Hayat Tarih Mecmuası’nın 1 Aralık 1966 tarihli sayısında yayımlanan “Bağdat Kadısı ile Harâmi” adlı hikâye, yazma bir metinden Şevket Rado tarafından sadeleştirilerek günümüz Türkçesine kazandırılmıştır. Metindeki imla ve anlam bütünlüğüne yönelik düzeltmelerle daha akıcı hale getirilen bu eser, okuyucuyu hem düşündürecek hem de gülümsetecek türden bir Doğu klasiği sunuyor.
Peki, bir gece yarısı soyulan bir kadı, nasıl oldu da kendisini soyan harâmîyi damat adayı olarak karşısında buldu? İşte ilmin kudretiyle dönüşen bu sıra dışı kaderin hikâyesi…
Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı esrar şöyle rivayet ederler ki, geçmiş zamanın büyük şehirlerinden birinde, ilmiyle tanınmış, dindar ve âdil bir kadı vardı. Gece ahiretini düşünüp Cenâb-ı Hakk’a ibadetle meşgul olur, doğruluktan hiç ayrılmazdı. İlminin derinliği ve merhametiyle tanınan bu zâtın insanlar arasında bir benzeri yoktu.
Bir gece yatak odasında kitap okurken uykusu ağır bastı. Kitabı kapayıp uyumaya karar vermişti ki, birdenbire gözüne bir yazı ilişti: “Uyku, ölümün kardeşidir.” Kendi kendine, “Madem uyku ölümün kardeşidir, öyleyse uzun uzun yatıp uyumak revâ mıdır? Bâri gecenin geri kalan kısmını ibadet ve tâat ile geçireyim,” dedi. Derhal uykunun ağırlığından kurtulup ibadete niyetlendi. Bir kitap daha alıp okurken şu cümleyi gördü: “Namazı bağ, bahçe, bostan gibi gönül açıcı yerlerde kılınız.”
Kadı bu yazıyı okuyunca şehrin dışındaki bahçesini hatırladı. Bahçe, cennet misali güzellikteydi. Hemen bahçeye gidip namazını orada kılmayı niyet etti. Hiç tereddüt etmeden kalktı, gece vakti olduğunu ve hizmetkârlarını uyandırmanın doğru olmayacağını düşünerek onları rahatsız etmedi. Kendi atını eğerledi, sırtına bindi ve bahçeye doğru yola çıktı.
Şehirden bir saat kadar uzaklaşmıştı ki, birdenbire önüne korkunç görünüşlü, tepeden tırnağa silahlı bir harâmî çıkıverdi. Adam süngüsünü kadıya doğrultup:
— Dur olduğun yerde! Sen kimsin? Şimdi atından in, soyun ve bütün malını bana teslim et! Yoksa seni aman vermeden helâk ederim! dedi.
Zavallı kadı, korkusundan nutku tutulmuş bir hâlde, tek kelime edemedi. Harâmî tekrar zorladı:
— Bu vakitte nereye gidersin? Kimsin, söyle!
Kadı:
— Ben Müslümanların kadısıyım, dedi.
Harâmî:
— Peki, bu vakitte nereye gidersin? diye sordu.
Kadı:
— Bahçeye, namaz kılmaya giderim.
Harâmî:
— Evin başına mı yıkıldı ki, böyle vakitsiz bir zamanda bahçeye namaz kılmaya gidersin?
Kadı:
— Bir kitapta gözüme ilişti: “Namazı bağ, bahçe, bostan gibi gönül açıcı yerlerde kılınız,” diye yazılmış. Onun için gidiyorum.
Harâmî:
— Sen cahilin birisin! Zira Resûl-i Ekrem, “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır,” diye buyurmuştur.
Kadı:
— Gaflet eyledim, kerem eyle, beni incitme!
Harâmî:
— Senin hizmetkârların nerede?
Kadı:
— Günaha girmeyeyim diye onları uykularından uyandırmadım.
Harâmî:
— Sen gafilin birisin! Hadîs-i şerif ne diyor? “Önce yoldaş, sonra yol,” demiyor mu? Eğer hizmetkârların şimdi yanında olsaydı, ben sana dokunabilir miydim?
Kadı yalvar yakar oldu:
— Ey kâmil adam! Bâri Hakk Teâlâ Hazretlerinden utan! Resûl-i Ekrem, “Utanmak imandandır,” buyurmuştur.
