aradıkları kişi idi. Kendisi bizzat yabancı şirketlerle ortaklık yapıyordu. Bir yandan çiftlikler satın alıyor, öte yandan ahbapları olan Galata bankerlerinin tavsiyeleri ile borsa oyunları oynayarak servetini artırıyordu ve her an devrilmekten korktuğu için yabancı bankalarda saklıyordu. Bu servet o zamanın parasıyla 4 milyon lirayı buluyordu. O sırada devlet bütçesinin 20-30 milyon arasında olduğu düşünülürse, bu servetin büyüklüğü daha iyi anlaşılır.

Abdülhamit’in Anadolu, Irak, Suriye ve Hicaz’daki gayrimenkulleri iSe 90 milyondan fazla idi. Bu servet maalesef Cumhuriyet döneminde de müsadere edilememiş ve mirasçılara kalmıştır.

Kurduğu jurnal (ihbar) sistemi sayesinde, etrafındaki adamlarının hırsızlıklarını çok iyi kontrol etmekte, her şeyden haberdar olmasına rağmen ses çıkarmamaktadır. Çünkü kendisi her an devrilme korkusu içinde olduğundan, etrafındaki çetenin hırsızlıklarını koz olarak kullanarak kendisini korumaktadır. Yine bu ihbar sistemi sayesinde kendisine karşı olan sayesinde, vatanseverlere karşı amansız bir terör uyguluyordu. Yakalananlar işkence görüyor, hapsediliyor ve sürgüne gönderiliyordu. Bu terörden kaçabilen vatanseverler yurtdışında örgütleniyor, ellerindeki yetersiz imkânlarla gazete ve dergi çıkartıyor ve mücadelelerine devam ediyorlardı. Bu örgütler içinde en fazla yayılanı ve en çok faaliyet göstereni İttihat ve Terakki Cemiyeti idi. İttihat ve Terakki, 1894’te Tıbbiyeliler tarafından kurulmuştu. Kısa zamanda genişleyen örgüt, Abdülhamit’in amansız terörü sonucu, merkezi Selânik’e devredilerek faaliyetlerine oradan devam etmiş ve asıl güçlenmesi de gene Selanik’te olmuştur.

İttihat ve Terakki’ye yön verenler Vatansever Subaylar ve hem kendi durumlarından hem de vatanın durumundan şikâyetçi olan küçük memurlar olmuştur. O tarihlerde Sırplar, Bulgarlar ve Rumlar dağlarda çete savaşı yapıyorlardı. Çoğu İttihat ve Terakki üyesi olan bu vatansever subaylar bir yandan bu çetelerle savaşırken, bir yandan da meşrutiyetin ilanı için çaba harcıyorlardı.

20 Haziran 1908’de kolağası Resnelli Niyazi Bey üç zabit ve 150 sivil fedai ile meşrutiyetin ilanını istemek için dağa çıktı. Niyazi Bey dolaştığı bölgelerde kan davalarını önlemiş, mezhep farkı gözetmeden bütün Osmanlılan birleştirmeye çalışmıştır. Kendisini yakalamak için gönderilen Şemsi ve Müşir Osman Paşalar öldürülünce, başka bölgedeki üyelerin de baskıları sonucu Abdülhamit meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı.

Meşrutiyet ilan edilmiş ve yurtsever aydınlar devleti battığı bataktan kurtarmak için çabalara girişmişlerdir. Fakat 31 Mart 1909’da İngiliz emperyalistlerinin el altından destekledikleri yobazlar “şeriat isteriz, yaşasın padişahımız” sesleriyle ayaklandılar, ve ellerine geçen subayları ve mekteplileri öldürmeye başladılar. Gericilerin başında Volkan gazetesinin sahibi Derviş Vahdet ve nurculuğun kurucusu olan o günkü adı ile Said-i Kürdî vardı. Gericiler, o günlerde de bugünkü taktiklerini kullanıyorlar, çıkardıkları dergiler ve fısıltı gazetesi ile cahil halkı kandırıp sokaklara döküyorlardı. Bu isyanı Selanik’ten gelen Hareket Ordusu bastırdı ve Abdülhamit tahttan indirilip Selanik’te ikâmete mecbur edildi.

Meşrutiyetin ilanından sonra ortaya çıkan Hürriyet ve İtilaf Partisi İngiliz taraflısı idi. Hürriyet ve İtilafçılarla, İttihatçılar arasındaki vatansever unsurların çatışması yakın tarihimize kadar dayanır. İttihatçılar arasındaki vatanseverler, Kurtuluş Savaşı’nda, İstanbul’da Karakol Cemiyeti’ni, Anadolu’da Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerini kurarak emperyalistlerle silahlı mücadele ederken, İtilafçılar yabancılarla işbirliği yapıyor, vatanı yabancılara peşkeş çekiyorlardı. İtilafçılar, daha sonra da Serbest Fır- ka’da ve Demokrat Parti içinde çöreklenmişlerdir.

1908’de kurulan anayasa rejimi son derece elverişsiz şartlar altında ise başladı. 1907 Rus-İngiliz ittifakı ile, İngiltere, izlediği Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama politikasını kesinlikle benimsedi. İtilaf devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya) Doğu’ya doğru yayılma eğilimi gösteren Alman emperyalizmini. Üçlü İt- tifak’tan (Almanya, Avusturya, İtalya) kopararak bir çember içer risine almak çabasındaydı. Avusturya, İtalya ve küçük Balkan devletleri Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’da kalan arazisini paylaşma kavgasında idi. Trablusgarp, gerek itilaf, gerekse ittifak devletleri tarafından çoktan İtalya’ya peşkeş çekilmişti.

Bu şartlar altında Anayasa’nın İmparatorluğu kurtaramayacağı açıktı. Nitekim öyle olmuştur.

Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakından sonra, Bulgaristan da bağımsızlığını ilan etti. Vatansever bir avuç subayın yerli halkı örgütlendirerek İtalyanlara karşı verdikleri gerilla savaşı, yerel başarılar kazanmakla beraber, sonunda Trablusgarp da elden gitti.
1912’de Rusya ve İngiltere’nin ağır baskısıyla, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırplarla anlaşmıştı. Balkan ittifakı kaçınılmaz bir şekilde savaşa yol açtı. Savaş Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlandı.

Bu yenilgiden sonra İttihatçılar Bab-ı Ali’yi basarak Nazım Paşa’yı öldürüp iktidara fiilen el koydular. Enver Bey iktidarın en yetkili adamıydı. Bu sırada Avrupa’daki büyük devletler ikiye ayrılmış, yeni kurulan devletleri ve Osmanlı Devleti’ni kendilerine pazar yapmak için aralarında amansız bir çekişme başlamıştı. Patlayan savaşa Osmanlı Devleti’nin katılması kaçınılmazdı.

Osmanlı Devleti kendisini tarih sahnesinden silecek olan bu savaşa şöyle katıldı: 1900 yılından beri İstanbul’daki Alman ticarî ve askerî baskısı gittikçe fazlalaşmıştı. Ruslar, Alman etkisi altında güç kazanacak bir Türkiye’den çok çekmiyorlardı. Boğazlar’da kurulacak bir güç, Rusların Akdeniz’e inmelerini güçleştirirdi. Berlin ile Petersburg arasındaki bağ, Almanların Bosna-Hersek’i ilhak eden Avusturya’yı Ruslara karşı kayıtsız şartsız desteklemeleri ve Almanların Boğazlar’da kurabilecekleri hâkimiyetin korkusuyla tamamen çözüldü. Rus düşmanlığı, Türkiye’yi 2 Ağustos 1914’te Almanlarla ittifak yapmaya zorladı. Karadeniz’e çıkan Alman kruvazörleri ise savaşa katılmanın yüzeysel sebebi oldu.

KURTULUŞ SAVAŞI

Kurtuluş Savaşı, Türkiye halkının emperyalizme ve onun emrindeki dahili güçlere karşı verdiği bir direnme savaşıdır. Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu paylaşma ihtirasıyla yanan emperyalist ülkelere karşı, insanlık tarihinin verdiği kutsal direnme mücadelelerinin ilkidir. Kurtuluş Savaşı ezilen uluslar adına Türkiye halkının emperyalizme ilk ve güçlü şamarıdır. Bu yüzden Kurtuluş Savaşı’nı dünyada ve o dönemin şartlarından ayrı düşünmek mümkün değildir.

Sömürgeci Avrupa’nın emrinde bir padişah ve şürekası, onu destekleyen bir avuç menfaat çevresi…

Türkiye halkının alın terini ve bağımsızlığını peşkeş çekenler sarayda harem hayatına devam etmekte; Ulus sefil, yaklaşan düşman pençesinin korkusuyla ümitsiz ve aç…

İstanbul Hükümeti’nin ulusun egemenliğinden anladığı, kendisinin hükümet olarak yaşamasıdır. Bağımsızlık unutulmuş ve emperyalist ülkelerin yurdu işgali normal karşılanır olmuştur. Her gün yeni antlaşmalar imzalanmakta ve bunlar Osmanlı Devleti’nin bekası adına, bağımsızlık adına ve kurtuluş adına yapılmaktadır. Söz sahibi idareciler ve para babalan yaşamalarına devam etmekte ve rahatları uğruna bağımsızlığı ayak altına almayı reva görmektedirler.

Emperyalist saldırganlar, peş peşe padişahın ve onun emrindeki kukla hükümetin izniyle Türkiye’yi işgal etmekte… Halk, açlık, sefalet, ümitsizlik içinde kıvranıyor, teşkilatlanma ve direnme ferdi çıkışlardan ileri gidemiyor. Padişah ve çevresi halkın direncini kırmak ve saldırgan emperyalistleri iyi göstermek için her çareye başvurmaktadır.

Kurtuluş Savaşı’nı anlayabilmek için, o dönemdeki Türkiye halkının durumunu, iç ve dış düşmanların politikalarını ve yine Türkiye halkının nasıl örgütlendiğini bilmek gerekir. Emperyalizme ve emrindeki güçlere karşı kimler çıkmıştır? Hangi sınıf ve tabakalar ne oranda katılmışlardır? Bilmek gerekir. Aksi halde, Kurtuluş Savaşı gerçek değerini kazanamaz ve mücadelenin bayraktarlığını yapan kişi ve örgütlerin önemi belirtilemez. Onun için Kurtuluş Savaşı’nı olaylar zinciri içinde dost ve düşmanın tutumlarını hesaba katarak, mücadele önderlerinin belgeleriyle açıklamak şarttır.

1. Emperyalist Dünya Savaşı sonunda saldırgan emperyalistler, askeri başarıları oranında yeni sömürgeler elde etmeyi başardılar. Osmanlı Devleti bunlardan biriydi. Uzun yıllar boyu İngiltere, Almanya, Fransa ve Amerika ile her alanda antlaşmalar imzalayan Osmanlı Devleti, ekonomik, askeri ve politik alanda yarı bağımlı durumdaydı. Ve bu yapısı ile Dünya Savaşı’ndan sonra istilacı güçlerin karargâhı durumuna geldi. Dünyayı kontrolü altında tutan emperyalist ve sömürgeci ülkeler Osmanlı Devleti üzerinde de aynı emellerini gerçekleştirdiler.

Padişah ve İstanbul Hükümeti yabancı sermayenin çıkarlarını koruyan jandarma durumundaydı. Hükümet, ülkeyi kurtarmak bir yana, düşmanla bir olarak ulusal mukavemeti kırmaya başladı. Bütün bunlara rağmen, emperyalist ülkelerde istila ve barbarlığa meydan veren milliyetçilik akımı, sömürge ve yarı- bağımlı ülkelerde kurtuluş mücadelelerine yöneliyor, hem dış hem de iç düşmanlara karşı ulusal direnmelere yer yer rastlanıyordu. Osmanlı Devleti de bu devletlerden farklı değildi. Kapitalizmin Avrupa’da gelişmesiyle doğan devrimci mücadele onu da etkiliyordu. Padişah ve hükümeti emperyalist güçlerle tam bir ittifak halindeydi, ülkenin bağımsızlığını ve bütünlüğünü gözetmesi beklenemezdi.

Hükümet dışında da bazı güçler değişik emperyalist ülkelerin çıkarlarına hizmet ediyor, bazıları Amerikan mandasına sığınmayı teklif ediyordu. Devlet o kadar parçalanmıştı ki, devrin en akılcıl yolu olarak “sınırlan bütün, bir sömürge ülke” olma tezi ehven-i şer kabilinden savunuluyor ve destek buluyordu. Bütün bu çırpınışların dışında bağımsızlığı bayrak edinmiş kişi ve küçük gruplar çaresizlik içinde bocalıyor ve ferdi çıkışlarla düşüncelerini uygulamaya çalışıyorlardı.

İşte Kurtuluş Savaşımız böyle bir ortamda Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öncülüğünde gelişen ve bu kadronun çıkışıyla güçlenip başarıya ulaşan bir mücadeledir.

Haklı olarak şunu belirtiyoruz:

19 Mayıs 1919, saldırgan emperyalistlere ve onların emrindeki iç düşmana karşı, Mustafa Kemal önderliğinde, Türk halkını örgütlemek için Kurtuluş Savaşı’nın politik anlamda başlangıcıdır.

19 Mayıs 1919, emperyalizme, padişahlığa, hükümete ve köhnemiş devlet yapısına karşı Mustafa Kemal ve arkadaşları önderliğinde yürütülen devrimin başlangıcıdır.
Mayıs 1919, Ulusal Kurtuluş Mücadelesi için Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, halkın silahlı gücü ve öncüsü olarak harekete geçişidir.

Bütün bunları, Mustafa Kemal Samsun’a ayak bastığı zaman şöyle dile getiriyordu:

“Temel ilke, Türk Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.

“Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değil dir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.

“Oysa, Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyi.

“Öyleyse YA BAĞIMSIZLIK YA ÖLÜM…

“İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır.”

İnancı ve politik görüşü bu şekilde açıkça anlaşılan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı süresince halkı nasıl örgütlediklerini ve hangi şartlar altında mücadele verdiklerini olayların akışı içinde inceleyelim.

Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişi ile başlayan örgütsel ve politik çalışmanın genel karakterlerini ortaya koyan Erzurum ve Sivas Kongrelerinde ortaya çıkan genel sonuçlan bilmek gerekir.

Erzurum Kongresi’nde karara bağlanan tüzük ve bildiri şöyleydi:

1.Ulusal sınırlar içinde bulunan yurt parçaları, bir bütündür, birbirinden ayrılamaz.
2.Ne türlü olursa olsun, yabancıların topraklarımıza girmesine ve işlerimize karışmasına karşı ve Osmanlı Hükümeti’nin dağılması halinde ulus birlikte direnecek ve savunacaktır.
3.Yurdun ve bağımsızlığın korunmasına ve güvenliğin sağlanmasına İstanbul Hükümeti’nin gücü yetmezse, amacı gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet üyeleri Ulusal Kongre’ce seçileceklerdir. Kongre toplanmamışsa bu seçimi temsilciler kurulu yapacaktır.
4.Ulusal gücü etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak temel ilkedir.
5.Hıristiyan azınlıklara siyasal üstünlük ve toplumsal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez.
6.Yabancı devletlerin güdümü ve koruyuculuğu kabul olunamaz.
7.Millet meclisinin hemen toplanmasına ve hükümet işlerinin, Meclis denetiminde yürütülmesini sağlamak için çalışılacaktır.

Bu tüzük ve bildirinin ışığında Sivas’ta kongre toplayan Şark-i Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin çalışmaları sonucunda elde edilen netice şuydu:

1) Şark-i Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin adı Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olarak değiştirildi.
2) Temsilciler Kurulu Doğu Anadolu’nun bütününü temsil eder sözü yerine, Temsilciler Kurulu yurdun bütününü temsil eder sözü kondu.
3) Nasıl olursa olsun, yurdumuza girmeyi ve işimize karışmayı Rumluk ve Ermenilik örgütleri kurma amacıyla yapılmış sayacağımızdan el birliğiyle savunma ve direnme ilkesi kabul edilmiştir, sözü yerine nasıl olursa olsun yurdumuza girmenin ve işimize karışmanın ve özellikle Rumluk, Ermenilik örgütleri kurma amacını güden davranışların durdurulması için el birliğiyle savunma ve uğraşma ilkesi kabul edilmiştir, sözü kondu.
4) Osmanlı Hükümeti’nin yabancı devletlerin baskısı karşısında buraları yani Doğu illerini bırakmak ve buralarla ilgilenmemek zorunda kaldığı anlaşılırsa yönetim, siyasal, askerlik bakımlarından nasıl davranılacağının belirtilmesi ve saptanması, sözü yerine, Osmanlı Hükümeti’nin yabancı devletler baskısı karşısında yurdumuzun herhangi bir parçasını bırakmak ve orası ile ilgilenmemek zorunda kaldığı anlaşılırsa yönetim, siyasal, askerlik bakımlarından nasıl davranılacağının belirtilmesi ve saptanması sözü yer aldı.

Erzurum ve Sivas Kongreleri sırasında, kongrede görev alan delegeler arasında Amerikan mandası isteyenlerin durumu dikkati çekiyordu. Bu delegeler, gerekçe olarak “yabancı destek olmadan yurdun bütünlüğünü korumak mümkün değildir…” diyor, Amerika güdümünün kabulünü güçlü bir devlet kurma anlamında kullanıyorlardı. Amerika ise boş durmuyor. Yetkili kişilere ve Mustafa Kemal’e kadar giderek amaçlarının gerçekleşmesine çalışıyordu. Fakat Sivas Kongresi kararıyla bu tez kesin olarak reddediliyordu. Amerikan mandası isteyenlerin arasında komutanlar, ay önce İzmir işgal edilmeden 11 Mayıs 1919’da Amerikan zırhlısı Arizona ye dört destroyer gelip İzmir limanına demirlemiştir. Burada Yunan ordusu ile çıkarmayı görüştükten sonra, bir kısmı işgale katılmış, geri kalanları ise İngiliz gemileriyle İstanbul’a doğru yola çıkmıştır. Diğer taraftan, Yunanistan, İzmir’i işgal etmeden önce İngiliz Başbakanı Lloyd Geoıge, Amerikan Başbakanı Wilson’u haberdar etmiş ve onayını almıştır. Böylece Amerika, bir taraftan da kurtuluş mücadelesine hayatı pahasına katılmış yurtseverleri satın almaya çalışıyordu.

Yine o zaman Miralay olan İsmet İnönü, 27 Ağustos 1919 tarihinde Kâzım Karabekir’e yazdığı mektupta şöyle diyordu:

“Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerikan milletine müracaat edilse pek ziyade faidesi olacaktır deniliyor ki, ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan bir Amerikan murakabesine tevdi etmek, yaşayabilmek için yegâne ehven çare gibidir.”

Fakat Amerika’nın çalışmaları fayda getirmedi. Kongrelerde her türlü manda ve sömürgeciliğe karşı çıkılarak ulusal egemenliğe dönük kararlar alındı. Politik yönü askeri yönden ağır basan, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin sonunda seçilen Temsilciler Meclisi’nde bulunan üyeler şunlardır:

1.Mustafa Kemal (Eski Üçüncü Ordu Müfettişi),
2.Rauf Bey (Eski Bahriye Nazırı),
3.Raif Bey (Eski Erzurum Milletvekili),
4.İzzet Bey (Eski Trabzon Milletvekili),
5.Servet Bey (Eski Trabzon Milletvekili),
6.Şeyh Fevzi Efendi (Erzincan’da Nakşî Şeyhi),
7.Bekir Sami Bey (Eski Beyrut Valisi),
8.Hacı Musa Bey (Mutki Aşiret Reisi),

Bu kişilerden Mustafa Kemal’le birlikte mücadeleye devam eden sadece Rauf Bey ve Bekir Sami Bey’dir.

Bu arada Sivas Kongresi’ne İstanbul Tıp Fakültesi’nden Hikmet Bey isminde bu öğrenci delege olarak gönderilmiştir. Kongre’de Amerikan Mandası tartışılırken Hikmet Bey şöyle diyordu:

“Paşam, murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun, şiddetle red ve takbih ederiz. Farzımuhal manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i (Vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı) olarak adlandırır ve telin ederiz.”

Bu sözleri Mustafa Kemal şöyle cevaplandırıyordu:

“Evlât, müsterih ol, gençlik ile iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz ekalliyette kalsak da mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tekdir ve değişmez, ya Ölüm ya İstiklâl.”

Erzurum ve Sivas Kongrelerinden çıkan genel sonuç şudur:

Delegeler, şeyhler, toprak ağaları, aşiret ve reisleri ve milletvekilleridir. Gençlik adına da bir kişi katılmıştır. Bazı delegeler, yapıları gereği Amerikan mandasında İsrar etmişler ve kongre sonrası çalışmaları bırakmışlardır.

Fakat Mustafa Kemal, bu ortamda dahi inancını şiddetle savundu ve Erzurum Kongresi’nde ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesini dile getirerek bütün ezilen ulusların mücadelelerine ışık tutacak şekilde ifade etti.

“Milletlerin kendi mukadderatlarını kendilerinin tayin ettiği bu tarihi devirde hükümet merkezimiz de millet iradesine boyun eğmek zorundadır. Çünkü, millet iradesine dayanmayan herhangi bir hükümet heyetinin kendince aldığı kararlan, milletçe itaate şayan bulunmadıktan başka, dışarıda da itibar görmediği ve görmeyeceği şimdiye kadar geçmiş hareket ve sonuçlarla sabit olunmuştur.”

Kısaca belirtmek gerekirse, iki kongrenin sonunda beliren politik düşünce şudur:

1.Emperyalist ülkeler, onlann emrindeki İstanbul Hükümeti ve bunlann emrinde olan güçlerin dışında kalan ulusun tamamını örgütleyerek mücadele etmek.
2.Gerekirse ayrı bir meclis ve ayrı bir hükümet kurmak.
3.Uğrunda mücadele edilecek vatanın sınırlarını tayin etmek.
4.Ülkenin bağımsızlığını elde etmek için yurt çapında silahlanmak ve ordu teşkil etmeye çalışmak.

Mustafa Kemal’in politikası, ne pahasına olursa olsun Kurtuluş Savaşı’nı yürütmek ve hiçbir ülkenin himayesini kabul etmeden ülkenin bağımsızlığını elde etmektir.

Yurdumuzu işgal eden emperyalistlere karşı yer yer demek ve silahlı teşkilatlar kuruluyordu.

Aydın bölgesinde ulusal kuvvetler, yani Kuvayı Milliyeciler Yunanlıları durdurmaya çalışıyorlar, İstanbul’daki Karakol cemiyeti faaliyetlerini Bursa’ya kaydırıyor ve düşmana karşı mücadeleyi güçlendirmek için Ulusal Kurtuluşa yardım eden güçler birleşmeye doğru gidiyorlardı.

Yunan ordusu İzmir’i işgal ettiği zaman, eşraf ve ağa takımı işgalcileri güleryüzle karşıladılar ve evlerine Yunan bayrakları asarak memnuniyetlerini bildirdiler. Bu arada İzmir’i işgal eden Yunan ordusuna tek ve ilk tepki Haşan Tahsin isminde bir sosyalistten gelmiştir. Haşan Tahsin, Yunan bayrağını taşıyan bayraktarı vurduktan soma kendisi de şehit olmuştur. Oysa o zaman eşraf ve tüccar, Yunanlılara karşı çıkmayı kardeş kavgasına ve kan dökülmesine meydan vermek şeklinde niteliyorlardı.
İşgal sırasında İzmir’e giren Yunan Ordusu Komutanı Albay Zafiriu’nun duvarlara yapıştırdığı bildirilerde:

“Müttefiklerimizin izniyle hareket eden Yunan Hükümetinden aldığım emir gereğince İzmir ve civarını işgale başlıyorum. İşgalin gayesi, mevcut yasaların iyice korunması suretiyle bütün ahalinin refahını sağlamaktır.”

Burada (müttefiklerimiz) sözünden başta Amerika olmak üzere itilaf devletleri kastedilmektedir.

İngilizlerin İstanbul’da Meclisi basarak dağıtmaları ve bir kısmının Malta’ya sürülmelerinden sonra, milletvekilleri ve subaylardan bir grup Ankara’ya gelerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurdular.

Padişahın emriyle ulusal mukavemeti bastırmak için Anza- vur Ahmet Anadolu’da isyan ederek harekete geçti. Fakat Kuva- yı Milliyeciler tarafından bastırıldı. Meclisin ilk kuruluş döneminde henüz nizami bir ordu yoktu, askeri alanda mücadele Çerkez Ethem ve ona bağlı çetelerin önderliğinde yürütülmektedir. Çerkez Ethem komutasındaki kuvvetler nizami ordu kumlana kadar gerek Yunan Ordusu’nu durdurmada ve gerekse iç isyanları bastırmada büyük kahramanlık göstermişlerdir.

Çerkez Ethem, Ege bölgesinde düşmana yardım eden ağa ve eşrafa karşı da mücadele ederek halkı örgütlemektedir. Son zamanlarına doğru onbeş bin kişiyi bulan gücüyle nizami ordu kurulana kadar Kurtuluş Savaşı’nın Ege bölgesindeki silahlı gücü olmuştur.

Mali sorunları halletmek için millici güçlerin yaptığı eylemler şunlardır:

1.İzmir Valisi Rahmi Bey’in oğlu kaçırılarak elli bin altın karşılığında serbest bırakıldı.
2.Dağılmış Osmanlı Ordusu’nun silah ve cephanesine el kondu.
3.Düşmana yardım eden, ekmek ve tuzla karşılayan eşraf ve ağalardan para alındı.
4.Demirci Mehmet Efe, Bozdoğan Ziraat Bankası’ndaki paraya el koydu.

Kuvayı Milliyeciler mali ve askeri ihtiyaçlarını bu yolla karşılarken Mustafa Kemal de Ankara Osmanlı Bankası’nm bir buçuk milyon lirasına el koymuştur.

TBMM Ankara açıldıktan sonra Türkiye’de Kurtuluş Sava- şı’m yürüten güçlerin meşru meclisi durumuna geldi. Ankara Hükümeti ise Kurtuluş Savaşı’nın resmi hükümeti durumundaydı. Halkı örgütlemeye devam ediliyor ve yurdu işgal eden emperyalist güçlere karşı direnme hızlandırılıyordu.

Emperyalist ülkeler, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının durumunu bildikleri için Ankara Hükümeti’ne yaklaşmak istiyor ve onu kendileri için tehlikeli buluyorlardı. Ankara Hükümeti bu ortamda askeri zafer elde edilmeden siyasi ağırlık kazanmanın imkânsız olduğunu biliyordu. Bu yüzden bütün çabalar, ordu teşkiline ve askeri alana kaydırılarak Kurtuluş Savaşı başarıldı.

Ankara Hükümeti’ni, ilk görüşmelerin 1919’da başladığı, Sovyetler Birliği tanıdı. 1917’de çarlığın devrilmesinden sonra kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Çarlığın saldırgan, emperyalist politikasına ve Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’na karşı çıkıyordu. Devrim Hükümeti, doğu sınırlarımızdaki askerlerini çekmiş ve Anadolu’daki mücadeleye yardım etmek için her türlü çabayı göstermiştir.

1919 Haziran’ında Albay Budyenni başkanlığında bir Sovyet Heyeti, Havza’da Mustafa Kemal ile buluşarak, genel durumu görüştü. Bu buluşmada Budyenni emperyalizme ve onun emrindeki Ermeni ve Pontus teşkilatlarına karşı olduklarını bildirerek, Kurtuluş Savaşımızı destekleyeceklerine, gerekli silah ve parayı vereceklerine dair teminat verdi. Mustafa Kemal, emperyalist ülkeler, Ermeni ve Pontus meselesinde Sovyetler’le aynı fikirde olduğunu beyan ediyordu. Bu olumlu ilişkiler, savaş süresince ve daha sonra da devam etmiştir. Ankara Hükümeti ile ilk uluslar arası antlaşmayı yine Sovyetler Birliği yaptı. Bu antlaşma ilk olması ve mahiyeti bakımından önemlidir.

Türkiye-Rusya Muhadenet Akitnamesi

Bu antlaşma, 16 Mart 1921 tarihinde Moskova’da TBMM adına Yusuf Kemal Bey, Rıza Nur Bey ve Ali Fuat Paşa, Sovyet Hükümeti adına Çiçerin ve Celal Korkmazof tarafından imzalanmıştır. Antlaşmanın önsözünde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmakta, emperyalizme ve saldırıya karşı olan siyasetleri gereği doğal dayanışmaları açıklanmaktadır. Önemli maddeleri şöyledir:

Misaki Milli sınırları kabul edilmekte ve TBMM’nin tanımadığı milletler arası hiçbir belgeyi Sovyetler de tanımadıklarım beyan etmektedir.

Boğazlar bütün milletlerarası ticaret gemilerine açık olacak ve kesin statüsü Karadeniz’de sahili olan devletlerin katılacağı bir konferansta alınacak kararlar, Türkiye’nin kesin egemenliğine ve Türkiye ile Hükümet Merkezi İstanbul’un güvenliğine hiçbir şekilde zarar verici nitelikte olmayacaktır.

Taraflar arasında bundan önce imzalanmış bütün antlaşmalar feshedilmekte ve çarlıktan kalma bütün mali ve diğer konulardaki taahhütlerinden Türkiye’nin sorumlu olmadığı Sovyetler’ce kabul edilmektedir.

Türkiye’deki kapitülasyonların tümünün kaldırılması kabul edilmektedir.

Taraflar kendi ülkelerinde diğerinin hükümetini devirme amacını güden teşekküllerin kurulmasına ve çalışmasına müsaade etmeyeceklerini açıklamaktadır.

Yine 1921 Mart’ında Afganistan’la da bu mealde bir antlaşma Moskova’da imzalanmıştı.

Sovyetler Birliği, antlaşma metnindeki tutumunda ciddi ve kararlıydı. Nitekim Londra’da 1920’de Sovyetler’le İngilizler arasında imzalanan ticaret antlaşması sırasında İngiltere Başbakanı Lloyd George bu antlaşmaya Sovyetler’in Kemalistlere yardım etmeme şartım koydurtmak istemiş, fakat Sovyetler bunu reddetmiştir. Ayrıca 1920 yılında Sovyetler’in Ankara Hükümeti’ne bir milyon Rus altım yardımları olmuştur.

Kurtuluş Savaşı dönemindeki Türkiye-Sovyet ilişkilerinin karakterini anlamak önemlidir. Bütün emperyalist ülkelerin barbarca saldırdığı bir ortamda, tek dost ve yardım elini uzatan ülke Sovyetler Birliği’dir. 22 Aralık 1920 tarihinde T.B.M.M. adına Mustafa Kemal, Sovyetler Birliği Hariciye Komiseri Çiçerin’e şu notayı gönderdi:

“Komiser yoldaş,
Aynı düşmanlar aleyhinde mücadele edildiği ve Batı emperyalistlerinin baskılarına karşı milletlerin hürriyeti prensibi birlikte savunulduğu cihetle TBMM Hükümeti, kendisini bilindiği üzere Sosyalist Federatif Rusya Cumhuriyeti’nin bir tabii müttefiki sayıyor. Bunun içindir ki, Rusya ile haberleşmek imkânı tekrar kurulur kurulmaz Rusya ile münasebete ve Doğu işlerini ilgilendiren bilumum meseleleri görüşmek üzere Hükümet, gerekli yetkiyi taşıyan delegelerini tayinde gecikmek istememiştir. İnkâr edilemez ki, mutlu sonuçlar doğurabilecek bir işbirliğinin asıl şartı, iki millet arasında tam bir karşılıklı güvenin kurulması maddesi olup, ancak siyasi münasebetlerin tam bir açıklıkla aydınlanmasına bağlıdır.”

diye başlayan notanın diğer bölümlerinde Sovyetler’in Ermenistan, Gürcistan hakkındaki görüşleri, Sovyet-İngiliz antlaşmasının mahiyeti soruluyor ve Türkiye-Amerika ilişkileri hakkında bilgi veriliyordu. Çiçerin cevabında, Ermenistan ve Gürcistan meselesinin iki tarafın isteğine uygun bir şekilde çözümleneceğini, Türkiye ile Rusya arasına anlaşmazlık sokmak isteyen düşmanların buna muvaffak olamayacağını ve her iki hükümetin Avrupa’da takip edeceği siyaseti birbirine danışarak yürütebileceğini ifade etmişti.

Karşılıklı iyi niyet ve dostlukla ilişki kurduğumuz ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da yardıma devam eden Sovyetler Birliği, belirli güçler tarafından kasıtlı olarak düşman ilan edilmiş, fakat varlığımızı tehdit eden emperyalist ülkelerin yaptıkları unutularak hepsi temize çıkarılmıştır.

Kurtuluş Savaşı devam ederken, mağlup olacaklarını anlayan İngiltere, Fransa ve Almanya politik yönden imtiyaz elde etmeye çalışmışlar, fakat başaramamışlardır. Amaçları, sömürüyü devam ettirmek ve Türkiye’nin bağımsızlığına son vermektir. Bütün talepleri, Ankara Hükümeti tarafından reddedilmiş ve askeri zaferden sonra yurdumuzu terk etmek zorunda kalmışlardır. Mustafa Kemal konuşmalarında bunu şöyle dile getirmiştir:

“Umumi harb, TÜRKİYE HALKI üzerinde de tabir tesirini yaptı ve arzuya şayan bir anlayış ve yücelme meydana getirdi. Zalimler, TÜRKİYE HALKI’m imha etmek istiyorlardı. Ulusu yıkıcı baskı altında tutan adaletsiz bir idare de bunlarla işbirliği ettiğinden, ulus hem harici hem de benliğine darbe vuran dahildeki idareye karşı ayaklandı. Bunun neticesi olarak mukadderatını eline aldı. Ulusumuzun bugünkü idaresi, hakiki mahiyetiyle bir halk idaresidir. Bu sosyal hareketler bütün beşeriyetin zihninde değişiklikler yaratmıştır. İnsanlığa müteveccih fikir hareketi, ergeç muvaffak olacaktı. BÜTÜN MAZLUM MİLLETLER, ZALİMLERİ BİR GÜN MAHV Ü PERİŞAN EDECEKTİR.”

Sadece biz söylediğimiz için tehlikeli ve bölücü karşılanan TÜRKİYE HALKI terimi, görüyoruz ki, sadece biz değil, Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal tarafından da kullanılmıştır. Atatürk’ü bilmeden Atatürk’çü geçinenler, şayet onun birkaç sözünü okusalardı, bu sözün anlamını öğrenebilirlerdi.

Kurtuluş Savaşımızda, emperyalizmle mücadele eden güçler, değişik taktikler kullanmışlardır. Mücadele, dış düşman ve onun emrindeki hükümetin çıkardığı iç isyanlara karşı yürütülmüştür.

1- İstanbul’da İngilizlere karşı, Karakol ve Müdafaa-i Milliye öncülüğündeki, şehir gerillasının ağırlık kazandığı mücadele yürütülmüştür. Diğer taraftan, görevleri, Anabolu’ya malzeme, donatım ve adam kaçırmak olmuştur. Bu örgütler, sivil güçlerin de bulunmasına rağmen, subayların ağırlık kazandığı teşkilatlardır.
2- Ege Bölgesi’nde Yunanlılara karşı yürütülen mücadele, önceleri dağınık bölgesel çete savaşı, sonra örgütü çete savaşı ve sonunda nizami ordu savaşı şeklinde yürütülmüştür. Zaferi tayin eden mücadelenin ağırlığını nizami ordu mücadelesi teşkil etmiştir.
3- Güneyde Fransız saldırganlara karşı, Antep, Maraş, Urfa, bölgelerinin yerli halkı, çete savaşma başlamış, daha sonra belirli oranda subay kadrosu katılmasına rağmen, esas başarı yerli halkın kendi çabasıdır.
4- Karadeniz Bölgesi’nde, Rum Pontosçuları Amerikan yardımıyla ayaklanmış ve ayaklanma, sivil çetelerin ve ordunun mücadelesiyle bastırılmıştır.
5- Doğu Anadolu’da, Ermenilerin bağımsız bir Ermenistan için Amerika’dan destek alarak çıkardıkları iç isyan, sivil halk ve ordu tarafından bastırılmıştır.
6- Padişahın emriyle, Anadolu’da Ulusal Mukavemeti kırmak ve güçleri bölmek için başlatılan isyanlar, Kuvayı Seyyare tarafından bastırılmıştır.

Bu arada, Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgelerinde çıkan iç isyanlardaki Amerikan etkisini belirtmek gerekir.

1919 yılı başlarında ABD Dışişleri Bakanlığı, Senato Komisyonu Başkanlığı ve Harbord Heyeti’nin Türkiye hakkındaki görüşü şuydu:

1.Boğazlar’da milletlerarası statüye bağlı bir devlet,
2.Doğu Anadolu’da bir Ermenistan Devleti,
3.Orta Anadolu’da Türkiye Devleti kurulacak ve bu üç devlet de büyük bir devletin himayesi altında bulunacaktır.

Burada bahsedilen büyük devlet bizzat kendisidir. Emellerini gerçekleştirmek için ABD ciddi çalışmalara girmiş, yöneticileri satın almaya, gazeteci, subay, diplomat ve danışmanlar göndermiştir. Türkiye’deki Amerikan kolejlerini cephane depoları haline getirmiş ve gönderdiği 14 bin misyoner, 50 bin 9 yüz misyoner yardımcısı ve 286 yabancı misyon elemanı ile yurdumuzu kendi sömürgesi yapmak için bütün gücü ile çalışmıştır.

Kurtuluş Savaşı, subay ve aydınlar öncülüğünde, köylüler, işçiler, esnaf ve zanaatkârların omuz omuza yürüttükleri bir mücadeledir. Silah altındaki ordunun bel kemiğini ve çetelerin hemen hemen tamamını köylüler teşkil etmiştir. Toprak ağaları, şeyhler, tefeciler ve İstanbul Hükümeti’nin Anadolu’da görevli devlet memurlarının büyük bir kısmı mücadeleye katılmamış veya karşı çıkmıştır. Savaşa katılan güçlerden, subay, aydın ve esnaflar örgütlü, işçi ve köylüler ise örgütlü değildir. Oysa savaşın bütün yükünü köylüler çekmiştir. İşçiler İstanbul’daki yabancı şirketlerde grev ve işgaller yaparak, mücadeleye katkıda bulunmuşlardır.

Meclisin yapısına bakınca da aynı manzara görünür. Milletvekilleri Osmanlı Meclisi’nin milletvekilleri olup, kökenleri itibariyle ağa, şeyh, ve eşraf kesimindendir. Nitekim Kurtuluş Savaşı dönemindeki bütün meclis çalışmalarında ve anlaşmazlıklarda bu açıkça görülür. Mustafa Kemal’in çevresinde devamlı sağlam bir milletvekili kadrosu bulunmasına rağmen, yabancı devlet çıkarlarını temsil eden milletvekillerine de rastlamak mümkündür.

Hariciye Vekili, Bekir Sami Bey Başkanlığındaki bir heyet, Londra Konferansı’na gönderilmiştir. Orada İngiltere, Fransa ve İtalya Başbakan ve Bakanlarıyla yapılan görüşme ve antlaşmalar, Ankara Hükümeti tarafından kabul edilmemiş ve Bekir Sami Bey Hariciye Vekilliği’nden atılmıştır. Ankara Hükümeti’nin bu antlaşmaları tanımamasının nedenini bilmek için antlaşmaları kısaca açıklamak gerekir. Türkiye ile İngiltere arasındaki antlaşma önerisine göre:

“Türkiye elinde bulunan bütün İngiliz tutsaklan geri verecek, buna karşılık İngiltere’de elinde bulunan Türk tutsakları bize verecektir. Yalnız Türk tutsakları içinde, Ermenilere ve İngiliz tutsaklarına kıyım yapmış, ya da kötülük etmiş olduğu öne sürülenler geri verilmeyecektir.”

Mustafa Kemal, bu antlaşmanın kabul edilmeme sebebini şöyle açıklıyordu:

“Hükümetimiz, elbette böyle bir antlaşmayı imzalayamazdı. Türk uyrukluların, Türkiye sınırlan içindeki iş ve davranışı üzerinde, yabancı bir hükümetin yargılama hakkını onaylamak gibi olurdu.”

Fransa ile Türkiye arasındaki antlaşmaya göre:

“Fransa ile Türkiye arasında çarpışmalara son verilecek, silahlar bırakılacak ve güvenliği temin edecek olan kuvvetler arasına Fransızlar da alınacaktı. Elazığ, Diyarbakır ve Sivas illerindeki İktisadî teşebbüslerle, Ergani madenlerinin işletilmesi konusunda Fransızlara üstünlük tanınacaktı.”

Mustafa Kemal’in bu antlaşma hakkında söylediği tek şey ise şu olmuştur:

“Hükümetimizce bu antlaşmanın da kabul edilmemesinin nedenlerini saymaya gerek yoktur sanırım…”

İtalya ile imzalanmış olan antlaşmada aynı şekilde olduğu için Ankara Hükümeti tarafından kabul edilmemiştir.

