Site icon Ankahukuk Sitesi

Kenan Evren’in 1980 Anayasası’nı Tanıtma Konuşmaları – 2

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı”na 24 Ekim 1982’de radyo-televizyon konuşması ile başladı.

Evren, tanıtma programı çerçevesinde 11 ili kapsayan yurt gezisine çıktı. Evren, 11 ildeki konuşmalarının yanı sıra 29 Ekim 1982’de Cumhuriyet Bayramı törenleri sırasında Ankara Hipodromu’nda halka hitap etti.

Devlet Başkanı Orgeneral Evren’in Anayasayı tanıtma programı, 5 Kasım 1982’de radyo-televizyon konuşmasıyla sona erdi.

7 Kasım 1982’de, 1982 Anayasası için halkoylamasına gidildi.

Bu bölümümüzde Kenan Evren’in Radyo-Tv ve miting konuşmalarına ulaşabilirsiniz!


Adana konuşması (31.10.1982)

Antalya konuşması (31.10.1982)

İzmir konuşması (1.11.1982)

İzmit konuşması (2.11.1982)

Edirne konuşması (3.11.1982)

İstanbul konuşması (4.11.1982)

Eskişehir konuşması (4.11.1982)

Radyo televizyon konuşması (5.11.1982)

Radyo televizyon konuşması (12.11.1982)


İçeriğimizin Önceki Bölümü << Kenan Evren’in 1980 Anayasası’nı Tanıtma Konuşmaları – 1

Adana konuşması (31.10.1982)

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” ile ilgili yurt gezisi çerçevesinde 31 Ekim 1982’de Adana’da bir konuşma yaptı.

Devlet Başkanı Orgeneral Evren’in Adana konuşmasından…

“Sözde, bu Anayasa kabul edilirse, işçilerin hiçbirisi siyasetle uğraşamayacak ve seçimlerde de oy veremeyecek, aday olamayacakmış. Hepsi yalandır, hem de kuyruklu yalandır.”

“Hükümetlerin zaafları, kanunların yetersizliği ve yetmezliği ve 1961 Anayasası’ndaki boşluklar ve eksiklikler yüzünden çalışma hayatının rayından çıkmasını önleyememiştir.”

“Grevler, gerçek maksatlarından saptırılarak, “ideolojik mücadele” silah ve vasıtası haline getirilmiştir. Bir sendika rekabeti başlatılmıştır. Kim daha fazla koparacak yarışına girişilmiştir.”

“İş hayatı içinde, işçinin gerçek menfaatlerini, memleketin çıkarlarını düşünmeyen, yalnız ve yalnız kendi menfaatlerinin veya ideolojik mücadelelerinin peşinden koşan ve sendika ağaları denilen bir sınıf insan türemiştir.”

“Dünyanın hiçbir yerinde çalışmıyoruz diye sevinç ifade eden davullu – zurnalı grev yapılmaz.”

“Sendika, işçinin ekonomik ve sosyal haklarını koruyacaktır. Eğer siyasetle uğraşmak istiyorsa, gider bir parti kurar veya bir partiye girer. Bu sendikadır. Hem sendika, hem parti olmaz. Onun için sendika sendikalığını, parti partiliğini, devlet devletliğini bilecektir.”

“Lokavt bir hak değil, greve karşı uygulanan bir durumdur. Onun içindir ki, Anayasaya koyarken grev ve lokavt hakkı diye değil, grev hakkı ve lokavt dedik. Lokavt bir hak değildir. Ama grev bir haktır.”

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” çerçevesinde Adana’da yaptığı konuşma şöyle (30 Ekim 1982) :

Sevgili Adanalı Hemşehrilerim,

Evvela hepinize şahsım, Konsey üyesi arkadaşlarım ve Başbakan adına, gösterdiğiniz bu büyük sevgiden, tezahürattan dolayı, candan teşekkür ediyorum.