Kadı:
— Evet, öyledir. Lâkin Resûl-i Ekrem diğer bir hadîs-i şerîfte, “Utanmak insanı rızıktan meneder,” buyurmuştur.
Harâmî:
— Hemen bu saat atından in ve soyun! Eşyalarını ve malını bana teslim eyle. Yoksa seni aman vermeden helâk ederim. Tez soyun! Zira sabah yakındır.
Kadı (yalvararak):
— Ey kâmil adam! Lütf-ü kerem eyle. Beni incitme ki, Resûl-i Ekrem, “Benim ümmetim dalâlete sapmaz,” yani kötü işlere girişmez, buyurmuştur.
Harâmî:
— Evet, öyledir. Lâkin Hak Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Biz sizin rızkınızı aranızda taksim eyledik,” buyurmuştur. Öyleyse benim rızkım da sendendir. Hemen soyun ve malını bana teslim et! Sabah yakındır.
Kadı:
— Ey kâmil adam! Beni incitme! Zira âdeme hücum etmek köpeklere mahsustur.
Harâmî:
— Madem bende köpek hâli var, sende de domuz hâli vardır.
Kadı:
— Bunu ne sebeple söyledin?
Harâmî:
— Şu sebeple ki, Hak Teâlâ, “Köpekleri domuzlara musallat etmiştir.”
Kadı (yalvararak):
— Ey kâmil adam! Bu zulmü bana reva görme. Zira Hak Teâlâ, “Zâlimlere lânet eder.”
Harâmî:
— Zâlim ben değilim, sensin! Kendi zulmünün farkında değilsin. Gece vakti yola çıkıp benim elimine düştün. Hak Teâlâ, “Zâlimler kendilerine zulmederler,” buyurmamış mıdır?
Kadı:
— Ben sabah yakın zannettim, geceymiş. Gaflet eyledim.
Harâmî:
— Senin yıldızlar ilminden haberin yok mudur?
Kadı:
— Resûl-i Ekrem, “Her kim yıldızlar ilmini öğrenirse kâfir olur,” buyurmuştur. O sebeple öğrenmedim.
Harâmî:
— Sen ne biçim âlimsin ki, hadîs-i şerîf ve âyet-i kerîmeleri inkâr ediyorsun?
Kadı:
— Oku bakalım, o âyet-i kerîmeleri!
Harâmî, Hak Sübhâne ve Teâlâ Hazretlerinin Kur’ân-ı Azîmüşşân’ındaki âyetleri bir bir okudu.
Kadı:
— Ey kâmil adam! Anlaşıldı ki, sen her ilimde mâhirsin. Yıldızlar ilmine de vâkıfsın. Kerem eyle! Bu vakitte yedi yıldız Akrep burcundadır.
Harâmî:
— Bu saat, hırsızlara ve harâmîlere çok münasiptir. Zaten o sebeple karşına çıktım. Kadılara bağ, bahçe, bostan seyri münasip değildir. İşlerin rast gelmez.
Kadı:
— Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı nasıl okursun?
Harâmî:
— Yedi türlü okurum.
Kadı:
— Ey kâmil adam! Mâlum oldu ki, her cihette mâhirsin. Hem âlim, hem hâfız, hem müttakî, hem de müderrisin. Münasip değil! Kerem eyle, benimle bahçeye gidelim. Orada soyunup esvabımı ve malımı sana teslim edeyim.
Harâmî:
— Tehlikeye girmek akıllı adam işi değildir. Zira Hak Teâlâ, “Tehlikeden sakının,” buyurmuştur. Bundan ziyade tehlike olmaz. Sana uyup bahçeye gider miyim? Sen hizmetkârlarına emreder, beni tutarlar, ellerimi bağlarlar. Sonra, “Hırsızların elini ayağını kesin,” âyetini okuyarak emredersin. Böyle tehlikeli yere varmak akıllı adamın işi değildir. Tez soyun! Sabah yakındır.
Kadı:
— Vallahi sana hıyanet etmem.
Harâmî:
— Zaruret halinde yalan yere yemin etmek câizdir. Şeyh Sâdî, “İş bittikten sonra yalana izin vardır,” buyurmuştur. Sen de bu zaruretten yemin edersin. Selâmette varınca yemini câiz görürsün. Hemen soyun! Sabah yakındır.