1920 yılında açılan TBMM ve Ankara Hükümeti’ni, Avrupa önce tanımamış ve yok etmeye çalışmıştır. Ne var ki, Kurtuluş Savaşı başarıya yöneldikçe, emperyalist ülkeler Ankara Hükümeti’ni hesaba katmak mecburiyetinde kalmışlardır. Londra Konferansı bu amaçla tertiplenmiş ancak, sonuç alınamayınca Fransa, Franklen Buyen’i bizzat Mustafa Kemal’le görüşmek üzere Ankara’ya gönderilmiştir. Mustafa Kemal bu görüşme hakkında şunları söylüyor:

“… Üzerinde en çok durulan madde, yabancılara verilmiş ayrıcalık haklarının kaldırılması, bağımsızlığımızın tam olarak tanınmasıyla ilgili madde oldu. TAM BAĞIMSIZLIK, BİZİM BUGÜN ÜZERİMİZE ALDIĞIMIZ GÖREVİN ÖZÜDÜR. Bizden öncekilerin yaptıkları yanlış işler yüzünden, ulusumuz sözde bağımsızdı, ama gerçekte bağımlı bulunuyordu. TAM BAĞIMSIZLIK DEMEK; ELBETTE SİYASET, MALİYE, İKTİSAT, ADALET, ASKERLİK, KÜLTÜR… GİBİ KONULARDA TAM BAĞIMSIZLIK VE ÖZGÜRLÜK DEMEKTİR.
“Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir… Biz bunu sağlamadan ve elde etmeden barışa ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz.
“Görünüş ve yöntem bakımından antlaşma yapabiliriz. Barış yapabiliriz, ama tam bağımsızlığımızı sağlamayacak olan bu gibi barışlar ve antlaşmalarla ulusumuz hiçbir zaman canlılığa ve huzura erişemeyecektir. Belki silahlı çarpışmasını bırakarak yıkıma sürüklenmeye yol açmış olacaktır. Eğer ulusumuz bunu kabul etseydi, bunu kabul edecek nitelikte bulunsaydı, iki yıldan beri savaşmak hiç de gerekli değildi…”

Bu görüşmeden sonra, Fransa ile olumlu bir antlaşma imzalandı. Daha sonra diğer emperyalist ülkeler de Ankara Hükümeti’ne yaklaşmaya başladılar. Fakat kesin askeri zafer sağlanmadan yapılan bütün girişimler yarım kalmıştır. Asıl sonucu tayin eden, düşmanın yurttan atılmasından sonra imzalanan Lozan Barış Antlaşması olmuştur.

Mustafa Kemal Lozan’ı şöyle tanımlıyordu:

“Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı sanılmış, büyük bir suikastın yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde eşi görülmemiş bir siyasi zafer yapıtıdır…”

Gerçekten de Lozan Barış Antlaşması’nın ve o dönemin anlamı önemlidir. Dünyayı pençesinde inleten emperyalist ülkeler yenik düşmüşler ve tarihte ilk defa karşılarına bağımsız bir ülkenin çıktığım ve haklarını almaya çalıştığını görmüşlerdir. Bu durumu onurlarına yedirememelerine rağmen barış yapmaya mecbur olmuşlardır.

Osmanlı Devleti’nin vârisi olan yeni Türkiye için, bu ortamda Osmanlı Devleti’nin geçmiş meselelerini ve kapitülasyonlarını bir sonuca bağlamak, yeni Türkiye’yi dünya devletleri arasında temsil ve kabul ettirmek elbette zordu. Nitekim Lozan Barış Antlaşması görüşmeleri, çok tartışmalı ve karışık cereyan etmiştir. Lozan Konferansı’ndaki taraflardan birini Türkiye, diğerini İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya meydana getirmiştir. Amerika gözlemci bulundurmuş. Boğazlar Meselesi için de Sovyetler Birliği ve Bulgaristan çağırılmıştır.
Konferansın en kritik noktası kapitülasyonların kaldmlması oldu. Uzun tartışma ve ayrılıklardan sonra kapitülasyonlar kaldırıldı. Misak-ı Milli kabul ettirildi. Böylece, emperyalist saldırganlara karşı galip gelmiş olan Türkiye, Lozan Barış Antlaşması’yla tarih önünde geçerli hukuki varlığını kazandı. Genel ilkelerimizi kabul ettirdiğimiz Lozan Barış Antlaşması’nda, emperyalistlere o şartlar altında kabul ettiremediğimiz üç konu şunlardır:

1.Boğazlar Meselesi
2.Gümrük Haddi
3.Osmanlı Devleti’nin Borçları

Lozan Barış Antlaşması’na göre Boğazlar, yabancı devletlerin ticaret ve savaş gemilerinin geçişlerine serbest bırakılıyor, İstanbul bölgesi askersizleştiriliyor ve Boğazlar’ın kontrolü uluslararası bir komisyona bırakılıyordu.

Osmanlı Devleti zamanında yabancıların ithalatta ödedikleri % 3 olan gümrük haddi aynen kalacaktı. Gümrük haddi bu kadar düşük olduğu için yurdumuza ithal malları dolmuş ve bu durum, ileride göreceğimiz şekilde ekonomiyi sarsmıştır. Bütün bunlara rağmen, Lozan Barış Antlaşması, dünyadaki ezilen uluslar adına elde edilen bir zaferdir. Bunu çok iyi bilen emperyalistler, niyetlerini gizlememişlerdir.

Konferansın İngiliz delegesi Lord Cruzon, oldukça iyimser bir şekilde şunları söylemiştir:

“… Ne reddederseniz cebimize atıyoruz, cebimize saklıyoruz. Memleketiniz haraptır. Yarın geleceksiniz, bunları tamir etmek, kalkınmak için yardım isteyeceksiniz. O zaman bu cebime koyduklarımdan her birini birer birer çıkarıp size vereceğim…”
Ve bu sözlerin ardından, İngiliz basını şu yorumu yapıyordu:
“… Gerçekten Türkiye teorik bakımdan bağımsız bir hükümet oldu. Lâkin ticaret ve sanatta kabiliyetsiz ve sermayeden yoksun bu ahali, bilenlerce malumdur ki, bu bağımsızlığın ömrü pek kısa olacak ve eski durumunu bir başkası üzerine alacaktır…”
Antlaşmaya karşı tepki o kadar büyüktü ki, antlaşma metni Amerikan senatosuna ancak 1927 tarihinde getirilebilmiştir. 18 Ocak 1927 tarihinde Amerikalı senatör Upshow şöyle diyordu:
“… Antlaşma, Timurlenk kadar hunhar, Müthiş İvan kadar sefih ve kafatasları üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatörün zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır. Bu canavar, savaştan bıkmış bir Dünya’ya bütün uygar uluslara onursuzluk getiren bir diplomatik antlaşma kabul ettirmiştir. Buna her yerde bir Türk zaferi dediler. Ye eski dünya parlamentolarını bunu kabule ikna ettikten sonra, büyük sermaye grupları, soğuk kanlı ticaret erbabı ve giderek güya bazı din temsilcileri bile, Türkiye’yi uygar uluslar masasmda, uluslararası bir konuk durumuna yücelterek, Amerika’yı yüksek ülkülerinden uzaklaştırmada birleştiler…”

Amerikan Senatörü’nün Hunhar Timurlenk, Sefih Müthiş İvan ve Kafatası piramiti üzerinde oturan Cengiz Han’a benzettiği kişi, emperyalizme karşı Türkiye Halkının Ulusal Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden Mustafa Kemal’dir. Amerikalı politikacıya göre uygar uluslara onursuzluk getiren antlaşma, Lozan Antlaşması’dır. Gene ona kalırsa Lozan’da Türkiye’nin konferans masasına oturtulması, Amerika’nın yüce ülkülerinden uzaklaşmasına sebep olmuştur. Kemalist Türkiye’nin suçu, bir Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla vermiş olması ve kapitülasyonları kaldırmasıydı.

Lozan Barış Antlaşmasından sonra Cumhuriyet ilan edildi, Hilafet kaldırıldı ve Osmanlı Devlet yapısının gerici kurumlan tasfiye edilmeye başlandı. Askeri zafer kazanılmış, Türkiye dünyadaki yerini almıştır. Sıra ülke kalkınması ve ekonomik sorunlardadır.

CUMHURİYET DÖNEMİ

Türkiye, emperyalizme karşı mücadele ederek bağımsızlığını kazanan ilk ülkedir. Fakat bu bağımsızlık askeri alanda oldu ve düşmanlar yurttan atıldı. Buna teorik anlamda, Türkiye bağımsız oldu diyebiliriz. Sonrası askerî alanda kazanılan bağımsızlığın İktisadî reformlar ve girişimlerle devam ettirilmesiydi. Yine Atatürk, bu gerçeği şu şekilde dile getiriyordu:

“Bugünkü savaşımızın gayesi tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığımızın tamlığı ise, ancak malî bağımsızlıkla mümkündür. Bir memleketin mâliyesi bağımsızlıktan mahrum olunca, o devletin bütün hayat kollarında bağımsızlık felçtir. Çünkü her devlet organı, ancak malî kuvvetle yaşar. Devlet bünyesini yaşatmak için dışarıya müracaat etmeksizin memleketin gelir kaynaklarıyla idare edilmesi çare ve tedbirlerini bulmak lâzım ve mümkündür.
“Bütün dünyanın bilmesi lâzımdır ki TÜRKİYE HALKI, TBMM ve onun Hükümeti, uşak muamelesine tahammül edemez.
“Devletler şimdiye kadar bize şu ve bu meselelerde gösterişli müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar, lâkin, İktisadî esaretle bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri bize bazı şeyler vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi vaziyet alırlar, hakikatte iktisaden elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu esarete katlanan mevki sahibi kimseler memnundu. Çünkü görünüşte büyük bir bağımsızlık sağlamışlardı. Fakat gerçekte ise ulusu manen miskinlik çukuruna atmışlardı.
“BUNLAR, İKTİSADÎ MAHKÛMİYETİ ANLAMAYAN BEDBAHT HAYVANLARDI.”

Bu konuşmalardan çıkan sonuç şudur; düşman kovulmuş, iktidar ele geçirilmişti. Fakat gerekli devrimler yapılmadan bağımsızlığın devamı imkânsızdır. Yapılacak reformlar, temel iki noktada toplanıyordu:

1.Siyasî reformlar,
2.Ekonomik reformlar.

Siyasî Reformlar
Yüzyılların kalıntısı padişahlık ve onun devlet yapısı çağımız şartlarına ve ülkemiz kalkınmasına cevap verecek durumda değildi. Ayrıca ileriye dönük girişimlere set çekiyordu. Bu yüzden:
1.Padişahlık
2.Hilâfet
3.Hukuk sistemi
4.Devlet yapısı içindeki gerici kurumlann kaldırılması gerekliydi.

Bunların gerçekleşmesi için önce Cumhuriyet ilan edildi ve ardından diğerleri 1930 yılına kadar tedricen tasfiye edilmeye çalışıldı. Dikkat edilirse, bunların tasfiyesi, belli oranda tepki ile karşılandı. Zira bu üst yapı kuramlarının ekonomik yapımızda etkisi vardı. Onun için siyası değişiklik ekonomik kalkınma ile bir arada yürütülmeli idi. Bu değişikliğin yaşaması için ekonomik yapıdaki eski üretim ilişkilerinin tasfiyesi gerekiyordu. Şimdi, o dönemin ekonomik yapısına bir göz atalım ve ekonomik reformların neden tamamlanamadığını inceleyelim.

İktisadi Durum ve Reformlar

Cumhuriyet’in başlangıcındaki ekonomik yapı, Osmanlı Devleti’nden arta kalan Türkiye’nin bozulmuş ve dejenere olmuş İktisadî durumudur. Bu yapıya kısaca göz atalım:

1. Tarım.
Tarımda kapitalizm öncesi üretim ilişkileri hâkimdir. Toprakların büyük kısmı ağaların elindedir. Ekilmeyen devlet arazisi de büyük orandadır. 14 milyon olan nüfusun % 70’i topraksız ve az topraklı köylüdür. Üretimde kullanılan aletler ilkel olup verim düşüktür.

2. Sanayi.
Sanayi kesimi, küçük sanayi ve büyük sanayi olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Büyük sanayi, başlıca dört kolda gelişmişti:

Madencilik
Elektrik, havagazı
Tütün ve tekel
İmalat sanayii

Bu dört sanayi kolu da ileride göreceğimiz üzere yabancı şirketlerin kontrolündeydi.

Küçük sanayii teşkil edenler:

Gıda sanayii
Toprak ürünleri sanayii
Deri mamulleri sanayii
Ağaç mamulleri sanayii
Dokuma sanayii
Kâğıt sanayii
Kimya sanayii
Madenî eşya sanayiidir.

Bu sekiz küçük sanayi kolundaki şirket ve işletmelerin sayısı 268’dir. Bunların 84 tanesi Türklerin, 184 tanesi yabancı uyrukluların elindedir.

3. Madenler
Bilinen ve işlenen madenler yabancı şirketlerin elinde idi. Fransa: simli kurşun, manganez, maden kömürü ve çimento, Almanya: maden kömürü ve krom,
İngiltere: borasit ve krom yataklarını işletiyordu.

4. Ulaştırma
Demiryolları yabancıların imtiyazında idi. Öte yandan kabotaj hakkına sahip olmadığımız için ticaret filomuz da gelişmemişti.

Bütün sanayi ve diğer zenginlikleri yabancı imtiyazında olan Osmanlı Devleti’nin dış borçları 133,7 milyon Osmanlı lirası idi. Basit bir oran yaparsak, Osmanli Devleti’nin dış borçlarının Türkiye’nin şimdiki dış borçlarının 1/6’sı olduğunu görürüz.

5. Eğitim
Diğer sahalarda olduğu gibi eğitim sahasında da emperyalizmin kültürü hâkimdi. Eğitimdeki öğrencilerin % 40’ı yabancı okullarda okuyorlardı. Zaten Türk okulları da Batı kültürünün etkisi altında eğitim yapıyordu. Mevcut okulların % 34’ü yabancı uyruklulara aitti.

Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’un Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki sosyoekonomik yapısı şöyle idi:

Toplamı 1413 olan kahve, lokanta, birahane, meyhane gibi küçük işyerlerinin 97 tanesi Türkler’in, 1316 tanesi yabancı uyruklularındır. Sinemaların 3/4’ü yabancılarındır. Bir Türk futbol ligi yanında, 7 tane yabancı futbol ligi vardır. Açlığın ve sefaletin sonucu ahlak zayıflamış, suç oranı en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Şu rakamlar bunu çok iyi açıklamaktadır: 359 tane kayıtlara geçen genelev ve kadınların çalıştığı 58 bar mevcuttur.

İşte Türkiye’nin durumu bu idi. Ye Kurtuluş Savaşı’nı veren kadro böyle bir Türkiye’yi kalkındıracak, bağımsızlığını devam ettirecekti. Gerçekten İktisadî kalkınmayı sağlamak, askerî başarıdan çok daha zordu.

İktisadî alandaki değişiklikleri görüşmek ve ülke kalkınmasını sağlamak için bir iktisat kongresi toplanmıştır.

İzmir İktisat Kongresi

İzmir İktisat Kongresi, Kurtuluş Savaşı sonrasındaki Türkiye’nin ekonomik yapısını ve toplumdaki sınıfsal dengeyi göstermek açısından önemlidir. Kongre, 17 Şubat 1923 günü bütün illerden gelen tüccar, sanayici, çiftçi ve işçi temsilcilerinden oluşan 1135 üyenin katılmasıyla açılmıştır.

Şimdi olduğu gibi o zaman da ülkenin sömürülmesine öncülük edenler İstanbul’daki işbirlikçi tüccarlar idi. Onun için Kurtuluş Savaşı kazanılır kazanılmaz İstanbul tüccarı örgütlenmiş ve dışında kaldığı savaşın nimetlerinden yararlanmak için planlarını hazırlamıştır, İstanbul’da kongre hazırlıklarına başlamışlar, bunu haber alan Ankara Hükümeti, İzmir İktisat Kongresi’ni toplamıştır. İstanbullu millî tüccarlar, Türk Ticaret Birliği adı altında toplanarak, lövantenler, Rum ve Ermenilerin elindeki ticarî mevkileri, milliyetçilikten yararlanarak ele geçirmek ve yabancı sermaye ile ilişki kurmak arzusundadırlar. Bunu yaparken de Osmanlı, İslam terimleri yerine Türk, millî terimlerini kullanıyorlardı. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için de devleti lövantenler, Rumlar ve Ermeniler üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmak istiyorlardı. Devletin yabancı sermaye ve şirketler üzerinde millileştirmeye gideceğini bildikleri için büyük umutlar besliyorlardı. Ayrıca tasfiye edileceklerini anlayan yabancı şirketler Rum ve Ermenilerle olan ortaklıklarını feshederek varlıklarını korumak için Millî Türk Ticaret Birliği üyesi Türk tüccarlarla ortaklık kurmuşlardır. Kongreye delege olarak gelen işçiler, bu birliğin sadece kongre için kurduğu derneklerin temsilcileri olup, hepsi patronların adamıdır. Çiftçi delege olarak gelenler ise, toprak ağalarıdır. Zaten kongreye hâkim olanlar, bu kongre için daha önceden hazırlanmış olan İstanbul tüccarlarıdır.

Kongrede milliyetçi hava hâkimdir. Hem yabancı sermaye olmadan kalkınmanın sağlanamayacağı söylenmekte, hem de yabancı sermayeye kuşkuyla bakılmaktadır. Kongredeki en önemli tartışma konusu, tarımda aşarın kaldırılmasıdır. Toprak ağalan aşarın kaldırılmasını ve aşar kaldırıldıktan sonra boşalacak Devlet Hazinesi’nin sanayici ve tüccarlardan alınacak vergilerle doldurulmasını istemişlerdi. Tüccarlar da buna karşı, aşarın yerine adil bir tarım vergisinin getirilmesini savunmuşlardı.
Toprak reformu söz konusu olmamıştır. Çünkü tüccar, eşraf ve toprak ağalarından oluşan kongrede toprak reformunu savunacak bir tek delege yoktu.
Gelecek yıllardaki ekonomik politika ve bu politikayı uygulayacak kadro, kongreye katılan tüccar, eşraf ve ağa üçlüsünce düzenlenecektir. Savaş içinde bizzat mücadeleyi üslenen işçi ve köylüler, kalkınma çabalarının dışında tutulmuşlardır. Subay kadrosu işe iktisat meselelerine son derece yabancıdır. Atatürk bu gerçeği şöyle dile getiriyordu:

“Arkadaşlar,
“Sizler, doğrudan doğruya ulusumuzu yoğuran halk sınıflarının içinden geliyorsunuz, onların seçtiği kimseler olarak buradasmız. Böylece, ülkemizin ve ulusumuzun durumunu, isteğini, kanısını yakından biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınmasını gerekli göreceğiniz kararlar, doğrudan doğruya halkın dilinden söylenmiş sayılacaktır. Bu, durumun ve gerçeğin ta kendisidir. Çünkü halkın sesidir. Tarih, ulusların yükseliş ve çöküş nedenlerini araştırırken birçok siyasal, sosyal durumları sayıp döker, ama bir ulusun doğrudan doğruya yaşamasıyla, yükselmesiyle, çözülüp çökmesiyle yakından orantılı ve ilgili olan o ulusun ekonomisidir. Tarihin ve deneyin ortaya koyduğu bu gerçek, bizim tarihimizde de bütün açıklığı ile ortadadır. Gerçekten Türk tarihi incelenecek olursa, bütün yükseliş ve çöküş nedenlerinin birer ekonomi meselesinden başka bir şey olmadığı anlaşılır.
“Tarihimizi dolduran bunca başarılar kadar bunca yenilgiler de, kazançlar gibi kayıplar da, o dönemdeki ekonomik durumla yakından ilgilidir. Yeni Türkiye’mizi lâyık olduğu yüksek düzeye ulaştırabilmek için en çok ekonomimize önem vermek zorundayız. Çünkü zamanımız tümüyle bir ekonomi döneminden başka bir şey değildir. Bir ulusun varlıklı ve mutlu yaşaması için birinci kaynak olan ekonomisiyle uğraşmamış olması çok ilgi çekici, çok düşündürücü bir durumdur. Ama biz suçumuzu açıklamalı, ekonomimize şimdiye kadar gerekli önemi vermediğimizi söylemeliyiz.”

Bu kongre, ekonomik gücü elinde tutan çevreleri açıkça belirtmektedir.

Liberal Dönem

Türkiye’de 1923-1931 dönemini liberal dönem olarak tanımlayabiliriz. Bu dönemde temel İktisadî politikanın esası şudur: Devlet, ekonomik girişimleri sağlayacak, tüccar ve sanayici takımına her türlü imkânı verecek ve yardım edecektir.

Toplum kesiminde birlik ve beraberliği sağlamak için CHP kuruldu. Parti yapısı, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri üzerine oluştu. Genç Cumhuriyet bir millî ekonomi politikası uygulamak kararındadır. Fakat, devletin olanakları oldukça sınırlıdır. Lozan Antlaşması’nda yabancılara konan gümrük vergisi aynı kaldığından ve oram çok düşük olduğundan, yabancı ithal mallan ödemede büyük dengesizlik yaratmaktadır. Bu yolla giren mallar, tüketime yönelik olup 1927 yılında toplam ithalatın % 70’ini meydana getiriyordu. Aynı zamanda Osmanlı borçlarının ödeme sorunu ve savaştan yeni çıkmış toplumumuzun güçlü bir ordu bulundurma zo- runluğu devletin sınaî girişimler için gerekli sermaye birikimine imkân vermiyordu. Bu imkânsızlık içinde Atatürk’ün şahsi girişimiyle birçok çiftlikler, yerli bira fabrikası ve çeşitli fabrikalar kuruldu. Yine Atatürk’ün kendi girişimiyle 250 bin lirayla Türkiye İş Bankası’nın temeli atıldı. Banka sadece Atatürk’e ait parayla kurulmasına rağmen, zamanın tüccar, eşraf ve politikacılan, hiç sermaye yatırmadan ortak olmuşlardır. Kısa zamanda devlet yardımı ile güçlenen İş Bankası, para hırsı ile yanan kişilerin cirit alam haline geldi. Falih Rıfkı Atay bu konuyu açıklayarak; “İş Bankası’nın bir nevi politikacılar bankası olarak kurulmuş olması. Cumhuriyet Tarihi için pek acıklı bir aferizm salgınının başlangıcı olmuştur” demektedir.

Öte yandan eskiden kurulan Ziraat Bankası anonim şirketi haline getirildi ve başına Konya mebuslarının ağır bastığı bir kadro gelmeyi başardı.

1927 yılında sanayii teşvik kanunu çıkarıldı. Bu kanun sanayi kesiminde yatırım yapacak özel teşebbüse devlet eliyle geniş imkânlar sağladı.

Bu kanun çıkmasına rağmen sermaye sahipleri sanayi yatırımları yapmaktan kaçmıyor, fazla kâr getiren alanlara yatırım yapıyorlardı. Bütün çabalara rağmen özel teşebbüsün ve bankaların desteğiyle iki şeker fabrikası, bankalar sermayesiyle iki tane daha şeker fabrikası kurulmuştur. Şeker fabrikaları sayısı dörde çıkmıştır. İş Bankası yönetiminde ve şeker sanayiinde ön plana geçen Hayri İpar şeker fabrikalarında üretimi azaltmıştır. Çünkü yabancı ülkelerde şekerin fiyatı çok düşüktür. Gümrük vergisi de düşük olduğu için, dışarıdan şeker ithal ederek Türkiye’de komisyonculuğunu yapmak daha kârlı gelmiş ve o yola başvurmuştur. Bu gaye uğruna fabrikalardaki üretim kısıtlanmıştır. Durumu araştıran Sanayi Tetkik Dairesi Başkanı ise “daha fazla istihsal edersek fabrika dayanamaz” diyerek niyetini ve samimiyet derecesini açıklamıştır. Bu tür oyunlar içinde kâğıt ve çimento sanayii kısmen kurulmuştur. Cumhuriyet Hükümeti’nin desteğiyle özel sanayici yaratma politikası, zenginler, şeker kralları yaratmış, ama büyük sanayiciler yaratamamıştır.

Tüccarlar daha kolay ve garantili yollan seçmişler ve sanayi yatırımı yerine ithalatçılığı tercih etmişlerdir. Rum ve Ermenilerin yerini alan bu tüccar çevresi geniş ortam bulmuştur. 1917 yılında çocuk yaşta bakkallık, inşaat malzemeciliği ve yabancı firma temsilciliği yapmış olan Vehbi Koç Türkiye’nin bir numaralı işadamı olmayı başarmıştır. Yine 1929 yılında kurulan ve Mensucat Santral T.A.Ş. bugün İstanbul iş çevresinde ilk sırayı teşkil etmektedir.

Tekel önce bir Amerikan şirketine verilmiş, sonra da devletleştirilmiştir. Tüccar ve bir kısım politikacıların bu derece çıkar elde etmeleri ve işadamı olma özlemleri onları kısa zamanda arsa spekülasyonu da yapmaya zorlamıştır. Şu olay gerçeği tam anlamıyla dile getirmektedir: Bir zamanlar orduda politikacılık eden ve Atatürk’ün hiç sevmediği bir eski subay Ankara’da görülmüştü. Bunun üzerine Atatürk “Ne işi var bu adamın Ankara’da?” diye sormuştu. Komisyonculuk için dolaştığı söylenmesi üzerine, bazı politikacılar “Davanın bütün zahmetini biz çekeceğiz, parasını onlar mı kazanacaklar?” diye söylenmişlerdi. Bu kişilerin düşüncesi şudur, eğer devlette bir iş görülecekse ve bu işten komisyon alınacaksa Atatürk’ün yakın ve tanıdıkları dışındakiler neden alsınlar? Ve bu fikre dayanarak Atatürk’e bir milyon lira verilmesi için kanun teklifi hazırlamışlar, imza toplamışlardır. Bunu duyan Atatürk “ne küstahlık” diyerek kanun teklifini bularak yırtmıştır.

Böylece devlet desteği ile sanayi kalkınmasını yürütmek mümkün olamamıştır. Eski lövantenler, Rum ve Ermeni yabancı uyruklular yerine, kolay kâr peşinde koşan ve yabancı komisyonculuğunu tercih eden Türk tüccarları almıştır. Yabancı, firmalar da mevcudiyetleri için Türk tüccarlarıyla ilişkiye girmeyi uygun bulmuşlardır. Sonuçta, liberal politika başarıya ulaşamamıştır. Bir taraftan iç şartlar, diğer taraftan 1931 dünya buhranının yarattığı durum dolayısıyla devletçilik politikasına geçilmiştir.

DEVLETÇİLİK DÖNEMİ (1931-1945)

1923-1931 Liberal ekonomi dönemi teorik anlamdan öteye gidemedi. Tüccarlar ve iş çevreleri devlet imkânlarından yararlanarak sanayi kalkınmasını sağlamak yerine, komisyonculuğa dönük ve kolay kâr getiren alanlara yatırım yapıyorlardı. Devlet birçok kereler bizzat müdahale gereği duydu. Çünkü, Lozan Antlaşması’yla kaldırılamayan, çok düşük olan gümrük vergisi, devletin dış borçları ödeme mecburiyeti ve esasen eskiden beri kolay kazanç yollarına kaçan iş çevrelerinin tutumu, devletçilik politikasına doğru kayışı zorunlu kıldı. Bu arada dünya ekonomik buhranının patlaması da önemli bir etken olmuştur. 1330’da kapitalist dünya bloku büyük bir depresyonun içine girmişti. Bu sıralarda planlı ekonomi sayesinde sosyalist blok gözle görülür bir ilerleme kaydetmişti. Bu durum idarecilerin planlı ekonomi ve devletçiliği düşünmelerine sebep oldu.

Dünya ekonomik buhranı Türkiye’yi de etkilemiştir. İhracat mallarımızın fiatı düşmüş, tarıma dayalı ihracatı korumak için sanayi mamullerine yönelik üretim yapılmak zorunluğu doğmuştur.

Dış ticaretteki dengesizliği gidermek için sanayiin devlet eliyle kurulması ihtiyacı doğmuştur. Bu anlamda uygulanacak devletçilik politikası, bizzat kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine yardım eden bir politikadır. 1930 yılında devletçilik politikasının teorisini yaratmaya çalışan ve olumlu girişimlerde bulunan Milliyet gazetesi çevresinde toplanmış KADRO GRUBU İş Bankası çevresi tarafından Milliyet gazetesi ele geçirilerek, tasfiye edilmişlerdir. Bu çevrenin sözcüleri Kadrolarının devletçilik anlayışını komünistlik olarak suçluyor ve bu zihniyetin alâmet-i farikası Rusya’dır, diyorlardı. Oysa Kadrocuların başında İsmet İnönü ve Yakup Kadri gibi kişiler vardı.

Devletçilik politikasının ciddi girişimi 1933-1937 ilk Beş Yıllık Plan dönemidir. Bu plan bugünkü gibi karma ekonomiye dönük geniş bir plan değildir, dar anlamda sanayi yatırımlarını kapsar. Plan sayesinde özel teşebbüsün el atmaktan kaçındığı Anadolu’da önemli sanayi yatırımları kurulmuştur. Dış yardım ve kredilerin olmamasına rağmen 17 milyon lira borç alınmış ve 36 milyon lira borç ödenebilmiştir. Dünya ekonomik buhranının gelişmiş kapitalist ülkeleri kasıp kavurduğu bir dönemde, bir tarım ülkesi olan Türkiye, varlığını korumuş ve birçok yönde endüstriyel kalkınmaya hız vermiştir.
Bu dönemin en belirgin özelliği yabancı şirketlerin millileştirilmesidir. Bu şirketlerin başlıcaları şunlardır:

Adana, Mersin, Tarsus Demiryolları ve Haydarpaşa Liman Tesisleri,
1.Mudanya-Bursa Demiryolu,
2.İstanbul Türk Anonim Su Şirketi
3.İzmir Rıhtım Şirketi,
4.îzmir, Afyon, Manisa, Bandırma Demiryolu Hattı,
5.İstanbul Rıhtım, Dok ve Antrepo T.A.Ş.
6.Aydın Demiryolu Şirketi,
7.İstanbul Telefon T.A.Ş.
8.Ereğli Şirketi,
9.Zonguldak-Çatalağzı Demiryolu,
10.İzmir Telefon T.A.Ş.
11.Üsküdar ve Kadıköy Havagazı T.A.Ş.
12.Şark Demiryolları T.A.Ş.
13.İstanbul Elektrik T.A.Ş.
14.İstanbul Tramvay Şirketi,
15.İstanbul Tünel Şirketi,
16.Ankara Elektrik, Havagazı ve Adana Elektrik T.A.Ş.
17.Bursa ve Müttehit Elektrik T.A.Ş.
18.İzmir Tramvay ve Elektrik T.A.Ş.
19.İzmir Suları T.A.Ş.
20.Ergani Bakır İşletmeleri,
21.Kuvanshan Bakır Madeni İşletmesi,
22.Keçiborlu Kükürt Madeni İmtiyazı,
23.Bira Fabrikaları (Bomonti, Nektar) T.A.Ş.

1930 yılından 1939’a kadar devam eden bu millileştirmeler, Osmanlı Devleti zamanında verilmiş imtiyaz ve imkânların tasfiyesidir. Bu millileştirmeler olurken muhalefet sesleri yükseliyordu. Politika ve iş çevrelerinde yabancı sermaye olmadan kalkınmanın sağlanamayacağı yolundaki görüş hâkim durumdaydı. Ayrıca, Serbest Fırka taraftarları, bu millileştirmelerin yabancı sermayeyi iyice ürküttüğünü ve hiçbir devletin Türkiye’ye yardıma imkân olmadığını öne sürüyorlardı.

Devletçilik politikasının en hızlı yılı 1935 yılıdır. Bu hız 1937 yılına kadar devam etmiş, ondan sonra yavaşlamıştır. 1923 yılından bu yana uygulanan tarafsızlık politikası, 1937 yılından itibaren gevşemeye başlar, çünkü batıya doğru bir kayma görülmektedir. Bu kayış, Kurtuluş Savaşı dönemindeki savaş ortamının verdiği imkânlar ve savaş sonrasının istikrarsızlığı yüzünden palazlanarak gelişme ortamı bulan İstanbul iş çevreleri ile onların düşüncesini paylaşan politikacıların tesiriyle olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı’nın başlayacağı ortamda Türkiye politikasının durumu şudur: Ekonomik yapı ve Atatürk’ün kendi elleriyle kurduğu İş Bankası İstanbullu işadamlarının eline geçti. Bu çevreler ne kadar devlet yardımlarıyla gelişme ortamı bulmuşsa da, devletçilik yerine yabancı sermaye ile tekrar ortaklık kurmayı tercih etmektedir. Politikacıların bir kısmı da iş çevrelerinin bu durumunu desteklemektedir. Atatürk ve çevresindeki kadro böyle bir girişime karşıdır. Kısaca belirtmek gerekirse, Atatürk ve kadrosu iş çevrelerine ve onların temsilcisi politikacıların emperyalist ülkelerle ilişki kurmaları karşısında tek engeldir. Bu engel 1938’de Atatürk’ün ölümüyle kısmen kalkıyordu. Atatürk’ün ölümünden on bir ay sonra 1939 yılında İngiliz-Fransız- Türk Antlaşması imzalandı. Gerekçe olarak da Nazi Almanya’sı ve Faşist İtalya’ya karşı bir ittifak olarak gösterildi.

İKİNCİ EMPERYALİST DÜNYA SAVAŞI

İkinci Emperyalist Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle Türkiye’de savaş ekonomisi dönemine gidilmiştir. Savaş ekonomisinin özel teşebbüs açısından önemi büyüktür. Bu ekonomi devlet müdahalelerini arttırmıştır. Ve bu politika iki temel üzerinde yürütülmüştür.

İç ve dış ticarette fiyat kontrollerine gidilmiş, sanayi mamullerinden bir kısmına devlet el koymuştur. Bunlar tekstil ve çimentodur.

Politikanın diğer yönü özel teşebbüsü besleyici, teşvik edici ve koruyucu yol izlemesidir. Devlet bu işi değişik yollarla yapmıştır.

İşçilerin grev hakkı kaldırılmış, işçi-işveren ilişkilerinde kuvvet ilişkisi tamamen işveren lehine olduğu için iş uyuşmazlığı söz konusu olmamıştır.

Özel teşebbüs mamullerini devlete satabilecektir.

Kâr getirmeyen, özel teşebbüse ait kurum ve şirketler devlete devredilebilecektir.
Gerekli malları ithal için devlet her türlü yardımı yapacaktır.

Bu anlayışla yürütülen savaş politikası kıtlık ve enflasyonla birlikte tüccar ve ağanın zenginleşmesine yol açmıştır. Bunun üstüne, fiyat kontrollerinin şart olduğu bir sırada Ticaret Bakanlığı 1942’de fiyatları serbest bıraktı. Oysa o sırada İngiltere bile fiyatları serbest bırakmayı göze alamıyordu. Bunun üzerine buğday 13.5 kuruştan 100 kuruşa, zeytinyağı 85 kuruştan 350 kuruşa çıktı. Bütün malların fiyatlarının bu derece fırlaması belirli kişilerin gökten zembille inercesine milyoner olmalarına yaramıştır. Bunun hemen peşinden, 1942 yılında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Meclis açış konuşmasında:

“… Şuursuz bir ticaret davası, haklı sebepleri çok aşan bir pahalılık belâsı bugün vatanımızı ızdırap içinde bulunduruyor. Acı ile hatırlamalıyız ki, ulusun işlerini tanzim etmek yolunda Cumhuriyet Hükümetinin sarf ettiği gayretlere iki seneden beri cemiyetimiz tarafından hiç yardım edilmemiştir. İşte bugün hallolunacak ilk mesele umumi itimat havasının iade edilmesidir. Bulanık zamanı bir daha ele geçmez fırsat sayan eski kaçakçı çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz havayı ticaret metaı yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve bütün bunları politik ihtirasları için fırsat sayan ve hangi yabancı ulusun hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı, büyük bir ulusun bütün hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadır. Üç-beş yüz kişiyi geçmeyen bu insanların vatana karşı aşikâr olan zararlarını gidermek yolu elbette vardır. Ticaretin ve İktisadî faaliyetlerin serbestliğini bahane ederek milleti soyma hakkını hiç kimseye, hiçbir zümreye tanımamalıyız…”
diyordu.
Bu hava içinde iş çevrelerinin en büyük kazanç olu olan ithalat ve ihracat devletleştirilmek istenmiş, fakat başarılamamıştır. Varlık vergisi çıkarılmış ve bunun yükü yabancı uyruklulara yüklenmiştir. Fakat fiyatların alabora olması ve istifçiliğin alıp yürümesi bekleneni vermemiştir. İstanbul’daki yabancı uyruklu tüccarlar varlık vergisi ile konan borçlan vermeyi reddetmişlerdir. Mesela; İstanbul’da sekiz yabancı uyruklu tüccara konan 2 milyon 275 bin Türk lirası tutanndaki varlık vergisinin sadece 15 bin 800 lirası ödenmiştir. Ve hükümet bu kanunu uygulayamamıştır. Zira Türkiye’nin dış ticaretine hâkim olan bu azınlıklar, milletlerarası şirketlerin yurdumuzdaki ayaklan durumunda idiler.
Kısaca belirtmek gerekirse, savaş ekonomisi tamamen özel teşebbüsün lehine gelişmiştir.
Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri de toprak reformudur. 1934 yılında söz konusu olmuş, 1936 yılında Atatürk behe- mahal toprak reformunun yapılması isteğini dile getirmiştir.
“… Bir defa, memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve hiçbir surette bölünemez bir mahiyet almasıdır. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliğini arazinin bulunduğu, memleket bölgelerinin nüfus kesafetine ve toprak verim derecesine göre sınırlamak lâzımdır…”

Nihayet savaş döneminin açlık ve sefaleti ve köylülerden gelen tepkiler devleti toprak reformunu yapmaya itmiştir. Fakat bu girişim toprak ağaları ve onların destekçisi tüccarlar tarafından şiddetle engellenmiştir. Toprak reformunu engelleyenlerin başında İş Bankası’nın başı Celâl Bayar ve Aydın’lı toprak ağası Adnan Menderes gelmektedir. Toprak reformundan vazgeçilmiş ve düzenli işletme kanunu çıkarılmak istenmiştir. Neticede bu kanun çıkarılamamıştır. Tasarı Meclis’te iken tepkiler çok olmuş ve ilginç konuşmalar geçmiştir. Eskişehirli büyük bir toprak ağası olan milletvekili Emin Sazak, zamanın Tarım Bakanı Şevket Raşit Hatiboğlu’na:

“Tasarıyı geri al. Sen bunu İnönü’nün emriyle yapıyorsun. Tasarı geri alınırsa Beylikköprü’deki 30 bin dönümü hibe ediyorum” demiştir.

Buna karşı Hatiboğlu:

“Kanunla alsak ne olur?” deyince, Emin Sazak:

“Kanunla olmaz. Devlet araziyi zorla alırsa, Eskişehir havalisinde Emin Sazak ölür. İnsanların çamurunu değiştiremeyiz ki… Birisi kumandan olur, mareşal olur, öbürü de nefer olur. Hepsini mareşal yapamayız. Arkadaşlar, bu amele işi bulun köyleri altüst eder. Çiftçiler kendisini nisbeten kurtarır ama, bu prensip kabul edilince, yarın amelenin şu apartmanın bir odasını istemek hakkı olacaktır. ”

Bu düşünce Meclis’te hâkim olduğu için toprak reformu engellenmiş ve en sert savunucusu İsmet İnönü alt edilmiştir. İleride bu konuda çıkan ayrılık Demokrat Parti’nin kurulmasına önemli bir etken olacaktır. Ekonomik yapıdaki bu gelişmelerin yanında aynı düzeyde değişiklik gösteren dış politika da dikkate değer. 1923-1939 dönemi dış politikada bağımsızlık ve tarafsızlığa gölge düşürmeden uygulanan, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkı 1939 yılında imzalanan İngiliz-Fıan- sız-Türk Antlaşması’yla çiğnenmiştir.

Bu antlaşmanın yarattığı Batı’ya yaklaşma özlemi, İkinci Emperyalist Dünya Savaşı döneminde bir müddet sekteye uğramış, fakat savaş sonunda tekrar esas mesele haline gelmiştir. Zira ekonomimize hâkim olan sanayici, tüccar ve ağa takımı iyice palazlanmış ve devletçilik politikasına karşı ciddi tavır takınmıştır. Artık istedikleri gibi kolay hareket etmek için politikacılara isteklerini kabul ettirme yerine bizzat kendilerinin seçtikleri ve emirlerinde çalıştıracakları politikacıları Meclis’e sokmak istemektedirler. İsteklerinin başında dış yardım ve yabancı şirketlerle ortaklık gelmektedir.