Biliyorsunuz, 16 Ocak 1981 günü Adana’ya gelmiş ve çok yağmurlu bir havada sizlere yine hitap etmiştim. O gün yaptığım konuşmada, daha ziyade sendikalar üzerinde durmuş ve bir kısım sendika ağalarının yaptıklarını, sizlerden kesilen paralarla neler yapıldığını, neler alındığını, nasıl çarçur edildiğini anlatmaya çalışmış ve gelecekte bunları önleyici tedbirler getireceğimizi, sendikaların Devlet tarafından denetleneceğini söylemiştim.

Bugün, yine ağırlığı işçi sorunları ve sendikalar olmak üzere Anayasamızda yer alan birkaç noktaya temas edeceğim.

Sevgili vatandaşlarım, hemen peşinen şunu söyleyeyim ki, her yerde ifade etmeye çalıştığım, o yalan makinelerinden mütemadiyen yalanlar çıkaran, ona buna çamur sıçratan, malum çevreler şöyle bir haber yaymaya başlamışlar:

Sözde, bu Anayasa kabul edilirse, işçilerin hiçbirisi siyasetle uğraşamayacak ve seçimlerde de oy veremeyecek, aday olamayacakmış. Hepsi yalandır, hem de kuyruklu yalandır.

Bizim temiz işçilerimiz ne bilsin, herkesi kendisi gibi kabul ediyor. Bazen öyle yalanlara da kanabiliyor. Nitekim, bir grup işçi, ta Ankara’ya kadar gelerek, bunu öğrenmek istemiş. Hakikati öğrendikten sonra da müsterih olup dönmüşler. Bir sürü de yol parası vermişler zavallılar.

Bu hususu peşinen söylüyorum ki, bir kısım işçi arkadaşların arasında bu gibi yanlış haberlere inananlar varsa, doğruyu bilsinler.

Sevgili Adanalılar, geçmişte bu memleketin, işçi olaylarından ne büyük zararlara uğradığını sizler de biliyorsunuz. Yalnız İzmir TARİŞ İplik Fabrikasında 100 milyon lira civarında, tahribattan mütevellit zarar- ziyan olmuş ve bu zarar – ziyanı Devlet ödemiştir.

Fabrika tamir edilinceye kadar geçen aylar içerisinde uğradığı zarar ve memleket ekonomisine yüklediği yük, bunun dışındadır. 100 milyonun dışındadır.

Buna benzeyen kanunsuz grevler ve kanunsuz işgaller ve bunların sonucunda yine uğranılan zarar ve yurdun bu yüzden çektiği ekonomik sıkıntıları hep beraber yaşadık.

Bu konuda birkaç misal vereceğim sizlere. Biliyorsunuz bu memleket tütün yetiştirir. Hatta yetiştirdiğinin fazlasını dışarıya ihraç eder, satar. Yurt içindeki vatandaşlarımızın sigara ihtiyacını karşılayacak kadar fabrikası da var. Fakat gelin görün ki, seneler ve senelerce, her gelen iktidar döneminde bu sigara problemi çözülemedi. Vatandaş, sigarasını karaborsadan almak zorunda kaldı. O tarihlerde 35 lira olan bir paket sigarayı karaborsadan 60 – 70 lira arasında zorla bulabiliyordu. Bulabilirse o da. Bunun sebebi neydi?

Sebebi, fabrikaların tam kapasiteyle çalışmaması, işlerin yavaşlatılması, sigara kaçakçılarının ve karaborsacıların da bunları teşvik etmesiydi. Bugün, yeni fabrika devreye girmeden bütün yurdun sigara ihtiyacı karşılandığı, yapılmış olarak dış ülkelere satılabildiği gibi, ayrıca, depolar da sigara ile dolu bir vaziyette bulunuyor.

Yine, bir zamanlar memlekette elektrik ampulleri bulunmuyor ve herkes Türkiye dışından temin etme yarışına girişiyordu.

Memlekette ampul fabrikası mı yok? Ürettiği kafi mi gelmiyor? Hayır, ama memleket ekonomisini gittikçe daha kötüye sürüklemek isteyenler, ideolojik maksatlı greve başvuruyorlar.

