1833 yılında Alphonse de Lamartine tarafından kaleme alınmış, İstanbul’un fethinden sonra Rumeli ve Anadolu’da en büyük köle satış yeri olan İstanbul Esir Pazarı’nın konu edildiği yazısı.
Bu yazı, dilimize Nurullah BERK tarafından çevrilmiş, ilk olarak 1985 tarihli “Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi”nde yayınlanmıştır. Sitemize, adı geçen eserden aktarılmıştır.
Esirler pazarı, siperli revaklarla çevrili geniş, üstü açık bir avlu. Bu revakların bir yanında, satıcıların esirleri topladığı odaların açık kapıları görünür. Pazarda gezinen, dolaşan alıcılar açık kapılardan odaların içindeki esirleri seyrederler. Kadınlar ve erkekler ayrı odalarda toplanmış. Kadınlar örtüsüz. Yerle bir olan bu odalardaki esirlerin büyük bir kısmı da geçitlerde, revak altında ve avluda toplanmışlar. ilkin bu dağınık grupları gözden geçirdik. Bunların en dikkat çekici olanı, oniki, onbeş kadar Habeş genç kızı idi; Başlan üstünde vazo taşıyan antik çağların kariyatid heykelleri gibi birbirlerinin sırtına dayanmış duran bu genç kızlar, yüzleri seyircilere dönük olarak bir halka kurmuşlar. Çoğunun yüzü çekici güzellikte; bu kadınlar badem gözlü, burunları hafif kemerli, dudakları ince, yanakları oval ve zarif, saçları, karga kanadı gibi simsiyah ve parlak. Yüzlerinin düşünceli, kederli ve mahmur ifadesiyle bu Habeş kadınları, tenlerinin bakır rengine rağmen olağanüstü güzellikte, hayranlık uyandıran yaratıklar. İnce ve uzun boyludurlar, güzel memleketlerindeki palmiyelerin dalları gibi. Kolları can alıcı şekilde hareketleniyordu. Bu genç kızların üstünde kaba, sarımtırak bezden uzun bir entariden başka bir şey yoktu. Bacaklarında mavi boncuktan bilezikler vardı. Topuklarının üstünde hareketsiz oturmuş, başlarını ellerine, ya da dizlerine dayamışlardı; bize bakışlarında bizim köy pazarlarında, köylü kadınların satmak için pazarlığını yaptığı keçilerin koyunların tatlı, kederli ifadesi vardı; arasıra biri ötekine bir şeyler söylüyor, gülümsüyorlardı. Birinin kucağında küçük bir çocuk vardı, ağlıyordu; çünkü esirci onu, başka bir çocuk satıcısına satmak, yavrusundan ayırmak istiyordu. Bu grubun az ötesinde sekiz on yaşlarında, temizce giyinmiş, sıhhatli, rahat görüşlü yedi sekiz zenci çocuğu vardı; bu çocuklar kumdaki deliklere küçük taş parçalarının çeşitli biçimlerde yerleştirdiği bir Şark oyunu oy-, namakta idiler. Onlar böylece oynarken esirci ve satıcılar çevrelerinde dolanıyor, kâh birini, kah ötekini kolundan tutarak onu tepeden tırnağa dikkatle gözden geçiriyor, vücudunu yokluyor, yaşını, sağlık durumunu anlamak için dişlerine bakıyorlardı; oyunlarından ayrılan çocuk, yoklamalar bitince acele-acele eğlencesine dönüyordu. Bundan sonra esir ve alıcı kalabalıklığı ile dolu revaklara geçtim. Esir ellerinde uzun çubuklarla kalabalık arasında dolaşıyorlardı; yüzlerinde kaygı ve düşünce okunan bu adamlar erkek ve kadınlarla dolu dükkânların içine bakanları kıskançlıkla kolluyorlardı; ama bizi ya Arap, ya da Mısırlı sandıklarından hiçbir odayı bize yasaklamadılar. Esirlere çörek, kuru yemiş satan gezici satıcılar ortalıkta dolaşıyorlardı. Sepetindeki yiyecekleri bir zenci çocuk grubuna dağıtması için bu satıcıların birinin avucuna birkaç kuruş sıkıştırdım; çocuklar bu yiyeceklere saldırıp hemen bitiriverdiler.