Diğer taraftan halkın öteki sınıf ve tabakalarında tam bir sefalet hüküm sürmektedir. Bu sınıf ve tabakalar mevcut hükümetin politikasına karşıdırlar. Böyle bir ortamın doğal sonucu olarak hükümet bir taraftan Batı’ya yaklaşma zorunluluğunu duymuş ve kısmî demokratik talepleri karşılamayı zorunlu görmüştür. Bu amaçla da 1945’te Birleşmiş Milletler Anayasası imzalanmış, çok partili rejime geçilmiş ve işçilere kısmî demokratik haklar tanınmıştır.

Birleşmiş Milletler’e girdikten sonra Truman Doktrini vasıtasıyla Türkiye yardım istemiştir. Fakat o günün Amerika’sında Türkiye aleyhinde şiddetli bir propaganda vardır. Bilhassa Ermenilerin başını çektiği ve kışkırttığı çevreler Amerika’nın Türkiye’ye yardım etmesini istememişlerdir. Gerekçe şudur: Türkiye’de demokrasi değil, istibdat idaresi hâkimdir. Türkiye’yi idare eden askerî diktatorya isteklerimizi kabul etmez. Fakat çok partili rejime geçilmesi ve Amerika’nın ihtiyacına cevap veren Demokrat Parti’nin kurulması üzerine Amerika yardım etmeyi kabul etmiştir.

Böyle bir ortamda halk şu sözlerle kandırılıyordu: Sovyetler ülkemiz üzerinde ciddi tehlike durumuna geldi ve bizden Boğazlar’ı istiyor. Yurdu ve demokrasiyi kurtarmak için Amerika ile İktisadî ilişkilere girilmiştir. Şunu bilmek gerekir; o sırada Sovyetler’in Türkiye için cidden tehlike teşkil ettiğini söylemek savaş sonrası söylenen yalanlar açısından normaldi. Halbuki, Sovyetler yurdu istila edecek dedikleri zaman İran’ı istila eden Kızılordu geri çekiliyordu ve Sovyetler savaşın bütün yıkıntıları içinde yıpranmış ve 20 milyon insanı ölmüştü. Kaldı ki, Sovyetler’in böyle bir tehdidi olsa bile istiladan kaçıp bağımsızlığımızı Amerikan dolarına peşkeş çekmek tarihin ve Kurtuluş Savaşı ruhunun affetmeyeceği bir tutumdur. Günümüze kadar belgeleri ile ispatlayacağız ve Sovyet notasından kaçarken ne hale düştüğümüzü 25 yıllık tarihimizin aynasında göreceğiz. Sadece ve sadece, Sovyet istilasına karşı destek almak için Amerika’ya yanaştık diyen zihniyeti günümüz Başbakanı Nihat Erim o günlerde şöyle ifade ediyordu:

“… II. Cihan harbi bitince, Rusya 1925 Antlaşmasını uzata- mayacağını bildirdi. Antlaşma kendiliğinden uzayabilirdi, ama Stalin uzatmadı. Bu Türkiye için tehlikeydi. İngiltere ve Fransa bitkindi. Amerika ise uzaktı. Türk hükümeti yaptığı yoklamada Stalin’in boğazları beraber savunmayı teklif ettiğini, yani boğazlarda üs istediğini, doğu sınırında değişiklikler ileri sürdüğünü gördü. Bunun üzerine Türkiye derhal Amerika’ya müracaat etti, ve dedi ki, Stalin’in taleplerine hayır diyeceğim, bana yardım edebilir misiniz? Haşan Saka başkanlığındaki heyette ben de vardım. Amerika bize: Harpten yorgun çıktık, herkes terhis edilmek istiyor. On bin mili aşıp size yardım imkânsız. Ruslarla anlaşın, dedi. Dönüşte Londra’ya uğradık, İngiltere Dışişleri Bakanı ile görüştük. Ondan da aynı cevabı aldık…”

Açıkça görülüyor ki, Türkiye’nin Amerika’ya yaklaşması ve yardım talebi Sovyet istilasından kurtulmak için değil, başka sebeplerdendir. Zira Sovyetler Türkiye’ye harp ilan etseler bile ne Amerika, ne de İngiltere yardım etmeyecekti. Amerika ve İngiltere ta o zaman bunu belirtmiş ve Sovyetler’le anlaşın demişlerdir. Sonuç olarak şunu söylemeliyiz; şayet Sovyetler kararlı olsalar o ortamda Türkiye’ye harp ilan ederlerdi.

1947-1971 dönemi Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye giriş ve gelişme devresidir. Kurtuluş Savaşı’nda milyonların canı ve kanı pahasına kazanılan bağımsızlığımız adım adım çiğnenmiştir. İleride Amerikan emperyalizmine genişçe yer vereceğiz. Ondan önce Lozan Barış Antlaşmasından başlayarak 1947 yılına kadar Amerika ile olan ilişkilerimize kısaca değinelim.

Lozan Konferansı’na Amerika, Fransa ve İtalya’ya nota sunarak “Amerikan çıkarlarını korumak için” katılacağını belirtiyordu. Notada belirttiği çıkarlar şunlardı:

1.Kapitülasyonların sürmesi,
2.Amerika’nın Türkiye’deki eğitim, misyonerlik ve benzeri çıkarlarının korunması ve bununla ilgili olarak Türklerden garanti alınması,
3.Ticaret ve özel teşebbüs için, kesintisiz fırsat özgürlüğünün garanti edilmesi amacıyla uygun tedbirler alınması,
4.Şimdiye kadar zarara uğramış Amerikalıların zararlarının tazmini,
5.Azınlıkların korunması için uygun maddelerin kabulü,
6.Boğazlarda gemiler için serbesti,
7.Arkeolojik inceleme fırsatının tanınması.

Konferansta bilhassa kapitülasyonların kaldırılmaması için büyük çaba harcayan Amerika, sonradan uzun yıllar bu tutumunda ısrar etmiştir. Amerika’nın düşündüğü, Türkiye’deki imtiyazlarını kaybederse Çin, Mısır ve Fas gibi ülkelerde kabul ettirdiği kapitülasyonların tehlikeye gireceği ve o ülkelerde milliyetçilik hareketlerinin alevleneceği merkezinde idi. Sonunda 6 Ağustos 1923’te Amerika ile Lozan Antlaşması’nın ışığında bir “Genel Antlaşma” imzalandı. Fakat Amerikan meclisi antlaşmayı reddetti. Antlaşma gereğince kapitülasyonların kaldırılmış olması “onur kırıcı” olarak addediliyordu. 1927 yılında geçici bir antlaşma ile elçi gönderildi.

Lozan Barış Antlaşması’nın tepkileri çok büyük oldu. Açıkça Türk Hükümeti’ne cephe alınarak, kitaplar çıkarılarak Türkiye’nin uygar uluslar arasına giremeyeceği yolunda propaganda yapılıyordu. 20 üniversite rektörü, 13 tanınmış yazar, 8 emekli elçi, 8 papaz, 5 profesör, 5 vali, Ermenistan’a gönderilen Amerikan Askerî Heyeti, Demokrat Parti Ulusal Komitesi’nin 2 eski başkanından kurulu 107 imzalı bir ortak bildiri, senatörler ve hükümet yetkililerine gönderilerek, Kemalist rejimin mutlaka çökeceği ve milliyetçi Türk hükümetinin hedeflerine asla varamayacağı belirtiliyordu. Demokrat Parti’nin 1924 seçim bildirisinde Lozan Antlaşması hakkında şunlar yazılıydı:

“… Bu antlaşmayı kınarız. Antlaşma Amerikan çıkarlarından vazgeçmekte, Chester Petrol Ayrıcalıkları için Ermenistan’ı feda etmektedir. Türkiye’de Amerikan çıkarlarının korunmasını istiyoruz…”

Böyle bir ortamda 1927 yılında geçici bir antlaşma ile Was- hington büyükelçisi olarak Muhtar Bey Amerika’ya vardığında aleyhte gösterilerle karşılanmış, gideceği yere polis kordonu altında varabilmişti. Böylece Amerika ile Türkiye arasındaki iliş- ki 1945 yılına kadar özel kişiler ve gruplar aracılığı ile yürütülmüştür.

2 Kasım 1945’te Amerika, Türkiye Hükümeti’ne bir nota vererek Montreux Sözleşmesi’nin günün koşullarına uymadığını ve değiştirilmesinin gerekli olduğunu öne sürüyordu. Notadan önce karasularımıza Missouri zırhlısını yolladı. Zırhlının gelişi ile ilgili olarak Anadolu Ajansı muhabiri şunları söylüyordu:

“… Acar motoru ile Missouri’ye mülâki olmak üzere Yeşilköy açıklarına doğru gidiyoruz. Gelen şerefli misafiri lâyık olduğu büyük sevgi tezahürleriyle karşılamak vazifesi ile mükellefiz. Bizi salonda i’zaz ederlerken amiral şunları söyledi: Memleketinize çoktan beri gelmek istiyordum. Bu fırsatı elde ettiğim için memnunum…”

27 Şubat 1946’da Türkiye ile Amerika arasında Amerika’nın denizaşırı askerî malzeme artıklarını alabilmemiz için antlaşma imzalanmıştır. Artık Amerika ile ilişkiler kesilmeyecek ve her gün yeni bir antlaşma imzalanarak Türkiye yarıbağımlı bir ülke olacaktır.

AMERİKAN EMPERYALİZMİ

“Biz kendi ülkemizde olduğu gibi, dışta da tröstler kurmak istiyoruz.”
“Ormanda kan tadı duymak gibi halkın ağzında bir imparatorluk tadı var.”
“Üç yüz yıldan beri Amerikan hayatının egemen gerçeği yayılma olmuştur.”
“Pazar bulmalıyız, yoksa ihtilal olacak.”
“Dünyanın gördüğü en büyük ve en başarılı sömürgeci devleti.”
“Hiçbir ulusta görülmedik biçimde istila ettik, sömürgeleştirdik ve toprak bakımından büyüdük.”
“Yabancı pazarlara serbestçe girmek dışında bizi hiçbir şey tatmin etmeyecektir.”

Bu sözler, Amerikan emperyalizminin yayılmaya başladığı dönemde Amerikalı yöneticilerin kendi ağızlarından çıkan, bazen kuvvete dayanan bir övünme, bazen de halkı emperyalizm yolunda eğitme niteliğinde, Amerikan emperyalizminin gerçek yüzünü açıkça ortaya koyan sözlerdir.

Türkiye’de Amerikan emperyalizminin varlığı, bu devletin topraklarımızda, ekonomimizde ve siyasal hayatımızdaki büyük ağırlığı bugün, doğu blokunun varlığına ya da daha basit olarak İkinci Emperyalist Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki Türk- Sovyet ilişkilerine bağlanarak meşrulaştırılmak istenmektedir.

Emperyalizmin çirkin yüzünü meydana çıkarmak görevimizdir. Yunan cuntasının desteklenmesinin, Endonezya’da Sukarno’nun, Brezilya’da Goulart’ın, Bolivya’da Torres’in düşürülmesinin ve Birleşik Arap Cumhuriyeti’ndeki hükümetleri düşürme çabalarının altında yatan iğrenç oyunları belgelerle açıklamak görevimizdir.

Amerikalılar, uzmanları, askerî ve sivil yargı organları, zırhlıları, uçakları, askerleri ve dolarlarıyla topraklarımıza yerleşirken bu emperyalist devletin Latin Amerika kıtasında, Cinde, Filipinler’de, Ortadoğu’da ve dünyanın diğer bölgelerinde neler yaptıklarını, ulusları ve halkları nasıl sömürdüklerini belgelerle açıklamak görevimizdir. Ve Amerikan emperyalizmine karşı kanımızın son damlasına kadar savaşmak görevimizdir.

Tarihin bir gerçeği olarak kavramak gerekir ki, Amerika dünya üzerinde sistemli bir şekilde yayılmayı kararlaştırdığı zaman ne Sovyetler Birliği vardı, ne de doğu bloku. Sosyalizme ya da komünizme karşı durmak Amerika için söz konusu değildi.

Denizaşırı yayılması, başka bir devletten tamamen bağımsız, kendi içinden doğan bir ihtiyaçtı. Amerika’nın bu ihtiyacı duyuşu 18. yüzyılın sonlarına, 19. yüzyılın başlarına rastlar.

İSTİLACI AMERİKA

Amerika’nın 1800’deki toprak genişliği 892,135 mil karedir. Üç yıl sonra Kanada sınırından Karayiplere kadar inen 885,000 mil karelik Louisiana bölgesi satın alındı. 1819’da 59,600 mil karelik Florida, 1845’te 389,000 mil karelik Oregon ile 1867’de 7,200,000 dolara Alaska Rusya’dan satın alındı.

MeksikalIlar, Teksas ayaklanmasını Amerika’nın genişleme tasarısının bir parçası olarak nitelerken, Amerika Meksika’nın tümünü ele geçirmeyi tasarlıyordu. Ve Meksika savaşı, bu istilacı devletin zayıf komşusuna yüklenerek, koca toprak parçaları kopardığı bir savaştı. Amerikalı tarihçi Henry William Elson bu savaşı gurur duyulacak bir şey olarak görmüyordu.

Kaliforniya ve Alaska’nın alınması Amerika’yı bir Pasifik devleti yapmıştı. 3 Temmuz 1844’te imzaladığı “Barış, Dostluk ve Ticaret Antlaşması” ile Kvançov, Amoy, Fuçov, Ningpo ve Şanghay limanlarını Amerikan gemilerine açıyordu.

Amerika Afrika’ya da el atıyordu. Amerikan Kolonileştirme Demeği 1820’de Amerika’daki zenci kölelerden bir kısmmı Liberya’ya yerleştirerek Batı Afrika kıyısındaki bu ülkeyi kendi sömürgesi haline getirdi.

Amerika ile Brezilya arasında Amerika yararına kurulan ilişkilere karşı çıkan Brezilyalıların karşısında yer alan Amerika Başkanı Grover Cleveland, sömürü düzeninin devamını istiyordu. Standart Petrol Şirketi sahibi ve yöneticisi William Rockfel- ler’in de baskısı ile, Cleveland’ın Brezilya’ya yolladığı savaş gemileriyle sömürüye karşı başlatılan 1893 Brezilya ihtilali bastırıldı.

Görüldüğü gibi Amerika tarihin her döneminde saldırgan politikasını devam ettirmiştir. Yunanistan ve Macaristan başkaldırmaları ile uzaktan, Latin Amerika’daki olaylarla pek yakından ilgilenmiştir. Kendi iç savaşı sırasında Avrupa’nın tepkisine ve Avrupa politikasına ister istemez kulak vermiştir. Fakat tüm dünya sorunlarına etkin olarak karışması daha sonra başlar.

Amerika’nın çıkarcı politikası 1898’den sonra bütün dünyaya yayılmaya başladı. Büyük devlet oluşu da bu döneme rastlar. İspanya ile savaş, Hawai, Filipinler, Küba, Porto Riko ve Guam’ın ele geçirilişi, Panama Kanalı’nın açılması, Çin’de açık kapı siyaseti, Bokser başkaldırmasında sömürgeciler yanında savaşa katılma, Japonya ile Rusya arasındaki barışta aracılık, Amerika’nın dünya devleti oluşunun belirtileri idi. Öte yandan bu yayılma hareketi endüstri devrimi ile de ilgili idi. Yeni buluşlar üretimi o derece artırmıştı ki, bunları satacak, hammadde alacak ve biriken sermayeyi yatıracak yeni pazarlar bulmak gerekliydi.

1890’ların emperyalizm hareketi mutlaka toprak kazanmak esasına dayanmıyordu. Önemli olan pazar bulmaktı. Önce ticaret olanakları aranıyor, bunlarla birlikte bazı çıkarlar elde ediliyordu. Elde ettiklerini korumak için “himaye altında” duvarlar kuruluyor ve bu sonunda bazen de ilhakla sonuçlanıyordu. Bu arayış, tabii Orta ve Güney Amerika, Asya ve daha sonra Afrika, hatta Avrupa yönünde olacaktı. 1890’ların yayılma politikasındaki özellik endüstri üretiminin tarımın üstüne çıkmasıdır. Patlamayı kolaylaştıran olay da 1898 Amerika-İspanya Savaşı’dır.

“Amerika Birleşik Devletleri, 1898 yılında, emperyalizm yolundaki ilk adımını parlak, küçük bir savaşla atmıştır.” Bu sözler Amerika Dışişleri Bakanı John Hay’a aittir. “Parlak küçük bir savaş” Amerika-İspanya Savaşı’dır. Amerikan tarihçileri bu savaşın ilan edildiği 1898 yılını emperyalist bir dönemin başlangıcı olarak gösterirler.

Amerika Başkanı Mc Kinley 11 Nisan 1898’de Küba’ya müdahale etmenin gerektiğini savunuyor ve “insanlık… uygarlık… ve Amerikan çıkarları adına” müdahale istiyordu. Cumhuriyetçi Parti’den Thurston’un,

“…İspanya’yla savaş bütün Amerikan demiryollarının iş hacmi ve kazançlarını artıracak, bütün Amerikan fabrikalarının üretimini çoğaltacak, bütün endüstri ve ticaret kollarını canlandıracak, Amerikan işçisine talebi büyük ölçüde yükseltecektir.”

sözleriyle savaşın gerçek amacı açıkça ortaya konuyordu.

Amerika’nın bu tarihten sonraki dış politikasının itici gücü ve yön vericisi olan şu sözlere kulak verelim:

“… Daha soylu ve erkek insanlardan doğan, daha yüksek uygarlıklar önünde, alçak uygarlıkların ve çürümekte olan ırkların ortadan kalkması Tanrının sınırsız tasarısının bir parçasıdır. Amerikan fabrikaları Amerikan halkının kullanabileceğinden daha fazlasını yapmakta ve Amerikan toprağı tüketilenden daha fazlasını çıkarmaktadır. Tutacağımız yol, bizim için çizilmiş bir yazgıdır. Dünya ticareti bizim olmalıdır, olacaktır. Ve bunu anamızın (İngiltere) örnek olduğu biçimde yapacağız. Bütün yeryüzünde Amerikan ürünlerinin dağıtım noktalan olarak ticaret karakollan kuracak, Okyanusu ticaret filomuzla kuşatacak ve büyüklüğümüzle orantılı bir savaş filosu meydana getireceğiz. Ticaret karakollarımızın çevresinde bizim bayrağımızı dalgalandıran ve bizimle ticaret yapan kendi hükümetlerine sahip büyük sömürgeler kurulacak, kuramlarımız ticaretin kanatlan altında bayrağımızı izleyecektir.”

Bu sözler, İspanya savaşının resmen ilanından iki gün sonra, 27 Nisan 1898’de senatör Albert J. Beverigde tarafından Amerikan Senatosu’nda söylenmiştir. Amerikan tarihçileri ve yayınlan bu sözleri, EMPERYALİZM MANİFESTOSU olarak kabul etmektedirler.

Savaş sonunda Amerika Ispanya’nın diğer sömürgelerini de istiyordu. İspanya ile 10 Aralık 1898’de yapılan antlaşmaya göre şu toprak değişiklikleri yer alacaktı:

Madde 1. İspanya, Küba’daki bütün egemenlik haklarından vazgeçiyordu.
Madde 2. İspanya, Porto Riko ile İspanya’nın elindeki Batı Hint adalan ve Marianalar’daki Guam Adası’m Amerika’ya devrediyordu.
Madde 3. İspanya, Filipin adalarını da Amerika’ya devrediyordu.

İspanya ile savaştan sonra Amerika’nın hem Uzakdoğu, hem de dünya politikasında aldığı önemli yer 1899’da La Haye Konferansı’nda oynadığı rolden de anlaşılıyordu.

Amerika artık sömürgelere yönelen emperyalist bir devletti. Daha İspanya savaşı sona ermeden Amerika’nın yabancı bir ulusun oturduğu uzak bir toprağı ele geçirişinin bir örneği daha vardır, o da Hawai’nin alınmasıdır.

“Amerikan silahları zaferler kazanınca, emperyalist duygu şahlanmış ve bir yangın gibi yayılmıştı.”

Bu sözler Yale Üniversitesi Amerikan Diplomasi Tarihi Profesörü Bemis’indir.

“Yurttaşlık vaadi olmadan toprak kazanılmıştı. Bu yeni kazançlara sömürge demek daha doğru olacaktı. Amerika bu anlamda, emperyalist bir devlet olmuştu.”

Bu yargı da Buffalo Üniversitesi Amerikan tarihi Profesörü Pratt’a aittir.

Amerika, Latin Amerika’da egemenliğini bir Orta Amerika kanalıyla güçlendirmek istiyordu. Theodore Roosevelt’in ilk (Kocaman Sopa) darbesini indirdiği yer Panama’dır. İspanya ile yapılan savaşta San Fransisco’da üslenmiş olan Oregon Kruvazörü Horn Burnu’ndan geçerek Küba topraklarına varmak için 68 gün harcamıştı. Bu kadar uzun bir süre, Orta Amerika’nın arasından geçecek bir kanalın açılması gereğini ortaya koymaktaydı. Amerika Karayipler’de olsun, Pasifik’te olsun sorumluluklar yüklenmişti. Ve filosu bir okyanustan ötekine çabucak geçebilmeliydi.

Oysa bu tasarı 1850’de imzalanan Clayton Bulwver Antlaşması’na aykırıydı. İngiltere ile imzalanan bu antlaşmaya göre, bu iki ülkeden hiçbirinin düşünülen kanal üzerinde hiçbir özel denetim hakkı ele geçiremeyeceği ve elde tutamayacağı belirtilmektedir.
Kanalın Amerika için stratejik bir önem taşıdığı açıktır. Bu durumda Amerika kanalın denetimini ve savunma amacıyla silahla donatılmasını üstüne almayı, yani eski Clayton Bulvvver Antlaşması’nın yasakladığı her şeyi yapmayı istemektedir. İngiltere Amerika’nın dostluğunu kazanmaya kararlı olduğundan bu antlaşmanın değişmesini kabul etmiştir. Buna göre, kanalı hem Amerika açacak, hem denetleyecek, hem de savunacaktı.

Kanalın ilerideki statüsünü tespit etmek için de Columbia Cumhuriyeti’nin temsilcisi ile bir antlaşma yapıldı. Çünkü ortada Panama diye bir devlet yoktu ve topraklar Columbia’ya aitti. Bogota’daki Columbia Kongresi Amerika’ya istediği toprakları vermeyi reddetti. Yeni yapılan antlaşmayı onaylamadı. 1903 Kasım’ında Amerika, üzerinde haklar istediği bu topraklarda bir ayaklanma çıkarttı. Başkaldıranlar Columbia devletinden ayrılarak Panama Cumhuriyeti’ni kurduklarını ilan ettiler.

Amerikan savaş gemileri ayaklanmayı bastırmak için gelen Columbia askerlerinin karaya çıkmalarını önledi. Washington yeni devleti hemen tanıdı. Bu yeni devletle on mil derinliği olan bir koridorda Amerika’ya haklar tanıyan bir antlaşma yaptı. Amerika bu antlaşma ile Panama kanal bölgesi ile birlikte Panama Körfe- zi’nde beş adayı da almıştır. Gene Amerika, eldeki antlaşmalara dayanarak, 1917, 1918 ve 1925 yıllarında silahla Panama’ya müdahale edecektir.

Yukarıda verdiğimiz örnekler emperyalizmin ilk yayılma döneminde Amerika’nın istilacı politikasını açıkça ortaya koymaktadır.

İKİ EMPERYALİST DÜNYA SAVAŞI VE EKONOMİK GENİŞLEME

Kapitalizm son aşamasına geldiğinde insanlık iki kez, toplam olarak on yıl süren dünya savaşları içine atıldı. Emperyalizmin en vahşi, en canavarca sonucudur bu savaşlar…
Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’na, toplam nüfusu 1 milyar 500 milyon olan 36 devlet katılmıştı. İkincisine, toplam nüfusu 1 milyar 700 milyon olan 61 devlet katıldı. Birincisinde askerî harekât 4 milyon kilometrekarelik toprağa yayılmıştı. İkincisinde tam 22 milyon kilometrekareyi içine aldı. Birincisinde 70 milyon insan silah kuşanmak zorunda kalmıştı. İkincisinde ise 110 milyon kişi silahlandırıldı. Birincisinde 10 milyon kişi ölmüştü. İkincisinde ise 32 milyon kişi öldü, 35 milyon da sakat kaldı.

Bu rakamlar iki emperyalist dünya savaşından arta kalan vahşetin tablosudur.

Emperyalist ülkeler, hammadde ihtiyacını karşılamak için yalnız geri bıraktırılmış ülkelerle değil, aynı zamanda sermaye ihracı, pazarlan paylaşmak ve dünya ticaretini ellerine geçirmek için birbirleriyle de kıyasıya bir mücadeleye girişeceklerdi.

mperyalist ülkelerdeki sermaye birikimi, kendine, açılacak, yayılacak yeni alanlar bulmak zorundaydı. Bu durum değişik gelişim düzeylerinde bulunan kapitalist ülkeler arasında kanlı savaşlara yol açacaktı. Ve bu kanlı savaşları, geçici uzlaşmalar, antlaşmalar ve çıkar birlikleri izleyecekti. Fakat sınır tanımayan sermayenin zorunlu baskısı altında bütün bu antlaşmalar ve çıkar birlikleri çok kısa ömürlü olacaklardı. Nitekim Birinci ve İkinci Emperyalist Dünya Savaşları ve emperyalist ülkeler arasında sürekli değişen çıkar birlikleri bu durumu ispatlamıştır.

Ancak, 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra ortaya sosyalist bir blok çıkmış ve İkinci Emperyalist Dünya Savaşı’ndan sonra 700 milyon nüfuslu Çin’in de devrimini gerçekleştirip sosyalist olmasıyla dünya nüfusunun üçte biri sosyalist düzende yaşamaya başlamıştır. Bu şartlar altında emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çelişki ikinci plana düşmüş ve sosyalist bloka karşı birleşmeleri gerekmiştir. Alman faşizminin yenilgiye uğramasından sonra Amerikan emperyalizmi yalnız geri bıraktırılmış ülkelere değil, yüzyıllardan beri dünyayı sömürmekte olan kapitalist Avrupa ülkelerine de girmiştir. Böylece mağrur Avrupa burjuvazisi, sonradan görmekle itham ettiği Amerikan emperyalizminin uşaklığını kabul etmek zorunda kalmıştır.

Amerikan idealizmi yarım yüzyıl sonra bile Woodrow Wilson’u Latin Amerika’da hızlı girişimlerde bulunmaktan alakoyamamıştır. Wilson, özellikle ekonomik nedenlere dayanarak Saint Dominik’e, Haiti’ye, Küba’ya, Nikaragua’ya, Panama’ya, Honduras’a, Guatemala’ya asker yollamıştır. Birçok başka ülkeye de büyük baskınlar yapmıştır.

Ekonon ik gerçekler, Amerika’yı emperyalizm yolunda çok daha uzaklara götürecektir. Amerika artık zengin, sömürgeleri olan, emperyalist bir ülkedir. Ve bu zenginliğini daha da arttırmak istemektedir. Bir tarafta demokrasi ve kendi kaderini tayin ilkelerine aldırış etmeden en yakın komşularının üstünde uyguladığı ağırlığı unutarak, gene de kendini dünya özgürlüklerinin sığınağı olarak düşünmeye devam etmektedir.

Bunca parlak başarıyı, Amerika’nın kuruluşunu “Tamı’nın insanlığı aydınlatmak için verdiği bir karar” olarak gören John Adams’ın duygularını tamamen doğrulamaktadır. Arka arkaya patlayan iki emperyalist dünya savaşı Amerika’ya bu sömürü düzenini dünyanın en uzak köşelerine götürme olanağı sağlayacaktır.

Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Başkan Harding büyük bir coşkuyla “milliyetçiliğin temel yasasını” formüle bağlar; “Önce Amerika!”
İşte Amerika’yı 1914 ile 1917 arasında Avrupa’yı kasıp kavuran çatışmanın dışında tutan bu formüldür. Amerika, “demokrasilerin yardımına koşmaya” pek hevesli olmadığı için savaş, Avrupa demokrasilerini tüketirken tarafsızlığı sayesinde zenginleşme olanağını bulmuştur. Üretimini artırmış, dış pazarlannı genişletmiş, fiyat artışından yararlanmış, deniz ticaretini güçlendirmiş ve nihayet New York, dünya ticaret merkezi sayılan Londra’nın yerine geçmiştir. Amerika toprak bütünlüğünün tehdit edildiğini sezince neden sonra savaşa girmeye karar vermiştir. Wilson idealizminin değiştiremediği tam bir millî çıkar zihniyeti önce tarafsız bir politikaya, sonra da savaş ilanına yol açmıştır.

Aslında tek amaç Amerika’yı daha da zenginleştirecek yolda çaba göstermek olmuştur.

Barış dönemi gelince Amerika çıkarına uygun bir politika sürdürmek için kendi içine kapalı kalmıştır. Gümrük duvarlarını sağlamlaştırarak ihracatını geliştirmek için dış dünya ile ilgilenmiştir. Birinci Emperyalist Dünya Savaşı sayesinde de ticarî dengesinde geniş çapta bir fazlalık olmuştur. Bu fazlalık Amerika’nın ve ardından bütün dünyanın içine sürüklendiği 1929-1930 krizine kadar devam eder.

Avrupalı demokratlar Nazi Almanyası ile anlaşmazlığa düştüğü sırada milliyetçilik Amerikan politikasının hâkim öğesi olarak kalmaktadır. Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’ndaki tecrübe bir kez daha tekrarlanır; tarafsızlık politikası içinde müttefiklere satılan mallar Amerikan ekonomisini içinde bulunduğu krizden kurtarmıştır. Sonra Amerika yalnız toprak bütünlüğü tehdit edildiği zaman değil, Pearl Harbour’da doğrudan doğruya saldırıya uğradığı zaman son derece bitkin düşmüş demokrasilerle güya kardeşçe, omuz omuza bir savaşa girmiştir.

Bir savaştan ötekine izlenen bu politika, Amerika’yı kendisinin de düşleyemediği bir ekonomik güç durumuna getirmiştir. Almanya ve Japonya teslim oldukları günlerde Amerika’nın gücü doruk noktasına oldukça yaklaşmıştır. Ve bundan sonra da çekilip çıkamayacağı kadar içine girdiği bir dünyada kendi gerçek dertleri başlamıştır.

BİRİNCİ EMPERYALİST DÜNYA SAVAŞI

Avrupa’da savaş patlak verdiği zaman Amerika, tamamen zenginliklerini artırmakla uğraşmaktadır. 4 Ağustos 1914’te Başkan Wilson Amerika’nın tarafsızlığını ilan eder.

“Yurt sevgisi her birimize gerçek bir tarafsızlık anlayışına uygun davranışlar ve sözler benimsetmelidir”

der Başkan Wilson.

Bu tutumun 20 Nisan 1914’te Meksika’ya Vera Cruz’u işgal eden deniz piyadelerini sokmakta tereddüt etmeyen bir Başkan tarafından ortaya konuşu oldukça şaşırtıcıdır. Ancak bu emperyalizmin zaman ve şartlara göre taktik değiştirmesinden başka bir şey değildir.

Wilson, Meksika olayında hiçbir kararsızlık göstermemiştir. Çünkü Amerika’nın büyük çıkarlarının döndüğü komşu bir ülke söz konusudur. Meksika, Monroe Doktrini’nin kapsamı içine giren bir ülkedir. Monroe Doktrini’ne göre, Amerika Avrupa’daki çatışmalara müdahale etmeme yükümlülüğü altına giymiştir. Gerçek olan bir şey varsa, Latin Amerika söz konusu olunca, Amerika’nın tarafsızlığı söz konusu değildir. Ama Avrupa söz konusu olunca, bu ilkeye büyük bir titizlik gösterilir.

1913-1914 yılları arasında Amerika bir kriz geçirir. Fakat Avrupa’daki çatışmanın ilk aylarında varlığını duyuran ekonomik karışıklık yüzünden bu kriz giderek artar. Ama 1915 yılında tarım ve sanayide olağanüstü bir yayılma dönemi başlar. Savaş boyunca Amerika’nın toplam üretimi bir yayılma dönemi başlar. Savaş boyunca Amerika’nın toplam üretimi % 15’lik bir artma gösterir. Savaş malları üretimindeki artış çok daha fazladır. Petrol üretimi 265 milyon varilden 335 milyon varile, demir cevherininki 41 milyon tondan 75 milyon tona, bakırınki ise 1 milyar 150 libreden 1 milyar 886 milyon libreye yükselmiştir. Tarımda da aynı artmalar görülür; buğday üretimi 1916-1917 yıllarında hafif bir düşmeye rağmen 1914-1918 yılları arasında 763 milyon kileden 900 milyon kileye çıkar. Ama özellikle ihraç edilen buğday fiyatı, kilesi 0,97 dolardan 2,73 dolara çıkmıştır. Bu arada pamuk fiyatı 1920’de libresi 8,5 sentten 35,9 sente çıkarak 4 misli bir artış göstermiştir. Kimya endüstrisini ve hassas optik aletleri de bunlara eklemek uygun olur.

Amerika, tarafsızlık döneminde ve daha sonra da savaş sırasında daima müttefiklerin büyük mal sağlayıcısı olarak kalmıştır. Müttefikler durmadan artan ihtiyaçları karşılamak için, Amerikan parasıyla 2 milyar dolar harcamışlar, daha sonra da, önce özel bankalardan, Amerika savaşa girince de Amerikan Hükümeti’nden büyük ölçüde borç almışlardır.

Savaş bittiği zaman müttefikler Amerika’ya 9 milyar dolardan fazla borçlanmışlardı. Öte yandan, savaş sırasında Amerika, Latin Amerika’da ve Asya’da Avrupa kuvvetlerinden boşalan yerleri de sömürgesi haline getiriyordu. Bu sayede Amerika yepyeni bir duruma kavuşmuştur. Artık bütün Avrupa’da alacaklı bir ulustur ve dünya ticaret merkezi New York’tur.

Silah endüstrisi üzerine kurulmuş servetlerle ilgili sandallar, sözde demokrasi ve sürekli barış için girişilmiş gibi gösterilen Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’nm üzerine pis bir gölge düşürmektedir. Müttefikler borçlarını ödemeyi kabul etmeînektedirler. Bu her türlü uluslararası girişime karşı derin bir güvensizlik yaratmakta ve Amerika her zamankinden daha fazla kendi içine ve kendi içindeki zorluklara kapanmaktadır. Amerika Avrupa’da doğacak yeni bir savaşın hazırlıklarını sezmektedir. Çıkardığı 1934 yasası ile borçlarını ödemeyen Avrupa devletlerine gelecekte borç vermeyi reddeder. Hitler’in iktidara gelişinden iki yıl sonra, ileride, savaşan herhangi bir ülkeye savaş aletleri satışını yasaklayan tarafsızlık kanununu onaylar. Görünüşte, ileride patlayacak bir savaşa Amerika’yı sürüklemeyi düşünen kimse yoktur. Bu emperyalist ülkeyi savaş dışında tutacak şeyler küçük, günlük kararlar değildir. Söz konusu olan emperyalizmin büyük çıkarlarıdır. Bütün bu tarafsızlık ve savaş dışı kalma politikası, emperyalizmin sömürü mekanizmasını daha sistemli çalıştırmak için değişecek ve Amerika savaşa girecektir.

Roosevelt, 1936 yılında tarafsızlık politikası ve vaatleri ile kendisini tekrar seçtirebilmiştir. Senato bu politikayı onaylamış ve tarafsızlığı getiren kanunları imzalamıştır.

İKİNCİ EMPERYALİST DÜNYA SAVAŞI

Avrupa’da savaş patlak verdiği zaman Amerika geçirmekte olduğu krizi daha atlatmamıştır. 1937 yılında bir gerileme olmuş, 1938’de 10 milyondan fazla işsiz kaydedilmiş, 1939’da bu rakam 9 milyona inmiş, 1940’ta 8 milyon 120 bin, yani çalışan nüfusun % 15’ini bulmuştur. Dış ticaret, 1920’ye oranla, çok zayıf bir düzeye inmiş, 1939’da 1930 buhran yılındaki düzeye ulaşabilmek üzere yavaş yavaş artmıştır.
Aynı Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, ihracatı üç misline çıkaran ve ithalatta da % 50 artış sağlayan bu yeni hızı ona verecek olan, gene emperyalist bir savaştır.

Savaş ilanından üç hafta sonra Roosevelt tarafsızlık yasalarının tekrar gözden geçirilip, değişiklik yapılması için Meclisi özel bir oturuma çağırır. Savaşan ülkelere Amerika’dan mal alma hakkı tanınır. Fakat bu şartlıdır. Mal alan ülkeler paralarını peşin ödeyecekler ve taşımayı kendi gemileri ile yapacaklardır. İşte bunun sayesinde İngiltere, denizlerin sahibi olmuştur. Çeşitli gizli antlaşmalar belli ülkelerin işine yaramıştır. Roosevelt, Fransa’nın güvenliği için, tarafsızlık yasalarının kaldırılmasını ve gerekli olduğuna inandığı her ulusa, her türlü savaş gereci satılmasını ya da ödünç verilmesini ister. Böylece Birinci Emperyalist Dünya Savaşı sırasında borçlarını ödemeyen ülkelere borç vermeyi reddeden 1934 yasasını fiilen ortadan kaldıran 1941 yasası yürürlüğe girer.
Amerika’nın çirkin, ikiyüzlü tutumu açıktır. Savaşın gidişini dikkatle izlemektedir. Yenik ve bitkin düşen devletler, denize düşen yılana sarılır misali Amerikan yardımına karşı bütün şartlan kabul etmektedirler. Ve bu sayede Amerika vurgunlar vurmaktadır.

Avrupa’daki savaşın başlangıcıyla (Ağustos 1939) Amerika’nın savaşa girişi (Aralık 1941) arasında, endüstrideki üretim iki katma çıkmıştır. İhracat ise 1939’da 3 milyar 177 milyondan, 1941’de 5 milyar 147 milyona çıkmıştır. 1939 Ağustos’u ile 1941 Ağustos’u arasındaki tüketim malları üretimi % 25 artmıştır. Amerika’daki sanayi tesislerinin tümü, 1939 yılında 40 milyar dolar, 1945’te 60 milyar dolar değerindedir. Bu, 6 yılda % 50 gibi baş döndürücü bir artıştır.

Savaş, 1939 yılında 9 milyon işsizi bulunan ve en yüksek yaşama düzeyi ile bu işsizleri dünyanın en büyük endüstri gücü yapan bir ulusa, önüne geçilmez bir hız vermiştir. Emperyalizm, dolaylı ya da dolaysız olarak ekonomik nüfusunu dünyanın bütün ülkelerine yaymıştır. Bazen onlarla ticarî ilişkiler kurmuş, bazen onları resmen tanımayı reddetmiş ve işine gelmeyince de hükümetler devirtmiş, ihtilaller yaptırtmış, savaşlar çıkarmıştır.

İkinci Emperyalist Dünya Savaşı Amerika’ya, Birinci Emperyalist Dünya Savaşı sayesinde giderilen 1913-1914 ekonomik krizinden çok daha ciddi bir ekonomik krizi atlatma olanağı vermiştir.

Amerika, 1917’de Zimmerman (Almanya Dışişleri Bakanı) ve Meksika arasındaki pazarlıklarla toprak bütünlüğünün tehlikeye düştüğünü ve 1941’de Pearl Harbour’da Japonya’nın saldırısını bahane edip tarafsızlık politikasından ayrılarak savaşa girmiştir. Bunlar, insanlık dışı, emperyalist bir savaştan aslan payını almak için savaşa girmeyi haklı gösterme çabalarından başka bir şey değildir. Amerika’yı silahlı çatışmaya fiilen sokan asıl neden, Açık Kapı Siyasetinin tehlikeye düşmekte oluşu ve içte depresyondan kurtulmamış olmasıydı. Birçok sorumlu ve yetkili ve Dışişleri Bakanlarından Comell Hull’un siyasi danışmanı S.K. Hornbeck bu konuda, “Halkımız ve hükümetimiz ta başından beri, egemen devletlerin ticari ilişkilerinde hiçbir yerde kapalı kapı bulunmaması isteğindedir” görüşünü ileri sürmüştür. Uzun süreden beri Amerikan nüfuz bölgesi içinde olan Çin’i yalnız Japonya sömürgesi yapmak istemekle kalmıyor, Latin Amerika’da da Almanya bu konuda aynı şeyleri düşünen bir rakip olarak beliriyordu. Zamanında Amerika’dan muhalefet görmeyen faşist rejimler, şimdi Amerikan çıkarları için tehlike olmaya başlıyorlardı. Bütün bunlar, Açık Kapı Siyaseti ile genişleme yolunu tıkıyordu. Amerika yabancı pazarlara serbestçe girmedikçe, zenginliğini ve sömürü düzenini sürdüremezdi.