Aylarca ve senelerce fabrikalar kapalı kalıyordu. Üstelik işsiz kalan işçilerimizin ücretleri, ilgili sendika tarafından verilmiyordu. Hatta yarısı verilse, işçi katlanabilecekti. Fakat ne gezer. Ayda bin veya iki bin lirayı vermek suretiyle işçiyi de perişan duruma sokarlardı. O işyerindeki işçiler grevde ise, ücretlerini alamazlar veya biraz evvel söylediğim gibi bin – iki bin lira alırlar, ama, işyerinin bağlı olduğu sendikanın idareci ve yöneticileri, aylıklarını muntazaman alırlardı.

Türkiye’de bütün askeri birliklerin pillerini karşılayan bir pil fabrikası, iki sene grev yüzünden imalat yapamamış ve Silahlı Kuvvetler, pil ihtiyacını döviz vererek dışarıdan almak zorunda kalmıştı. Sebebi yine ideolojik ve biraz da pil imal eden diler fabrikaların bunu teşvik etmeleridir.

Daha buna benzer, yüzlerce misal vermek mümkündür.

Sevgili vatandaşlarım, şimdi yeni hazırladığımız Anayasada çalışma hayatını düzenleyen esaslardan bahsedeceğim.

Bu esaslar yeni Anayasanın en fazla eleştirisine uğramış hükümleri arasında bulunmaktadır.

Yeni Anayasanın bu konudaki bir kısım hükümlerine yapılan itirazlar, benim ve Konsey üyesi arkadaşlarımın da hassasiyetini üzerine çekmiştir.

Evvela dikkatinizi bir gerçek üzerinde yoğunlaştırmanızı isterim. Bizler askeriz. İşçi hayatının da, işveren hayatının da içinde yetişmiş değiliz. O halde bu alandaki meselelere tamamen objektif olarak yüzde yüz tarafsız bir gözle bakabilecek bir mevkide bulunuyoruz. İki taraftan hiçbirine özel bir mensubiyetimiz bulunmadığına göre, sadece objektif bilgilerin, geçmiş tecrübelerin ve özellikle memleket menfaatlerinin ışığı altında meseleleri ele alabilmek imkanına sahip bulunuyoruz.

Anayasanın her maddesi ve maddelerdeki her bir hüküm üzerinde büyük hassasiyetle durmuşuzdur. Bundan kimse şüphe etmesin. Bilhassa çalışma hayatına ilişkin esaslar biraz aşırı sayılabilecek eleştirilere hedef olunca, bu esaslar üzerinde hassasiyetimiz daha da yoğunlaştırılmıştır.

Biz, iki taraftan hiçbirine mensup olmadığımıza göre, belki çalışma hayatına uzaktan baktığımız söylenebilecektir. Hayır, çalışma hayatına uzaktan değil, aksine çok yakından bakıyoruz. Yüzde yüz tarafsız bir gözle, bu münasebetlerin tarihi gelişimi içinde geçirdiğimiz tecrübelerin ve milletçe alınan derslerin ışığında sadece ve sadece vatandaşlarımızın ve memleketin menfaatleri yönünden meseleye bakıyoruz.

Bunu ispat etmek ve meselelere gerçekten ne kadar tarafsız bir gözle baktığımızı ortaya koymak bakımından, bütün mevzuatı, tarihi gelişiminden, yani başlangıcından ele alıp tahlil etmek istiyorum sizlere.

Biraz zamanınızı alacağım ama, işçi ve işveren münasebetlerinin tarihine kadar gideceğim, onun için iyi dinleyin.