Onsekiz, yirmi yaşında, gözü çekecek kadar, güzel ama yüzünde keder okunan zavallı bir zenci kadın gördüm. Yüzü örtülü, giysileri zengindi, ama çok ucuza satılmak için sıralanmış, partal paçavralar içinde oniki kadar başka zenci kadınlar arasına oturtulmuştu; anası gibi zengin giysiler içinde, üç dört yaşında güzel bir erkek çocuğunu dizlerinde tutuyordu. Habeş renkte olan bu çocuğun soylu bir yüzü, tatlı, çekici dudakları vardı, bakışları hem uyanık, hem gururlu idi. Onunla oynadım ve yakın bir dükkândan satın aldığım çörek ve şekerlemeleri verdim; ama anası çocuğun eline sıkıştırdığım yiyecekleri hışımla çekerek, öfkeli ve gururlu bir eda ile yere attı. Yüzü yere eğikti, ağlıyordu; çocuğundan ayrı satılmak korkusu içinde olduğunu sanarak nazik kılavuzum Mösyö Morlach’tan, bu kadını benim hesabıma satın almasını rica ettim. Onları beraberimde götürür, o güzel çocuğu anasına bırakarak büyütürdüm. Morlach’ın tanıdığı bir komisyoncuya baş vurarak güzel esirenin ve çocuğun sahibi olan esirci ile pazarlık etmesini istedim. Bu adam ilkin, esireyi gerçekten satmak ister göründü. Zavallı kadın hüngür-hüngür ağlamaya başladı, çocuk da ağlayarak kollarını anasının boynuna doladı. Ne var ki, giriştiğimiz pazarlık satıcı tarafından oynanmış bir oyundu, anne ve çocuk için istediği büyük parayı hemen ödemeye hazır olduğumuzu görünce komisyoncuyu bir kenara çekerek ona şunları açıkladı: Bu esir satılık değildi, zengin bir Türk’ün kölesiydi. Çocuk da onun oğlu idi; kadın çok gururlu, huysuz mizaçlı olduğundan, sahibi, onu başından savmak istiyormuş gibi esirler çarşısına göndermiş, böylece cezalandırmak, küçük düşürmek istemiş. Bir yandan da, satılmamasını gizlice emretmiş. Bu gibi cezalandırmalara sık sık rastlanırmış. Bir Türk kölesine kızınca onu hemen pazara gönderirmiş. Yolumuza devam ettik.
Her birinde çoğu siyah tenli, çirkin, ama sıhhatli görünen üç dört kadın bulunan odaların önünden geçtik. Bu kadınların çoğu durumlarına kayıtsız görünüyorlar,-hattâ alıcıları çağırıyor, aralarında konuşup görüşüyor, onları pazarlık edenler üstüne alaylı fikirler yürüyorlardı. Bir ikisi odanın dibine saklanarak ağlıyor, az önce bulundukları peykeyi ancak zorla getirebiliyorlardı. Kimilerinin, başlarını beyaz maşlahlariyle örtüp küçük bohçalarını alarak kendilerini satın alan Türk’ün peşine sevinçle düştüklerini gördük. Hıristiyan insanlığının, yardımseverliğinin iyi kalpli Müslüman- lardan kıskanacağı şefkat ve iyilik olayları gördük. Kimi Türkler, fazla yaşlı ya da sakat olduklarından sahipleri tarafından sokağa atılan ihtiyar esirleri satın alıp evlerine götürüyorlardı. Bu zavallı kadınların nasıl işe yarayabileceklerini sorduğumuzda Komisyoncu şu cevabı verdi: “Allah memnun olur!” Mösyö Morlach’ın söylediğine göre birçok Müslüman, adamlarını esir pazarına gönderip kadınlı-erkekli hasta ve düşük esirleri satın aldırtıp evlerinde barındırıyor ve besliyorlarmış. insanlar Allah fikrini hiçbir zaman büsbütün unutmuyorlar.

Girdiğimiz son odalar yarı kapalı idiler, içeriye alınmamız için bir süre hayli tartışmamız gerekti; bu odaların her birinde bir kadının bekçiliğinde tek bir esir bulunuyordu. Bunlar, memleketlerinden yeni getirilmiş genç ve güzel Çerkez kızları idi. Dikkati çeken bir incelik, bu zerafetle beyazlar giyinmişlerdi. Güzel yüzlerinde ne keder ne şaşkınlık, sadece gururlu bir kayıtsızlık okunuyordu. Rusya kadın ticaretini yasak ettiğinden, Rum kadınları saraylardan çekildiklerinden beri beyaz tenli bu güzel Gürcü ve Çerkezler çok azaldılar. Ne var ki, Gürcü aileler kızlarını bu utanç verici ticaret için yetiştirmeye devam ediyor ve kimi kaçak simsarlar zaman zaman bu kızları toplu halde esir pazarlarına getirmeyi başarıyorlar. Bu güzel yaratıkların fiyatı oniki, yirmi bin kuruşa (üç ya da beş bin frank) kadar yükselirken, fazla güzel olmayan siyah esirler beş, altı yüz franka, en güzelleri ise bin, bin ikiyüz franka kadar satılıyorlar. Arabistan ve Suriye’de aynı esirler beş, altıyüz kuruşa alınabilirler (yüzelli, ikiyüz frank). Bu Gürcü kadınlardan biri kusursuz bir güzellikte idi: Yüz çizgileri ince ve duygulu, bakışı tatlı ve düşünceli, teni harikûlade idi. Ama Gürcü kadınlarının yüzü Arap kadınlarının zerafet ve düzgünlüğünden uzak; Gürcülerde Kuzeyli karakter belli olur. Bu güzel esire İstanbul’un genç bir paşasının haremine götürülmek üzere gözlerimiz önünde satın alındı.