Bu iki emperyalist dünya savaşı döneminde Amerika, bir taraftan Avrupa devletlerinin artık besleyemedikleri dış pazarları sömürgesi haline getirirken, bir taraftan da üretim mekanizmasını büyük ölçüde geliştirmiştir.

Bundan böyle, emperyalizmin dünyanın dört bucağında hammadde kaynaklan, pazarlan, müttefikleri ve müşterileri, askeri üsleri, uçak gemileri ve atom denizaltılan vardır. Ve dünyanın hiçbir noktası Amerikan ekonomisinin, Amerikan dolarının, Amerikan diplomasisinin, Amerikan füzelerinin etkisinden uzak değildir.

İKİNCİ EMPERYALİST DÜNYA SAVAŞI SONRASI VE ÜÇÜNCÜ DÜNYA

Amerika’nın üstünlüğünü kuran ve bütün pazarlan eninde sonunda açacak olan bu sömürü mekanizmasını birtakım olaylar tıkayacaktır. Bunlar emperyalizme büyük darbeler indiren Ulusal Bağımsızlık Savaşlarıdır. Bu bağımsızlık savaşları, sesini dalga dalga Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya ve oradan Ortadoğu’ya kadar duyuracaktır. Geri bıraktırılmışlığın, emperyalist sömürünün sonucu olduğu bilincine varan geri bıraktırılmış üçüncü dünya halkları, kurtuluşun küçük burjuva reformculuğuyla değil, Amerikan emperyalizminin yok edilmesiyle gerçekleştirilebileceğini kavramışlardır. Bu bilinç, Vietnam’da, Küba’da, Cezayir’de eyleme dönüşmüştür. Filistin’den Bolivya’ya, Laos’tan Panama’ya, Pakistan’dan Türkiye’ye ve dünyanın dört bir yanında eyleme dönüşmektedir.

Amerika, Ulusal Bağımsızlık Savaşlarına daha başlangıçtan itibaren karşı koymayı, çıkarlarının ve dünya görüşünün bir gereği olarak kabul ediyordu. Amerikan emperyalizmi, Ulusal Bağımsızlık Savaşlarından Azrail’den korkar gibi korkmaktadır ve onlar için fakir Vietnam halkı, nükleer silahlara sahip Sovyetler Birliği’nden daha büyük bir tehlikedir.

Amerika endüstrileşmiş toplumların gelişmesini durdurmayı umuyor, en büyük kapitalist devlet olarak kendisini bu dünya çapındaki sömürü mekanizmasının sahibi sayıyordu. Çünkü Amerikan zenginliği, üçüncü dünyadaki doğal kaynakların, ucuz fiyatla sömürülmesi ve geri bıraktırılmış ülkelerden elde edilen kârların Amerika’ya geri dönmesi esasına dayanıyordu. Ancak bu emperyalist ülkelerin başı çektiği zengin ülkelerle geri bıraktırılmış sömürge ve yan sömürge ülkeler arasındaki çelişkiler hızla keskinleşmektedir.

Özellikle Monreo Doktrini anlayışı içinde ve emperyalist Amerika’nın nüfuzunu kıtanın bütününe yaymaya iten “kaçınılmaz kader” uyarınca, dıştaki özel Amerikan yatırımları, önce bol miktarda işlenecek hammadde buldukları Latin Amerika’ya ve Kanada’ya yönelmiştir. 1940 yılında, dıştaki Amerikan yatırımlarının % 72’si Kanada’da ve Latin Amerika’dadır. Bu oran 1957’de % 68’e, 1965’te % 53’e düşer. Çünkü, İkinci Emperyalist Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan yatırımları, artık kendilerine pek dar gelen bir kıtaya sığmamakta, dünya çapındaki emperyalizmin bütün sömürü alanlarına yayılmaktadır. Yatırılmış sermayeye oran la, en kârlı iş, üçüncü dünyadaki petrol ve madenlerle ilgili olanıdır. Böylece üçüncü dünyadaki doğal kaynakların işletilmesi Amerikan emperyalizmine, sadece kendilerine çok yüksek düzeyde bir tüketim sağlayan zengin hammadde kaynaklarını ele geçirme olanağı değil, aynı zamanda sanayileşmiş ülkelere yatırım yapmak için gerekli sermayeyi sağlama olanağı da vermektedir.

Latin Amerika’daki özel Amerikan yatırımları 1959 ile 1965 yılları arasında 8 milyar 120 milyon dolardan 9 milyar 371 milyon dolara yükselmiştir. Bu, 1 milyar 251 milyonluk bir artış demektir. Oysa aynı süre içinde, kârlar toplam olarak 5 milyar 297 milyona ulaşmıştır. Her yıl aynı sermayelerin sağladığı kazanç
Amerika’ya dönen kârdan daha azdır. 7 yılda ülkeye dönen kârlar, yeni yatırımlardan dört kat daha fazladır.

Asya’da ise aynı yıllar içinde özel Amerikan yatırımlarının sağladığı kârlar, yeni yatırımlardan 5 kat daha fazladır.

Avrupa’da durum oldukça değişiktir. Buradaki özel Amerikan yatırımları her yıl çoğalan kârlardan daha fazladır. 1959- 1965 yılları arasındaki yedi yıllık dönemde, yatırımdaki artış 8 milyar 571 milyon dolar, sağladığı kâr 3 milyar 748 milyon dolardır, Latin Amerika ve Asya’daki yatırımların çok büyük kâr getirmesi bu emperyalist ülkeye Avrupa’da yoğun yatırımlar yapması, Afrika ve Okyanusya’ya sermaye ihraç etmesi için gerekli sermayelerin büyük bir kısmını sağlamaktadır. Amerika’nın iki geri kalmış kıtada sağladığı büyük kârlar kendisine yavaş yavaş Avrupa ekonomisini sömürgeleştirme ve sömürü alanını Afrika ve Okyanusya’ya doğru genişletip yayma olanağını vermiştir. Ayrıca, güya siyasal bağımsızlıklarına kavuşmuş olan Asya ve Afrika ülkeleri, emperyalizmin içerde yarattığı beşinci kol (kompradorlar, bürokrat kapitalistler) aracılığıyla bu defa ekonomik boyunduruk altına alınmışlardır. Aşağıdaki tablo geri bıraktırılmış ülkelerin sadece tarım ürünleri ile hammadde ihraç ettiklerini açıkça göstermektedir.

Geri bıraktırılmış ülkelerin emperyalist Amerika’ya teminle yükümlü oldukları bu gibi ürünlerin ortak özelliği, fiyatlarının genellikle yıldan yıla düşmesi, böylece geri bıraktırılmış ülkelerin ihtiyaçları olan sanayi ürünleri için daha çok tarım ürünü, daha çok hammadde satmak zorunda kalmalarıdır.

Yoksul ülkelerin bu emperyalist ülke ile kurduğu ekonomik bağlar, sonunda kendileri için büyük tehlike olmuştur. Bu bağlar bir yandan giderek daha çok yoksullaştırırken, öte yandan Amerikan Hükümeti’ne sık sık bu ülkelerin iç politikalarına müdahale etme olanağı vermiştir. Washington’un yabancı ülkelerin içişlerine müdahalesi, bu ülkelerin rejimlerine, ekonomik bağlı lık derecelerine göre değişik biçimler almaktadır. Değişmeyen bir tek ortak kural vardır; bu ülkelerin hiçbiri kendini bu müdahalelerden kurtaramamıştır. Örneğin, Washington’un bir müdahalesi Kanada’yı Fransa’ya uranyum satmaktan alakoymuştur.

Kuvvetli baskılar, Kanada’yı tuttuğu yoldan geri çevirmiştir. Gene bu tür baskılar, birlikte hareket edip Pekin’in Birleşmiş Milletler’e alınmasını kabul etmeye ve Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerini normale çevirmeye karar vermiş olan Belçika ve İtalya’yı da bu düşüncelerinden caydırmıştır.

Emperyalist Amerika, Kanada gibi gelişmiş bir ülkeye bu şekilde davranma hakkını kendinde görürken, zayıf ülkelere karşı daha da inceliğe yer vermeden hareket etmektedir. Küba bunun en açık örneğidir. Küba Devrimi’nden önce olduğu gibi, devrimde Fidel Castro’nun iktidara gelişinden sonra da Amerika bu ülkeye kendi iradesini zorla kabul ettireceğini sanmıştır. Amerika’nın eski Havana elçisi E.E.T. Smith, 1960 Eylül’ünde Temsilciler Meclisi Alt Komisyonu karşısında devrime kadar Amerikan Elçisi’nin “Küba’nın en önemli kişisi” olduğunu açıklamıştır.

‘Bu güç, Küba’nın Amerika’ya şeker üretiminin yansından fazlasını satmasına ve bir de Amerikan ekonomisine bir yığın antlaşmayla, özellikle Washington’a yan tekel tutumunu sağlayan gümrük antlaşmasıyla bağlı oluşuna dayanmaktaydı.

Amerikan Elçisi “Küba’nın en önemli kişisi” değildir. 1961 ilkbaharında, CIA Domuz Körfezi’ne bir çıkarma işini tezgâhlar. Ancak bu çirkin emel büyük bir hezimetle sonuçlanır.

Amerikan emperyalizmi, ekonomik gücüne ve kendi kendisine yüklediği göreve dayanarak, kendini dünyanın her yerinde müdahale etmeye yetkili görmektedir. Ucuz hammadde kaynaklarını ve dış pazarlan elinden kaçırmak istemeyen emperyalizm, her yola başvurarak, geri, bıraktırılmış ülkelerdeki satılmış politikacıları, kompradorları, din adamı kisvesindeki sahtekârları, kararsız küçük burjuvaları, kalın enseli generalleri gerektiğinde parayla ya da silahla, kanla, ateşle destekleyecektir. Amerika, İngiltere ve İsrail’e yaptığı ekonomik baskılarla, Nasır’ı memnun etmeye çalışır. 1952’de Kahire’deki Amerikan Elçisi, özellikle Süveyş Kanalı Bölgesine yerleşmiş bulunan İngiliz birliklerinin tepkisini önlemesinde ve Nasır rejiminin sağlamlaşmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Amaç Nasır’ı Bağdat Paktı’na girmeye razı etmektir. Amerika bunun için her türlü çareye başvurmuştur. Ancak Mısır, Amerika’nın vermeyi reddettiği silahlan Sovyetler Birliği’nden alınca J. Foster Dulles, Assuan Barajı’na yaptığı mali yardımı keserek, Sovyetler-Mısır yakınlaşmasını engellemeye çalışmıştır. Bu acemice davranışlar, Washington’un ancak yeni ekonomik baskılar yaratarak çözüm yolu bulduğu 1956 krizini doğurmuştur.

Beceriksizlikler zinciri gene de Amerika’yı Yakındoğu’ya müdahalelerde bulunma yolundan geri bırakmaz, tek yanlı bir kararla, müttefiklerinin bile fikrini almadan, Amerika, müdahalelerine hukuki bir çerçeve bulmaya karar verir. Bu, Başkanın 5 Ocak 1957’de Kongre’ye sunduğu (Eisenhover Doktrini’dir). “Monreo Doktrini” ile bu emperyalist ülke, Amerika kıtasının tümü üzerinde haklan olduğunu iddia etmiştir. “Truman Doktrini” ile Yunanistan ve Türkiye’de dizginleri ele geçiriyordu. Şimdi de “Eisenhover Doktrini” ile kendisini 6. Filo’nun bekçiliğini yaptığı Yakındoğu’nun jandarması saymaktadır.

Tek yanlı olarak ortaya atılan bu yeni doktrine dayanarak, hiçbir uluslararası antlaşma olmadan, Amerikan Başkanı’na Meclis tarafından “yardımdan yararlanmak isteyen bu bölgedeki her ülkeye, ya da ülkeler grubuna, iktisadi ve askeri yardımda bulunma yetkisi” verilmiştir. Ama pek tabiidir ki, bu yardım Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılmasını gerektirebilir. Üç ay sonra, Ürdün’ü karıştıran dalgalanmalar karşısında, Eisen- hover 6. Filo’ya harekete geçmesini emreder. Sonra da Kral Hüseyin’e 10 milyon dolarlık kredi açar. Aynı yılın Haziran ayında Lübnan’da batıya karşı duyduğu sempati ile tanınmış Amerikancı general Şamun’un seçilmesini sağlamak için ona, oylamanın ikinci turunda iktisadi yardımda bulunur. 1958 yılı Ocak ayında Mısır ve Suriye, Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurmak için kaıar verirler. 14 Temmuz’da Irak’ta General Kasım, Krallık yönetimini devirir. Bu sırada Başkan Şamun da, hiçbir gözlemcinin en ufak bir iz ve belirtisini görmediği “Lübnan’a karşı yapılan bir dış saldırı”dan yakınır. Foster Dulles, “Amerika’nın Yakındoğu’daki başarısızlığına bir son vermenin” gerektiğine inanarak, Lübnan’a 10 bin deniz piyadesi çıkarır.

Yakındoğu ülkelerine emperyalist Amerika’nın yaptığı müdahalelerin listesi oldukça kabarıktır.

Irak’ta General Kasım, Irak Petroleum Company’nin imtiyazlarının % 95’ini devlete veren 81 sayılı kanunu resmen yayınlayınca, Washington şiddetle itiraz eder. Sonra da Irak, Bağdat Paktı’ndan çekilir. General Kasım Amerika tarafından satın alınan General Arif tarafından, CIA’nın da yardımıyla, 1963 yılı Şubat’ında devrilir ve öldürülür. Bu darbeyi devrimci ve aydın elemanların iğrenç ve hunharca katliamı izlemiştir. Amerikan Elçisi istenmeyenlerin listesini milis kuvvetlerine vermekte hiç tereddüt göstermemiştir.

Bu arada Mısır da bu çirkin emelli emperyalist ülkenin müdahalesinden uzak kalmamıştır. 1965 yılında, CIA ile gizli bir anlaşma içinde bulunan, son derece tutucu Müslüman Kardeşler Birliği Nasır rejimini devirmek için çok geniş bir komplo hazırlar. Ancak bu, başarıya ulaşamaz ve başlıca sorumlular tutuklanır. Aynı yılın Ekim’inde Washington buğday verilmesi ile ilgili üç yıllık antlaşmayı yenilemeyi reddeder.

Emperyalist Amerika’nm Latin Amerika’ya yaptığı müdahaleler ise, eski bir geleneğe dayanarak sık sık tekrarlanmaktadır. Ve bunların pek öyle gizli yanlan da yoktur. En utanmasızca olanı 1965 yılında, Amerikan yurttaşlarının hayatını korumak bahanesiyle Sa- int Dominik’e 20 binden fazla deniz piyadesinin gönderilmesidir. 30 Mayıs 1961’de Diktatör Trujillo öldürülmüştür. Birçok olaydan sonra demokrat reformcu Juan Kosch devrilmiştir. “İlerleme için ittifak” gereğince anayasal rejimleri desteklemeyi üstüne alan Amerikan, bu Başkana yardım etme gereğini hiç duymamıştır.

“İlerleme için ittifak” üstelik, Latin Amerika’da seçimle iş başına gelmiş, anayasaya dayanan rejimlere karşı, askeri darbeleri teşvik eder görünmektedir. Amerika Senatosu Dışişleri Komisyonu’nun bir raporu 1967’de şunlan açıklamaktadır:

“Şu son 5 yıl içerisinde yeni bir militarizm dalgası Latin Amerika’yı sarmıştır. 1962 Martı’yla 1966 Haziran’ı arasında, anayasaya saygılı kalarak, yolu yordamı ile seçilen 9 sivil Başkan, askeri hükümet darbeleriyle devrilmiştir…”

Arjantin’de 1962’de Başkan Frondizi, 1966’da Başkan İlia,Peru’da 1962’de Başkan Prado ve 1963’te Guatemala’da Başkan Juan Jose Arevalo CIA tarafından devrilmiştir.
Emperyalizm, sömürü mekanizmasını sağlamlaştırmak ve yeni sömürü alanları bulmak için her gün, dünyanın her yerinde, çirkin politik oyunlar oynamaktadır. Bu politik oyunlarda başrolü oynayan CIA’dır. Bu Amerikan Casusluk Teşkilatı sadece propaganda ve beyin yıkama çalışmaları ile değil, hükümetler devirme, isyanlar çıkarma gibi karanlık ve kirli işlerle de emperyalizmin hizmetindedir. CIA’nın İran’a müdahalesinin belgelere dayanan gerçek hikâyesi, emperyalizmin hizmetinde iğrenç işlerle görevli bu örgütün yardımıyla, yüzyıllık sömürü çarkının nasıl çalıştığını çok daha iyi anlama olanağını sağlayacaktır.

İRAN ÖRNEĞİ

1951 yılında İran Şahı, belki de hayatının en ciddi sorunuyla karşılaşmıştır. Başkan Musaddık’ın çabasıyla, Meclis, o güne kadar İngiltere tarafından % 52’si kontrol edilen Anglo-İran Oil Company (A.İ.O.C.)’nin işlettiği İran petrollerinin (dünya rezervlerinin % 13’ü) millileştirilmesini onaylar. 1951 yılı Ekim ayında İngiltere Abadan rafinerisini kapatır. Musaddık, İran petrollerini dünya pazarına sürmek için diğer Batılı şirketlere yönelir. Ancak Londra ve Washington hükümetleri tarafından desteklenen Anglo-Amerikan Oil Company; kaybettiği çıkarlarını yeniden kazanmak için sistemli bir şekilde çalışmaya başlar. Musaddık’ın diğer Batılı devletlerle temasını baltalamak için Londra ve Washington’dan çeşitli müdahalelerde bulunur. İtalyan ve Japon Mahkemelerinin İran Tezi lehine verdikleri birçok karara rağmen hiçbir şirket Anglo-American Oil Company’yi karşısına almaya cesaret edemez.

Bu sırada İran Şahı’nm bir Amerika seyahati vardır. Şah, Başkan Eisenhover’i ziyaret eder ve Musaddık aleyhindeki düşüncelerini açıklar. 28 Şubat’ta sağlık nedenlerinden dolayı tahttan çekilmek niyetinde olduğunu bildirir. Bu, nabız yoklamasından başka bir şey değildir. Bu bildiri Şah taraftarlarının gösteriler yapmasına yol açar. Hem milli burjuvazi hem halk ve hem de Toudeh Partisi tarafından desteklenen Musaddık, bu kuvvet denemesinden başarıyla çıkar. Washington bu gerçeklerden faydalanacaktır. Şah çekilme kararından vazgeçer.

Mayıs 1953’te Musaddık, Eisenhover’den İran petrolünün satılmasında ortaya çıkan engelleri kaldırmak için siyasi ve iktisadi yardım ister. Eisenhover kaynamakta olan bir ülkeye para akıtmanın yersiz olduğunu öne sürerek yardım etmeyi reddeder.

Bu sırada CIA ajanları da vakit harcamazlar. Onlara göre Musaddık Amerika ve İngiltere’nin çıkarlarına ters düşen bir adamdır. Tahran’da Musaddık aleyhinde olanları toplamaya çalışarak, CIA harekete geçer. Buna karşılık Musaddık 2 Ağustos 1953’te bir referandum yapılacağını bildirerek mukabele eder. Oyların % 99,4’ünü alarak ezici bir çoğunluk sağlar.

Bu sırada Andrew Tully, “ABD için son kozu oynamanın zamanıdır” diye yazar. Bunun üzerine 10 Ağustos’ta CIA müdürü ve Amerika Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’ın kardeşi Ailen Dulles İsviçre’de tatilde bulunan karısının yanına gitme bahanesiyle uçağa biner. Tahran’daki Amerikan Elçisi Loy Henderson da İsviçre’ye gitmek üzere yola çıkar. Gitmeden önce talimatları hükümdara ileten, Şahın kız kardeşi Prenses Eşrefi görür ve ardından hareket eder. İsviçre hükümet darbesinin bütün safhalarıyla yönetileceği tarafsız bir ülkedir.

Aynı anda CIA’nın başlıca ajanlarından olan General Schvvartzkopf, turistik bir gezi yaparak, Pakistan, Suriye ve Lübnan’a sonra da İran’a gider. Gidiş amacı güya, İran’daki eski dostlarını bulmaktır.

Schvvartzkopf, New Jersey Polis Teşkilatı’nı yönetmiş, 1942’den 1948’e kadar da İran’da Şah’m Polis Teşkilatı’nı örgütlemiş bir uzmandır.

13 Ağustos’ta, referandumdan 11 gün sonra Şah, Musaddık’a işten el çektiren ve General Zahidi’yi Başbakan tayin eden kanunsuz bir kararnameyi imzalar. General Zahidi Amerikalı ajan Schwartzkopfun bir numaralı adamıdır.

Daha sonra Şah tedbirli davranarak Hazer Denizi kıyılarında tatil geçirmek üzere Tahran’dan ayrılır. İşler aleyhine döndüğü zaman kaçmaya hazır durumda bekler. Musaddık’ı azleden ka- ramameyi Muhafız Alay Kumandanı ile gönderir. Musaddık kararnameyi alır ve Albayı hapsettirir. Şah İtalya’ya kaçar.

Devamını Eisenhover’in kendi ağzından dinleyelim:

“O sırada birden bire ve dramatik , bir şekilde Musaddık’a ve Toudeh Partisine karşı olan Şah taraftarlarının muhalefeti harekete geçmeye başlar. İran Ordusu Musaddık’ın iş başına getirdiği subaylara karşı tavır alır. Ordu Musaddık taraftarlarını kovar…”

Aslında Amerika Başkanı göründüğü kadar saf değildir. Çünkü bizzat kendisi ardından şunları yazmaktadır:

“Her gün, Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı ve CIA yetkilileriyle görüşmelerde bulunuyorum ve Şah’ı destekleyenlerle, etkin bir şekilde çalışmalarda bulunan temsilcilerimizin, yerinde imzaladıkları raporları günü gününe okuyorum.”

Elçi İsviçre’de tatilde bulunduğuna göre İran’daki temsilciler CIA ajanlarından başkaları değildir. En yetkili şahıs da General Schwartzkopftuı\ Andrevv Tully şöyle demektedir:

“Schwartzkopf Musaddık muhaliflerinin davası için gizlice para dağıtmaya başlar. Bazı İranlılar birden bire zenginleşir ve tarih birkaç günde Schwartzkopf un, CIA’nın on milyon dolardan fazla bir para dağıtımını yönettiğini söylemektedir. Musaddık bir çırpıda taraftarlarının büyük bir kısmını kaybeder. CIA’nın seçtiği adam General Zahidi Başbakan olur.”

Bu, milyonlarca dolar nereye ve kimlere gitmiştir? Meclisin gözünde itibarını kurtarmak için açıkça CIA tarafından hazırlatılmış çok belgeli uzun bir makalede Saturday Evening Post gazetesi şunları yazmaktadır:

“19 Ağustos çarşamba günü, ordu korku içindeki başkent çevresinde dikkatle nöbet tutarken tuhaf bir kalabalık kendisine yol açıp Tahran’ın merkezine doğru ilerlemeye başladı. Tek ayak üstünde dönen soytarılar, demir çubukları büken cambazlar, pazularını şişiren pehlivanlar vardı. Seyircilerin sayısı artınca, bu acaip oyuncular takımı hep bir ağızdan Şah lehine sloganlar bağırmaya başladı. Kalabalık bu bağırışlara katıldı. Ve bir anlık tereddütten sonra halk psikolojisinin dengesi Musaddık aleyhine döndü. Sanki bir işaret üzerine Şah’a sadık askeri kuvvetler saldırıya geçtiler… Mücadele 9 saat sürer. Gün batarken Amerikan biçimi lojistik ve strateji izleyerek, rejime bağlı birlikler Musaddık kuvvetlerini Başbakanın kaldığı yerin çevresinde dar bir şerit içine alırlar. Kuvvetler teslim olur ve Musaddık tutuklanır… Roma’da şaşkına dönmüş Şah ülkesine dönmeye, Zahidi’yi Başbakan yapmaya ve İran’a batı taraftarı bir rejim sağlamaya hazırlanır.”

Tahran’ın gecekondu mahallelerinden gelmiş olan cambazlar alayı, Şaban Caferi isimli yobaz, halk düşmanı biri tarafından yönetilmiştir. Le Monde gazetesi bu konuda şunları yazar:

“Tahran’ın güneyinde, içler acısı bir gecekondu mahallesi vardır. Halkın yansı orada, yoksulluğun, hastalığın kocakarı ilaçlannın, kötülüklerin egemen olduğu kokuşmuş barakaların labirentlerinde üst üste yaşar. İşte 19 Ağustos çarşamba günü bu yoksul tabakadan bir yığın halktır ki, Musaddık’ın düşüşüne yol açan ihtilafı başlatarak şehrin merkezine doğru yürüyüşe koyulmuştur. Yeni rejim taraftarlan ihtilalin halkın eseri olduğunu gösteren kanıt budur, demektedirler… Ayaklanma Amerikalılar tarafından finanse edilmiştir. Toudeh Partisinin gizli gazetesi Mordon, Amerikan ajanlarına İfan köprüsünden yararlanma olanağı verecek olan banka çekinin numarasını bile vermektedir… Miktarı 390 bin dolar olan bu çek Şah’a bağlı subayların Musaddık’ı devirmelerini sağlayan ayaklanmayı örgütlemek için harcadıkları paranın ancak bir kısmıdır, bunun dışında 10 milyon dolara yakın bir miktar ise askerler için harcanmışta-. Andrew Tully, CIA’dan gelen haberlere göre bu 10 milyon dolarlık parayı harekâtınmal oluş fiyatı olarak göstermektedir.”

2 Ağustos referandumunda, Musaddık’a güvenenleri gösteren İranlılar çirkin ve iğrenç politikacılara ve ikiyüzlü Eisenhover’e göre 19 Ağustos’ta onu yine bizzat kendileri devirmişlerdir.

Emperyalizmin çıkarlarının tehlikeye düştüğü bütün geri bıraktırılmış ülkelerde bu tip oyunlar oynanmıştır. İran sadece bunlardan bir tanesidir. Ve artık emperyalizm İran petrollerini istediği gibi sömürebilmektedir.

Musaddık’ın düşüşünden yedi ay sonra General Zahidi seçimlere gider. Amerikan Time dergisi olayı şöyle anlatmaktadır:

“Tahran şehri milli meclise 12 milletvekili seçmek için üç gün süre ile oy kullandı. İran geleneğine göre bütün bunlar tatlı bir aldatmacadan ibarettir. Bu 12 şanslı milletvekili daha ilk seçmen oy pusulasını sandığa atmadan önce seçilmiş durumda idi zaten. Hepsi de General Zahidi’nin taraftarlarıydı… Bir seçmen oy pusulasını sandığa attı, sonra sandığın önünde üç defa saygıyla eğildi. Kendisine bunun nedeni sorulduğunda: (Bu sandık sihirli bir kutudur. Mu- saddık için oy kullanırsınız, ama tasnif sırasında bir de bakarsınız, bu oy Zahidi’ye gidivermiş) diye karşılık verdi.”

GUYANA ÖRNEĞİ

1967 Nisan ayında İngiltere Başkanı M. Harold Wilson, Avam Kamarası’nda Epping İşçi Partisi milletvekili Stan Ne- wens tarafından verilen şu yazılı soru önergesi ile karşılaşır:

“Başbakan, ABD’nin CIA ve öteki haber alma teşkilatları tarafından, İngiliz ve yönetimi altındaki yerlerde iş gören örgütlere sızmak ve onları etkilemek, bu arada düzen ve yasaları bozmak amacıyla gösterdiği faaliyetler konusundaki politikasıyla ilgili bir açıklama yapacak mıdır?”

Sözü edilen ülke eski İngiliz Guyana’sıdır. CIA’nın içine sızdığı örgüt ise, merkezi Londra’da bulunan Public Service International Sendikası’na bağlı bir sendikadır.
Amaç 1964’te ilerici Guyana Başbakanı Cheddy Jagan’ı devirmektir. Bu, CIA’ya 600 bin dolara, Guyana’ya da 170 ölüye, yüzlerce yaralıya ve 10 milyon Sterlin’e mal olmuştur. Cheddy Jogan devrilmiş, yerine gerici Forbes Bumham Başbakan seçilmiştir.

EMPERYALİST KÜLTÜR

Emperyalizm, korkunç sömürü mekanizmasını koruyan üstün askeri gücünün himayesinde sadece ucuz fiyatla hammadde ithal edip, yatırım yaptığı ülkelerdeki kârları kendi ülkesine getirmekle yetinmez. Sömürdüğü ülkelerde sebep olduğu vahşetin, silahlarının saldığı korkunun nefretini azaltmak, suçunu hafifletmek için ekonomik gücüyle sağladığı antlaşmalar kadar önemli olan saygıyı, takdir ve hayranlığı da kazanma çabasındadır. Ve bunun yanında emperyalizm, bir beynin dolar olarak, zengin bir maden ocağından ya da bir petrol kuyusundan daha çok kâr getireceğini bilmektedir.

Emperyalist Amerika bütün dünya dillerine çevrilen burjuva edebiyatıyla, bütün dünya perdelerinde gösterilen beyin yıkayıcı filmleriyle, bütün dünya başın ajanslarıyla geniş ölçüde yayınlanan haberleriyle, dünyayı baştan başa dolaşan konferansçılarıyla, barış gönüllüleri ve kültür elçileriyle kendini şirin gösterme çabasındadır.

Emperyalizm, şüphesiz iş adamlarına, mühendislere, bankacılara, askerlere ihtiyacı vardır. Ama beyni yıkanmamış yazarlara ve sanatkârlara da en az onlar kadar ihtiyacı vardır. Yabancı ülkelerdeki kültür merkezleri en az askeri üsler kadar önemlidir. Filmlerin dış pazarlara sürülmesi, silah satışı kadar gereklidir. Yabancı bilgin, mühendis ve doktorların Amerika’ya göçmeleri, hammadde ithalatı kadar değerlidir. Başka alanlarda olduğu gibi, emperyalizm kültür alanında da kendi gücüne katkıda bulunan değişim akımını destekleyip kolaylaştırmıştır. Yabancı bilim adamlarını açıkça kendine çekmekte, emperyalist kültürü politik ve diplomatik eylemin vazgeçilmez bir parçası, tamamlayıcısı olarak bütün dünyaya yaymaya çalışmaktadır.

BEYİN SÖMÜRÜCÜSÜ

Comell Üniversitesi Dekanı James A. Perkins, 1949 ve 1961 yıllan arasında Amerika’ya 43000 mühendis ve bilim adamının göç ettiğini tahmin etmektedir. Bu göçün önemli bir kısmının geri bıraktınlmış ülkelerden olduğu bilinmektedir. Oysa bu geri bı- raktınlmış ülkeler uzmanlanna büyük ihtiyaç duyduğu halde, bu kimselere iyi çalışma koşullan sağlayamamaktadır, daha doğrusu bu, emperyalizm tarafından bilinçli bir şekilde önlenmektedir.

1964-1965 yılları arasında Amerikan hastahaneleri 41000 stajyer ve yabancı hekim çalıştırmaktaydı. Bunun 11000’i yabancı tıp fakültelerinden mezundu. 8000’i ise geri bıraktırılmış ülkelerden gelmekteydi. Bundan şu sonuca varmak kolaydır; geri bıraktırılmış ülkeler, Amerika’da çalışan stajyer hekimlerinin 1/4’ten fazlasını kendi parasıyla yetiştirmektedir. Emperyalizm sömürdüğü üçüncü dünyaya yatırılmış ve çoktan amorti edilmiş servetlerden nasıl aşın kâr sağlıyorsa, birçok beyin ve uzmanları da kendisine öyle çekmektedir. Oklahoma Üniversitesi Tıp Fakültesi Profesörü Kelly M. West’in hesaplarına göre, Amerika her yıl oraya göç eden 1200 doktoru kendisi yetiştirmeye kalksaydı, 12 yeni tıp fakültesi kurmak ve bunların masraflarım karşılamak zorunda kalırdı.

1962-1966 yılları arasında Amerika’ya oldukça kalifiye kişilerin göçü 59581’i bulmuştur. Bunların 37818’i üçüncü dünya dışından ve 22033’ü geri bıraktırılmış ülkelerden gelmiştir.

Aşağıdaki tablo geri bıraktırılmış ülkelerden gelen göç akımının, üçüncü dünya dışındaki ülkelerden gelen göç akımından daha hızlı arttığını göstermektedir.

Emperyalizm, artmakta olan bir üretimi ihraç etmek için bilim adamı ve araştırıcı ithal etmektedir. Bu da beyin sömürme işlemine yeni olanaklar sağlayan bir zenginlik kaynağıdır.

Sonuç

Emperyalizm amaçlarının basitliğiyle, eyleminin karışıklığı arasındaki çelişkiyi gözler önüne sermek görevimizdir. Güçsüz olanların tutumu, sonunda oldukça basit yasalara cevap verir; kuvvet daha fazla kuvveti gerektirir. Zenginlik daha fazla zenginliği ve ulusal kadro, bu giderek artan zenginlik ihtiyaçlarını doyurmaya yetmedikçe, yapılacak olan Orta Amerika’da geniş muz bahçelerinin, Güney Amerika’da zengin maden damarlarının ve nihayet Ortadoğu’da petrol yataklarının sömürülmesidir. Ahtapot, ileri karakolları, haberleşme hatları, savunma araç ve yedek güçleri, diplomat ve askerleri, misyoner ve polisleri, doktor ve bankalarıyla girdiği her ülkeyi tehdit eden üsleriyle dünyanın dört yanına kol salmıştır. Bunlar güya özgürlüğü savunmak içindir. İleri teknolojinin korkunç silahlarının öldürücü ateşi altında Dreste, Hiroşima ya da Vietnam köylerini kadınlarıyla, çocuklarıyla ezip, yok etmeleri hep özgürlük adınadır. Bu iğrenç sömürücü gücün sömürdüğü uluslara, Batı kültürünü, tıp alanındaki ilerlemeleri, modern tekniğin güzel buluşlarını götürmesi, düşman uluslar arasında barışı sağlamayı amaç edindiklerini söylemeleri, hastahane ve okullar kurmaları, her zaman napalm bombardımanlarının, deniz çıkarmalarının, misilleme ajanlarının, taramaların, yok etmelerin, sömürünün sözde bedeli olmuştur.

Yol açtıkları düşmanlığın derecesini ölçmemek, “kaçınılmaz kaderleri” ve “tanrısal görevleri” onları, “Amerikan rüyasını boşa çıkaran ve giderek çöken bir duruma sürükleyecektir. Emperyalistlerin bu idealizmleri çelişkiler önünde yıkılıp gidecektir.

AMERİKAN EMPERYALİZMİ VE TÜRKİYE

Türkiye’de bugün, acil, temel ve halledilmesi zorunlu ve önemli mesele, Amerikan emperyalizmi meselesidir.

Yurdumuzun kal kınamaması, dünya devletleri arasında en geri sırada oluşumuz ve bugün mahkemede sanık sandalyesinde bulunuşumuz bu yüzdendir. Bilmeyenler, menfaatleri gereği bilmek istemeyenler veya Türkiye’de Amerikan emperyalizmi yoktur diyenler iyi dinlesinler. Bu tarihi savunmada söyleyeceğimiz birkaç söz kulaklarına küpe olsun. Mevkiler, kürsüler, menfaatler ve başkalarına yaranmalar, bilimi ve gerçekleri engellemeye, doğruları susturmaya yeterli değildir. İnsanlık tarihi, nice yıkılmaz sanılan tahtları yerle bir etmiştir. Gerçeğin ve o uğurda verilen kutsal kavgaların yıkamayacağı, ezemeyeceği ve alt edemeyeceği hiçbir şey tasavvur edilemez. Bizler, dışarda hayatımızı ortaya koyarak, hiçbir menfaat gözetmeden, gözümüzü kırpmadan nasıl mücadele ettiysek, bu savunmamızda da görevimizi yapacak ve bilmek istemeyenlere, hesabına gelmeyenlere belgelerle Amerikan emperyalizminin varlığını ispatlayacağız. Buna rağmen belli zümre ve kişiler, bildiklerini yine yapmaya devam edeceklerdir. Bunu da çok iyi biliyor ve haykırıyoruz. Bizler ölsek de, kalsak da bu kavga devam edecektir. İki kere ikinin dört olduğuna nasıl inanıyorsak, Amerikan emperyalizmi ve uşaklarının alt edileceğine de öyle inanıyoruz. Türkiye halkı bu kavgadan alm açık ve muzaffer çıkacaktır. Ama bu defa Kurtuluş Savaşı’mızda sorulması unutulmuş bütün hesaplar, bugünkülerle beraber mutlaka sorulacaktır. Gülerek, alay ederek ve bazen acıyarak maroken koltuklarda rahatınızı kaçıran bu kavga ne anarşist adını taktığınız beş on kişinin, ne birkaç öğrencinin, ne de kandırılmış kişilerin kavgasıdır. Bu kavga otuz beş milyon nüfuslu Türkiye halkının bağımsızlık ve kurtuluş kavgasıdır.

Hâlâ beş on anarşist diye alay edecek olanlara duyuruyoruz. Bugün beş on, yarın yüz, öbür gün bin ve bir gün gelecek milyonlar karşınıza dikilecektir. Bu kavganın önüne geçilemez, set çekilemez ve durdurulamaz. Kökü Amerika’nın ve uşaklarının erişemeyecekleri kadar derinlerdedir.

Bizler, Amerikan boyunduruğu altındaki yoksul Türkiye’nin çocuklarıyız. Açlık ve sefaletin içinden bu yaşa kadar gelmemiz şans eseridir. Yaşadığımız sürece bağımsızlık ve kurtuluş bayrağını elimizde taşıyacağız. Ölürsek, kurtuluş bayrağı biraz daha yükselecektir. Hem görevimiz, hem de varlığımız sebebi olan bu kavgaya boynumuzu eğmeden devam edeceğiz.

Amerikan Emperyalizmi, patronlar, ağalar, onların emrindeki uşaklar dinleyiniz:
Kurtuluşa kanla, ateşle varılacaktır. Talan ettiğiniz bu vatan, esaretinizden mutlaka kurtulacaktır. Geri kalmamızın, sefaletimizin sebebi sizlersiniz. Menfaatiniz için yaptığınız antlaşma ve ittifaklarla Türkiye halkını esaret altına soktunuz. Güya demokrasi ve medeniyet adına yaptıklarınıza hâlâ devam ediyorsunuz.

Bugün yurdumuzda durum şudur:

Amerika askerleri, sermayesi, kültürü ve politikasıyla bağımsızlığımızı ayaklar altında çiğnemektedir. Buna karşı çıktığımız için suçlu oluyor, vatan haini olmakla itham ediliyoruz: Bizleri itham ederken şunları söylüyorlar: Türkiye Kurtuluş Savaşı’yla bağımsız oldu ve hâlâ da bağımsızdır. Onun için bağımsızlık nedir, Amerikan emperyalizmiyle ilişkilerimiz nasıldır, bilmek gerekir.

Türkiye, İkinci Emperyalist Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığını yitirdi ve tekrar yan bağımlı bir ülke oldu. 1946-1971 Türkiyesi, Amerikan Emperyalizminin kontrolü altında yarı bağımlı bir ülkedir. 1945 yılında atom bombasıyla barbarlığını son haddine ulaştıran Amerika, savaştan galip çıkan emperyalist ülkeler arasındaydı. Savaş boyunca yıpranmış, ordusu zayıflamıştı. Bu ortamda savaştan bıkan dünyanın durumunu hesaba katarak kabuğuna çekilmek istedi. Fakat bu ancak altı ay sürdü. Tekrar barbarlığı eline alarak dünyada jandarmalık yapmaya başladı. Savaş sonrası, Türkiye yardım isteyince çekingen davrandı ve vermek istemedi. Sebebi ise basitti. Türkiye, bağımsızlık savaşı vermiş ve başarmıştı. Devletçilik politikası uyguluyordu. Türkiye hükümetiyle uzun yıllar arası açık geçmişti. Bu yüzden yapacağı yardımın işine gelmeyeceğini ve kâr sağlayamayacağını tahmin ediyordu. Türkiye ağır sanayii kurmak azmindedir ve yardımı bu amaçla istemektedir. Amerika ise, pazar olacak bir ülkede ağır sanayii olmamasını ve ekonomiye istediği şekilde yön verecek bir ortam olmasını istemektedir. İşte Türkiye’deki politikacılara pek güvenmemektedir.