Hepiniz bilirsiniz ki, üretimin iki ana unsuru vardır. Biri emek, diğeri sermayedir. Bu iki ana unsur, iki tip insanın şahsında tecelli eder. Biri işçidir, yahut diğer bir tabirle çalışandır, diğeri sermaye sahibi, yani işveren veya diğer bir tabirle çalıştırandır. İşçi, ekonomik bakımdan işveren karşısında güçsüzdür. İşveren ise ekonomik bakımdan güçlüdür. En azından işçiye karşı güçlü durumdadır. Fakat bu iki insanın, ikisi de birbirine muhtaçtır. Çünkü yalnız emekle üretim olmaz, muhakkak sermaye de lazımdır. Bunun gibi yalnız sermaye ile üretim olmaz, muhakkak emek de lazımdır.

Dünyadaki ilk sanayileşme hareketlerinde, işçi ve işveren birbirlerine karşı tam bir hürriyet içinde karşı karşıya ve yalnız bırakılmışlardır. Zira sanayileşme devri aynı zamanda temel hak ve hürriyetlerin de artık nazari olmaktan çıkmaya ve fiiliyata dökülmeye başladığı bir devrin başlangıcı ile hemen hemen ayın tarihe rastlar. Bu sebeple o zamanın hürriyet anlayışı içinde “Bırakalım bu iki insanı, yani işçi ve işveren kendi hak ve ilişkilerini kendileri düzenlesinler. Aralarındaki bu ilişkileri kendileri serbest pazarlıkla kursunlar” denilmiştir o tarihte.

Fakat, bunun sonucu ne olmuştur bilir misiniz? İktisaden güçlü olan işveren, zayıf olan işçiyi istismar etmeye başlamıştır. Bu tarihi bir gerçektir. İşveren işçiyi sömürmüştür.

Bütün toplumlarda zengin insanların sayısı, orta halli ve hele fakir insanlardan daha azdır. işverenler üretimde bulunabilmek için, işçiye kesinlikle muhtaç durumda olmalarına rağmen, işveren az, işçi daha çok olduğu için basit tabiriyle arz ve talep kanunu işlemiş, işçi sayısı istihdam imkanlarından fazla olunca, bir iş için pek çok insan aynı zamanda başvurunca, işçi ücretleri düşmüş, bunun yan sıra iş şartları da ağır tutulmuştur. Yani işçi boğaz tokluğuna çalıştırılmaya başlanmıştır.

Bu alanda işçi – işveren münasebetleri insanca bir şekil alıncaya kadar pek çok acı, üzücü, insanlık namına esef verici, hatta utandırıcı mücadeleler cereyan etmiştir.

Neticede bakılmıştır ki, eğer Devlet koruyucu tedbirlerle işçinin yanında yer almazsa, eğer Devlet koruyucu tedbirlerle çalışma hayatını düzenlemezse, işçi ezilmektedir.

Zira aslında her iki taraf da bütün hürriyetlerden istifade etmektedir. Ama, birinin dayanma gücü vardır, diğerinin dayanma gücü yoktur. Bu itibarla nice esef verici olaydan ve tecrübeden ders alan devletler, işçiyi korumak ve onun haklarını kaptırmamak için işçinin yanında yerlerini almışlardır.

Bizim toplumumuz, henüz sanayileşme bakımından geri kalmış bir toplumdur. Bu sebeple de bizim tarihimizde Batıdaki üzücü çatışmalar ve mücadeleler geçmişte görülmemiştir. Çünkü o tarihlerde sermayedar, yani işveren yok denecek kadar azdı Türkiye’de. İşçi ise sanayi işçisi değil, tarım işçisiydi. Tarım alanında da ilişkiler tarihi birtakım esaslara göre sürüp gitmekteydi. Türkiyemizde büyük tarım işletmeleri de bulunmadığı için tarımda bilhassa büyük rençber aileleri, kalabalık çiftçi aileleri, üretimdeki emek unsurunun en büyük kısmını meydana getirmekteydiler.

Memleketimizde sanayileşme, Cumhuriyet devriyle başlamıştır. Ve halen de devam etmektedir. Sanayileşme Cumhuriyet devrinde başlayınca, işçi – işveren ilişkilerini yüzüstü bırakmamak ve Batıda cereyan etmiş çatışmaların memleketimizde tekrarlanmasını önlemek için 1936 yılında 3008 Sayılı İş Kanunu çıkarılmış, tam bir sanayileşme dönemine girilmeden evvel bizzat Devlet iş hayatını ve çalışma münasebetlerini düzenlemek suretiyle işçi ve işverenin arasına girmiştir.