Kadı çaresiz kalıp harâmînin bilgisine hayran oldu. Attan indi, atını teslim etti. Sonra esvabını çıkarıp harâmîye verdi. Yalnız gömleği kaldı.
Harâmî:
— Resûl-i Ekrem, “İşi tamam yapın,” buyurmuştur. Öyle yapmak gerekir.
Kadı:
— Namaz vakti yakındır. Kerem eyle, gömleğimi alma ki ayıp yerlerimi örteyim.
Harâmî:
— Doğru söyle! Evde başka gömleğin yok mudur?
Kadı “var” deyince, Harâmî:
— Resûl-i Ekrem, “Her kimin iki gömleği varsa, onda îmânın lezzeti yoktur,” buyurmuştur. Öyle olduğuna göre evdeki gömleğin sana kâfidir. Zaten zaruret halinde bu şekilde namaz kılmak da câizdir, dedi.
Kadı, gömleğini de çıkarıp verdi. Ancak parmağında pırıltılı bir altın yüzük vardı. Işığı harâmînin gözüne çarpınca:
— Başka bir şeyin var mı? diye sordu.
Kadı “Yok” deyince, Harâmî:
— Parmağındaki yüzük nedir?
Kadı:
— İnsaf eyle, bana lâzımdır.
Harâmî:
— Altın yüzük erkeklere haramdır. Lâkin ben satıp ihtiyacımı gideririm. Onu hemen bana ver!
Kadı çaresiz yüzüğü de çıkarıp verdi. Harâmî memnuniyetle:
— Ey Kadı, seni Allaha ısmarladım. Allah bereket versin, bizi çok sevindirdin! deyip keyifle oradan ayrıldı.
Kadı ise ah vahlar içinde, çırılçıplak ve perişan bir halde evine döndü. Kapıyı çalınca, hizmetkârı Amber Ağa açtı. Kadıyı bu halde görünce şaşkına döndü, hayal gördüğünü zannederek dua okumaya başladı. Kadı kendini tanıtınca, Amber Ağa:
— Bu hal nedir? diye sordu.
Kadı:
— Hiç sorma! deyip içeri girdi. Amber Ağa’ya hareme gitmesini emrederek bir kat elbise getirtti. Giyindikten sonra asık suratla oturdu ve başından geçenleri Amber Ağa’ya bir bir anlattı.
Sabah olduğunda, kadının hizmetkârları durumu öğrendi. Bir hizmetkâr telâşla odaya girip kadıya:
— Efendim, biri atınıza binmiş, elbiselerinizi giymiş ve elinde bir kitapla içeri giriyor! dedi.
Kadı yerinden fırlayıp:
— Bre medet! Bu adam gece beni soyup çırılçıplak bıraktı. Şimdi kitap ile gelmiş, halimiz nice olur? diye haykırdı.
Hizmetkârlar kapıya koştu, ancak harâmî onları dinlemeden içeri girdi. Kadının huzurunda selâm verip korkusuzca oturdu.
Kadı:
— Bize başka bir borcunuz mu kaldı? Niye geldiniz?
Harâmî:
— Bu gece kitap okurken bir hadîs-i şerîfe rastladım. Müşkülümü çözemedim. Sizden öğrenmeye geldim.
Kadı:
— Senin ne güzel kitap okuduğunu bilirim! Hadîsi söyle.
Harâmî:
— “Cümle müminler kardeştir” hadîsi sahih midir?
Kadı “Sahihtir” deyince, harâmî:
— Madem öyle, siz de mümin, ben de müminim. O halde kardeşiz. Siz nimet içinde, biz zahmette olmayalım. Malınızı kardeş payıyla taksim edelim!
Kadı feryat etti:
— Bu ne belâdır yâ Rabbî!
Harâmî sakinlikle:
— Hazret-i Ali, “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” buyurmuştur. Dün gece benden çok şey öğrendiniz. Artık siz bizim halis kulumuzsunuz.
Kadı şaşkınlıkla susarken, sofra kuruldu. Harâmî başa geçti. Sofraya bir kaz getirilince, Kadı:
— Bu kazı adaletle taksim et! dedi.
