Dreyfus’ün hükümlülüğüne ilişkin kararla birlikte Fransız kamuoyunun içi rahatlar. Dava da bir bakıma gündemden çıkar.
Ulusçuluk, hatta ırkçılık yandaşlığı ve Yahudilik karşıtlığı eğilimleriyle kuşatılmış olan sağcı basın, zafer çığlıkları atmaktadır.
Ancak karardan iki gün sonra 22 Aralıkta Wolff Haber Ajansı, Alman Başbakanlığının bir yalanlamasını duyurur.
Buna göre, Almanya’nın Paris Büyükelçisi Graf von Münster, Dreyfus’ün suçsuz olduğunu bildiklerine ilişkin görüşlerini, onun hüküm giymesine izin verilmemesine yönelik dileklerini Fransız Dış İşleri Bakanı Hanotaux’ya iletmiştir. Hanotaux ise, bu ajansa şu yanıtı vermiştir: ‘Dreyfus Davasında Savaş Mahkemesi gizli duruşma yaparak karar verdi. Bu konuda konuşma hakkım yok.’
Hanotaux, böyle demekte ve davranmakta yargının bağımsızlığı açısından kuşkusuz haklıdır.
Öte yandan Hükümlü Dreyfus, Savaş Bakanı General Mercier’ye bir mektup yazar: ‘Ben, olayın yeniden soruşturulmasından ve davanın yeniden görülmesinden yanayım. Şu anda ise isteyebileceğim tek şey, aftır.’
Yürütme organı, yani hükümet sonuçtan çok memnun görünmektedir. Önemli bir Dava sonuçlanmıştır. Öyleyse bu çalkantılı dönemi artık kapatmak gerekir.
Ancak bu sona eriş, kamuoyunu doyurucu, topulumun belleğinde iz bırakıcı bir gösteriyle bitirilmelidir.
Öyle de yapılır.
Hükümlü Dreyfus 5 Ocak 1895’te cezaevinden alınır. Önce küçük bir odada kısa süre bekletilir. Acıklı bir tören yapılacağı umulmaktadır. Ama öyle olmaz. Yüzbaşı Lebrun-Renaud, Dreyfus’ü Savaş Okulunun avlusuna getirir. Hava soğuktur. Her şey buz kesmiştir.
Avluda Paris’teki bütün alaylardan birer müfreze bulunmaktadır. Yoğun bir kalabalık vardır. Ünlü Yazar Barrès, Albay Sandherr, Dış İşleri görevlisi Paléologue törende yerlerini alırlar.
Kalabalık çılgınca bağırır: ‘Yahudilere ölüm! Yurt hainine ölüm!’
Dreyfus, çok sakindir. Disiplinli bir subaydan beklenenleri yapar. Aşağılanmaktan utanç duymaktadır. Ama yine de hiçbir tepki göstermez.
Çok güçlü, uzun boylu biri seçilmiştir, onunu rütbesini, nişanlarını sökmek için. Bunlar sökülür, ayrıca kılıcı da kırılır.
Barrès, daha sonraları o günü anlatırken, Dreyfus’ün ölçülü tutumundan, uyumlu adımlarından, berrak sesinden, pek bir şey anlatmayan suçsuzluk çığlıklarından söz edecek; bütün bunların utanmazlığın ve ikiyüzlülüğün birer örneği olduğunu dile getirecektir.
Ama bunun ivecen bir yargı olduğu daha sonraları ortaya çıkacaktır.
Paléologue, daha ihtiyatlıdır. Dreyfus’ün tutumu onda üzücü bir izlenim bırakmıştır. Suçsuzluk çığlıkları kimseyi inandırmamıştır. Raporunda yanında oturan Albay Sandherr ile yaptığı konuşmayı anlatır. Sandherr, Dreyfus’ün ilgisizliğinden şaşkındır. Bir ara Paléologue’a şöyle der: ‘Anlaşılıyor ki, Yahudileri iyi bilmiyorsunuz. Bu ırk ne yurt sevgisinden, ne şereften, ne gururdan anlar. Bu değerlerle hiç ilgisi yoktur. Yüzyıllardan beri sadece ihanet ederler. Düşünün. İsa’yı teslim eden onlardır.’
Bu geçit töreninden sorumlu olan Komutan Guérin, Saussier’yi bilgilendirir. ‘Geçit töreni bittiğinde Dreyfus, ‘Yaşasın Fransa!’ diye bağırdı. Dikkate değer başka bir şey olmadı’ der, ona.
Dreyfus için yapılan bu geçit törenini yönetmekle yükümlü Yüzbaşı Lebrun-Renaud ise ‘kayda değer bir şey olmadığını’ bildirir üst makamlara. Buna karşın aynı akşam, ertesi günü basında yer alan şöyle bir açıklamada bulunur: ‘Dreyfus, odada iken itiraflarda bulundu. İki bakana ajanlık ettiğini kabul etti.’
Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Casimir Périer ile Başbakan Charles Dupuy kendisini çağırırlar. Lebrun-Renaud basına söylediklerini yalanlar. Cumhurbaşkanı ve Başbakan bu boşboğazlığı dolayısıyla onu azarlamakla yetinirler.
Aslında Lebrun-Renaud’nun bu itirafla ilgili açıklaması dayanaksızdır. İnandırıcı da değildir. Çünkü Dreyfus’ün dava öncesi, dava sırasında ve sonrasında takındığı bütün tutumlarıyla çelişmektedir.
Nitekim aynı gün Dreyfus eşine şunları yazar: ‘Cezaevinden kaçma hakkım yok. Soluk aldığım sürece umutla savaşmayı sürdüreceğim. Işığın doğması için savaşacağım. Siz de araştırmalarınızı sürdürün.’
Böylece Dreyfus Davasının ilk bölümü kapanır.
Aslına bakılırsa bu Fransız devletinin davasıdır. Nitekim birçok yabancı ülkede de basın tarafından ateşlenen, abartılan şiddetli bir heyecana yol açar.
Dreyfus’ün avukatlarının yargıçlara gizli bir dosya verildiğinden kimsenin haberi yoktur.
Binbaşı Henry’nin yalan söylediğini kimse bilmemektedir.
Yahudilik karşıtı Bilirkişi Bertillon’un yanlış bir rapor verdiği üzerinde Savaş Mahkemesinin subay üyeleri nedense hiç durmamışlardır.
Kanıtların kırılganlığı kimseyi kuşkulandırmamıştır.
Dreyfus aklanırsa suçlayıcıların yerlerini yitireceği söylentileri acaba Davayı etkilemiş midir?
Bu soru sürekli yanıtsız kalmıştır.
Olası bir aklanma kararının yargıçların o ortamda Davanın özünü kavramakta yetersiz kaldıklarına kanıt olacağı izlenimi yaratılmıştır. Hükümlülük kararında bunun da önemli bir etken olduğu kanısı yaygındır.
Oybirliğiyle verilen karar çoğu kimseyi etkilemez.
Kimse yargıçların iyi niyetlerinin kötüye kullanıldığını düşünmez.
Savaş Bakanı Mercier, ulusçu basın tarafından uçlara itilerek sonuna dek Davayı izlemiş, etkilemiş, yürütmüş; yasaya aykırı bir Davanın açılmasına, bir yargısal yanılgıyla sonuçlanmasına katkıda bulunmuştur. Çünkü Mercier’nin biricik amacı, Davanın yasal yollarda engellere takılmadan hükümlülükle sonuçlanmasıdır.
Bu aşamada suçsuz ve de yargısal bir yanılgının kurbanı olduğuna inanan tek kişi vardır: Hükümlü Dreyfus.
Davanın açılıp yürütülmesi sırasında onun suçsuz olduğuna ilişkin çığlıkları hiçbir yankı yapmaz. Yapmamıştır da.
Ulusçu basın, zafer kazanmıştır kazanmasına.
Ama ne pahasına?
Bir suçsuzun cezalandırılmasına pahasına.
Elbette bu Pirus zaferinden de öte bir rezaletin zaferidir.
Ama basın bildiğinden şaşmaz, yine yayınlarını sürdürür. Yalnızca hükümlüye karşı değil, Almanya ile Almanya’nın Paris Büyükelçisi Graf von Münster’e karşı da yayınlar sürer.
Von Münster, gazetelere yalanlamalar yollar. Ama boşuna. Kimse aldırmaz. Cumhurbaşkanıyla görüşür. Görüşme sonrası Fransız Hükümeti de bir bildiri yayımlar. Onu Büyükelçi Graf von Münster’in bildirisi izler. Bu son bildiride, Alman Büyükelçiliğinin Yüzbaşı Dreyfus ile hiçbir görüşme yapmadığı, Büyükelçilikten gizli bir belgenin alınması nedeniyle duruşmanın gizli yapılmasına ilişkin Büyükelçilikçe hiçbir istekte bulunulmadığı, bunların uydurma olduğu kesin bir dille yinelenir.
Yine kimse ilgilenmez bunlarla.
21 Şubat 1895’te Hükümlü Dreyfus gemiye bildirilir, Cezasını çekmesi için Şeytan Adasına (Guyane) yollanır.
Dreyfus Fransa’dan ayrılırken Quai d’Orsay’deki Siyasal İşler Müdürü Nisard, genç Paléologue’a bir öngörüsünü açıklar: ‘Bu Yahudi’den tekrar söz edeceğimiz zamanlar gelecek.’
*DEVAMI SONRAKİ YAZIMIZDA ***