Bu suretle de çalışma hayatının münasebetleri toplumda diğer münasebetler gibi ikili münasebetler şeklinden çıkmış, Batı’nın birçok ülkelerinde de görüldüğü üzere üçlü münasebet halini almıştır. Yani artık çalışma hayatımızda işçi ve işveren tek başlarına karşı karşıya değildirler . Aralarında Devlet vardır.

Sevgili vatandaşlarım, işçi işverene nispetle daha ziyade korunmaya muhtaç olduğu için Devlet, işverenden ziyade esas itibariyle işçiyi korumak amacıyla işçi – işveren münasebetlerine müdahale etmiş ve bunların arasına girmiş bulunuyor.

Bu suretle iş hukuku yeni bir gelişme yönünü tutmuştur.

Hatırlatmak isterim ki, iş hukukunun en önemli kuralı, işçi – işveren münasebetlerini düzenleyen hukuk kaidelerinin yorumlanmasında bir tereddüt hasıl olursa, yorumun daima işçi lehine yapılacağı hususundaki kuraldır. Bu, hukuk kuralıdır. Bir anlaşmazlık çıkarsa daima işçi lehine bir kural işler.

Çalışma hayatımız bu suretle gelişirken, sendikaların kurulması, toplu iş sözleşmelerinin, grev ve lokavtın kabulüyle iş münasebetleri daha da sağlıklı bir gelişme imkanına kavuşmuş, ama ne çare ki çok kısa bir süre sonra da rayından çıkacak duruma gelmiştir.

Bunun sorumluları katiyetle söylüyorum ki, işçilerimiz değildir. Bunun sorumluları olarak sendikacılarımızın hepsini de gösteremeyiz. Bunu söylemek büyük bir haksızlık olur. Vatansever ve memleketini düşünen sendikacılarımız çoğunluğu teşkil etmektedir.

Ama, bu arada bazı sendikacıların eliyle de sendikacılık, asıl gaye ve maksatlarından saptırılmıştır.

Devlet, işçi – işveren münasebetlerindeki mevkiine ve hakemlik ve arabuluculuk görev ve yetkilerine rağmen hükümetlerin zaafları, kanunların yetersizliği ve yetmezliği ve 1961 Anayasası’ndaki boşluklar ve eksiklikler yüzünden çalışma hayatının rayından çıkmasını önleyememiştir.

Grevler, gerçek maksatlarından saptırılarak, “ideolojik mücadele” silah ve vasıtası haline getirilmiştir. Bir sendika rekabeti başlatılmıştır. Kim daha fazla koparacak yarışına girişilmiştir.

Ekonomik imkanlar elverdiği müddetçe, elbet daha yüksek ücretler ve daha iyi iş şartları için bir mücadele olur. Buna kimse kalkıp da “Haksızdır” diyemez. Ama, grev tehditleri ve ardı arkası kesilmez grevler ve türlü direnişlerle üretim hacmi ve kalitesi düşürülür, bu yüzden milyonlarca tüketici vatandaş bunalımlara sokulur, hastalık tehlikesiyle karşı karşıya kalınır, hiçbir malın dış pazarlara sevkine ve orada rekabete girişilmesine imkan verilmezse, sonunda bu işten kim karlı çıkar?

İş hayatı içinde, işçinin gerçek menfaatlerini, memleketin çıkarlarını düşünmeyen, yalnız ve yalnız kendi menfaatlerinin veya ideolojik mücadelelerinin peşinden koşan ve sendika ağaları denilen bir sınıf insan türemiştir. Bunlar işçilerimizi olur – olmaz sebeplerle derhal grevlere sürüklemişler, ama başlangıçta da söylediğim gibi grev boyunca da aç ve yoksul bırakmışlardır.