Harâmî kazı önüne çekti:
-
Başını kesip Kadının önüne koydu (“Başınız hepimizden üstündür”),
-
Gerdanını kadının hanımına gönderdi (“Hanımınız sizin gerdanınızdır”),
-
Kanatlarını iki oğluna verdi (“Evlâtlarınız sizin kanadınızdır”),
-
Ayaklarını hizmetkârlara ayırdı (“Onlar sizin ayaklarınızdır”),
-
Gövdeyi kendine aldı (“Bana da hizmetkârınız olarak düşen budur”).
Kadı itiraz edince:
— Bu tevili anlamadınız mı? diyerek bilgisiyle kadıyı bir kez daha alt etti.
Sonunda Kadı, harâmînin zekâsına ve ilmine hayran kalıp:
— Ey kâmil adam! Sen yüksek bir zâtsın. Artık bu iş münasip değil. Gel, malımın yarısını sana vereyim, dedi.
Harâmî teklifi kabul edip tövbe etti. Kadı ise âlimleri toplayıp onun nikâhını (bir rivayete göre kızıyla) kıydı.
— Ben hak üzere taksim eyledim, diye cevap verdi.
Kadı :
— Tevil et de görelim, deyince harami: Zatı aliniz cümlenin başısınız, bu yüzden kazın başı size düştü. Hanımınız size boyun eğer, o nedenle gerdan ona uygundur. Oğullarınız sizin kanadınızdır, bu yüzden kanatlar onlara verildi. Hizmetkârlarınız ayaklarınızdır, ayaklar da onlara yakışır. Bana gelince, ben kolsuz kanatsız bir gövdeyim; o yüzden gövde bana münasiptir.
Kadı, harâmînin bu zekâsına, ilmine ve anlayışına hayran kalarak “Âferin!” dedi. Sofra toplandı, şerbetler içildikten sonra kadı:
— Ey kâmil adam! Sen her bakımdan üstün bir zâtsın. Artık bu kötü işler sana yakışmaz. Hemen tövbe ve istiğfar eyle. Benim öyle bir keremim vardır ki, dünyada eşi yoktur. Gel, sana kızımı nikâh edeyim, malımın yarısını da vereyim. Bundan sonra rahat ve huzur içinde yaşarsın, dedi.
Harâmî “Baş üstüne!” diyerek yerinden kalktı, kadının elini öptü ve tövbe etti. Kadı, Bağdat’ın bütün âlimlerini, faziletli kişilerini ve ileri gelenlerini davet ederek kızını bu genç adamla nikâhladı.
Harâmî nikâhtan sonra kadıya şunları anlattı:
— Efendim, aslımı neslimi size açıklayayım. Ben Hoca Farah adında bir tüccarın oğluyum. Adım Selim Can’dır. Babam vefat edince bana büyük bir miras kaldı. Ancak ben malımı har vurup harman savurdum. Ömrüm boyunca her ilmi öğrendim: Kur’an ilmi, fıkıh, Farsça, hikmet, astronomi, geometri, remil, usturlap, aruz, şiir… Velhasıl ne kadar ilim varsa hepsini tahsil ettim. Sonunda fakir düştüm. Çaresiz kalınca dün gece “Talihimi deneyeyim, sonum ne olacak?” diye yola çıktım. Size rastladım ve gördüm ki bu benim için büyük bir bayram oldu. Bağdat Kadısı’nın güzel kızı ve helâl malı bana nasip oldu. Yoksa bugüne kadar kimseye kötülük etmedim.
Kadı Efendi ve diğer âlimler bu genç adamı tebrik ettiler. Büyük bir düğün yapıldı. Bir mübarek cuma gecesi gerdeğe girdiler ve muratlarına erdiler. Ömürlerinin geri kalanını huzur ve mutluluk içinde geçirdiler.
“İlim bereketiyle Hak Teâlâ Hazretleri cümlemize hayırlı sonlar nasip eylesin. Âmin!”
SİTEYE AKTARAN’IN NOTU:
-
“Harâmî” ve “kadı” diyaloglarındaki orijinal üslup korunmuş, ancak okuma kolaylığı için bazı arkaik ifadeler güncellenmiştir.
-
Kesik cümleler ve anlam bütünlüğü, metnin akışı dikkate alınarak tamamlanmıştır.
-
Hikâye, Şark kültüründeki “kaderin cilvesi” ve “ilmin üstünlüğü” temalarını yansıtan nadide bir örnektir.