Yardım talebi yapıldıktan sonra Amerika’dan heyetler gelmiş, ekonomik ve politik alanda incelemeler yapmışlardır. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz, savaş öncesi, İngiltere’nin elindeydi. Savaştan sonra durum değişti ve İngiltere jandarmalık görevinden vazgeçmek zorunda kaldı. Böylece savaş sonrasının süper devi Amerika, bu alana yerleşme imkânı buldu. Türkiye, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’i sömürmek açısından askeri planda stratejik bir yerdi. Ve Amerika, Türk hükümetine güvenmemesine rağmen teklifleri incelemeyi ihmal etmemiştir. Esasen Amerika, yardım edeceği ve sermaye ihraç edeceği ülkelerde, emperyalist politikasının gereği belli şartlar arar:

1- Endüstrisi geri olan ve sanayi mamullerinin satılabileceği bir ülke olması,
2- Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile kârlı yatırım alanlarına sahip bulunması,
3- Sermayenin serbestçe alan bulması için özel teşebbüsün kısıtlı olmadığı bir ülke olması,
4- Böyle bir ortamda varlığım sürdürmesi için, gerekli imkânları sağlayacak politik iktidar ve zümrelerin bulunması gerekir.

Bu açıdan Amerika, incelemeler yaparak amacını o zaman belli etmiştir. Bu yıllarda Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de, İngiltere’den boşalan yeri doldurmak çabasında olduğu için, savaş sonrası ortamından yararlanarak askeri yardımı ön plana almıştır. Gerekçe ise, Truman’ın “Karşılıklı Savunma Yardımı Kanunumda şöyle anlatılmaktadır:

“Yabancı hükümetlere yapılacak yardımlar, onların iktisadi ve siyasi güvenliklerini sağlamakla beraber aslında Amerika’nın güvenliği uğrunda yapılmış yardımlar olarak düşünülmektedir. Amerika’nın bu güvenliğinin arttırılması için, yabancı devletlerin askeri güçlerini arttırma yönünde çaba göstermelerini istememiz gereklidir.”

Çünkü o zaman bir Amerikan erinin gideri 4500 dolar, yardım alacak ülke erinin ortalama gideri ise 540 dolardır. Bundan dolayı Amerika kendi ordusunu güçlendirmekten çok, gerektiği zaman kullanabileceği bağımlı ordular yaratma çabasındaydı. Çünkü bu cins ordular kendisine daha ucuza mal olmaktaydı.

İlk antlaşma, 23 Şubat 1945 tarihinde imzalanmıştır. Bu antlaşmanın birinci maddesinde, Türkiye’ye, “savunma maddeleri, savunma hizmetleri ve savunma bilgileri” verileceği, cinsi ve miktarı açıklanmadan belirtiliyordu. İkinci maddesinde ise, T.C. Hükümeti, sağlayabilmek vazifesinde olduğu ve müsaade edebileceği maddeleri, hizmetleri, kolaylıkları ve bilgileri ABD’ye temin edecektir, deniyordu.

İncelenen metin, askeri bir antlaşma olmasına rağmen, ikinci maddesinde “savunma” sözü geçmekte ve çok geniş kapsamıyla ileride imzalanacak, bütün antlaşmaların tohumunu teşkil etmektedir. Beşinci maddeye göre de, Amerika isterse malzeme ve yardımları geri alabilecektir.

İkinci antlaşma, 27 Şubat 1946 tarihinde imzalanmıştır. Buna göre Amerika, Türkiye’ye 10 milyon dolar kredi verdi. Bu kredi, Türkiye’nin alacağı Amerikan savaş artıklarım ödemek içindir. Bu her iki antlaşma da birbirine bağlıdır. Amerika’dan savaş artığı malzemeler aldık, bunların karşılığım yine Amerika’dan aldığımız 10 milyon dolarlık kredi ile ödedik. Aldığımız malzemenin mülkiyet hakkı Amerika’ya aittir ve istediği zaman bu malzemeyi geri alabilir. Malzemeyi Türkiye’nin kullanması için ABD Başkanı’nın onayı gereklidir.

Askeri alanda bu tavizler verilirken, ekonomimizle ilgili Amerika’da ilginç gelişmeler oluyordu. Zamanın önemli sorunu, Türkiye’nin Marshall Yardımı’ndan yararlanıp yararlanmaması konusu idi. Türkiye Marshall Yardımı’ndaki amaçları benimsedi ve 1948 yılında “İktisadi İşbirliği Antlaşması” imzalandı. Amerika’nın, Türkiye’yi Marshall Yardımı kapsamına almaktaki amacı şuydu:

Savaştan yıkık çıkan Avrupa’nın gıdaya ve ham maddeye ihtiyacı vardır. Türkiye aldığı yardımlarla tarımını geliştirecek, Avrupa’nın gıda ve ham madde deposu haline gelecektir. Buna karşılık sanayi mamullerini Avrupa’dan alacaktır.

“Türkiye’nin Bu Günkü Ekonomik Durumunun Tenkidi” adlı Thomburg Raporu 1923-1939 dönemi hakkında şunları söylüyordu:
“Türkiye’de sınai kalkınmanın ilk devresinde, özel teşebbüsün rolünün tanındığı doğrudur. (Burada 1923-1931 dönemi kastedilmektedir.) Fakat memleketi kurma işini devletin kendi eline alacağını, hükümetin resmen ilan etmesi üzerine (1931-1939 devletçilik dönemi kastedilmektedir) özel teşebbüsün sanayi alanındaki gelişmesi durmuştur.”

Bu sözlerle Türkiye’deki geçmiş politikanın, yabancı sermaye ve onun koruyucusu yerli özel teşebbüse engel olduğu anlatılmak istenmektedir. Türk Hükümeti, 1947 yılında tutumunu değiştireceğini söylemesine rağmen Amerika tam güvenmemiş- tir. Şüphelerini raporda şöyle belirtiyor:

“… Biz söze değil eyleme bakarız… Son zamanlarda yapılan beyanlar dış yardım temini arzusuyla ve samimi olarak yapılmış olabilir. Ancak bunun da söz vermekten ziyade, eylemde ispat olunması lâzımdır.”

diyor ve samimiyetimizi anlamak için eylemler sıralıyordu:

“Karabük Demir Çelik Fabrikası tasfiye edilmelidir.”

Kendi açısından haklıydı. Çünkü bu fabrika ağır sanayiin temelidir ve Amerikan pazarı olmamızı engelleyici bir yatırımdır. Türkiye birçok tekliflerde bulundu, fakat hemen hemen hepsi reddedildi. Bu teklifler, Kalkınma Planı içinde yer alan girişimlerle ilgili idi. Lokomotif, makine ve motor imali için gerekli yardım istendi, fakat Thornburg veto etti. Gerekçesinde ise:

“Esas itibariyle ziraatçı olan ve ziraat için lüzumlu çelik sapan vesair malzemeyi henüz yapamayan bir memleketin lokomotif inşa etmek arzusu mevsimsizdir. Türk makamları bu şekilde düşündükleri müddetçe, dolarlarımızın ve bu gibi makineleri imal edecek fabrika malzemelerimizin vatanımızda kullanılması daha iyi olacaktır. Bu gibi tasavvurları hazırlayan veya mütalâa eden kimselere Amerikalılar iyi mesai arkadaşı nazarı ile bakamayacakları gibi, memleketin mali kaynaklarını böyle projelere tahsis eden bir hükümetin de yabancı sermayedarlara itimat telkin ettiği iddia olunamaz.”

demiş ve tarım, aletleri için montaj sanayii kurulmasını önermiştir. Gemi alınması için istenen kredi hakkında ise, Thomburg kredinin verilmesini reddederek şu cevabı vermiştir:

“Türkiye’nin deniz ticaretinde gelişmesi, özel teşebbüsün aleyhinde olacağı için, devlete gemi vermek doğru değildir.”

Thomburg’un asıl önerisi şuydu: Türk Hükümeti özel teşebbüse geniş imkân tanımalı ve yabancı sermayeyi teşvik kanunu çıkarmalıdır. O zaman sermaye sahipleri, uygun gördükleri alana girer yatırım yaparlar. Nitekim bugün sayıları yüzleri bulan meşrubat fabrikaları ve sayılamayacak kadar çök olan benzerleri bu tip yatırımlardandır.

O zamanın gerçeği şudur: Türk Hükümeti, yabancı sermaye, kredi ve borcun yurda girmesine ve bununla ağır sanayiin kurulmasına çalışmaktadır. Oysa Amerika’nın ağır sanayi kurmak için kredisi yoktur. Borç vermemektedir. Yardım etmemektedir. Onun istediği, Türkiye’nin bir tarım ülkesi olarak kalması, mamul maddelere karşı olan ihtiyacını Amerika’dan karşılaması ve kendi sermayesini yurdumuzdan devlet kontrolünden uzak istediği alana yatırmasıdır. Türkiye’ye girecek sermayesi üzerinde hiçbir yabancı devlet imtiyazına yanaşmamaktadır, Amerika ile Türkiye’nin ilişkileri 1950 yılına kadar bu hava içinde geçti. Aynı yıl Demokrat Paıti’nin iktidara gelişiyle bu durum tamamen değişti. Çünkü Demokrat Parti iktidarı, Thomburg ilkelerini aynen kabul ediyor ve Amerika ile çok sıkı ilişkilere giriyordu. CHP ise DP’nin bu tutumunu bildiği için sermaye çevrelerini ve Amerika’yı darıltmamak için hemen hemen aynı şartlan kabul ediyordu.1950 seçimleri sırasında CHP’li Başbakan Şemsettin Günaltay, radyodan şöyle diyordu:

“Yurdumuzda yabancı sermaye teşvikine ilişkin kanunla dışardan gelecek ve yurdun İktisadî kalkınmasında kullanılacak sermayelere transfer imkânı verilmiş olduğu gibi, özel teşebbüs tarafından hariçten temin edilecek kredilere de hazine kefaleti temin olunmuştur. Muhtelif yollardan yaptığımız devamlı teşebbüsler neticesinde, Türkiye’nin de Amerikan Yardım Planı’na alınması sayesinde memleketimiz için dış kredi bakımından geniş ve çok faydalı bir kalkınma yolu açılmış bulunmaktadır. Devlet planını hazırlamak üzere de Amerika’dan iki uzman yakında yurdumuza gelecektir.”

CHP’nin seçim beyannamesinde ise:

“Türkiye’de iş görmek isteyen ve medeni memleketlerce kabul edilmiş milletlerarası şartlara uyacak yabancı sermaye için kapılarımız açık tutulacaktır. Yabancı sermayeyi teşvik için bu yıl çıkarılmış olan Teminat Kanunu, bu yolda sağlam bir zemin hazırlamıştır.”

deniyordu.

Bir de DP’nin seçim beyannamesine göz atalım. Bu beyanname Amerika’nın isteklerini bütünüyle dile getirmektedir.

1- Tarıma daha çok önem verilmesi,
2- Devlet teşebbüslerinin özel teşebbüse devri,
3- “Millî sermaye ve özel teşebbüsün çalışma teminatı noksan olan bir memlekette dıştan sermaye gelmesini beklemek bir hayalden ibaret olur. Halbuki dışarıdan gelecek teşebbüs, sermaye ve ileri tekniğe şiddetle muhtaç bulunuyoruz. Yabancı teşebbüs, sermaye ve tekniğinden geniş ölçüde faydalanabilmenin şartlarını tahakkuk ettirmek ve icaplarını yerine getirmek kararındayız.”

Seçim ortamının ve 1950 Türkiye’sinin durumu budur. Türkiye’de iktidarı eline alacak her iki parti de Amerikan Emperyalizminin şartları karşısında dize gelmişler ve DP yabancı sermaye konusunu en büyük seçim, propagandası yapmıştır. Türkiye halkını sömüren ve çoğunluğu İstanbul’da yaşayan bir avuç çıkar çevresi Amerikan sermayesi ile ortaklığın planlarını yapmaya başladı. Amerika ise uzmanlar ve heyetler göndererek sermayesine uygun alanlar arıyordu. Sonuç olarak DP’yi tutan gerici çevreler iktidara geldi ve günümüze kadar süregelen oyunlar oynanmaya başlandı.
1950 seçimlerinin anlamı, Cumhuriyet’in ilanından beri tasfiye edilen ve uzun süre palazlanma imkânı bulan, ekonomik yapıya hâkim işbirlikçi tüccar, toprak ağası ve eşraf takımının Amerikan desteğiyle iktidarı alışıdır. Dolayısıyla da, tam anlamıyla Amerikan taraftan bir koalisyonun iktidara gelişidir.

DP artık iktidardadır. İş Bankasını kontrol altına alan ve Os- manlı Devleti zamanında yabancı sermaye ile işbirliği eden İstanbul tüccarını da saflarına çeken Celal Bayar kadrosu, uzun bir mücadeleden sonra galip gelmiştir. Eline geçen bu iktidar fırsatını değerlendirecek ve bir daha yenilme ortamını kapatacaktır. Nitekim 1960 yılına kadar böyle olmuştur.

Amerika, Türkiye’de kendisine sağlam bir müttefik bulmuştur. Artık askeri, ekonomik ve siyasi alanda antlaşmalar imzalanacak ve Amerika’nm bütün istekleri yerine getirilecektir.

On yıl Türkiye’yi yöneten DP iktidarının izlediği iktisadi politika:

1- Tarıma ağırlık vermek ve Türkiye’yi gelişmiş bir tarım memleketi yapmak,
2- Yabancı sermayeyi teşvik etmek ve her türlü imkânı tanımak,
3- Devletçilik politikasını terk ederek, liberal politika izlemek,
4- Dış politikada emperyalist Amerika ile çok geniş ittifaka girmektir.

Politikası bu olan DP iktidarı, artık bütün ümidini Amerika’ya bağlamıştır. Fazla yardım almak için kraldan fazla kralcı kesilmiş, her türlü ittifaka girmiş ve dış politika meselelerinde daima Amerika’nın yanında yer almış, dünya devletlerinin en haklı meselelerine bile, sadece Amerika karşı olduğu için karşı çıkmıştır. On yıllık bu dönemin ekonomik politik ve askeri yönlerini ayrı ayrı inceleyelim.

EKONOMİK YAPI

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, on yıllık DP iktidarı döneminde Amerika’nın emri, Adnan Menderes’in zekâsıyla ekonomide tarıma önem verilmiştir. Celal Bayar, 1950, Meclis açış konuşmasında şöyle demektedir:

“Elimizdeki kudret ve imkânları birinci derecede bütün şubeleriyle tarıma, tarımın yardımcısı olan işlere ve tarım sanayiinin inkişafına tahsis etmeliyiz.”

Böylece tarımı ön plana alma politikası, çiftlik ağası olan Adnan Menderes’in sonsuz desteğini sağlayacak ve eskiden başaramadığı bütün çiftlik meselelerini de bu politika sayesinde halledecektir.

Tarım alanında uygulanan politikanın en belirgin özellikleri şunlardır:
1- Traktör, biçer-döğer sayıları arttırılmıştır. (1948 yılında olan traktör sayısı, 1952 yılında 31415’ti. Yine 1948’de 999 olan biçer-döğer sayısı, 1952 yılında 6000’e yükselmiştir.)
2- Ziraat Bankası kredileri genişletilmiştir. (1948 yılında 325 milyon olan kredi toplamı 1212 milyon liraya çıkmıştır.)
3- Ürün fiyatları artmıştır. (Toplam tarım ürünlerinde 1951- 1955 yılları arasında % 30-% 40 fiyat artısı olmuştur.)

Tarım kesiminde uygulanan bu politikanın doğal sonucu, tarım ürünlerinde çok büyük bir artış görülmüştür. Bu artışa 2-3 yıllık iyi hava şartlan ve ekilen arazinin genişletilmesinin de etkisi olmuştur.

Tarım kesiminde uygulanan bu politika çok büyük adaletsizlikler doğurmuştur.
Dünya Bankası misyonu üyelerinden William H. Nicholls, gelişme hakkındaki görüşünü açıklarken şunları söylemiştir:

“1953’te Türkiye’nin tarımı makineleştirme programlarından doğrudan doğruya 25000-27000 kadar çiftçi ailesi faydalanmıştır ki, bu % 1 ‘den biraz fazladır. Sözü geçen ailelerin yıllık ortalama gelirleri 15000 dolardan fazladır.”

Ağalar, topraklarını genişletmek için ortakçı ve kiracıyı tasfiye etmişler, boş mülkleri ekmişler, devlet meralarına tecavüz etmişler ve bunlar olmayınca arazi satın almışlardır. Bunun üzerine sefalete düşen topraksız ve az topraklı köylü, orman tahribine başlamıştır Orman suçları çok ağır olmasına rağmen bu sürede 3 milyon 337 bin 210 dönüm arazi ormanlardan kazanılmıştır. Mülkiyette büyük dengesizlik doğmuş, tarımla uğraşan ailelerin % 5,5’i toprağın % 62’1’ine sahip olmuştur.

Tarım politikasının bir başka sonucu, tefecilik ye faizcilik üzerine de olmuştur. Tarım kredilerindeki yolsuzluklar ve adaletsizlikler kredilerin belli ellerde toplanmasına sebep olmuş ve tefecilik geniş faaliyet ortamı bulmuştur. Türkiye’de bu yıllarda faiz ortalaması % 100’dür.

Sanayi Kesimi

Sanayi kesiminde temel değişim, devletçilik politikasından liberal politikaya geçmiştir. Bu amaçla devlet fabrikaları satışa çıkarılmıştır. Pamuklu ve yünlü dokuma fabrikalarına, çimento, tuğla, kiremit ve bira fabrikalarına müşteri aranmaya başlandı. Özel teşebbüs, fiyatların çok ucuz tutulmasını ve kendilerine satış bedeli kadar kredi açılmasını istemişlerdir. Bu, “fabrikaları parasız verin, üstüne de’ fabrika fiyatı kadar kredi verin” anlamınadır.

Sonuçta fabrikaların satışı sekteye uğramıştın 1951 yılında Devlet Deniz Yolları, özel sermayenin ortaklığına verilmiş, Devlet Hava Yolları’na da İngiltere Hava Yolları ortak olmuştur.

Ticaretteki kısıtlamalar büyük oranda kaldırılmış ve 1950’de 62 milyon olan ticaret açığı, 1952’de 233,9 milyon dolara yükselerek Türkiye, Avrupa Ödemeler Birliği’nin en büyük borçlusu olmuştur.

Bu dönemde her türlü borçlanmaya gidilmiştir. 1951-1957 yılları arasında toplam dış yardımlar 756 milyon dolara ulaşmıştır. Aynı dönemde ekonomiye transfer edilen yerli sermaye ise 749 milyon dolardır. Görülüyor ki sekiz yılda ekonomik alana harcanan dış sermaye yerli sermayeden fazladır.

1951 yılında Yabancı Sermaye Kanunu çıkarılmış, fakat hem tarım ve ticaret sermaye alanının dışında tutulmuş, hem de yabancı sermayenin kârı sınırlandırılmıştır. 1954’te Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu çıkarılarak bu yasaklar da kaldırılmıştır.

1951-1960 yıllarında yurdumuza giren toplam yabancı sermaye tutarı 548 milyon liradır. Ayrıca birçok hallerde yabancı sermaye hiç kullanılmadan yabancı şirketler sadece lisans veya mamulün adını satmaktadır. Örneğin: Coca Cola yüzde yüz yerli sermaye ile kurulmuştur. Fakat firma buna rağmen, Amerikan firmasına her yandan bağımlı durumdadır. Oto montaj sanayiinde yabancı otomobil imal eden firmalar yüzde yüz yerli sermaye ile kurmuşlardır. Fakat yabancı firmalara bağımlıdırlar.
İş Bankası, yabancı firmalardan Pirelli, Unilever, General Elektrik, Tam Sigorta ve Türk Amerikan Dış Ticaret Bankası ile ortaktır. Sonradan turizmi teşvik kanunu çıkarılmıştır. Bu konuda yabancılar köylerde arazi satın alabileceklerdir. Bu yüzden bugün birçok turistik tesisler ve köyler yabancılara aittir. Böyle- ce yabancı sermaye, sahil yağmasından da nasibini almıştır.

Celal Bayar 1954 yılı Ocak ayında Amerika’ya yardım istemek için gitmiş, fazla yardım koparmak için de malûm Petrol Kanunu’nu çıkararak dostlarını memnun edeceğine dair söz vermiştir. Bu kanuna göre: Devletin elindeki petrol, özel teşebbüse devredilecektir. Devletin bu konuda özel teşebbüsün karşısına çıkmaması garanti edilmiştir. Yabancı şirketlerin muvafakati olmadan bu kanun değiştirilemeyecektir. Bu derece dengesiz ve hayasız politika izleyen ve her şeyimizi Amerikan dolarlarına peşkeş çeken o zamanki DP tutumuna CHP karşı çıkmıştır. Çünkü Petrol Kanunu’yla tanınan imtiyazlar, diğer imtiyazlardan daha ağırdır. Bu konu ile ilgili olarak İsmet İnönü 1945 yılında İzmir’de yaptığı konuşmada:

“Yabancı sermaye, kayıtsız şartsız olarak Türkiye topraklarına davet edilmiştir. Yabancı Sermaye Kanunu, ticaretimizi, sanayiimizi, iktisadımızı can evinden vuran bir kanundur. Yabancı sermaye, uzun mücadelelerle elimize aldığımız ticari ve zirai sahalarımıza girmiştir.
“Hiçbir devlet, ben kapitülasyon istiyorum, demez. Siz de devlete diğer devletlerden ayrı fazla bir hak tanıdınız mı, diğer devletler karşılıklı olarak bu haklardan istifade hakkına maliktirler. Çünkü hiçbir devlet diğer devletlerden eksik bir durumu kabul etmez. Birine bir şey verdiniz mi, aynı şartları diğerlerine de teşmil etmek lazımdır.
“Tarihte yabancılar, kapitülasyon himayesi ile Türkiye’yi istismar ettiler. Yeni devirlerde yerli vatandaş hakikat dışı ve emniyetsiz usullerle ıstırap çekecek ve yabancı sermaye hususi kanunların himayesinde yaşayacaksa kendi elimizle yerli sermayeyi yabancı olmaya zorlamış oluruz. Asırlardır tecrübe edilmiş mahsurlu usullerin yeni bir marifetmiş gibi yeniden getirtilmesine teşebbüs edileceğini asla tahmin etmezdik.
“Diyorlar ki Hollanda büyük inekler getirecek. Böylece inek beslemeyi öğretecek, tohumlar ıslah edilecek. Âlemin hiç işi kalmadı da Türklerin tohumunu düzeltelim, hayvanlarını büyük yapalım diye mi buraya gelecek? Bunlar bizde eskiden de vardı. Zorla çıkardık memleketten. Girdikten sonra çıkarılması baş belasıdır. Üç yüz senede zorla çıkardık.
“Bugün Afrika kabileleri, kendi topraklarını işleten yabancılara karşı ayaklanmışlardır. Bizim iktidar, gül gibi toprağımıza, Afrika kabilelerinin kovduğu yabancı sermayeyi getirmek istiyor.
“Petrol Kanunu bir kapitülasyon kanunudur. Bu kanunla memleket bilinmeyen meçhul akıbetlere sürüklenmiştir.
“Biz bu memleketi sokakta hazır bulmadık! Biz bu memleketi bir avuç harabe halinde aldık! Yabancı ellere kaptırmayacağız! Bu memlekette kapitülasyonların yeniden ortaya çıkmasına asla müsaade etmeyeceğiz! Ve bu uğurda sonuna kadar mücadele edeceğiz…
“Petrol Kanunu, kapitülasyon hükümleriyle hazırlanmış gönüllü bir kapitülasyon layihası olarak teklif edilmiştir.
“İşte profesörler, işte hukuk alimleri, hepsinin önünde söylüyorum. Petrol Kanunu’nu karşılıklı taahhüt şeklinde görmek, bir kapitülasyon devrini açmaktır.
“Petrol ve Yabancı Sermaye Kanunları, memleketin can evine dokunmaktadır. İktidara gelirsek düzelteceğiz. Bununla her zaman uğraşacağım. Bırakmam yakalarını..”

diyordu. Ne yazık ki Türkiye’de Amerika o kadar güçlenmişti ki, İsmet İnönü’ye rağmen yaşayacak güce erişmişti.

1950-1953 dönemindeki tarım politikasıyla, Türkiye tahıl ambarı haline gelmiştir. Fakat 1953’ten sonra genişletilecek arazinin kalmaması. Amerikan yardımlarının kısıtlanması ve Kore savaşının sona ermesi. Küçük Amerika diye dünyaya tanıtılan Türkiye’nin öneminin azalmasına sebep olmuştur. Dış ticaret fazla açık verdiği için kısıtlanmalar konmuş ve Türkiye 1955 yılından itibaren Amerika’dan tarım ürünleri almak zorunda kalmıştır. Bu konuda 12 Kasım 1956’da Tarım Ürünleri Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre:

1.Türkiye’ye satılan Amerika’nın tarım ürünleri fazlası, Amerika’nın aynı mallarının alıcısı bilinen pazarlara ve Amerika’nın düşman tanıdığı ülkelere satılmayacak ve yalnız Türkiye iç tüketimi için kullanılacaktır.
2.Bu antlaşmayla, Türkiye’ye satılacak malların dünya tahıl ürünlerinin piyasa, fiyatları üzerinde tesir yapmaması için, dünya piyasası üzerinde fiyat tespit edilecektir.
3.Türkiye’nin yetiştirdiği ve antlaşmada adı geçen veya benzeri mahsullerin Türkiye’de yapılacak ihracatı Amerika tarafından kontrol edilecektir.
4.Amerikan tarım ürünleri fazlası, Türk Lirasıyla satın alınacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’na yatırılacak olan bu Türk Liraları şöyle kullanılacaktır:
•ABD Hükümeti’nin Türkiye’deki masraflarına karşı ödenecektir.
•ABD tarım ürünlerine yeni piyasa imkânları temin için kullanılacaktır.
•Uluslararası eğitim mübadelesi, kitap ve gazete tercümelerine,
•Amerikan vatandaşları tarafından kurulup işletilen okul, kütüphane ve cemiyet merkezlerine yardıma,
•Paranın geri kalan kısmı faizle borç verilmek suretiyle kullanılacaktır.

Bu antlaşma ile Türkiye tarım ürünleri ihracatının Amerika tarafından kontrol edilmesini açıkça kabul etmiştir.

Şayet Amerika’nın tayin ettiği miktardan fazla buğday ihraç edilirse, ihraç edilen buğday kadar Amerikan buğdayını Türkiye kendi parasıyla satın alma cezasına çarptırılacaktır.

Gene 21 Şubat 1963 tarihli ve 11513 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan Amerikan Notasında, ikili antlaşmalara dayanarak şu istekler belirtiliyordu:

Notanın birinci bölümünde, “Türkiye’nin bir yıllık zeytinyağı ihracatı 10 bin tonla sınırlandırılmıştır” deniyordu. Eğer Türkiye’nin bu devredeki, yani bir yıl içindeki zeytinyağı ihracatı müsaade edilen miktarı aşarsa, Türkiye’nin kendi dövizi ile Amerika’dan aynı miktar nebatiyağ satın almak suretiyle cezalandırılması öngörülmektedir. Türkiye’deki zeytinyağı üretiminin artarak dışarıya satılması, Amerikan nebatiyağlarının ihracatını azaltacağı için, Amerika kendi üreticisini korumak maksadıyla Türkiye’nin zeytinyağı ihracatını kısıtlamıştır. Amerika’nın bu notasına zamanın Türk Hükümeti şu cevabı vermiştir:

“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin notadaki hususlar üzerinde mutabık olduğunu bildirmekle şeref duyarım.
“Ekselanslarından en derin saygılarımın kabulünü rica ederim.
Muhlis Ete”

Görüldüğü gibi, Amerika ile imzalanan bütün antlaşmaların karakteri budur. Bu tür antlaşmaların doğal sonucu Türkiye’de yabancı firmalara ve devletlere bağlı kapitalist bir sınıf doğmuştur. Yurdumuzda büyük yatırım isteyen bütün fabrika ve şirketler Amerikan sermayesi ile ortak olmuşlardır.

İktisadi Devlet Teşekkülleri, özel sermayeye % 50 veya daha fazla imkân tanımışlardır. Özel sermaye ise, yabancı sermaye ortaklığı ile, bu teşekkülleri de dış devletlere bağlamış ve ortaya yabancı sermayeyi koruyan devlet teşekkülleri çıkartılmıştır.

1966 yılı TBMM Kamu İktisadi Teşebbüsleri Ziraat İşleri Alt Komisyonu Raporuna göre, Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş., 3 milyar 80 milyon lira sermaye kullanmaktadır. Bunun 183 milyonu kendi öz kaynaklarından, 2 milyar 897 milyonu yabancı kaynaktandır. Fakat özel teşebbüs, kendisine ait görünen 2 milyar 897 milyonun, 2 milyar 334 milyonunu yine Devlet Hazinesi’nden almıştır. Türkiye Çimento Sanayii A.Ş. için de durum aynıdır. Şirket 10 fabrika kurmuştur. 9’una yabancı sermaye ortaktır. Sümerbank’ın imkânlarını genişleteceğiz diye toplam kaynaklarının % 95’i yabancı gruplara devredilmiştir. Bu yüzden banka, kâr yapma yerine faiz ve komisyon ödemek zorunda kalmıştır. 1964 yılında 30 milyon TL faiz ve komisyon ödenmiştir.
Yabancı sermayenin katıldığı diğer bir önemli kuruluş, Ereğli Demir Çelik Fabrikaları T.A.Ş.’dır. Bu kuruluşa Amerikan “Koppers Comp. ine.” (Washington Electrick ine Comp.)” ve “Blow Knox” adlı üç şirketin meydana getirdiği KOPPERS GRUBU ortak olmuştur. Bugün Ereğli Demir ve Çelik Fabrikaları T.A.Ş.’nin işleyişine bakarsak:

1. Kuruluşa ait incelemeyi ve iktisadi etüdü yapan firma: KOPPERS GRUBU
2. Şirkete gerekli 80 milyon dolarlık fabrika ünitesini sağlayacak firma: KOPPERS GRUBU
3. Müşavir firma: KOPPERS GRUBU
4. Montaja nezaret ve ilk işletme: KOPPERS GRUBU
5. Sevk ve idare müşaviri firma: KOPPERS INTERNATIONAL
6. Bazı mühendislik hizmetleri: TÜRK KOPPERS
7. Ereğli’nin 9 kişilik yönetim kurulunda, 3 kişilik temsilci bulunduran hissedarın: KOPPERS GRUBU olduğunu görüyoruz.

Diğer taraftan kârlı iş alanları olan, müteahhitlik, arsa spekülasyonu, banka ve sigorta oyunlarıyla, bir avuç adam Türkiye’nin sayılı zenginleri arasına girmeye hak kazanmıştı. Talan o kadar ileri gitmişti ki, zamanın Başbakanı Menderes şu sözleri söylemeye mecbur oluyordu:

“Çalıyorlar birader, çalıyorlar. Ne diyeyim, Allah belasını versin! Ama ben ne yapayım? Ben Başvekilim, müfettiş değilim ki…”

Bu sözler çığırdan çıkan ve önüne geçilemeyen talanın dile getirilişidir. Aynı talan devam etmiş ve 1956 yılında Türkiye Sellüloz ve Kâğıt Fabrikası (SEKA)ya Amerika ortak edilmiştir. Kapılarımızın Amerikan sermayesine sonuna kadar açıldığı bu dönemde, diğer yüz kızartıcı antlaşmalar Askeri ve Siyasi Antlaşmalardır.

ASKERİ ANTLAŞMALAR

Demokrat Parti iktidara gelince, Amerika ile ilişkisini daha da kuvvetlendirmek ve fazla yardım almak için Askeri Antlaşmalar yapmakta ve 1949 yılında kurulmuş olan NATO’ya girmekte ısrar etmişti. Ancak bu kolay olmadı. Çünkü, NATO Kuzey Atlantik İttifakı olup bu örgütü oluşturan devletlerle Türkiye’nin komşuluğu yoktu ve bu askeri antlaşmadan yararlanması imkânsızdı. Ancak, Türkiye’deki egemen güçler, Doğu Akdeniz’de veya Ortadoğu’da kurulacak bir ittifak arzuluyorlardı. Fakat böyle bir ittifak yoktu.

Türkiye ve Yunanistan 1949 yılında Avrupa Konseyi’ne kabul edilmişti. O zaman İngiliz Times gazetesi, Türkiye’nin din, ırk, gelenek ve coğrafya bakımından Avrupa’dan farklı olmasına rağmen askeri bakımdan elverişli topraklara sahip olduğu ve bu kabulün Avrupa’nın çıkarına olacağını belirtiyordu.

Ne pahasına olursa olsun NATO’ya girmekte ısrar eden Türkiye, Amerika’yı memnun etmek için, Kore’ye asker yolladı. Bununla ilgili olarak devrin Bakanlarından Fahri Belen şöyle demiştir:

“Kararın ne şekilde verildiğini biliyor musunuz? Yalova’da Reisicumhur, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı karar vermişlerdi… Usulen Bakanlar Kurulu’ndan karar alınması, uysal arkadaşları iştirak ettirmek suretiyle temin edilmiş, bendeniz ve sayın Nihat Reşat Belger bu toplantıya davet edilmemiştir.”

Böyle bir kararın sonucu, Türkiye Kore’ye asker yollamıştır. Çünkü bunun amacı, Amerika’dan çok yardım almak ve NATO’ya girmek için Amerika’nın isteklerine uymaktır. Onlar için masum Türkiye halkının haksız ve bizi hiç ilgilendirmeyen bir savaşta ölmesi önemli değildir. Önemli olan zengin türetmek için Amerika’dan yardım almaktır. Nitekim, 1964 Kıbrıs buhranındaki Amerikan tutumuna karşı, Kore’de madalya alan askerler bunları sahiplerine iade etmişlerdir.

Türkiye’nin bu tutumu üzerine Amerika, NATO’ ya girmemizi kabule yanaşmamış, ancak bu defa diğer NATO devletleri reddetmişlerdir. Red gerekçelerinde haklıdırlar; NATO Kuzey Atlantik İttifakıdır, Türkiye ise Atlantik değil Akdeniz ülkesidir. Danimarka ve Norveç gibi ülkeler Akdeniz’de çıkacak bir savaşa Türkiye yüzünden bulaşmak istememektedirler.

İngiltere Türkiye’nin bu durumunu gözden kaçırmadı. Ortadoğu’da prestijini kaybeden İngiltere, Türkiye’yi Ortadoğu’da askeri bir ittifaka girmek için paravan olarak kullanmayı düşünüyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı Morrison bunu şöyle dile getiriyordu:

“… Şimdiye dek asıl güçlüğün Kuzey Atlantik Antlaşmasına katılma isteğiyle Ortadoğu’nun genel savunmasıyla ilgili durumun bağdaştırılması…”

Bundan iki gün sonra Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, NATO’ya alınacak Türkiye’nin, bir Orta Doğu İttifakına girmeye hazır olduğunu ilan ediyordu. Artık engeller kalkmıştı ve 1952 yılında NATO’ya girildi.

NATO, başta Amerika olmak üzere diğer emperyalist ülkelerin ve onların Türkiye’deki bir avuç komisyoncusunun sermayelerine bekçilik eden bir askeri ittifaktır. Bütünüyle Türkiye halkının çıkarlarına aykın olan bu antlaşmanın varlığına dayanılarak kabul edilen çok daha ağır ve menfaatimize aykın antlaşmalar vardır.

NATO gereğince, Kuvvetler Sözleşmesi Antlaşmalanna göre Türkiye’deki Amerikalılar ayrı bir statüye tabidir. Sözleşmeye göre, Türkiye’deki görevli asker, sivil bütün personel ve onların yakınları görev anında işledikleri suçlarla ilgili olarak Amerikan makamlarınca yargılanacaklardır. Ve suç ile resmi görev ilişkisinin tayininin tek ve son mercii Amerikan Askeri Yardım Grubu (Jusmat) Başkanı’dır.

Kasım’ında Amerikalı Yarbay Morrison, Ankara’da, Çankaya’daki Amerikan Klübü’nden akşam, çalışma saatleri dışında çıktıktan sonra 80 kilometre hızla sürdüğü arabasıyla toplu halde yürüyen 11 askerimizi çiğnediği halde görevli olduğu belgesi ve iddiasıyla Türk adli makamlarına verilmemiştir. Çiğnenen erlerden biri ölmüş, birkaçı felç olmuştur. Bu olaylar çok kere tekerrür etmiş ve hepsinde sonuç aynı olmuştur.
1954 yılında Türkiye ile ABD arasında Vergi Muafiyetleri Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma DP’nin çıkmaza girdiği ve Amerika’nın yardımları kıstığı 1954 ortamında imzalanmıştır. Antlaşma gereğince, Amerika’dan ve Amerikalılardan alınmayacak vergiler şunlardır:

1.İthalat vergisi,
2.Resim ve ücretler, muamele vergisi,
3.Nakliyat resmi, harçlar ve damga resmi,
4.Elektrik ve havagazı vergileri,
5.Kazan ve motorlardan Belediyece alınan yergiler,
6.Akaryakıt vergisi,
7.Telgraf, telefon ve Millî Savunma vergisi,
8.Gemi ve uçaklar dolayısıyla liman ve meydanlardan alınan resim ve ücretler,
9.Belediyece alman ilan resmî, şeker istihlak vergisi, Tekel vergisi,
10.Müdafaa ve hususi istihlak vergileridir.

Gümrük vergileri Amerika için tamamen kaldırılmış ve bugün yurdumuzda kaçak satılan Amerikan mallarının dolmasına sebep olmuştur.

Yurdumuzdaki Amerikalılar üzerinde yargı yetkisinin olmaması, gümrük ve vergiden muaf tutulmalarıyla ilgili bu birkaç antlaşma dahi Türkiye’nin bağımsızlığının ayaklar altında çiğnenmesine yetmektedir.

Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı yıllarında bu konuda şöyle diyordu:

UYGULADIĞI BİR VERGİYİ YABANCILARA KOYAMAZ, GÜMRÜK MUAMELELERİNİ, RESİMLERİNİ MEMLEKETİN VE MİLLETİN İHTİYAÇLARINA GÖRE DÜZENLENMESİ YASAKTIR VE BİR DEVLET Kİ, FAZLA OLARAK YABANCILAR ÜZERİNDE YARGI HAKKINI UYGULAMAKTAN MAHRUMDUR.
“BÖYLE BİR DEVLETE PEK TABİİ BAĞIMSIZ DENEMEZ…”

Bu sözlerden sonra şunu demek gerekir; Şayet bu antlaşmalara rağmen Türkiye hâlâ bağımsız ise, o zaman;

KURTULUŞ SAVAŞI NEDEN VERİLMİŞTİR?…
MUSTAFA KEMAL YALAN MI SÖYLEMEKTEDİR?…
YA BU ANTLAŞMALARA GİREN TÜRKİYE YARI BAĞIMLIDIR, VEYA KURTULUŞ SAVAŞI BAĞIMSIZLIK SAVAŞI DEĞİLDİR…

Amerika ile imzalanan askeri antlaşmalar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapısını da değiştirmiş ve Amerikan Ordu yapısına benzetilmek istenmiştir. Amerika’nın büyük ordu kurması ve geliştirmesi çok masraflı olduğu için yabancı orduları Amerikanlaştırmayı, ittifaklarla istediği zaman kullanmayı daha uygun bulmuştur. Amerikan Ordusu’nun personel ve malzeme kadroları ordumuza aynen tatbik edildi. Ve DP döneminin özlemi “KARDEŞ AMERİKAN ORDUSU” meydana getirilmeye çalışıldı. Kuruluş ve kadrolar değiştiği için eğitim ikmal usulleri ve taktikleri Amerikan kitapları Türkçeye çevrilerek aynen uygulandı. Hatta o kadar ki, Amerikan Ordusu idare talimatnamesindeki “PAPAZ” yazılan yere “ALAY İMAMI” koyacak kadar sadık kalındı.
Amerikan Askeri Yardım Kurulu başını bir general HARP AKADEMİSİ öğrenim süresinin bir yıla indirilmesini çünkü Türk Ordusu’nun denizaşırı bir hareket yapamayacağını, asıl görevinin büyük çaplı bir kara harekâtını gerilla savaşı ve tabur üniteleri şeklinde yürütmek olduğunu ve bunun için de üç yıllık Harp Akademisi öğreniminin gereksiz olduğunu iddia ediyordu, Amerikalı bir profesör ise, Türkiye’de yaptığı inceleme sonunda Amerikan Askeri, Yardımını şöyle değerlendiriyordu:

“Truman doktrinini uygulamak üzere, 1948’de Amerikan Askeri Yardımının tesisi ile Türk Ordusu, generallerinin onlardan çok daha yüksek ücret ve imtiyaza sahip Amerikalı çavuşlar tarafından eğitime tabi tutulması gibi acaip bir durum karşısında kalmıştır…”

Kurtuluş Savaşı’nda, Amerika da dahil bütün emperyalist ülkeleri yenen ordumuz, bu etkilerle yapısını değiştirmiş ve Amerikan sermayesi ile askerî ittifakların emrine sokulmak istenmiştir. Bütün bu değişimler DP ve onun temsil ettiği sermaye çevreleri açısından normaldir. Onlar, Mustafa Kemal Türkiye’sinde ve Kurtuluş Savaşımızın Ordusu’na karşıdırlar. Onlar için en iyi ordu, ortakları olan Amerika ve kendi sermayelerini en iyi koruyacak ordudur. Bu amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Menfaatleri gereği imzalamış oldukları bu anlaşmaları, Türkiye halkından, Meclis’ten ve bazı Bakanlardan gizlemişlerdir.