Çalışmak isteyenin çalışmasına zorla ve şiddetle karşı koymuşlardır. Dünyanın hiçbir yerinde çalışmıyoruz diye sevinç ifade eden davullu – zurnalı grev yapılmaz.

Ama bizde grev yapılan o işyerinin önünde günlerce davul – zurna çalınmıştır. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir gösteri yapılmaz. Çünkü çalışmamak bir hüner değildir. Çalışmak hünerdir. İnsan çalışmak için yaratılmıştır.

İşçiyi, dayanılmaz derecede asap bozucu, iş huzurunu ve çalışma barışını kökünden kazıyan bir mücadelenin içine itmişlerdir. İş hayatı ile ilgili olmayan sebeplerle grevler yaptırmışlardır. Bu arada, grevler sırasında işçiler perişan olmuşlardır. Üretim düşmüş, hatta belli mallarda üretim tamamen durmuştur.

Bu sendika ağaları, işçilerimize, işyerlerini işgal ettirmişler, işyerini tahrip ettirmişler, hammaddeleri yaktırmışlar, stokları yaktırmışlar, tahrip ettirmişlerdir. Kendileri perde arkasında olarak, vatansever işçilerimizi, işçi haklarıyla hiçbir ilişkisi bulunmayan bu gibi mücadelelere sevketmişlerdir.

Bunların bu tahripkar gayretlerinden kendi siyasi ikballeri için medet umanlar da çıkmıştır. Onlar da bu mücadeleye girişerek iş hayatım azami bir huzursuzluğa sürüklemişler ve siyasi nüfuzları ile devleti büsbütün aciz durumlara düşürmüşlerdir.

12 Eylül öncesindeki manzarayı kim inkar edebilir? Kim unuttum diyebilir?

Biz her bakımdan bu Anayasada aldığımız tedbirlerle 12 Eylül öncesinin tekerrürünü önlemeye çalışıyoruz. Sadece çalışma hayatında tedbir alıyor değiliz. Devletin, toplumun, fertlerin hayat ve münasebetlerinin her kesiminde yeni tedbirleri öngördük.

Eğer bu tedbirler gereksiz ise söyleyiniz vazgeçelim. Ve tekrar 12 Eylül öncesi olduğu gibi, hatta bu sefer daha beter bir halde geri gelinsin. Buna razı olacak mısınız?

Buna, yani 12 Eylül öncesine, asil ruhlu, temiz kalpli, vatanını, milletini, devletini seven ve korumak için çırpınan hiçbir Türk vatandaşı ve Türk işçisi razı mıdır?

Elbette razı değildir. O halde, aldığımız tedbirler nelerdir? Ve bunlar haksız ve gereksiz tedbirler midir? Şimdi bunları gözden geçirelim.

Çalışma hayatıyla ilgili hükümler şunlardır vatandaşlarım. Anayasa der ki “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için, çalışanları korumak, çalışmayı desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır”. Devlete bu görevi vermiştir Anayasa. Ve devam eder, “Devlet işçi – işveren ilişkilerinde çalışma barışının sağlanmasını kolaylaştırıcı ve koruyucu tedbirler alır”.

Demin dediğim gibi, işçi ve işvereni karşılıklı bırakmaz, devlet müdahale eder. “Kimse yaşına, cinsiyetine, gücüne uygun olmayan işlerde çalıştırılamaz”. Küçücük bir çocuk, ağır işlerde çalıştırılamaz. Bir kız çocuğu, bir kadın ağır işlerde, ona yaraşmayacak işlerde çalıştırılamaz.

“Küçükler ve kadınlar ile bedeni ve ruhi yetersizliği olanlar çalışma şartları bakımından özel olarak korunurlar. Dinlenmek, çalışanların hakkıdır . Ücretli hafta ve bayram tatili ile, ücretli yıllık izin hakları ve şartları kanunla düzenlenir”.