27 Mayıs ihtilalinden sonra bu anlaşmalar aranmış fakat çoğu bulunamamıştır.

Siyasî Anlaşmalar

Türkiye’nin NATO’ya girmesi, Eisenhoover’in Amerika Cumhurbaşkanı seçilmesi, Kore Savaşı’nın sona ermesi ve Amerika’nın Ortadoğu ile ciddi ilgilenmesi sonucu, İngiltere, Ortadoğu’da bir askeri kumandanlığın değişik bir isim altında kurulması için Amerika ile işbirliği yapmıştır. Amerika’nın teşebbüsleri sonucu Türkiye’nin, Ortadoğu’da kurulacak bir savunma teşkilatının liderliğini üzerine almaya istekli olduğunu bildiği için kumandanlığa katılacak diğer devletleri bulmaya çalışmıştır. Böyle bir antlaşmada Türkiye tam anlamıyla paravana olarak kullanılacaktır. Çünkü, İngiltere’nin Ortadoğu’da çıkarlarını korumak için bir antlaşma yapmaya yüzü tutmamaktadır. Ve Süveyş Kanalı konusunda Mısır’la arası son derece açılmıştır. Önce Türkiye ile Pakistan arasında Karaşi Antlaşması imzalandı ve 1954’te yürürlüğe girdi. Türkiye, Irak’ı bu antlaşma ile imzalanan pakta almak istemiş, fakat Süveyş meselesi hâlâ çözümlenemediği için Mısır karşı çıkmıştır. Bunun üzerine İngiltere, önce Mısırla Süveyş konusunda geçici bir antlaşma imzaladı, sonra Irak Başbakanı Nuri Sait Türkiye’ye pakta girmek için karar verdiğini bildirdi. Türk Hükümeti, Suriye ve Lübnan’ın pakta girmesine çalıştıysa da sonuç alamadı.

Irak’ın antlaşmayı kabulünden sonra 1955’te BAĞDAT PAKTI ANTLAŞMASI imzalanmıştır. Bu antlaşmanın 5. maddesine göre, antlaşma Arap Birliği üyesi devletlere açıktır. İsmi yazılı olmadığı halde antlaşmaya İngiltere de katılmıştır. Zaten antlaşmanın asıl amacı Amerika ve İngiltere’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını korumaktır. 1955 yılının sonlarında İran ve Pakistan da pakta dahil olmuştur. Böylece İngiltere ve Amerika Ortadoğu petrollerini güvenlik altına almışlardır.

Bu paktın üye devletlere askerî hiçbir faydası olmamıştır ve esasen buna imkân da yoktur. Aksine Arapları birleştirmiş, Irak’taki geçici hükümeti zayıflatmış ve yalnız kalan hükümet 1958 yılında ihtilalle düşmüştür. İhtilalden sonra İngiltere’nin üsleri Irak’tan çıkarılmıştır.

Bağdat Paktı yüzünden Türkiye ile Arap devletlerinin arası açıldı. Hatta Türkiye yabancı devletlerin etkisi ile 1957 yılında Suriye’ye silahlı müdahale hazırlığı yapmış, son anda vazgeçmiştir. Irak’taki ihtilalden sonra Bağdat Paktının varlığı tehlikeye girdi. Arap halkı pakta karşı çok büyük tepki gösterdi. Durumu görüşmek üzere üye devletler Irak hariç, 1958’de Londra’da toplanarak Dekleıasyon imzaladılar. Pakta üye devletler Irak’ın durumunu görüştüler, ayrıca Amerika’nın Türkiye üzerinden Lübnan’a, İngiltere’nin Ürdün’e müdahalesini kararlaştırdılar. Amerika bu pakta çok önem veriyordu. Çünkü 1954’te Türkiye ile imzaladığı askerî bir antlaşmadan dolayı Bağdat Paktı’na dolaylı üye idi. Deklarasyon dünyada ilk defa “Endrek Saldırı” terimini kullandı. Bunun ne anlama geleceği, nasıl tatbik edileceği şartlara ve uygulamalara bağlıdır. Herhangi bir meseleden dolayı, endrek saldırının sorumluluğu altına girilebilir.
Amerika bu fırsatı değerlendirmek için 1959 yılında, dolaylı saldırıyı içine alan bir antlaşma imzalamıştır.

Bu antlaşmanın 1. maddesinde şöyle denilmektedir:

“Orta Doğu’da sulh istikrarı istihdaf eden müşterek karar suretinde derpiş edildiği veçhile, Silahlı Kuvvetlerin kullanılması da dahil olmak üzere ABD’nin Anayasasına uygun gerekli her türlü harekete geçecektir.”

Bunun anlamı; Amerika, Ortadoğu’daki barış ve düzeni antlaşmalar gereğince korumak için Silahlı Kuvvetler dahil olmak üzere ABD’nin Anayasasına uygun her türlü eyleme geçebilir demektir. Barıştan kasdedilen, Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu sömürmesi için statükonun devamı, düzenden kasdedilen ise, Türkiye’deki sermayesi ve Ortadoğu’nun petrolleridir. Amerika bununla da yetinmemiştir. Irak ihtilalinden Türkiye ve dünya iki gün haber alamamıştır. İhtilalden bir gün sonra İsrail ateşesi Albay Michael, İsrail Başbakanı ve Genelkurmay Başkanı adına Türk Genelkurmayı’na giderek şu teklifi yapmıştır:

“Ürdün Krallığı İngiltere, Lübnan Cumhuriyeti Amerika tarafından işgal edilecektir. İsrail de Suriye’yi Birleşik Arap Cumhuriyetinden ayıracaktır. Türkiye de İran ile birlikte İrak’taki Nuri Essayit Rejimini restore edecektir.”

Teklif Genelkurmay Başkanı tarafından Cumhurbaşkanı ve Hükümete götürülerek kabul edilmiş, fakat uygulanmamıştır. Burada Amerika’nın oynamak istediği oyun şudur; Irak ihtilalini bastırmak için Arap devletlerine saldıracak ve Irak’ı savaşa sokacaktır. Haksız olduğunu bildiği için ihtilali iki gün kamuoyundan gizlemiştir.
Bütün bu karışıklıklar ortamında Amerika, Türkiye’yi çok sadık bulduğundan Paktın merkezini Ankara’ya taşıdı ve adı da değişerek CENTO oldu. Amerika esas üye olmamasına rağmen, CENTO içinde en çok sivil ve asker bulunduran ülkedir. İran ve Pakistan CENTO’yu feshetmeyi her vesilede teklif ettikleri halde Amerika’nın emriyle Türkiye, kabul etmemektedir.
Görülüyor ki, siyasî, askerî, ekonomik ve kültürel anlaşmalardan sonra Türkiye tamamen yan bağımlı bir ülke olmuştur.

1950’de iktidara gelen DP birkaç yıl Dolar şarkıları söyleyerek bayram yapmış, dış sermayeyi yurda doldurmuş, fakat 1960’a doğru bayramın tadı kaçmış ve nihayet 1960 yılında çaldığı davul patlamıştır.

On yıllık dönemde, işçilerin bütün demokratik haklan kısıtlanmış, tarım ağaları desteklenmiş, köylüler ise tefeci ve ağaların sömürüsü altında perişan olmuşlardır. Gelen yabancı sermaye ve izledikleri temel politika gereği bir avuç sanayici, tüccar ve ağa, elde ettikleri kârlarla rekor kırmışlar, buna karşı toplumun diğer kesimleri ise millî gelirden çok az bir pay almışlardır. Az topraklı köylüler arazilerini ağalara kaptırmışlar, memurlar, topraksız köylüler ve sanayi işçileri aç kalır duruma gelmişlerdir. Ekonomideki enflasyon, yoksul halkı perişan etmiş, sermaye çevreleri ise gelirlerini artırmışlardır.

Kısacası, Hükümet ve Amerika ile ortak sermaye çevreleri hariç, gidişten herkes ıstırap duymaktadır. Halk uyanmaya ve direnmeye başlamıştır. Memurlar, subaylar ve öğrenciler çok ağır geçim şartları içinde oldukları için, bir taraftan ülkenin sürüklendiği batak, diğer taraftan geçim derdi, bilhassa büyük şehirlerde Hükümete karşı direnmeleri yaratmıştır. DP iktidarı bunlara karşı, çeşitli baskı metodları kullanmıştır. Varlığını devam ettirmek için her şeyi haklı görmekte, en ufak bir tepkiyi çok sert karşılamakta ve kendisini yenilmez bir güç görerek talana devam etmektedir. Bu tutuma karşı İsmet İnönü şöyle diyor:

“Vaziyeti bahane ederek daha geniş kazanç peşinde koşan- ların hareketini tahlile lüzum yoktur. Onlar beğendiklerini yapsınlar, ama hareketlerinin kendilerine gayrimeşru daha fazla kazanç değil, sadece dert sağlayacağını görecekler, ticaret hayatında kumar oynamanın akıbetlerine en kısa zamanda katlanmak zorunda kalacaklardır. Bu husustaki kararımızın değişmez mahiyetini burada belirtmek isterim.”

DP Hükümeti hem ekonomiye hem de siyasî yapıyı çıkmaza sokmuştur. Türkiye’de ekonomik ve politik kriz başlamış, birçok kurum ve müesseselerde ciddi çöküşler olmuştur.

Ordu, basın, üniversite ve halkın diğer kesimlerinde sert tepkiler başlamıştır. Ordu iktidara karşı gizli örgütlenmeye başlamış, basın, yılların sansürü ve baskısına karşı çıkmış, özgürlük istenmiştir. Üniversiteler, öğrenci ve öğretim üyeleriyle ayaklanmışlar ve Ankara ile İstanbul devamlı sokak çarpışmalarına sahne olmuştur.

Hükümet hâlâ pervasızlık içinde, “Biz milletin iradesiyle geldik, yine milletin iradesiyle gideriz” diyerek olaylara gülmektedir. CHP, DP’ye karşı kesin tavır almış ve gençliği desteklemiştir.

Nihayet 27 Mayıs 1960 günü Türk Silahlı Kuvvetleri duruma müdahale etmiş ve idareyi ele almıştır.

27 MAYIS İHTİLALİ VE SONRASI

27 Mayıs İhtilali toplumumuzdaki sosyal bir patlamadır. Amacını anlayabilmek için iki temel ilkeye dikkat etmek gerekir.

1) 27 Mayıs’ı doğuran sebepler
2) Başarıdan sonra elde edilen sonuç

Bu iki gerçek özelliğe cevap verdiğimiz zaman 27 Mayıs’ın asıl sebebini anlamak mümkün olur.

İhtilali doğuran sebepler, kökü derinlerde olan ve büyük bir sosyal değişimi gerektüen sebepler değildir. On yıllık DP politikası ile ilgilidir. Ayrıca bu sebepler DP politikasının tamamım da içine almamıştır. Demek ki 27 Mayıs DP politikasının sadece bir kısmını kapsayan ve onun sebep teşkil ettiği sosyal bir patlamadır.

DP’nin ekonomik yapıda uyguladığı ve bazen kendisinin de kontrol altına alamadığı partizanlık, rüşvet, suiistimal, keyfi muamele gibi tutumlar halkın ve muhalefetin tepkisi ile karşılanıyordu. Bilhassa 1958 yılındaki ekonomik krizden sonra bu tepki daha da belirgin hale geldi. Enflasyon ve devalüasyon politikası işçi, köylü ve dar gelirlilerin yaşama şartlarını çok daha zorlaştırıyordu. Memurlar, Öğrenciler ve subayların gelirleri düşük, yaşama şartları ağırdı. Amerika yardımı kısmış, bol yardımlı parlak dönem geride kalmıştı. Oysa ekonomiyi dış yardım olmadan ayakta tutmak mümkün değildi. Bu durum iki yıl devam etti. Muhalefet partisi CHP halkın bu hoşnutsuzluğunu bildiğinden erken seçime gitmeyi arzuluyordu. Fakat DP’nin seçim yapmaya niyeti yoktu. Toplumdaki ezilen sınıflardan işçi sınıfı grev ve hiçbir demokratik hakkı olmadığı için çıkış yapamıyordu. Köylüler, tefeci ve ağaların kontrolünde oldukları için susuyorlar ve yardımı kendilerini sömüren ağa, tefeci takımından bekliyorlardı. Memurlar en ufak bir çıkışta oradan oraya sürgün ediliyorlardı. Geriye toplumda çıkış yapabilecek iki güç kalıyordu. Bu güçlerden başka politik bir örgüt olan CHP’de direniyordu.

1960 yılı, toplumdaki huzursuzluğun ve ekonomik krizin siyasî bir krize dönüşmesine sahne oldu. Üniversitelerde öğrenci ve öğretim üyeleri direnmeğe başladı. Bunu Ordu içindeki ciddî kıpırdanışlar ve örgütlenmeler takip etti. Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerimiz her gün sokak çatışmalarına sahne oluyordu. Bu hareketler muhalefet partisi CHP’den tam destek görüyordu. Üniversiteler basılıyor, rektörler dövülüyor ve okullar kapatılıyordu. Ordudaki kıpırdanışlar gözle görülür oldu. Hükümet varlığını korumak için hazırlıklara başladı.

Bu amaçla bir meclis Tahkikat Komisyonu kuruldu ve bu komisyona olağanüstü yetkiler verildi. Ayrıca DP Meclis’te muhalefeti feshettiğini bildirdi, basını susturmak için tutuklamalara girişti, Ankara ve İstanbul’daki gençlik hareketlerini bastırmak için sıkıyönetim ilan etti. Fakat Ordu genel tutumuyla DP’ye karşıydı. DP kendisini güçlü zannetmesine, Vatan Cephesi kurmasına rağmen, Ordu, karşısındaydı. Menderes pervasız davranıyor ve düşüncesini şöyle dile getiriyordu:

“Paşalar saltanatını yıkacağım. Ben Orduyu yedek subaylarla da idare ederim.”

Bu sözler kulaktan kulağa dolaşıyor ve bilhassa kurmayların tepkisini arttırıyordu.
Diğer taraftan DP Hükümeti’nin Amerika ile askerî ilişkileri bozulmuştu. Menderes, çevresindeki bir avuç kişiyi mutlu etmek için vatanı satarak her türlü tahakkümü kabul etmesine rağmen Amerika’nın dar zamanında yardıma yetişmemesi Menderes’in zoruna gidiyordu. Öyle ki, yardım almak için Sovyetler’e yanaşıyor ve onlardan medet umuyordu. Sonra Sovyet yardımı olmadı ve Hükümet ekonomik krizin batağına iyice saplandı.

Ekonomik ve politik krizin son haddine vardığı bir ortamda 27 Mayıs İhtilali oldu. Kısaca ifade etmek gerekirse, 27 Mayıs, sadece politik krize son vermek için yapılmıştır. Ekonomik kriz ise siyasî değişikliğin etkisi ile bir müddet göze görünmemiş, fakat sonradan tekrar su yüzüne çıkmıştır. İhtilal ekonomik yapıyı hedef almadığı için Amerika ve onun emrindeki CIA (Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı), İhtilale seyirci kalmıştır. Çünkü Amerika için önemli olan ekonomik yapıdır ve o da zaten kontrolü altındadır. Siyasî yapı fazla önemli değildir: Onun arzuladığı kendi sömürü çıkarlarının devamıdır. Bunun için rejim, ister Krallık olsun, ister Cumhuriyet olsun, ister askerî idare olsun önemli değildir. Yeter ki gelecek idare kendisine karşı olmasın ve ekonomik değişme gitmesin, Amerikan Hükümeti ve CIA, ihtilal olacağını biliyordu. Zaten ihtilal günlerine doğru bu oluşu, günü ve saati hariç herkes seziyordu. CIA durumu yakından takip ediyor ve Amerika’ya devamlı bilgi veriyordu. O günlerde bir Amerikan gazetesi şunları yazıyordu:

“CIA ihtilalden aylarca evvel, Washington’a göndermeye başladığı raporlarda hükümet darbesinin kaçınılmaz olduğunu yazıyordu. Raporlardan biri şöyle son buluyordu. (Menderesin günleri sayılıdır.) CIA, Cemal Gürselin ihtilaldeki rolünü vaktinde sezmemiş olmakla birlikte, ihtilâlin hazırlandığını yakınen biliyordu. Buna fazla şaşmamak gerekirdi. Zira sabrının son haddine gelen Türk Milleti açıktan açığa bir ihtilâlden bahsetmeye başlamış ve gözlerini Orduya çevirmişti… İhtilali yapanların çevreleri ile temas temin etmeğe muvaffak olan CIA mensupları durumu günü gününe Washington’a bildiriyorlardı.”

Fakat her nedense CIA bu durumu Menderes Hükümeti’ne haber vermemiştir. 27 Mayısı yapan subay kadrosu, iyi niyetli olmasına rağmen, politikadan anlamadıkları için çok zorluk çekmişlerdir. Öyle ki, gece ihtilal planı yapılırken ertesi gün ne yapacaklarını bilmiyorlardı. İhtilal başarıya ulaştıktan sonra ertesi gün bir komite kurmak ihtiyacı duydukları için Millî Birlik Komitesi kurmuşlardır. İhtilal halkın arzusunu ve isteklerini cevaplamış olmasına rağmen toplumsal bir temeli yoktur. İhtilalden önce halk kesimi ile hiçbir ilişkiye ve örgütlenmeye gidilmemiştir.

Esasen ihtilali yapanlar politikayı uzun müddet ellerinde tutmaya niyetli değildi. DP’nin hatalı yanlarını Anayasa’daki boşluklarda gördükleri için hiçbir iktidarın keyfi muamelesine meydan vermeyecek bir anayasa hazırlayıp iktidarı sivil idareye devretmek niye-tindeydiler. İhtilal günü İstanbul’dan uçakla profesörler, Ankara’ya çağırıldı. Cemal Gürsel’in onlara hitabı kısaca şu idi:

“Sizden istediğim yeni anayasa, Türk milletinin yaradılış ve karakteriyle, ilerleyen zamanın icaplarına uygun olmalı ve bu anayasayı bir daha, hiçbir hükümetin istismar edip, millet kaderini oyuncak edemeyeceği bir şekilde olmalıdır.”

Bunun üzerine toplanan bir Bilim Kurulu, 1961 Anayasası’nı hazırladı. Ve halkın referandumuna sunarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî anayasası oldu.27 Mayıs ihtilalinden sonra sermaye çevreleri paniğe kapıldılar. Çünkü istedikleri gibi kullanabildikleri bir hükümet düşmüştü. İhtilal hükümeti, sosyal adaletten bahsediyor; servet beyannamesi istiyor ve yeni anayasa hazırlıyordu. Çıkarlarını tehlikede gördükleri için çok kuşkuluydular. Sıtkı Ulay bu durumu şöyle belirtmektedir:

“İhtilâfın ilk günlerinde gidişten nem kapıp bazı endişeler duyan ve hisseden birtakım kapital sahipleri ile muhafazakâr zihniyetin, mümessilleri Gürsel’i ya direkt olarak kendi fikir çevreleri ve etkileri altına almak ya da sevdiklerini ona musallat ederek, arzuladıkları istikamete yöneltmek çabasında idiler… Yine ihtilâlin ilk günlerinden itibaren iş adamlarıyla paralel yürüyen bir masonlar halkası da etrafımızı çevreleme yolunda idi. Biz, masonların siyasete karışmadıklarını, yalan söylemediklerini ve kötü insanlar olmadıklarını zannediyorduk. Fakat Türkiye’deki faaliyet maalesef böyle cereyan etmiyordu. Kaç defa kabine kurmuş isek sayın Gürsel’e sağdan soldan gelen tesirlerle bu kabinelerde mason arkadaşlar bir türlü eksik olmuyordu.”

İş çevreleri, ihtilalcileri etki altına almaya çalışırken, toplumun diğer sınıf ve tabaklarının ihtiyaçlarına karşı ihtilal kadrosu belli olanaklar tanıyordu. Gelir Vergisi Kanunu çıkarılarak, dar gelirlilerin hayat seviyesi düzeltilmek istendi. Servet beyannamesi ile vergi kaçakçılığının önüne geçilmeye çalışıldı. Sosyalizasyon Kanunu ile en uzak bölgelere sağlık hizmetleri götürülecekti. Yedek Subay Öğretmenlerle eğitim hizmetine hız verildi. Grev hakkı benimsendi. Böylece kısmen halka dönük çalışmalar yürütüldü.

Diğer taraftan Millî Birlik Komitesi, Amerika’nın Menderesi kurtarmak için müdahalesine ihtimal veriyordu. Çünkü ihtilal sırasında bir ikili antlaşma tasdik için Meclis’te bekliyordu. Fakat Amerika, 27 Mayıs’a karşı tepki göstermemişti. Millî Birlik Hükümeti ile iyi ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Ordu kadrolarında yapılan değişiklikleri olumlu karşılamıştır. O yıl tarım ürünlerindeki üretim düşük olduğu için, buğday getirerek sıkıntıyı atlatmıştır. Ereğli Demir-Çelik Fabrikası bu dönemde imtiyazlar sağlamıştır. Yerli özel teşebbüs, yatırımlarını kısmasına rağmen Amerikan sermayesinin girişi artmıştır.

Millî Birlik Hükümeti’nin kısa döneminden sonra, günümüze kadar olan planlı kalkınma dönemi başladı. 1961 seçimleriyle koalisyon hükümeti kuruldu ve İsmet İnönü Başbakan oldu. Fakat ihtilali yapan kadronun ordudaki tasfiyesi ve iktidarın kısa zamanda sivillere devredilmesi, orduda bazı karışıklıklar çıkardı. Gitgide artan bu karışıklık, yeni darbe hazırlıklarına yol açtı. Önce 22 Şubat’ta sonra 21 Mayıs’ta olmak üzere iki defa darbe teşebbüsü oldu. Fakat başarılamadı.

27 Mayıs ve Millî Birlik Komitesi’ne ait böylece kısa bir açıklama yaptıktan sonra 1961-1971 arasındaki on yıllık dönemin ekonomik yapısına bir göz atalım.

Planlı Kalkınma Dönemi

1961-1971 dönemi birçok iktidarların değişikliği ile geçmiştir. Hepsinde ekonomi politikası hemen hemen aynıdır. Ve 1950-1960 döneminden çok farklı değildir. Amerika ile olan ilişkilere devam edilmiştir. Birçok ikili antlaşmalar imzalanmıştır. Bu dönemde göze çarpan ilk özellik, Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulmasıdır. Amerika, Koalisyon Hükümeti’ne Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulmasını salık vermiştir. Ve nasıl bir planlama yapılacağını şöyle açıklamıştır:

“Türk Hükümeti’nin kendi kendine yardım ve planlı kalkınma yoluna yönelmiş bulunması Başkan Kennedy idaresinin ekonomik kalkınma politikası yardımına da uygun bulunduğundan bilhassa takdir uyandırmaktadır. Aynı şekilde düşünmekte olduğumuzu hissetmek bizi memnun etmektedir.”

Hükümeti teşkil eden CHP’liler planlı kalkınmaya taraftar, AP ise karşıdır. Diğer taraftan DPT’da anlaşmazlık mevcuttur. Önceleri CHP ve AP arasında, planlı kalkınmanın uygulanıp uygulanmaması konusunda büyük tartışmalar oldu. AP planlı kalkınmanın komünist bir yol olduğunu iddia ediyordu. Sonunda Koalisyon Hükümeti planlı kalkınmanın uygulanmasını, fakat DPT’daki birçok uzmanların atılması konusunda anlaştılar. O zaman DPT’de uzmanlar arasındaki anlaşmazlık şu konularda meydana çıkmıştı:

1. Toprak Reformu konusunda,
2. İktisadî Devlet teşekküllerinin özel sermaye karşısında korunması konusunda,
3. Vergileme.

Toprak reformu, İktisadî devlet teşekküllerinin özel sermaye karşısında korunması ve vergilemede adil davranılmasını isteyen kadro tasfiye edildi.

Yapılan tasfiyeden sonra DPT, ilk beş yıllık kalkınma planını yaptı. Plana göre kalkınmanın geniş kısmı dış yardımlara dayanmaktadır. Ve beş yılda ödenecek borçlarla birlikte planın 10 milyar 980 milyon dış finansmana ihtiyacı vardır. Neticede gerekli dış finansman sağlanamadı. Ve beş yıllık planın amacı gerçekleştirilmedi. Bunun en büyük sebebi, başta Amerika olmak üzere, diğer emperyalist ülkelerin tutumudur.

Türkiye gibi geri bırakılmış bir ülkenin kalkınması için iki sektörde üretim yapılmalıdır.

1.Üretim malları sektörü yani ağır sanayi
2.Zaruri tüketim malları sektörü

Bu iki sektör geliştiği oranda geri bıraktırılmış ülkeler kalkınır. Halbuki emperyalist ülkeler böyle bir kalkınmayı istemezler. Kendi sermaye ve mamul maddelerine pazar bulmak amacıyla ağır sanayinin kurulmasına engel olur, hatta zaruri tüketim mallarından dahi bir kısmını kendi ülkesinden getirip satacağı için o sektörü de frenler. Geri bıraktırılmış ülkelerin bir tarım ülkesi olarak kalmasını ister. Nitekim Menderes Hükümeti on yıllık dönemde tarıma öncelik politikası uygulamıştır. Bu yüzden Amerika’nın istediği plan şudur:

1.Tarıma ağırlık verilmelidir.
2.Ağır sanayie önem verilmemelidir.
3.Lüks tüketim sektörüne ağırlık verilmelidir,
4.Eğitimi de buna göre ayarlamalıdır,
5.Gerekirse işsizliği önlemek için insan gücü ihraç etmelidir.

Birinci beş yıllık kalkınma planında, dış yardıma dayanılarak tesisi gereken ağır sanayi sayılabilecek aşağıdaki tesislerin kimi önlenmiş kimi ise yardım edilmeyerek geciktirilmiştir.

1.Petrol boru hattı,
2.Karadeniz bakır tesislerinin Etibank tarafından kurulması,
3.Volfram madeni tesisleri,
4.Boraks rafinerisinin Etibank tarafından kurulması,
5.Petro-Kimya kompleksi,
6.Azot sanayii projesi,
7.Kâğıt fabrikası projesi,

Amerika, yapacağı yardımın devlete ait olarak bu tesislerde kullanılmasını istememektedir. Bizzat kendisine ait olmasını istemektedir. O kadar ki, Boraks Rafinerisinin Amerika tarafından engellenmesi üzerine Etibank Polonya ile antlaşma imzalamıştır.

Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Hare tarafından antlaşma feshettirilmiştir. Fakat bu tesislerin hepsi 1965 yılında AP’nin iktidara gelmesinden sonra Amerika’nın istediği şekilde halledilmiştir.

Sanayi kesiminde, emperyalizm ve yerli ortaklarının en çok önem verdikleri sektör, lüks tüketim sektörüdür. Buna, fazla kâr getirdiği için ve üretimi ağır sanayiden başka alanlara kaydırdığı için önem vermektedir.

Eğitimi etkileyerek, geri bıraktırılmış bir ülkeye gerekli eleman yerine gelişmiş ekonomilerin ihtiyaçlarına cevap verir eleman yetişmesine çalışır. Bununla beyin sömürüsünü sağlar.

Yurdumuzdaki yüksekokullarda ekonomik ve teknik alanlarda öğretilen şeyler, Türkiye’nin değil emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmektir. Bu konuda o kadar ileri gitmiştir ki, bazen bir üniversiteyi bitiren öğrencinin Amerikan şirketlerinden başka yerde iş bulması zordur. En açık örnek Orta Doğu Teknik Üniversitesi’dir.

1956’da Türkiye’de Amerikan tipi üniversite kurmak ve yurdumuzdaki yatırımlarına gerekli elemanı yetiştirmek amacıyla DP iktidarına ODTÜ’yü kurdurmuştur.

nayasa’nın 3. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî dili Türkçe olmasına rağmen ODTÜ’nün resmî dili İngilizcedir. Eğitimi tamamen Amerikan tipi eğitimdir. Mezunlarının büyük çoğunluğu Amerikan şirketlerinde çalışmaktadır.

Atatürk Üniversitesi de aynı amaçla kurulmuştur.

Önemli diğer bir konu da işgücü ihracıdır. Türkiye’deki işsizliği kısmen önlemek ve patlamaları durdurmak için Avrupa, Kanada ve Avustralya’ya insan ihraç edilmiştir. Bugün yurt dışında olan işçilerin sayısı 750 bin civarındadır. Ve gitmek için sıra bekleyen milyonlarca kişi vardır. Hatta bir kısmı da Kanada ve Avustralya’ya göçmen olarak gitmektedir.

Her türlü fikir fahişeliği yapmayı meslek edinen iktidarlar, halkımızı açlığa mahkûm ederek aileleriyle yurdumuzu terk etmeye ve başka ülkelerin vatandaşı olmaya mecbur etmişlerdir.

Özetlemek gerekirse; Türkiye’de planlı kalkınma, Amerikan emperyalizmi ve ortaklarına gerekli yatırım alanları ve en iyi imkânlar tanımak için uygulanmaktadır. Planlı kalkınma gereğince Amerika yerli ortaklarıyla çok sağlam ittifak kurmuş, montaj sanayii, lüks tüketim sanayii hızla gelişmiştir.

Daha önce yabancı firmaların komisyoncusu olan kişi ve aileler bu defa montaj sanayiinde yabancı firmaların ortağı olmuşlardır. Sanayi alanındaki başlıca yabancı firmalar şunlardır:

1.Good-Year Lastik Fabrikası,
2.U.S. Royal Lastikleri A.Ş. (Üniroyal),Halit Çelenk 425
3.Chrysler Firmasına ait Dodge Otomobil ve Kamyonları,
4.Fargo
5.De Soto
6.M.A.N. Kamyon ve Otobüsleri,
7.Peugeot,
8.American Motors Corporation,
9.Mercedes Acentası,
10.Magirus Otobüsleri,
11.K.H. Deutz Kamyon ve traktörleri,
12.Renault Minibüsleri ve Otomobilleri,
13.Landrovver Jeepleri,
14.Geneto,
15.BMC Montaj sanayii,
16.Bedford Kamyonları,
17.UAZ Kamyonları,
18.Willys Jeepleri,

Bu şirketler kamyon, otobüs, minibüs, otomobil, jeep v.s. montaj sanayiidir.
1.DYO ve Sadolin Sentetik, Selülozik ve Vernik Fabrikaları (Sadolin, Holmblat Firmalarıyla).
2.YTONG Sanayii A.O. (İsveç, Ytong Enternasyonal Ş.’iyle)
3.Marley-Çifterler T.L.Ş. (The Marley, Tile Co. Ltd. ile)
4.Kavel Kablo ve Elektrik Malzemeleri Sanayi (Siemens ile)
5.Verdi Jeep Montaj Sanayii (Kaiser Ş. ile)
6.Berec Pil Fabrikası (The Ever Ready Co. Ltd. ile)
7.Bayraklı Boya Vernik sanayii (Vemis Claessens Şt. ile)
8.Skrip ve Sheaffer Mürekkep Sanayii ( )
9.Vinylex Yer Döşemeleri Sanayii (İtalyan Monsanto Chemical Şti. ile)
10.Merbolit Sun’î Mermer Sanayii (İsviçre Belersa Firması ile)
11.Kaleflex Yer Döşemeleri Sanayii A.Ş. (İngiliz Dunlop Semtex ve Francis Show and Co. ile)
12.Sifaş Naylon İplik Fabrikası (Zimmer Firması ile)
13.Turyağ Türkiye Yağ ve Mamulatı A.O. (İngiliz Eastova Ltd., Roger F. Dunn, Frank ST. Hilaere Firmalarıyla)
14.Kimya Derman Sanayii Ltd. Ş. (Alman Persil Geselsc- haft ile)
15.Sandoz Zirai Mücadele ilaçları Sanayii ( )
16.Melodi-Record Gramofon Fabrikaları (Philips ile)
17.Birleşik Alman İlaç Fabrikaları Türk Ltd. Ş.
18.Agro-Merck Ltd. Ş. (E. Merck A. G. ile)
19.Böhler Sert Maden Takım Sanayii (Avusturya Gebr. Böhler und Co. A.G. ile)

Bu gibi sanayii alanları yanında, büyük yatırım gerektiren yabancı sermaye-yerli müteşebbis ortaklığına devlet teşebbüsleri de katılmaktadır. Örneğin, yabancı sermaye ortaklığı ile kurulan Fiat otomobili imalatında, Makine ve Kimya Endüstrisi kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu, Sınai Kalkınma Bankası, İş Bankası ve Akbank gibi büyük kuruluşlar ortak olmuşlardır.

Lüks tüketim sanayii alanında OMO, Palmolive, Coca-Cola, Pepsi-Cola, Oralet, Colgale, Kolynos, İpana, Parker gibi deterjan, meşrubat, tuvalet malzemesi, mürekkep ve dolmakalem v.s. de yabancı firmalara patent ödeyen yerli firmalardır.

İmalat sanayiinde yabancı sermayeye büyük kâr sağlayan fabrikalar; dolmakalem fabrikası, fırça fabrikası, tıraş bıçağı fabrikası, kibrit fabrikası, güneş gözlüğü imalatı, duralit fabrikası, ambalaj ve çimento torbaları imalatı gibi fabrikalardır.

Diğer taraftan 1950 yılından beri hızla gelişen önemli bir sanayii kolu ilaç sanayiidir. En kârlı ve zahmetsiz sanayi kolu olup, gerekli ilaç aktif maddesinin % 98’i ithal edilmektedir. Dış devletlerde isim yapmış yabancı firmalar Türkiye’de kolayca tanınma imkânı bulmaktadır. 1965 yılındaki bir yabancı firmanın kârı % 230,7’dir. Bugün toplamı 128 olan firmaların 13’ü yabancı sermaye kuruluşlarıdır. Propaganda ve tanıtma imkânı fazla olan dış firmalar, yerli firmaların önüne geçmiştir.

Başlıca yabancı ilaç firmaları şunlardır; Haver, Carlo, Erba, Bioforma, Wyeth, A. Wander Ciba, Türk Hoechst, E.R. Squibb, Roche, Pfizer, Birleşik Alman, Abbott, Santa Farma ve Sandoz’dur.

Yurdumuzda yabancı sermaye ve firmalarla ortaklığın bayraktarlığını yapan özel teşebbüs erbabı Vehbi Koç’tur. Amerikan Dergisi Fortune’m yazdığına göre toplamı 100’den fazla olan Amerikan ve Avrupa firmasını Türkiye’de Vehbi Koç temsil etmektedir.

Yukarıda saydığımız firmalar, yabancı sermaye ortaklığı yönünden ön planda gelenlerdir. Bunlara daha yüzlerce firma adı katmak mümkündür. İşte yurdumuzda özel teşebbüsün durumu budur. Fabrika ve büyük firma kapasiteli olup da yabancı sermaye ile ortak olmayan kuruluş yoktur. Zaten yabancı sermaye boş kâr alanları bırakmamaktadır. Madenlerimize gelince; petrolün acı hikâyesinden daha önce genişçe bahsedilmişti. Diğer madenlerimizden başta gelen ve dünya piyasasmda çok kıymetli olanı BORAKS’tır. 900 milyar TL değerinde olan bu maden Anglo- Amerikan Consoyiated şirketinin elindedir. Ergani ve Karadeniz Bakır işletmelerinin üzerinde yabancı sermaye imtiyazı vardır. Diğer madenlerimizin başlıcaları taş kömürü, linyit, demir ve kromdur. Bunlardan ihraç edilebilinen krom olup son yıllarda dünya krom piyasasında damping olduğu için üretim oldukça azalmıştır. Diğerleri piyasada kullanılmasına rağmen, dış pazarların etkisi altındadır. Ve daima planda öngörülen seviyenin çok altında üretilmişlerdir.’

Yurdumuzdaki yatırım alanlarından bir tanesi de turizmdir. Geçmiş medeniyetlerin eşiği olan ve tabii güzellikleri ile dikkati çeken Türkiye dış sermayenin bu alana da girmesine sebep olmuştur, bilhassa Amerikan ve Fransız şirketleri sahillerimizi yağma ederek tatil köyleri inşa etmektedirler. Emperyalistler açısından turizmin diğer bir avantajı da yabancı firmaların hiç sermaye yatırmadan yatırım yapmalarıdır. Çünkü turizmi geliştirmek amacıyla yerli sermayeden kredi alabilmektedir.

Amerikan emperyalizminin 1961-1971 döneminde giriştiği yabancı sermaye yatırım alanlarından ve ekonomimizi nasıl kıskaca aldığından bahsettik. Amerika ile 1950-1960 yılları arasında askerî ve siyasî alanlarda imzalanan antlaşmalarından daha önce bahsetmiştik. Aynı antlaşmalar 1961-1971 döneminde de imzalanmıştır. Hatta yapılan araştırmalar sonunda, Türkiye’deki bazı Amerikan üslerinin antlaşmalar dahi olmadan yurdumuza sokulduğu görülmüştür. Emekli Orgeneral Refik Tulga konuyla ilgili şu açıklamayı yapmaktadır.

“Genelkurmay bir antlaşmaya dayanmadan kullanılan Sinop ve Yalova havaalanları için, Amerikalılara ‘ÇIKIN BURADAN’ diyordu. Amerikalıların karşılığı ‘Bize müsaadeyi Hükümet verdi’ oluyordu. ‘Peki gösterin antlaşmayı’ denilince Amerikalılar ‘Antlaşma yok’ demekten başka cevap bulamıyorlardı.”

Askerî antlaşmaların en ağır olanlarından biri 23 Haziran 1954 yılında imzalanmıştır. Bu antlaşma Amerika ile Türk Hükümeti adına Fuat Köprülü arasında imzalanmıştır.
Bu antlaşmaya göre; Amerikalıların Türkiye’de uygun bulacakları yerlerde kuracakları üs ve tesislerin yerleri, Türk Hükümeti tarafından sağlanacaktır. Yani bunların istimlak bedelleri Türkiye’nin bütçesinden ödenecektir. Bugüne kadar bu maksatla topraklarımız üzerinde Amerikalılara verilen arazi 35 milyon metre karedir. Üs ve tesislerde bulunan Amerikan kuvvetleri de NATO’ya değil Amerika’ya bağlıdır ve oradan emir alırlar. Ada- na’da İNCİRLİK hava üssü gibi beraber kullanılacak denilen bazı tesisler, 2 Ocak 1957 tarihli Türk ve Amerikan Garnizon komutanları için müşterek talimata göre yönetilir, fakat, Türkiye’de mevcut Amerikan Bitliklerinin antlaşmalar dışı kullanılmasından Türkiye için doğacak tehlikeleri önleyecek hukukî ve fiili bir teminat mevcut değildir.

Bu antlaşma ile, Amerikan hava, kara ve deniz kuvvetlerinin Türkiye topraklarını kullanmalarına müsaade edilmiştir.

Savunma tesisleri, üs veya mevzi adları altında hangi çeşit askerî tesislerin nerelerde kurulacağı konusu açık bırakılmıştır.

Amerikan Hava Kuvvetleri’ne mensup uçakların, Türk Hava Kuvvetleri’ne ait meydanlarda uçuş yapabilecekleri şartsız kabul edilmiştir.

Türkiye’de kurulmuş ve kurulacak Amerikan üs, tesis veya mevzilerinin genişletilebilecekleri ve Amerikalıların uygun görecekleri diğer mahallere de teşmili kabul edilmiştir. Kurulacak Amerikan üs ve tesislerine, malzeme, teçhizat yerleştirilebilecek akaryakıt, yağ, mühimmat ve ikmal maddeleri stokları yapılabilecek ve bunlar için gerekli güvenlik tedbirlerini Amerika alacaktır.

Askerî Kolaylıklar Programı gereği üs ve tesisler için gerekli araziyi, mevcut tesisler ve geçit hakları ile birlikte Türk Hükümeti ABD’ye bedelsiz olarak temin edecektir.
Savaş halinde Amerika, Türk hava meydanlarından bazılarıyla, Karadeniz’deki tesisleri de kullanabilecektir.

Antlaşmayla tanınan ve açıkça belirtilen kolaylıklardan bazılarıysa şunlardır:

Adana hava meydanında, üs destek, haberleşme, meteoroloji ve hava kurtarma birlikleri,
Adana civarında, açık deniz akaryakıt terminalleri, akaryakıt depoları, pipe-line ve liman nakliye birlikleri,
Esenboğa Havaalanı’nda; hava nakliye, hava muhabere, üs destek ve meteoroloji birlik ve tesisleri.
Ankara destek tesisleri için Ankara yakınında Balgat’ta arsa muhabere birlikleri önceden işgal ettikleri yerlerde kalacaklar ve kendilerine yeni yerler de bu antlaşmaya göre verilecektir.
İzmir, Güney Doğu Müttefik Hava Kuvvetleri için karargâh, meteoroloji, hava ulaştırma ve haberleşme tesisleri.
Karamürsel’deki dinleme ve Diyarbakır’daki Pirinçlik Radar Mevzileri hep bu kolaylıklar adı altında kurularak genişletilmiştir.

Hemen hemen tamamı bu antlaşma ile kurulan ve bugün yurdumuzda birer Amerikan adası gibi Türkiye’nin kontrolü dışındaki bu üstlerin, 25 Kasım 1963 tarihli Amerikan Hava Kuvvetleri Kumandanlığı Tesisleri Rehberine göre Türkiye’deki sayısı ve dağılımı şöyledir:

1.Afyon’da 1 tane
2.Adana’da 6 tane
3.Manisa’da 4 tane
4.Diyarbakır’da 1 tane
5.İstanbul’da 6 tane
6.Karamürsel’de 2 tane
7.Kocaeli’de 1 tane
8.Hatay’da 3 tane
9.Konya’da 6 tane
10.Trabzon’da 4 tane
11.Samsun’da 4 tane
12.İzmir’de 32 tane
13.Erzurum’da 2 tane
14.Ankara’da 29 tane

1963 yılında sayısı 101 olan bu üslere Türklerin girmesi yasaktır. 1964 yılında Kıbrıs buhranı dolayısıyla günün konusu olan bu ikili antlaşmalara karşı halkta büyük bir tepki doğdu. İsmet İnönü’nün Amerika’nın emriyle düşürülmesinden sonra, gitgide artan tepki Adalet Partisi Hükümeti’ni, halkı kandırmak için, “İkili Antlaşmaları yeniden gözden geçireceğiz…” demeye mecbur etti. Bir taraftan da Genelkurmay Başkanlığı diğer NATO ülkeleriyle Amerika arasında imzalanan antlaşmaları tetkik ederek, ikili Antlaşmalarla verilmiş imtiyazların kısıtlanması ve hepsinin bir araya toplanarak Amerika’ya ne kadar imtiyaz verildiğinin tetkiki için çaba gösteriyordu. Amerika, Türk Genelkurmayı’nın bu teşebbüsünü anında haber aldı ve 22 Kasım 1965 tarihli gizli belge ile ise fiilen el koydu. Gizli belgenin tam metni şudur:

Washington’daki Ordu Karargâh Dairesi’nin İstihbarat Başkan Yardımcısı Ofisi Başlığı olan bu belge, gizli damgasını ve 1-A işaretiyle belirtilen en ileri bir öncelik derecesini taşımaktadır. İstenen bilgilerin acele öğrenilerek en geç 20 Aralık 1965 tarihine kadar Washington’a ulaştırılması emrediliyordu. Belgenin öğrenilmek istenen kısmında;
“Türk Genelkurmayı’nın Avrupa’daki Amerikan üslerinin verilmesi ile ilgili şartlan araştırmakta olduğu bilgisi verilerek:
•Böyle bir teşebbüsün gerçek olmadığı,
•Avrupa’daki Amerikan üslerinin veriliş şartlarını öğrenme hareketini kimin başlattığı,
•Bu hareketin sebeplerinin bildirilmesi…

Ankara’daki Kara Ataşesi’nden isteniyordu.

Bilgi için de CIA ve Yunanistan’daki Kara Ataşesine ve ARMA adlı teşkilata başvurulması isteniyor ve yol göstermesi ve kılavuzluk için Atina’daki SORUŞTURMA MERKEZİ’ne birer kopya gönderiliyordu.

Bu gizli belge konusunda Amerika’ya kimlerin isimlerinin gönderildiğini bilmiyoruz. Fakat, aynı günlerde Cemal Gürsel büyük çabalardan sonra tedavi için Amerika’ya gönderildi. Aynı gün AP Hükümeti bir sağlık kuruluna Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanlığı yapamayacağına dair rapor çıkarttırdı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay emekliye ayrılarak Cumhurbaşkanı oldu. Genelkurmay Başkanlığı’na Cemal Tural getirildi. Buna rağmen, Türk Genelkurmay Başkanlığı işin peşini bırakmadı ve bir komisyon kurarak Dışişleri Bakanlığı’nda ikili Antlaşmalar konusunu görüşmeye devam etti. Cemal Tural konuyu ciddiye aldı ve Amerika’yı görüşmelere çağırdı. Amerika, bu ortamda görüşmelere oturursa Türk Hükümeti’nin de Genelkurmay Başkanlığı’nı desteklemeye mecbur olacağını bildiği için görüşmelerden kaçındı ve Cemal Tural’ın sert politikasını yumuşatmak istedi.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural, Amerika’ya davet edildi. Daveti kabul eden Tural’ın Amerika’da karşılanışı ile ilgili olarak Emekli Orgeneral Refik Tulga şu bilgiyi veriyor:

“ABD’de bir Cumhurbaşkanı gibi karşılanmıştı. Protokole göre Tural’ın, 19 pare topla, selamlanması gerekmekteydi. Oysa Amerikalılar Tural’ı 21 pare top atarak selamladılar. Böylece onu geleceğin cumhurbaşkanı kabul ettiler. Bu Amerika gezisinden sonra Tural İkili Antlaşmalar konusunda farklı düşünmeye başladı…”

Böylece Amerika karşısındaki engeli kaldırmış oldu.
3 Temmuz 1969 yılında Türk Hükümeti ile ABD arasında TEMEL ANTLAŞMA adı altında yeni bir askerî antlaşma imzalanmıştır. Bunun da yapısı diğerlerinden farklı değildir.

Ekonomik, askerî ve siyasî alanlarda imzalanan bu antlaşmalar ve verilen tavizler çok ağır olup Amerika’nın vazgeçemeyeceği haklardır.

Günümüz Türkiyesi

1971 Türkiye’si, bir avuç sermaye çevresinin çıkarı uğruna Amerika’ya her türlü imtiyazın verildiği ve Türkiye halkının yarı bağımlı durumda olduğu bir ülke olmuştur.
Madenlerimiz, bütün sanayii yatırımlarımız Amerikan ve Avrupa sermayesi ile ortaktır.
Bugün Türkiye’nin dış borçları toplamı 45 milyar, bu borçların faizleri ise 15 milyar Türk Lirası civarındadır. Faiz toplamıyla 60 milyarı bulan bu miktar, millî gelirin % 40’ıdır. Şimdiye kadar dış borçlar azalmamış, aksine devamlı artmıştır. Bu durumda, 1975 yılında dış borçların toplamı millî gelir toplamını aşacaktır. Bu şu demektir; 1975 yılında Türkiye’nin nüfusu yemese, içmese ve hiçbir masraf yapmasa ve bütün kazancını dış borçları ödemek için kullansa, gene de dış borçlara son vermek mümkün değildir.

Sadece bugünkü dış borçlar ve faizlerinin toplamına göre, Türkiye’de yaşayan her vatandaş yabancı devletlere, 2 bin Türk Lirası civarında borçludur. Bu miktar fert başma düşen millî gelirin yarısına yakındır.

Bu şekilde ekonomimiz bağımlı duruma getirilmiştir. Sayısı 50’yi geçen askerî, İktisadî antlaşmalarla Amerika’ya her türlü imtiyaz verilmiştir. Amerika istediği zaman Türkiye’deki sermayesini ve güçlerini korumak için müdahale edebilecektir.
Diğer önemli kalkınma sorunları, eğitim ve sağlık gibi konulardır.

Sağlık Sorunu

Türkiye’deki sağlık hizmetleri çok geridir. Sayıları 10 binin üzerinde doktor vardır. Ve her doktora ortalama 3 binin civarında hasta düşmektedir. Bunun bölgelere göre dağılımını hesaplarsak; nüfusun % 10’unu yaşadığı İstanbul ve çevresinde doktorların % 42’si bulunmaktadır. Buna İzmir ve Ankara bölgelerini de eklersek oran % 70’e çıkmaktadır ki, bu bölge halkı, nüfusumuzun % 30’unu meydana getirmektedir. Doğu’ya doğru gittikçe bu oran çok düşmektedir. Yıllardır uygulanan sosyalizasyon netice vermemektedir. Aynı şekilde sağlık kuruluşları da çok yetersizdir. Bölgeler arasındaki bu korkunç dengesizlik yüzünden küçük ve önemsiz bir hastalık dahi salgına sebep olmaktadır. Türkiye’de her doğan 1000 çocuktan 200’ü, daha bir yaşına gelmeden ölmektedir. Doktor yetiştiren okulların yapısı Türkiye şartlarına uygun değildir. Çünkü, Türkiye’nin pratisyen doktora ihtiyacı vardır. Halbuki, tıp okullarında, mütehassıslar yetiştirilmektedir. Bunun doğal sonucu, doktorlar, ya büyük şehirlerde klinikler açarak simsarlık yapmaktalar, ya da yurdu terk etmektedirler. Bugün yurtdışmda bulunan doktorlar toplam doktor sayısının % 30’udur, Emperyalizm, kârlı olan bu işi de gözden kaçırmamıştır. Kendi ülkesinde yetiştireceği doktorun masrafından kaçınmak için geri ülkelerdeki hazır, diplomalı doktorları kullanmaktadır. Büyük beyin akımına sebep olan bu yol ise önlenememektedir. Çünkü önlemek Amerika’nın işine gelmemektedir. İktidarlar yıllardır bu beyin ihracına bir çözüm yolu aradıklarını iddia ediyorlar. Aradıkları çözüm yolu Amerikan çıkarlarıyla çatışmayan bir yoldur. Söyleyelim, böyle bir yol bulmak mümkün değildir.

Eğitim Sorunu

Yurdumuzda nüfusun % 65’i okuryazar değildir. Bu oran dünya devletleriyle kıyaslanırsa çok gerilerdedir. Binlerce köyümüzde hâlâ okul yoktur. Okul çağındaki yüzbinlerce çocuk laik eğitime taban tabana zıt Kuran kursları ve benzeri yerlerde çağ dışı bilgilerle eğitilmektedirler. İlkokulu bitiren yoksul aile çocukları orta dereceli okullara devam edememektedir. Geri bıraktırılmış bir ülke olan Türkiye’de ortaöğretimde, teknik ve meslekî öğretime ağırlık verilmesi gerekirken, bunun tam tersi uygulanmaktadır. Orta dereceli okullardaki öğrencilerin sadece % 15’i teknik ve mesleki okullara devam etmektedir.

Yüksekokullarımızdaki durum ise daha hazindir. Üniversite ve yüksekokul öğreniminde, branşlar ülke ihtiyaçlarına göre dü- zenlenmemektedir. Bir taraftan doktor ve teknik uzman sıkıntısı çekilirken, hukuk ve iktisat konularında öğrenim yapanlar iş bulamamaktadırlar. Ve bugün yurdumuzda üniversite mezunlan arasında ciddi işsizlik problemi vardır.

Diğer kalkınma sorunlarına gelince, birkaç büyük şehir dışında, halkın yaşadığı diğer kesimlerde büyük bir sefalet vardır. Köylerimizin % 2,4’üne elektrik ancak girmiştir. Türkiye toplu- munun % 70’ini meydana getiren köylüler, büyük bir gerilik içinde ağa ve tefecilerin altında ezilmektedirler.

Millî gelire bir göz atarsak şunu görürüz: Yurdumuzda, çalışan halkın % 70’i tarımla, % 13’ü sanayi alanında geri kalan % 12,5’u hizmetler sektöründe uğraşmaktadır. Tarım kesiminde gelir dağılımı şöyledir; Çalışan halkın % 90’ı gelirinin % 42’sini, geriye kalan % 10 yani ağa, tefeciler ise % 5 8’ini almaktadır. Yani bir avuç ağa ve tefeci takımı, 25 milyon köylünün gelirinden fazla gelir almaktadır. Toplam nüfusumuzun % 20’sini teşkil eden azınlık millî gelirin % 57’sini almaktadır. İşsizlikten dolayı yurtdışına göçmen gönderilirken, açlıktan her türlü ahlak bozukluğu, cinayet sürüp giderken, gündeliği 15 liraya iş bulunmazken bugün Türkiye’de günde 250 bin lira kazananlar vardır.

EZİLEN HALKIMIZ

27 Mayıs İhtilali’ne halkımız ümitle bakıyordu. Reformların yapılmasını, sömürünün ortadan kaldırılmasını ve insanca muameleye tabi tutulmalarını arzuluyorlardı. İhtilal kadrosu, bunları yapmadan idareyi sivil yönetime devretti. Fakat 1961 Anayasası’nı getirerek, gelecek hükümetlerin Anayasa’da öngörülen reformları yapmalarını mecbur tuttu. 1961 yılı seçimleri, DP’nin varisi AP ve CHP’nin koalisyonunu getirdi. Burada çok önemli bir nokta şudur: 1960 yılında DP ihtilalle düşürüldü. İhtilal Hükümeti’nin hazırladığı 1961 Anayasası halkın referandumuna sunuldu ve kabul edildi. Fakat bunun hemen arkasından, politikasıyla Anayasa’ya aykırı olan AP çoğunluğa yakın bir miktarda oy aldı. İlk bakışta karışık görülen bu meselenin sebebi basittir. DP’ni meydana getiren, patron, ağa, tefeci-eşraf kesimi ihtilalden sonra, bir süre sindi ve halk üzerindeki baskısını gevşetti. Anayasa halkın referandumuna sunulduğu zaman, ileriyi garantiye alamadıkları için, oy tüccarlığı yapmaktan korktular ve bu yüzden halkın tamamı olmasa bile çoğunluğu serbestçe oy kullanabilmiş oldu. Anayasa’nın kabulü ve AP’nin seçimlere girmesinden sonra ortamı geliştirmek için müsait bulduklarından halka baskı yaparak AP’nin 158 milletvekili çıkarmasını sağladılar. Bu dönemde seçime katılan ve DP’nin ikinci bir vârisi olan YTP’nin çıkardığı 65 milletvekili ile sayıları 223’ü buluyordu. Anlaşılmaktadır ki, ihtilalin ertesi yılı DP’yi seçen ve koruyan güçler meclisin yarısını teşkil edecek kadar milletvekili seçmişlerdi. Halkımızın büyük çoğunluğu köylerde yaşar, okur-yazar değildir, seçimlerde kullanılan oy pusulalarının hangi partilere ait olduğunu dahi, çoğu seçemez. Ağa-tefeci-eşraf tahakkümü altındadırlar. Nurculuk, Süleymancılık gibi gerici akımlar halkı baskı altına almışlardır. Amerika tarafından beslenen ve halkları Müslüman olan bütün devletlerde örgütlenen Aramco şirketi yurdumuzda da yoğun faaliyet göstermektedir. Doğal olarak köylüler oy kullanırken ağa-tefeci-eşraf takımının istediği partiye vermektedirler. İşçiler kesimine gelince; durum aynıdır. Gerek özel teşebbüste olsun, gerekse İktisadî devlet teşekküllerinde olsun, gerici AP’nin koruyucusu olan patronlar ve sarısendi- kalar, işçileri işten atmak ve aç bırakmakla tehdit ederek, oylarını almaktadırlar. Seçim dönemlerinde gazete veya başka yollardan bütün oyunların binlercesine şahit oluyoruz. Böylece ağalar, patronlar, tefeci ve eşraf yoksul halkımızın seçme hakkını tekeline almıştır.

1961 yılında seçimle kurulan Koalisyon Hükümeti Anaya- sa’nın öngördüğü reformları gerçekleştirmemiştir. Kabul ettiği en önemli şey, işçilere grev hakkıdır. CHP toprak reformu yapmak istemiş, fakat diğer partiler tarafından engellenmiştir. Engelleyenler arasında CHP’li birçok toprak ağası ve gerici de vardır. Yapılan diğer işler geçici olmuş ve çoğu tatbik edilmemiştir. Kargaşalık ortamında devam eden koalisyon hükümeti 1964’te İsmet İnönü’nün düşürülmesi ile son bulmuş ve 1971 yılına kadar AP saltanatı şeklinde devam etmiştir. Altı yıllık AP döneminin özelliği şudur; bir taraftan reformları öngören ve yürürlükteki 1961 Anayasası, diğer taraftan reformlara ve yürürlükteki Anayasa’ya karşı AP Hükümeti vardır. İşçiler, köylüler, küçük esnaflar, küçük memurlar, zanaatkarlar, öğrenciler ve tüm Türkiye halkı Anayasa’nın yanında yer alarak uygulanması için baskı yapıyordu. AP, diğer gerici partiler, Amerikan ortaklığı patronlar, ağalar ve tefeciler Anayasa’yı uygulamamak ve talanı devam ettirmek için birleşiyorlardı. AP kontrolü sağlamak için Anayasayı değiştirmek istiyor, fakat imkân bulamıyordu. Neticede, kurtuluş çaresini Anayasa’yı uygulamak ve uygulanmasını isteyenleri susturmakta buldu. Bunun peşinden doğal olarak, halk kitlelerinde AP politikasına ve sömürüye karşı direniş başladı. Böylece, uygulanmayan ve uygulanmaması için her türlü çaba gösterilen reformlar ve sosyal adalet ilkeleri, halk kitlelerini demokratik mücadelelere sürüklüyordu.
Köylülerin toprak işgalleri, işçilerin grev ve işgalleri, memur boykotları ve öğrenci hareketleri gibi birçok demokratik eylemler; Anayasa’ca verilmesi öngörülen fakat AP tarafından verilmeyen hakların alınması için yürütülmüşlerdir.

İşçi Hareketleri

27 Mayıs kadrosu, işçilere grev hakkı verilmesini kabul ettiği için. Koalisyon Hükümeti döneminde Grev ve Lokavt Kanunu kabul edildi. Fakat daha kanun çıkmadan İstanbul’da Kavel (Kablo ve Elektrik Malzemesi Fabrikası) işçileri kanunsuz grev yaparak Anayasa’da öngörülen grev haklarının verilmesini istediler.

Grev ve Lokavt Kanunu’nun kabulünden sonra sendikal örgütlenme başladı. İşçilerin mücadelesini kırmak, sabote etmek ve kontrol altında tutmak için sarı sendikacılar derhal faaliyete geçerek, sarı sendikalar kurmaya başladılar. İşçiler bilinçsiz oldukları ve başka sendikalar da bulunmadığı için mecburen sarı sendikalara giriyorlardı. 1965 yılına kadar bu durum devam etti. Bu arada Çorum ve Manisa temizlik işçileri demokratik talepleri için Ankara’ya kadar yürüdüler. Sarı sendikacılar, işçileri TÜRK-İŞ Konfederasyonu adı altında örgütledi. Amerikan, işçi sınıfını elde tutmak ve sömürüsüne devam etmek için AID (Amerikan Yardım Teşkilatı) gibi yardım kuruluşları yolu ile sarı sendikacılığa yardım ediyordu. 1965 yılından sonra bilinçli işçiler san sendikacılığa karşı yeni örgütlenmeye gittiler. Esas işçi mücadelesi bundan sonra başlar. Bir taraftan patronlara karşı haklarını koruyor, bir taraftan da sarı sendikacılık tarafından yıkılmamak için mücadele ediyorlardı. Yoğun bir çaba sonunda Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kuruldu. Grev ve Lokavt Kanunu kabul edildiğinden bu yana beş yüzden fazla grev olmuştur. Bunlardan başarılı olanlar, DİSK’e bağlı olan sendikaların grevleridir. Sarı sendikalar ise hemen hemen her zaman işverenle anlaşıyor ve işçi haklarım koruma yerine, işveren haklarını koruyorlardı. Birçok sarı sendikalar işçilerin haberi olmadan işveren tarafından kuruluyordu. İşçiler buna karşı koydukları zaman da, işten atılıyor, eylemleri polis ve jandarma zoruyla bastırılıyordu. Zulme ve baskıya karşı, yiğitçe direnen işçiler, fabrikaları işgal ederek karşı koyuyorlardı. Sömürüyü, sarı sendikacılığı ve baskıyı protesto için işgal edilen başlıca işyerleri şunlardır:

1.Türk-Demir Döküm Sanayii işçileri,
2.Silahtarağa işçileri,
3.Goodyear Lastik Fabrikası işçileri,
4.Üstün Çelik Fabrikası işçileri,
5.Emayetaş işçileri,
6.Gıslaved Lastik Fabrikası işçileri,
7.Horoç Çivi Fabrikası işçileri,
8.Bossa Dokuma Sanayii işçileri,
9.Pertrix Pilleri Fabrikası işçileri,
10.Güney Sanayii işçileri,
11.Aliağa Rafinerisi işçileri vs.

Ve bunlara eklenebilecek birçok fabrika vardır. İşçiler kendilerini sömüren Amerikan ortağı bu fabrikalarda, yaptıkları işgallerle san sendikacılığı ve patron zulmünü protesto ederek, alın terlerine ve emeklerine göz koyanlara karşı dikilmişlerdir.

1970 yılında devrimci sendikalan ortadan kaldırmak ve sarı sendikacılığı korumak için getirilen yeni sendika kanununa karşı, gene Anayasal haklarını kullanarak direnmişlerdir. İstanbul’da 100.000 civarında işçinin yürüdüğü, 15-16 Haziran olayları tanklarla bastırılmış ve üç işçi şehit olmuştur. Bu olay AP’nin Anayasa’ya aykırı olarak işçi haklannı kısıtlamak istemesi üzerine patlak vermiştir. AP olaylardan sonra iç isyan var bahanesiyle sıkıyönetim ilan etti ve yüzlerce işçiyi hapsetti. İşbirlikçi patronlar ise fırsatı ganimet bilerek bilinçli işçileri işten attılar ve geniş bir temizlik hareketine girişerek sömürülerini devam ettirdiler.
Başta DİSK olmak üzere bütün devrimci sendikaları kapatmaya kararlı olan AP, bu muradına nail olamamıştır.

Emeklerini korumak için sömürüye ve faşist tedbirlere karşı işçi sınıfının 15-16 Haziran Direnişi, Türkiye işçi tarihinin ve antiemperyalist mücadelemizin şeref sayfası olmuştur.

Köylü Hareketleri

Toprak reformunun yapılmaması, ağa ve tefecilerin köylüleri kıskaç altına alması ve sömürülerini devam ettirmelerine karşı, köylüler direnişe geçmişlerdir. Yüzlerce miting, yürüyüş ve işgaller olmuştur.

Karadeniz Bölgesi’nde çay üreticileri, tefecilere ve hükümet politikasına karşı çıkmışlar ve emeklerinin karşılığını almak için Rize Çay Fabrikası’nı işgal etmişlerdir. Gene Karadeniz Bölgesi’nde; Ordu’da fındık üreticileri, tefeci ve ihracatçılık yapan, fındık krallarının sömürüsünü protesto için, fındık fabrikalarını işgal ettiler ve bir köylü şehit oldu.

Elmalı’da, Bafa Gölü’nde, Atalan’da, Göllüce’de Değirmen- dere’de, Ören’de, Araplar’da, Alaçam’da ve sayıları elliyi geçen köyde halk ağaların topraklarını işgal etti.

Köylülerin yürüttükleri bu işgallerin tarım kesiminde yürütülmesi, ağaların toprak mülkiyeti ve tasarruf hakkı açısından önemlidir.

Elmalı Olayları

Elmalı, Antalya’nın bir ilçesidir. Bu kasabaya on kilometre uzaklıkta Karagülün etrafında birkaç köy bulunmaktadır. Altmış yıldan beri köylülerin tasarrufunda olan toprak, Balkan Savaşı, Birinci Emperyalist Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı dönemlerinde, köylüler savaşta oldukları için göl çevresindeki araziyi ağalar tasarrufları altına almışlardır.

Fakat, bir kısmı gene köylülerin tasarrufundadır. Sonradan devlet tarafından göl, kanallar açılmak suretiyle kurutulmuştur. Kurutulan göl yerindeki araziyi köylüler kullanmaya başlarlar. Ağalar ise toprağın çok verimli olduğunu gördükleri için, göl kurutulmadan önce çevre arazinin tasarrufu bize aitti diyerek hak iddia ederler. Bir taraftan köylüler, diğer taraftan ağalar ekip biçmeye başlarlar. Ağalar, toprağı köylülerden almak için jandarma çağırtır, köylülerin ekinlerini sürmeye başlarlar. Bu defa köylüler toprağı işgal ederler, fakat jandarma zoruyla işgal durdurulur. Bugün kurutulan gölün bütününü ağa işletmekte ve köylüleri de emrinde ortakçı olarak çalıştırmaktadır. Böylece Birinci Emperyalist Savaş’ta ve Kurtuluş Savaşı’nda vatan savunmasına katılan köylüler geçim kaynaklan olan arazilerini ağalara kaptırmışlardır.
Elmalı’daki bu arazinin miktarı 15 000 dönüm civarındadır.

Bafa Gölü Olayları

Aydm’da, CHP’li toprak ağası İsmail Rüştü Aksal’ın arazisi yakınında Bafa Gölü vardır. Çevredeki köylüler topraksız olup bu ağanın emrinde çalışmaktadırlar. Gölde çok miktarda balık olduğu için köylüler balıkçılık da yaparak geçimlerini temin etmektedirler. İsmail Rüştü Aksal göldeki balıklardan kendisinin yararlanması için, “Bu göl benim arazim içindedir ve bana aittir” diyerek köylülere balık avlattırmaz. Köylüler ise gölde ağanın hakkı olmadığını bildikleri için direnirler. Bunun üzerine ağa göle dalyanlar kurar ve silahlı bekçiler dikerek, köylülerin balık avlamasını yasaklar. Bugün Bafa Gölü çevresindeki köylülerden birçoğu bekçilerin silah kullanmaları sonucu sakattır.

Buraya da jandarma müdahale etmiş ve köylülerin balık avlamasını yasaklamıştır.

Araplar Toprak İşgali Olayı

Araplar köyü, Adıyaman’ın Besni ilçesine bağlı bir köydür. Yirmi yıl kadar önce bir ağa, topraksız köylülerden birkaç aileyi toplayarak devlet hâzinesinin olan Araplar’a yerleştirir. Bu süre içinde orası büyüyerek bir köy olur. Bu defa ağa tasarruf hakkı kullanarak köyün tapusunu çıkartmaya çalışır. Ve daha modern üretim yapmak için köye traktör sokarak köylüleri araziden ayırmak ister. Bunun üzerine köylüler araziyi işgal ederler. Ağa toprağı kaptırmamak için köye jandarma sokar ve köylülerin elinden toprağı geri alır. Köylüler hâlâ ağanın emrinde çalışmaktadır. Ve bir kısmı köyü terk etmeye mecbur olmuştur.

Toprak işgallerinin ekonomik nedenleri incelendiği zaman hepsinde toprak ağalarının, sömürüsü, zulmü yatar ve toprak işgali olan bütün köylerde, toprağa sahip olduğunu iddia eden ağa tapuya sahip değildir. Tasarruf hakkı ise köylülerin elindedir. Ağalar şu yollarla topraklarını genişletmektedirler:

1- Devlet hâzinesine ait topraklara el koyarak,
2- Ormanları yok ederek,
3- Köylüleri borçlandırarak,
4- Köylüleri jandarma zoru ile topraktan atarak. Bu tür yollarla elde edilen toprakların işgali, köylülerin en tabii haklarıdır. Çünkü, toprağı kendileri işlemekte ve tasarrufları kendilerine ait bulunmaktadır. Bugüne kadar yurdumuzda elliden fazla toprak işgali olmuştur. Hepsinde de, köylüler haksız çıkarılmış ve jandarma zoru ile araziler ağalara teslim edilmiştir.

Geçmiş bütün iktidarlar, toprak ağalığını himaye etmişlerdir. Elli yıldır konu olan toprak reformu ger çekleştirilmemiştir. Ve bundan sonra gelecek iktidarlar da yapamayacaktır. Çünkü, köylüler üzerinde sömürü ağını kaldırmak bugünkü iktidarlar için imkânsızdır. Toprak reformu, köklü ağır sanayi ile bir arada yürütülmezse, hiçbir işe yaramaz ve beş, on sene içinde topraklar tekrar tefeci ve ağaların eline geçer. Cumhuriyet’ten bu yana toprak reformunun yapılmaması da, güçlerini göstermesi bakımından önemlidir.

Erim Hükümeti’nin reformları arasındaki en önemli konulardan biri olan toprak reformunu gerçekleştirmek zordur. Şayet yapılırsa bir toprak reformu olmayacaktır, fakat büyük kapitalist işletmelerin oluşacağı bir program olacaktır. Bu ise nüfusun % 70’ini meydana getiren köylülere hiçbir etki yapmayacak ve ekonomik durumları düzelmeyecektir.

Türkiye’de geri yapıdaki toprak ağalığının bulunduğu bölge, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesidir. Diğer bölgelerimizde ise toprak ağalığı kapitalist işletmeler haline dönüşmüştür. Aynı durum Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde varlığını hissettirmektedir. Bilhassa son yıllarda toprak ağalığı verimli bölgelerde köylüleri silah zoruyla topraklardan atarak, buraları geniş kapitalist işletmeler yapmaya çalışmaktadırlar. Bugün, Diyarbakır, Siirt, Mardin, Urfa ve Bitlis bölgelerinde toprak zapt etmek ve korumak için silahlı ordu besleyen yüzlerce ağa vardır. Köylüler ise, topraklarını kaptırmamak için silahlanmaya ve karşı koymaya mecbur olmaktadır. İşte o zaman da Doğu’da isyan oluyor diyerek, köylülerin üstüne komandolar sürülüyor. 1970 yılında Jandarma komandolarının Doğu’daki topraksız köylüler üzerinde yaptıkları, zulüm, bir işgal ordusunun dahi kolay kolay yapamayacağı şeylerdir.

Köylere yapılan komando baskınlarına gerekçe olarak asayişin temini gösterilmektedir. Kastedilen asayiş ve huzur o bölgedeki toprak ağalarının asayişidir. Komando saldırılarında köylülere yapılan birkaç zulüm örneği;

1- Bütün köylüleri toplayıp, suyun içinde yat-kalk talimleri yaptırmak,
2- Köyün imamını çırılçıplak soyduktan sonra tenasül uzvuna bir ip bağlayarak, eşinin eline vermek ve sürüklemek,
3- Ağaların zulmünden kaçanları yakalamak için, kaçağın eşini veya kız kardeşini çırılçıplak soyarak, kaçak gelip teslim olana kadar oynatmak,
4- Köyün erkeklerini sırt üstü yatırarak yaptıkları insan zemini üstünde kadınlara halay çektirmek,
5- Çocukları bacağından ağaçlara asmak ve bunlardan sonra da seri işkenceye geçmek v.s.

Kars, Erzurum, Muş, Bingöl, Elazığ, Diyarbakır, Siirt, Mardin, Bitlis ve Urfa vilayetlerini içine alan bu alanda dört ay süreyle yapılan komando baskın ve saldırılarında sadece işkence ile üç köylü şehit olmuş, birçok köylüler ise sakat kalmıştır. Ayrıca işkenceye uğrayıp tahammül edemeyen ve sonradan intihar edenler vardır.

Komandolar gittikleri bütün köylerde “Bizim kanunumuz yok, her istediğimizi yaparız” demektedirler. Halk, korkusundan değil şikâyet etmek, olaylardan bahsetmekten dahi korkmaktadır. Bu arada ağalara ve onların emrindeki silahlı adamlara hiçbir şey olmamıştır. Komando saldırılarının bu derece yoğunlaştığı ve kanun kaçaklarını yakalıyoruz diye köylülere saldırdığı bir sırada, 1970 yazında Doğu’nun toprak ağası, silahlı çete reisi ve insan kasabı Mehmet Emin Özbay Diyarbakır’da, Vali ile beraber gece kulüplerinde yaz tatilini geçiriyordu.

Ezilen halkımızın sömürüye ve onun dayanağı Amerika’ya karşı yürüttüğü demokratik mücadelelerden; öğretmen teşekkülleri, memur sendikaları, haıp gazileri, teknik elemanlar, yargıçlar, öğretim üyeleri, astsubay eşleri ve yetimlerle dulların direnişlerini ve bunun gibi birçoklarını saymak mümkündür. Bu direniş ve protestoların hemen hemen hepsi, AP iktidarının çıkarmak istediği antidemokratik kanunlara karşı olmuştur. Hayat pahalılığı ve zamların ayyuka çıktığı yurdumuzda sadece küçük bir grubu memnun etmek için çıkarılan Personel Kanunu geniş memur kesimini kapsamına almadığı için demokratik direnişler başlamıştır. Bunlardan, öğretmen teşekkülleri, memur sendikaları, teknik elemanlar çalıştıkları müesseselerde işleri boykot ettiler ve yürüyüş yaptılar. Astsubay eşleri, harp gazileri, yetimler ve dullar yürüyüş yaparak personel kanununu protesto ettiler.

1969 yılında Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenazesine gericiler saldırdılar. Bunu protesto etmek için Ankara’da, Yargıtay, Sayıştay, Danıştay ve Adliyelerin bütün yargıçları, Üniversitelerin öğretim üyeleri ve öğrenciler, bütün devrimci örgütler, başta Dev-Genç olmak üzere, TÖS, İlk-Sen, DİSK Per-Sen, Tek-Sen gibi birçok örgütler yürüyüş yaptılar. Sayıları yüz bini geçen bu büyük yürüyüşte; Yargı organları, yürütme organını protesto ediyordu. Dünyada yargı organlarının temsilcisi yargıçların yürüdüğü ülke sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Ama ne yazık ki, Türkiye’de yargıçlar yürümeye mecbur olmuşlardır. Ve şunu belirtelim, AP’nin gerici militanları İmran Öktem’in cenazesine saldırdıkları zaman gericileri susturanlar bugün sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan devrimcilerdir.

Gençlik Hareketleri

27 Mayıs’ın sonra yoğunlaşan öğrenci olayları, bilhassa son dört yılda bilinçli bir döneme girdi ve Amerikan Emperyalizmi ile yerli ortaklarını tedirgin etmeye başladı.
Öğrenci hareketleri iki amaçla yürütüldü:

1- Emperyalizme ve ortaklarının sömürüsüne karşı diğer halk kesimlerini desteklemek ve baskılara karşı direnmek,
2- Öğrencilerin, üniversitelerin sorunlarına dönük mücadele.

Gençliğin meşru ve demokratik direnişlerine iktidarın polisi ve emrindeki gericiler silahla karşı koymuşlardır. Sayıları binleri bulan yürüyüş, miting, forum, boykot ve işgal gibi eylemler daima silahla bastırılmıştır. Gençlik hareketleri içindeki eylemlerin gerek çelerine bakarak bunu daha iyi anlayabiliriz.

1967 yılında özel okulların devletleştirilmesi için üç yüz öğrenci İstanbul’dan Ankara’ya kadar yürümüşlerdir. O zaman AP ve gerici çevrelerce haksız karşılanan bu talep, bugün bizzat gericiler tarafından uygulanmak üzeredir.

1968 yılında AP Anayasa’yı değiştirmek istediği zaman okullarda boykot ve işgallere gidilmiştir. O zaman Anayasa’nın uygulanması için kahramanca direnen ve şehit veren öğrenciler, bugün sıkıyönetim mahkemelerinde hem o işgallerden dolayı, hem de Anayasa’yı ihlalden dolayı yargılanmaktadırlar.

Akdeniz’in saldırgan jandarması 6. Filo’nun İstanbul ve İzmir’e gelişlerine karşı protestolar artmış ve 6. Filo Türkiye’ye uğramaz olmuştu. Devrimci gençler bir-iki yıl da olsa, 6. Filo’nun İstanbul ve İzmir gibi şehirleri kerhane olarak kullanmalarını engellemişlerdir. Fakat bugün aynı 6. Filo Türkiye’ye rahatça gelmekte ve cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için gelenlere, iktidar alkış tutmaktadır. Bu konuda 1 Eylül 1971 günü 6. Filonun yurdumuza gelişiyle ilgili olarak Amerikan New-York Times gazetesinin sahibi C.L. Sutzberger şöyle yazıyor:

“Bakanlar artık taşlanmaktan korkmadan Amerikan taraftan konuşma yapabilirler ve Amerikan gemileri de gösteri korkusu olmadan Türkiye’yi tekrar ziyaret edebilirler.
“Hükümet son zamanlarda afyon ekimini yasaklayan bir kanun çıkarmıştır ki, bu kanun da, Washington’u çok memnun etmiştir.”

Bu sözler, iktidar tarafından uygulanan politikanın kimleri memnun ettiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Diğer taraftan AP Emniyet teşkilatları ve Valiliklerce kurdurulan ve Shell, Mobil Oil gibi Amerikan petrol şirketlerinden yardım alan Ülkü Ocakları, Mücadele Birliği gibi gerici teşkilatları gençlik eylemlerine karşı kullanmıştır.

Diğer taraftan, AP, iktidarı zamanında, üç yıl içinde hükümetin cinayet şebekeleri, “Otuz”dan fazla siyasî cinayet işlemişlerdir. Bunların bir kısmı gerici ayaklanmalar tertipleyerek, cihad çağrıları ile ve camilere bomba koyup halkın inançlarını körükleyerek işlenmiş cinayetlerdir. Diğerleri ise planlı yürütülmüş ve polislere para karşılığı işletilmiş cinayetlerdir.

1968 yılında, 6. Filo’yu protesto eden gençlere karşı, misilleme yapan polisler, İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsüyü Yurdunu basarak Vedat Demircioğlu’nu yurdun üçüncü katından aşağı atmışlardır. Aynı günlerde, Ankara’da yakalanan devrimcilerin Adliyedeki davalarını takibe giden Atalay Savaş, Anafartalar caddesinde araba ile çiğnenmiştir.

1969 yılında, 6. Filo’nun İstanbul’a tekrar gelişini protesto için yürüyüş tertiplenmiştir. Yürüyüşe katılan 30 bin civarında işçi, öğrenci ve memurlardan oluşan büyük bir halk topluluğuna, Dolmabahçe Camii’nde cihad çağrısı ile toplanan, bin kişi civarındaki gerici güruhu saldırmıştır. Polislerin gericilere yardım ettiği bu saldırıda, Mehmet Ali Aytaç ve Duran Erdoğan öldürülmüştür. Aynı yıl Eylül ayında, İstanbul Üniversitesi yakınında, Taylan Özgür’ü gazete okurken polisler kahpece vurmuşlar ve sonra da Devletin arabasına binerek olay yerinden uzaklaşmışlardır. Bu cinayetten birkaç gün sonra Mehmet Cantekin ve Mehmet Büyüksevinç, Mücadele Birliği, Ülkü Ocakları ve Emniyet Teşkilâtına mensup gericiler tarafından açılan yaylım ateşi sonucu ölmüşlerdir. Battal Mehetoğlu ise, gericiler Dolmabahçe Camii’nden sabah namazından çıktıktan sonra. Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi önünde, nöbet bekleyen polis arabalarından arkalarına pusu kurarak açtıkları, yaylım ateşiyle vurulmuştur,
1970 yılında Ülkü Ocakları’na bağlı faşistler Hacettepe Üniversitesine araba ile gelmişler ve öğrencilerin üstüne yaylım ateşi açarak Doktor Necdet Güçlü’yü öldürmüşlerdir. Aynı yıl faşistler İstanbul Çapa Enstitüsü’ne ve Ankara’da Fen Fakültesine saldırarak, Hüseyin Aslantaş ve İlker Mansuroğlu’nu öldürmüşlerdir. Yine 1970 yılı sonlarında Ankara Fen Fakültesinde, faşistler pusu kurmuş ve okuldan çıkarken Recep Sakın, Nail Karaçam ve Mehmet Demir’in üzerine ateş açmışlar. Nail hemen ölmüş, Recep Sakın ve Mehmet Demir ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmışlardır.

İstanbul’da Gamak ve Gislaved Fabrikalarına saldıran polisler işçilerden, Hüseyin Çapkan ve Şerif Aygün’ü öldürmüşlerdir.

İzmir Aliağa Rafinerisi’nde, işvereni protesto eden Yapı İşçileri Sendikası Başkanı Necmettin Giritlioğlu’nu öldürmüşlerdir.

Ankara Sağlık Personeli Sendikası’nda çalışan Hıdır Altınay yakalanarak Ankara Emniyeti’ne götürülüp işkence ile öldürülmüş ve sonra da intihar süsü vermek için Emniyet Sarayı’ndan aşağıya atılmıştır.

Balıkesir Öğrenci Yurduna faşistlerin yaptığı baskında ise Niyazi Tekin öldürülmüştür.
Mart 1971 günü ODTÜ’ye saldıran güvenlik kuvvetleri Erdal Şener’i öldürmüşlerdir. Hafif ve ağır makineli silâhların kullanıldığı bu saldırıda okul her taraftan kuşatıldığı için kendi mermileriyle Mevlüt Meriç isimli askeri ve bir işçiyi öldürmüşlerdir.
Tunceli’de Pir Sultan Abdal piyesi oynanırken Emniyet sabote etmiş ve polisler tarafından Mehmet Kılan isimli köylü yurttaş öldürülmüştür.

Amasya ve Hatay Türkiye İşçi Partisi İl Başkanlan, Emniyet Teşkilatı tarafından planlanarak öldürülmüşlerdir.

Kırıkhan’da polisler camiye bomba koymuş ve peşinden gericiler tahrik ederek katliama girişmişler ve bir kişi öldürmüşlerdir.

Üç yıl içinde bu kadar siyasî cinayeti işleyenler hiçbir takibata uğramamışlardır.

Bugün demokrasi şampiyonu geçinen ve idam fermanı çıkaran Sıkıyönetim Savcıları… Sizlere sesleniyor ve göreve çağırıyoruz. Cezaevleri devrimcilerle dolu iken, bu kiralık katillerden bir tanesini dahi olsun neden yakalamıyorsunuz? Yoksa bu kadar siyasî cinayet peşine düşülmeyecek kadar önemsiz midir? Devrimciler vatana ihanetten yargılanırken, bu cinayetleri işlemek vatan görevi mi kabul edilmektedir? Bu cinayetleri işleyenlerin birçoğunu biliyor ve duyuyoruz.

1- Taylan Özgür: Polis İhsan Çakıcı tarafından vurulmuştur, terfi ederek komiser olmuştur ve halen İstanbul Emniyet Teşkilatı’nda çalışmaktadır.
2- Nail Karaçam: Polis Sabri Can, Mahir Özsoy, Haşan Ali Ankan ve Sami Bal (Ülkü Ocaklarına bağlı faşistler) tarafından vurulmuştur.
3- Hıdır Altınay: Ankara Emniyeti, eski İkinci Şube Müdürü Mustafa Erdoğan ve aynı şubede Komiser Selçuk tarafından hunharca öldürülmüştür.
4- Doktor Necdet Güçlü: İbrahim Doğan (Ülkü Ocaklarına bağlı faşist tarafından),
5- Necmettin Giritlioğlu: Kâzım Soyuncu tarafından,
6- İlker Mansuroğlu: Sabri Can, Mahir Özsoy ve Sami Bal tarafından,
7- Mehmet Cantekin: Semih Topçu ve Abdülkadir Akpınar (Mücadele Birliği’ne bağlı gericiler) tarafından öldürülmüşlerdir.

Bütün bu kiralık katiller halen İstanbul Emniyet Teşkilatı’nda, Sıkıyönetimin emrinde çalışmaktadırlar.

Bugünkü iktidar tarafından, ortaokul öğrencileri dahi sınıf diktatoryası kurmaktan yargılanırken, siyasî cinayetlerin katilleri korunmakta ve taltif almaktadırlar. Cinayetlerle ilgili sivil mahkemelerdeki bir kısım dosyalar yok edilmiştir.

TOPRAK REFORMU

İnönü Hükümeti’nin Tarım Bakanı Cavit Oral yeni bir tasarı hazırlamıştır. 1945’teki Toprak Reformu’nun yapılmasını engelleyenlerden ve kendisi Adana’nın büyük toprak sahibi ailelerinden olan Cavit Oral bu işin kurnazlıklarını çok iyi biliyordu. Hazırladığı tasarı, görünüşte azami arazi limitini 20.000 dönümden 5.000 dönüme indiriyordu. Fakat kamulaştırmada esas “Çiftçi Ailesi” değil, “Kişi” oluyordu. Bunu duyan örgütlenmiş ağalar arazilerinin mülkiyetini yakın akrabaları arasında paylaştırmış, böylece kişilerin elinde 5.000 dönümden az arazi kalmıştır. Bu tasarıda geciktirici bazı hükümler konularak uygulanmamıştır. Aslında uygulansa idi dağıtılacak arazi yine bulunamayacaktı. Bundan sonra iki yıl Toprak Reformu’ndan bahsedilmemiştir.
1965 yılında, Bağımsızlar-CHP Koalisyonu döneminde, Tarım Bakanı Turhan Şahin yeni bir tasarı hazırlamıştır. Bu tasarı Toprak Reformu’nun 25 yılda yapılmasını öngören, ılımlı bir öneri idi. İnönü, tasarının çabuk kanunlaşmasını temin için ortak bir komisyon kurularak incelenmesini istemiştir. Fakat karma komisyon, teklifi, büyük toprak ağalarının temsilcisi 30 CHP’li milletvekilinin oylamaya katılmamasıyla reddetmiş ve bu tasarıda rafa kaldırılmıştır.

AP İktidarı döneminde ise Toprak Reformu için hiçbir çaba pekiştirilmemiştir. Tam tersine ağaların çıkarları pekiştirilmiştir. Cumhurbaşkanı’nın vetosuna rağmen, toprak ağalarının işgal ettikleri devlet arazisine, daha kolay sahip çıkma olanağını sağlayan Tapulama kanunu Meclis’te kabul edilmiştir.

Toprak Reformu çabaları, toprak ağalarını birleşmeye ve örgütlenmeye zorlamıştır. 1965 yılında tasarı ortaya çıkınca, Ege toprak ağalarının örgütü olan Çiftçiler Birliği şöyle diyordu:

“Tasarı kanunlaşırsa üretim düşer, açlık olur. Çıkacak arazi ihtilaflarını önlemeye devletin zabıta gücü yetmez.”

Söke’de 23 bin dönüm arazi sahibi olan Fahri Tanman’ın başkanlığındaki Türkiye Çiftçi Teşekkülleri Federasyonu, toprak reformunu komünistlik olarak ilan etmiştir. Federasyon “Hür insanlar uyanınız” adlı broşürde şöyle demektedir:

“Hepinize birden yani Moskova’ya uşak olmayan her şerefli insana kızıl ihtilâl geliyor!. Canınızı, ailenizi, namınızı, namusunuzu katliamdan korumak için çaba göstermek zorundasınız. Türkiye, tarihin en kritik devresini yaşıyor…
Komünizmin şerrinden kurtulmak için formül tektir. Ona kendi usulleriyle, yani kuvvetle saldırmak, suratına tükürmek, yumruğunu tepesinden eksiltmemek ve onu böylece namuslu insanlardan ayırmak, kızıl ve lekeli suretiyle yalnız ve ortada bırakmaktır.”

Fahri Tanman ayrıca, takma adla bazı bildirileri de orduya dağıtmıştır. Bu bildiriler zamanın Millî Savunma Bakanlığı’nca açıklanmıştır. Ve bildiride görüldüğü gibi toprak ağalan gerekirse, Anayasa’nın öngördüğü toprak reformunu önlemek için savaşacaklarım söylemekten çekinmemektedirler.

Bugün, Erim İktidarı döneminde toprak reformu gene günümüzün konusudur. Başta AP olmak üzere, Güven Partisi, Demokratik Parti gibi bünyesinde toprak ağalarını bulunduran partiler karşıdırlar. Buna karşı toprak reformunun yapılmasını isteyenler CHP’nin bir kısmıyla, iktidardaki bakanlann bazılarıdır.

1950 yılından bu yana, Amerika toprak ağalarıyla çok sıkı ittifak halindedir. Fakat 1961 yılından beri sanayi kesimindeki gelişim, Amerikan ortağı partonların artması ve güçlenmeleri, toprak ağalarının önemlerini kaybetmelerine sebep olmuştur. Türkiye bir ekonomik krizin içindedir. Mevcut iktidarın yaşama olanağı zayıftır. Bu durumda, Amerika toprak ağalarıyla ittifaktan vazgeçerse, ki mümkündür, o zaman ekonomi geçici bir süre de olsa kısmen düzelecek ve toprak reformu yapılarak geniş köylü kesimi uzun yıllar kandırılabilecektir. Ayrıca toprak reformu yapılacağı için, kapitalist gelişme hızlanacak ve toprak ağaları ittifakı yerine Amerika-patronlar ittifakı daha da güçlenecektir. Şimdiden kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Şu kadarını söyleyelim, toprak reformu sorunu Amerika’nın tutumuna göre bir iktidar değişikliğine sebep olabilir.

MÜCADELEMİZİN YOLU

Ülkemiz, bugün bütün bu anlattıklarımızın ışığında, yarı-bağımlı, yarı-sömürge, geri bir kapitalist ülkedir. Türkiye’yi bu duruma getiren güçler, aynı durumun devamım, sonuna kadar sağlamaya çalışacaklardır. Bu güçler, ulusal olmayan, çıkarlarıyla Türkiye halkıyla çelişen, ulusal olmayan gayrimillî sınıf ve zümrelerdir.

Bir de, Türkiye’nin yan bağımlı ve sömürge durumuna son vermek isteyen yurdumuzu, kurtuluş savaşı sonrası, onurlu, haysiyetli Türkiye durumuna getirmek, isteyen güçler vardır. Bu güçler; millî olan, çıkarları ulusun çıkarlarıyla bir olan, ulusal sınıf ve zümrelerdir. Bu sınıf ve zümreler, bugüne kadar “vatan- millet” kavramlarını demagojik olarak ağızlanndan düşürmeyen, aslında gayri-millî olan güçlere karşı, birleşip savaşmak durumundadırlar. Bunu yapamadan, Türkiye’yi emperyalizmin vesayetinden, içinde bulunduğu çağdışı koşullardan kurtarmak mümkün değildir.
Bu mücadelenin biçimine geçmeden önce, sınıflı Türkiye toplumunda, hangi sınıf ve zümrelerin devrimci, hangilerinin gayri millî olduklarını ve herkesin istediği gibi, istediği anlamda kullandığı “ulus” kavramının ve ulus karakterlerinin neler olduklarını açıklamak yerinde olacaktır kanısındayız. Çünkü her zaman olduğu gibi; bugün de Müslümanlık ve Türklük gibi nitelikler ulusal karaktermiş gibi söylenmekte, bu niteliklere sahip herhangi bir kişinin, ulusun bir bireyi olabileceği anlamı doğmaktadır. Oysaki millî olmayan sınıf ve zümreler de Türk ve Müslüman olabilirler.
Nedir “ulus” ve “ulusun karakterleri?” Bir topluma ulus diyebilmek için, o toplumda hangi özelliklerin var olması gerekmektedir.

a) Dil birliği:

Aynı bir ulusun üyeleri aralarında, ortak bir dil aracılığıyla, ulusal dil aracılığıyla anlaşırlar. Dil bir sınıfın ya da bir zümrenin malı değil, tüm ulusun malıdır.
Emperyalistler bir ülkeyi sömürge haline getirirken, başta kendi dillerini halka öğreterek, ulusal dili ortadan kaldırmaya çalışırlar. (Afrika’da, Latin Amerika’da Fransız, İngiliz ve İspanyol sömürgecilerinin yaptığı gibi) çünkü, ulusun kendi öz dilini koruması ve yabancıların diline rağbet etmemesi, giderek sömürgeciliğe karşı maddi bir direnme doğurur.

b) Toprak birliği:

Ulus, aynı zamanda bir toprak bütünlüğüdür. Her ulus tarihin bir ürünüdür. Aynı topraklar üzerinde, beraberce yaşanan uzun bir hayat olmadıkça ulus olmak mümkün değildir. Topraklarının bir bölümünün yabancılar tarafından işgaline, halklar bunun için karşı koyarlar.

c) İktisadi bütünlük:

Ulusal toprağın ayrı ayrı parçaları arasında, bir iktisadi bağlantının bulunması zorunludur. Bir ulus aynı zamanda bir pazardır da. Pazar; toprağın ayrı ayrı bölümlerinden gelen üretimler arasında değişimi, mübadeleyi sağlar. Bu şekilde yaratılan, ortak İktisadî yaşantı birliği, ulaşım, yol ve araçlarının gelişimi ile güçlenir.
(Kurtuluş Savaşı’nda, yurdumuzu işgal eden düşman güçleri ve onların yerli ortaklan, bu nedenledir ki, Türkiye’yi birkaç ayrı parçaya bölmek istiyorlardı. Halkımızı köleleştirmek için toprak bütünlüğümüzün ve iktisadi yaşantı birliğimizin bozulması gerekiyordu.) Bu durumda, ulusal olmayan şey sınıf mücadelesi değildir. Çünkü sınıfların varlığı İktisadî bir gerçeğe dayanır. Sınıf mücadelesi, ne denli keskinleşirse keskinleşsin, toplumun dağılmasına sebep olmaz.

d) Ortak ruhi şekillenme:

Hayat şartlarında sürekli bir birlik ve beraberlik sonucu bir ulusun bireylerinde, ortak psikolojik özellikler ortaya çıkar. Dil birliği de bunu zamanla yaratacak en önemli unsurlardandır. Bu durum her ulusu öteki uluslardan ayıran niteliklerden birisidir. Ruhi şekillenme birliği, en yüksek ifadesini kültür birliğinde bulur. Her ulusun, özgür durumunu yansıtan bir kültür mirası vardır. Bu ortak kültür mirası ulusun bireyleri arasında güçlü bir bağ yaratır.

e) Tarihi olarak teşekkül etmiş istikrarlı birlik:

Ulusun diğer öğeleri, tarih boyunca gelişir oluşurlar. Millî birlik de tarihi bir üründür. Durmuş, oturmuş olması, istikrarlı olması gerekir. Ulusun maddi temelleri bunlardır. Bu niteliklerin her biri önemli olmakla birlikte birinin varlığı ya da yokluğu, ulus anlamını değiştirmez. Örneğin, ayrı uluslar aynı dili konuşabilecekleri gibi, bir ulusta da ayrı diller konuşulabilinir. Ancak bu niteliklerden bir kısmının ortadan kalkması, ulusun maddi varlığını tehlikeye düşürür.

Irk, ulusal birliği meydana getiren öğelerden biri değildir. Biyolojik bir etkendir. Hiçbir biyolojik etken, toplumların tarihi evriminde belirleyici bir rol oynayamaz.

Irkçılık, ulusların düşmanıdır. Kendilerini “Seçkin ırk” diye ilan eden ve halkların bağımsızlığını ayaklar altına alan, Hit- ler’ciler, bunu kanlı bir şekilde ispat ettiler. ABD emperyalizmi, VietNam’da, Kamboç’da, Laos’ta, Panama’da ve daha birçok yerde aynı örneği izliyor. Emperyalistler sömürge ülkelerindeki tahakhükümlerini haklı göstermeye çalışmak ve halkları biıbiri- ne kırdırmak için, ırkçılık temalarını geliştirirler. Kurtuluş Savaşımız da, Yunanlıların Anadolu’yu işgale kalkışmaları, böyle ırkçı, bir körüklemenin sonucuydu. Megalo-İdea peşindeki Yunan ırkçıları böyle bir maceraya girerek, hem Yunan ulusuna hem de ulusumuza ağır kayıplar verdirdiler. Yine Kore savaşında, ABD’nin Kore yurtseverlerini bize aşağı bir ırktan gelen kişiler olarak tanıtması, tahakküm ve müdahale politikasını haklı göstermek içindi.
Irkın, ulusal karakterlerden sayılamayacağı gibi, din ve devlet de bu karakterlerden değildir. Örneğin İsrail bir devlet olarak vardır. Ama bir İsrail ulusu yoktur. İsrail devleti sınırlan içinde, Arap halkı ve İbrani halkı yaşamaktadır. Bu iki halkın birbirle- riyle kültür alışverişleri çok zayıf olduğu gibi (ki, İsrail hükümeti Arap halkı üstünde baskı yaptıkça bu daha da zayıflamaktadır) tarihsel gelişmeleri de ortak değildir. Aynca Arap halkının demokratik haklanna sahip olamaması, komşu Arap uluslarıyla ortak dil, kültür, psikolojik birlik içinde olması, İbranilerin de her- birinin yakın zamana kadar başka başka ulusların kültürel, ekonomik, psikolojik etkileri altında olmalan, ulusun teşekkülünü engellemektedir.

Hindistan’da, Sovyetler Birliği’nde, Endonezya’da ayrı dinleri kabul etmiş topluluklar yaşamaktadır. Bu durum onların ulus olmalarını engellememiştir. Yine; Türkiye, İran, Pakistan, Mısır, Suriye Müslümandırlar. Fakat, herbiri ayrı bir ulustur. Bu karakterler açısından bakınca, ulus;

“Dil, toprak, İktisadî yaşantı birliğinin ve ortak kültür biçiminde beliren, ruhi şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihi, olarak teşekkül etmiş istikrarlı bir topluluktur.”

Türkiye’de böylesi topluluklardan birisidir ama. Kurtuluş Savaşı Türkiyesi gibi değil.
Şimdi, kimler ulusçudur Türkiye’de? Kimler ulusa karşıdır, halka karşıdır, gayrımillidir? Buna gelelim.

Türkiye toprağının, 35 milyon metrekaresi, ABD emperyalizminin silahlı gücüne terk edilmiştir. Sahiller yabancıların yağmalarına açık tutulmuştur. Köylüler, ağalarca topraklarından edilmişlerdir. Nato antlaşması bir savaş halinde, yurdumuzun tüm halkımızla birlikte, birkaç dakika içinde yok olmasını bünyesinde taşıyor. Çünkü yirminci yüzyıl savaşı nükleer, termonükleer bir savaştır. Ve Nato stratejik olarak, herhangi bir dünya savaşında Türkiye’yi yem olarak kullanacaktır. Amerikan askerî üsleri millî güvenliğimizi ortadan kaldırıcı bir nitelik taşımaktadır.

Ekonomide, millî bir ağır sanayii yerine, dışa bağlı yabancı büyük tröstlerle bütünleşmiş, montaj sanayii, lüks eşya fabrikaları kurulmuş ve desteklenmiştir. Bu ulusal sanayiin canına okuduğu gibi, çıkarları ulusun çıkarlarıyla çelişen gayrı millî bir sınıf yaratmıştır. Bu sınıf azınlık olmakla birlikte, korkunç bir şekilde örgütlenmiş ve Türkiye’yi, mali oligarşinin basit bir pazarı haline getirmiştir.

Misak-ı Millî içinde bir halk olan, Türk halkıyla tarihi bir kardeşlik sınavı vermiş bulunan Kürt halkının dili, kültürü emisyona tabi tutulmuş, bu halkın öz dili ve kültürü ortadan kaldırılmak istenmiştir.

Bugünkü ve yarınki kuşaklan, kendi yaşamlarına, öz değerlerine ve ulusal sorunlarına yabancı kılmak geniş anlamı ile kuşakları, sömürüye yatkın hale getirmek, ulusal kültürü temelden etkilemek için de elden gelen yapılmıştır. Meşhur “Bin temel eser” bunun içindir. Sel gibi gelen çeviriler, kovboy filmleri, yabancı müzikaller, fotoromanlar, ekstra magazinler, Red-Kit benzeri kitaplar, bunun içindir hep. Magazin satan gazeteci kulübeleri önünde sabahtan akşama kadar kirayla Tommiks, Teksas okuyan, 7 yaşından lise öğrencisine kadar çocuk kuyruğu vardır. Adi bir kovboy filmi ya da onun kötü bir kopyası bir Yeşilçam filmi oynatan taşra sinemaları, haftalarca dolup boşalır durmadan. Nasıl sağlanmıştır bu? Bütünüyle dış etkiler altında kalmış, ulusal kimliği yok olmuş, yararsız bir eğitim yüzünden, Neden, ulusal sinema yoktur? Neden ulusal tiyatro yoktur, ya da taşrada oynayamaz? Ulusal kültüre, gelişime düşman olanlar, perdeleri yaktırır. Oyunculara işkence ettirir de onun için.
İşte bunları yapanlardır gayrımillî olanlar! Bunlardır hain olanlar. Bu çizgiyi itirazsız ve yanlışlığım bile bile kabul edip izleyenlerdir.

Türkiye’de bugün iki cephe vardır:

Birincisi; yurtseverlerin, devrimcilerin cephesi. İkincisi de; emperyalizm, işbirlikçi sermaye, feodal mütegalibe, ittifakı gerici cephesi.

Bu karşıdevrimci gerici cephenin, tam anlamıyla 1950’de iktidara geldiğini, 27 Mayıs İhtilali ile durumunun az da olsa sarsıldığını, ancak 1965 seçimlerinde, Demokrat Parti mirasçısı olarak tekrar iktidarı ele geçirdiğini, daha önce somut örneklerle anlatmıştık. Baş mirasçı, AP’nin başında Demirel vardı. (……….. ) Ve bu kişi gayrımillî kimliği ile karşıdevrimci gerici cephenin, politika alanındaki bir temsilcisi olarak şu kadar yıl başbakanlık yaptı Türkiye’de. Şimdi de hâlâ emperyalizmin ve işbirlikçi sermaye nin verdiği destekle oturup durmaktadır yerinde.

1961 Anayasası, DP’yi mahkûm etmiş bir hareketin, bir ihtilalin yasasıydı. Ve ona karşı yapılan 27 Mayıs İhtilali’ni “Türk Ulusunun meşru direnme hakkı” olarak niteliyordu. Ve biz bugün bu anayasayı yok etmeye çalışmakla suçlanıyoruz.
Demirel; partisinin 5. Büyük Kongresi’nde şöyle konuşuyordu:

“Daima saygı ile andığımız, DP’nin kapatılmasından sonra, bu çatı altında tekrar kalkınma meşalesini yakmaya karar verdiğimiz zaman, 10 sene sonra hangi noktaya geleceğimizi kestirememiştik. Ve bugün AP, sönmeye yüz tutmuş DP’nin kalkınma meşalesini yakmış ve yurdu ta Edirne’den Posof a kadar imar ve ihya etmeye, nura kavuşturmaya başlamıştır.”

(Son Havadis gazetesi ve 23.10.1970 tarihli Cumhuriyet gazetesi başyazısından.)
Bu durumda meşru olan, 27 Mayıs İhtilali ve 1961 Anayasası mıydı, yoksa AP ve Başbakan Süleyman Demirel’in başbakanlığı mı?

Emperyalizm işbirlikçileri ortaklığı, halkımızı çağ dışı koşullar altında tutmaktadır.
Şeyhlik vardır Türkiye’de. Doktor nedir bilmeyen yoksul insanlar, onların idrarını içerek, bastıkları toprağı muska yapıp saklayarak dertlerine derman aramaktadırlar. En küçük şeyh bir düzüne köyü mürit edinmiştir kendine. Her şeyhin gücüne orantılı halifeleri vardır. Bunlar kasabalarda otururlar ve faizcilik, tefecilik yaparlar. Halifelere de bağlı düzinelerce çavuş vardır. Çavuşlar, hem okur yaşa gelmiş çocukları okuturlar eski usulle, hem de büyük şeyhin propagandasını yapıp “Cer-hak”ını toplarlar.
Şeyh Selahaddin, Şeyh Sait’in oğludur. Doğu Anadolu’da yüzlerce köyü kendine mürit edinmiştir. Desteklediği partiye, bir düzüneden fazla milletvekili sağlayabilecek güçtedir.

Şeyh Kasım Küfrevi, milletvekilidir. 1965 seçimlerine YTP’den aday olmuş, bu partiye iki sandalye sağlamıştır. 1969 seçimlerine GP’den katılmış, tüm oyları da kendisiyle birlikte bu partiye kaymıştır.

Adalet Paıtisi’nin zor günde transfer ettiği Ulusoy’Iar da bunun bir başka örneğidir.
Toprak ağalığı sorunu herkesçe bilinmektedir. Toprak ağasının emrindeki eğitimden sosyal yaşamdan nasibini alamamış köylünün, ağadan bağımsız düşünemeyeceği, hüküm yürüteme- yeceği ortadadır.

Türkiye bu çağ dışı koşullardan kurtarılmadıkça, Süleyman- cılık Nurculuk, Şeyhlik, Derebeyi artığı toprak ağalığı ve işbirlikçi sermaye kurumlan tasfiye edilmedikçe DP’ler, AP’ler hep iktidara geleceklerdir. Ve hem de “Millî İrade”yi temsil ettiklerini söyleyeceklerdir.

Gerici emperyalist ittifakın dışındaki siyasî partilerde, oy kaybı korkusundan bu kurumlara dokunmaktan öcü’den korkar gibi korkmaktadırlar.

Mali Oligarşi’nin, emperyalizm-işbirlikçi sermaye ve feodal mütegallibe ittifakı cephesinin, Türkiye’nin kaderine ve tüm azgelişmiş ulusların kaderlerine ördüğü bir ağdır bu. Karşıdevrimci, gerici cephe böylesine örgütlüdür. Politikası, sahte demokrasicilik şartlarını sürdürmek ve bu şartlar altında vesayet ve sömürüyü sürdürmek politikasıdır.

Karşıdevrimci cephe bu politikayı sürdüğüne göre – devrimci ve millîci güçlerin politikası; her ulusal sınıfın, kendi öz siyasî örgütü ve gücüyle orantılı olarak Türkiye’nin gelişimini etkileyebileceği, demokratik düzeni kurma ve bunu başardığı ölçüde tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’yi kurma yolunda mücadeledir.
Gerici üçlü ittifaka karşı koyacak, devrimci potansiyele sahip sınıflar, işçi sınıfı ile, şehir ve köy küçük burjuvazisi ve onun en aktif kesimi olan asker-sivil-aydın zümredir. Devrimci sınıfların, başta işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün, önlerine çıkan anti demokratik engelleri aşıp bilinçli ve örgütlü güçler olarak Türkiye’nin tarihi gelişimine damgalarını vurmaları kaçınılmazdır.

İşçi sınıfı ve yoksul köylülük, sınıf bilincine vardığı ölçüde bağımsız ve demokratik Türkiye’nin en tutarlı savunucuları olacaklarından toplumumuzun gerçek anlamıyla en millici ve demokratik güçleridir de.

Ulusal varlığımızı yok etmek isteyen emperyalizm ve yerli ortaklarına karşı, Millîci ve devrimci sınıfların takip etmeleri gereken MİLLÎ DEMOKRATİK DEVRİM stratejisi, hareketimizin çizgisidir. Diğer bir anlamıyla bütün millîci sınıf ve tabakaların ortak devrim anlayışı, Millî Kurtuluş Savaşı’nın bu savaşı ve onun başındaki Mustafa Kemal’i yok edici, ortadan kaldırıcı bir düzen kuran, karşıdevrimci-gerici ittifaka karşı yapılmış olan 27 Mayıs İhtilali’nin ve 1961 Anayasası’nın bir devamı ve tamamlayıcısıdır.
Bunun içindir ki, bizler; Türkiye toplumunun tarihi geçmişinde sağlam olan ulusal ve devrimci olan ne varsa onun mirasçısıyız.

Ve bizler, emperyalizmin, yerli işbirlikçilerinin ve onların ittifak kurduğu çağ dışı, bilim dışı kurumların tasfiyesinin ancak, tüm yurtsever sınıf ve tabakaların ortak devrim stratejisi olan “Millî Demokratik Devrim’le olabileceğine inanıyoruz. Yurdumuzun bu noktaya, çok güç ve zor şartlar altında ulaşabileceğinin de bilincindeyiz. En az, Atatürk’ün kumanda ettiği Millî Kurtuluş Savaşı kadar zor ve çetin. Ama mümkün. Şimdiye kadarki şartlar bizi mücadelemizden yıldırmadı, bundan böyle de yıldırmayacak.

SONUÇ

Toplumumuzun bir ferdi ve bir vatandaş olarak düşünmek zorundayız… Başlarımızı ellerimiz arasına alarak ciddi ciddi düşünelim ve kendimize şu soruyu soralım… “Türkiye neden kalkınamıyor?” Bu sorunun cevabı, elli yıllık tarihimizin acı gerçeğidir. Türkiye’nin kalkınamamasına ve geri kalmasına sebep kimlerdir? Yarım asır önce Bağımsızlık Savaşı verdik ve emperyalist ülkeleri dize getirerek bağımsız bir ülke olduk. 1923 yılından sonra Türkiye’yi sömüren, sermayesini dışarıya aktaran bir devlet yoktu. 1923-1939 yılları arasında hiçbir yabancı devlete imtiyaz verilmedi ve üstelik Osmanlı Devleti’nden kalma borçlar ve yabancı şirketlerin imtiyazları kaldırıldı. Tam başarılı olmamasına rağmen, hiçbir yabancı ülkeye imtiyaz verilmeden, tamamen iç kaynak ve imkânlarla yurdun kalkınması için çaba sarf edildi. Fakat 1939 yılından sonra Türkiye, tekrar emperyalist ülkelere avuç açmaya ve 1945’te ise kapılarını açmaya başladı. Ve nihayet 1945 yılından beri Türkiye Amerikan dolarlarının cirit attığı bir pazar durumuna geldi. Şimdiye kadar olan savunmamızda Amerika’ya verilen imtiyazları, imzalanan ekonomik, askerî, siyasî ve kültürel antlaşmaları inceledik. Gördüğümüz gerçek şudur:

Bu imtiyaz ve antlaşmaları Amerika, silahlarla, atom bombalarıyla kabul ettirmedi. Hepsi belirli kişi ve zümreler tarafından masa başlarında imzalandı. Bu vatan, bunca madenler, Amerikalılara üs olan dağlar ve ulusumuzun onuru, bir avuç satılmış tarafından içki masalarında satıldı.

Bir gün bu satılmışları yargılama günü gelirse, ki gelecektir; suçlu sandalyesine suçun asıl sahibi bu kişiler ve sınıflar oturursa, şunu gözlerimizle görecek, kulaklarımızla işiteceğiz. Paraları ve kârları uğruna o kadar temkinli ve dikkatli, fakat yurt sevgisinden de o kadar yoksundurlar ki, vatanı bir tek viski kadehine dahi sattıkları olmuştur. Gün gelecek bunu göreceğiz.

Çağımızda, yani yirminci yüzyılda sermayenin vatanı yoktur. Sermayedarın vatanı ise parası nerede çok kâr getiriyorsa orasıdır. îşte bu yüzden yurdumuzu Amerika’ya peşkeş çeken bir avuç hainin kârı ve teminatı Amerikan dolarlarına bağlı olduğu için onların asıl vatanı Amerika’dır, Avrupa’dır. Türkiye bunlar için tüyü yolunacak kuştan başka bir şey değildir. Bunu böyle kabul ettikleri ve bildikleri içindir ki, bir gün gelir bu halk başımıza bela olur, karşımıza çıkar düşüncesi ile sermayesini ve talanını dostu Amerika’yla garantiye almak için askerî ve siyasî antlaşmalar imzalamıştır. İşin esası ve mantığı budur. Silahlı Kuvvetler’den başlayarak bütün kurumlan ve fertleri büyük bir titizlikle Amerikanlaştırmaya çalışıyorlar. Ulusumuzun benliğini kaybetmesi ve uyanmaması için her türlü Amerikan ilacını vermekten geri kalmıyorlar. Fakat bütün bunlara rağmen, gene de bir gün ulusun direneceğini, ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin istedikleri gibi olamayacağını hesaplayarak gerekirse çıkarlarını korumak için son çare olarak Amerikan Ordusu’nu kullanmak için böyle bir durumda Amerika’nın müdahale edebileceği şekilde antlaşma imzalamışlardır.

Yurdumuz bu duruma nasıl geldi? Bu sınıf ve zümreler yurdumuzda tarih sahnesine nasıl çıktılar? Bu soruların cevabım birkaç cümleyle açıklamak faydalı olacaktır. Osmanlı Devleti zamanında iktidarı elde tutanlar bunlardı. Padişah ve saray bunların emrinde bir kukladan başka bir şey değildi. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra iktidardan düştüler – Kurtuluş Savaşı’nın korkusu ile ve 1939 yılına kadarki bağımsızlık politikası yüzünden pusuda beklediler. Atatürk’ün ölümüyle meydanı boş buldular ve faaliyete geçtiler. Amaçları ne yoldan olursa olsun iktidarı ele geçirmekti. 1950 yılına kadar iyice örgütlendiler. Buna rağmen iktidara gelecek güçte değillerdi. Gelseler bile uzun süre ellerinde tutamazlardı. O zaman tek yol kalıyordu. O da, dış devletlerden destek almak… Zaten o zamanın canavarı Amerika, gözünü dört açmış, dünyada sömürü alanı arıyordu. Amerika ülkemize girmeye hazırdı. Bir avuç satılmış ise, Amerika ile ortak olmayı ve Türkiye’yi öylece sömürmeyi en iyi yol görüyorlardı. Fırsatı kaçırmadılar, birleşerek 1950 yılında iktidara geldiler.

21 yıldır yurdumuzun ekonomisini ellerinde tutan ve buna yakın bir süredir iktidarda bulunan bu sınıf ve tabakaların gücü gün geçtikçe artmaktadır. Sayılan fazla olmamasına rağmen güçleri fazladır. Arkalarına aldıkları Amerika ile kendilerini rahat ve garantide hissetmektedirler.

Halkımızı bir sömürü çemberi içine almışlardır. Bildirimizde de açıkladığımız gibi bu hainler sürüsü; patronlar, ağalar, tefeci, bezirgan ve bunların emrindeki bir avuç uşaktır.

Amerika, yurdumuzda bunların varlığı ile ayakta durmaktadır. Bunların varlığına son vermeden Amerika’yı yurttan atmak mümkün değildir. Bunlar var oldukça Amerika da yurdumuzda var olacaktır. Bu yüzden Amerika, Türkiye’deki çıkarlarını teminat altında görmektedir. Bunların satılmışlığı sayesinde Türkiye’de, Amerika o kadar güçlüdür ki, istediği zaman iktidar değiştirir, hoşuna gitmeyen bir kişiyi görevinden atmak an meselesidir. Nitekim bunun örnekleri yurdumuzda defalarca görülmüştür. Aynı durum Amerika’nın sömürdüğü bütün yoksul ülkeler için söz konusudur. Gazete ve radyolarda her gün okuyor ve dinliyoruz. Amerika, Türkiye gibi yarı sömürge ülkelerde sandalye devirir gibi iktidar devirmektedir.

Aşağıdaki sözler Amerikan tekellerinin ve onların emrindeki Amerikan Ordusu’nun en üst rütbeli bir generalinin sözleridir. Amerika, yoksul ülkelerdeki orduları Amerikalılaştırdığından emindir. Pentagondan söylenmiştir ki, Pentagon, tekelleri ve Amerikan çıkarlarını silahla korumak için dünyaya ait planların ve oyunların çevrildiği yerdir. Bu sözler, sömürdüğü ülke ordularının, Amerikan orduları olduğunu iddia edercesine söylenmiş ve bu orduların Amerikan çıkarlarını korumak için görevli olduğunu belirtmek için sarf edilmiştir.

Amerikalı General Edward Szutos şöyle diyor:

“İNŞA ETTİĞİMİZ ORDULARIN, ULUSLARARASI DÜZEYDE HİÇBİR ÖNEMİ YOKTUR… HER ÜLKE KENDİ ORDUSU TARAFINDAN İŞGAL EDİLMİŞTİR.”

Bu sözler birer subay olan sizleri bizlerden çok düşündürmelidir. Ve mahkeme sonunda vereceğiniz karara karşı aynı Amerikalı general değil, fakat dünyanın ezilen halkları ve Türkiye halkı şu sözleri söylemelidir:

“ANKARA’DA SIKIYÖNETİM YARGIÇLARI VAR…”

Aksi halde sorumluluğu çok ağır bir kara leke, tarihimize silinmeyecek olan damgasını vuracaktır.

Amerika bu çıkar ve sömürüsünü sürdürmek için her türlü tedbire başvurur. Şayet emrindeki iktidar sömürünün devamını sağlayamıyorsa, ekonomik ve politik krizin eşiğindeyse, onu düşürür halkı kandırmak için yeni bir iktidar getirir. Gelen iktidar ülkeyi kalkındıracağını vaat ederek halkı bir müddet daha soymaya devam eder ve bir müddet sonra da yıpranır, iktidarı başkasına devretmeye mecbur kalır. Bu kandırma ve oyunlarla talan devam eder.

Kısaca; Amerikan emperyalizmi yurdumuzda var oldukça bu talan devam edecektir. Türkiye’nin kalkınması için tek ve zorunlu şart Amerika’nın yurttan atılmasıdır. Hem Amerika, hem kalkınma olmaz. Kalkınma toplumsal bir sorundur. Türkiye’de Amerika var oldukça, toplum kalkınamayacak, fakat büyük zenginler, komisyoncular ve uşaklar olacaktır. Amerika yurdumuzda var oldukça, kalkınma değil, tam tersine açlık ve sefalet var olacaktır.

Türkiye’nin kalkınması ve halkın kurtuluşu Amerikan emperyalizminin yurttan atılmasına bağlıdır.

Bağımsızlığımızı kazanmadan, kalkınmak mümkün değildir. Mümkündür diyenler ya bilmeden söylüyorlardır veya çıkarları gereği yalan söylüyorlardır.

İşte bunun içindir ki, önümüzdeki sorun Amerikan emperyalizmini kovmak için mücadeledir. Ve bu mücadeleyi başaracak tek kuvvet vardır o da; Amerikan ortağı, patron, ağa, tefeci ve bezirgânlar dışında kalan ve ezilen tüm TÜRKİYE HALKI’dır.
Emperyalizm bunu çok iyi bildiği için ve başına birçok defalar bela geldiği için, yoksul ülkelerdeki en ufak bir kıpırdanmadan nem kapar. BİR KUDUZ KÖPEK ATEŞTEN NASIL KAÇARSA, AMERİKA’DA BAĞIMSIZLIK İÇİN MÜCADELE EDENLERDEN ÖYLE KAÇAR. Bunun için de ne pahasına olursa olsun bağımsızlık mücadelelerini daha zayıfken ezmek yok etmek ve esaret tahtını devam ettirmek ister.

Bizler Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi ilk şart gördüğümüz, bu işin de mutlaka silahla kazanılacağına inandığımız için silaha sarıldık ve mücadele ediyoruz. Tek amacımız budur, bunun için Nurhak Dağları’nda mücadeleye başladık. Yoksa, sayın savcının dediği gibi ANAYASA’yı ortadan kaldırmak için değil… Bu arada sırası gelmişken, iddia makamındaki kişiye birkaç sözümüz var:

Sayın Savcı,

1- AMERİKAN EMPERYALİZMİ GAYRI MİLLÎDİR.
2- ONA ORTAKLIK EDENLER ULUSUMUZA İHANET ETMİŞLERDİR.
3- EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE SUÇ DEĞİLDİR, SİLAHLI MÜCADELE İSE ANAYASA’YI İHLAL DEĞİLDİR.
4- GAYRİ MİLLÎ OLAN EMPERYALİZM VE ORTAKLARININ SÖMÜRÜSÜ, ANAYASA’YA AYKIRIDIR.
Buna göre iki şey var:

1.EĞER BELLİ BİR HATA SONUCU, İDDİANAME VE MÜTALAAYI HAZIRLADINIZSA, DİKKATLİ OLUNUZ; İDAMINI İSTEDİĞİNİZ KİŞİLER KASAPLIK KOYUN DEĞİLDİR VE SİZ SAVCISINIZ…
2.YOK EĞER YAPTIĞINIZIN BİLİNCİNDE İSENİZ: YOLUNUZ AÇIK OLSUN.

 

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

🔗 Bu Hafta İlgi Görenler

Arabuluculuk Anlaşma Tutanağı – Cebri İcraya Elverişlilik

Arabuluculuk anlaşma belgesinde; alacağın şarta bağlanması, eda hükmü içermemesi...

Anayasa Mahkemesi: OHAL Kapsamında Görevden Çıkarılanların Tazminat Hakkı Tanındı

Anayasa Mahkemesi, 7089 sayılı Olağanüstü Hal (OHAL) Kapsamında Bazı...

Anayasa Mahkemesi’nden Önemli Karar: İş Sözleşmelerinde Hukuk Seçimi İptal Edildi

Anayasa Mahkemesi, 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul...

10.8.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

Duruşmanın tehir edildiği belli günde saat 09.40’ta mahsus salonda...

22.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: 4. 22.7.971 Duruşmanın tehir edildiği belli gün...

20.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: III. 20.7.971 Duruşmanın tehir edildiği belli gün...

17.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: II. 17.7.971 ve Hak. Yzb. Baki TUĞ...

16.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: I. 16.7.971 ve Hak. Yzb. Baki TUĞ...

1. THKO Davasında Avukatların Ankara 1 Nolu...

ANKARA SIKIYÖNETİM KOMUTANLIĞI 1 NO.LU ASKERİ MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA Dosya No. 971/13 Özeti:...

İrfan Uçar Hakkında Avukatları Halit Çelenk Ve...

Ankara: 2.9.1971 1 NUMARALI SIKIYÖNETİM MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA ANKARA Dosya No. 971/96 evr. 971/13...
0
Would love your thoughts, please comment.x