Şimdi sevgili vatandaşlarım, biraz da, sendika kurma hakkına değineceğim. Ondan bahsetmek istiyorum. İşçiler ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için, önceden izin almaksızın sendikalar ve sendika üst kuruluşları kurma hakkına sahiptirler.

Sendika, serbestçe kurulabilir. Sendikalara üye olmak ve üyeliğinden ayrılmak serbesttir. İsteyen sendikaya üye olur, isteyen olmaz. İsteyen sendikadan çıkar, istemeyen çıkmaz.

Hiç kimse sendikaya üye olmaya, üye kalmaya, üyelikten ayrılmaya zorlanamaz. İşçiler ve işverenler ayın zamanda birden fazla sendikaya üye olamazlar. Herhangi bir işyerinde çalışabilmek, işçi sendikasına üye olmak veya olmamak şartına bağlanamaz. “Sen burada çalışacaksın ama illa şu sendikaya üye olacaksın” diye kimse baskı yapamaz. İsteyen istediği yerde çalışabilir.

İşçi sendika ve üst kuruluşlarına yönetici olabilmek için en az 10 yıl bilfiil işçi olarak çalışmış olma şartı aranır. Eskiden bu şart yoktu. Dışarıdan bir kişi, hiç işçilikle alakası olmadığı halde, gelip sendikanın başına otururdu.

Madem ki, bu bir işçi sendikasıdır, işçinin haklarını, sosyal haklarını, ekonomik haklarını koruyacaktır. O halde işçinin içinden gelen bir temsilci oraya gelebilir. 10 sene çalışmadan oraya kimse gelemez.

“Sendika ve üst kuruluşlarının tüzükleri, yönetim ve işleyişleri, Anayasada belirlenen Cumhuriyetin niteliklerine ve demokratik esaslara da aykırı olamaz”.

Şimdi de sevgili vatandaşlarım, sendikal faaliyetlere geçiyorum.

Sendikalar, 13’üncü maddedeki genel sınırlamalara aykırı hareket edemeyecekleri gibi – ki bu 13’üncü maddeyi ben birkaç yerde anlatmıştım. Devletin, milletin bölünmezliği, bütünlüğü, Cumhuriyeti, vesaireyi tahrip edecek hareketlerdi onlar. siyasi amaç güdemezler, siyasi faaliyette bulunamazlar, siyasi partilerden destek göremezler ve onlara destek olamazlar.

Çünkü sevgili vatandaşlarım, bu sendikadır. Sendika, işçinin ekonomik ve sosyal haklarını koruyacaktır, Eğer siyasetle uğraşmak istiyorsa, gider bir parti kurar veya bir partiye girer. Bu sendikadır. Hem sendika, hem parti olmaz. Onun için sendika sendikalığını, parti partiliğini, devlet devletliğini bilecektir. Derneklerle kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve vakıflarla, bu amaçla ortak hareket edemezler.

Şimdi burada biraz daha duralım, Biraz daha izah etmek istiyorum bu konuyu, “Sendikalar siyasi amaç güdemezler, siyasi faaliyette bulunamazlar” diyoruz,

Bu hükme kimsenin itirazı olur mu? Tabii olur. Ancak kimin olur? Sendikanın başına geçip de siyasi menfaat umanların olur.

Sendikalar siyasi amaç güdemezler, siyasi faaliyette bulunamazlar. Çünkü o sendikadır. Siyasi parti değildir. Sendika, dünyanın her yerinde aynı şekilde tarif edilir. Sendika demek, çalışanların çalışma faaliyet ve ilişkilerinde, iktisadi ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak üzere kurulmuş bir teşekküldür.

Sendikalar, iktidara gelmek için kurulmuş bir siyasi parti değildir. Herkesin olduğu gibi, işçi vatandaşlarımız da siyasi haklarını kullanmak istedikleri zaman, ya tek başlarına hareket ederler veya bir siyasi partiye üye olurlar. Buna engel olacak hiçbir hüküm yoktur Anayasada. Herkes istediği partiye girebilir.

Bir sendikanın siyaset yapması, günümüzde, o sendikanın ideolojik faaliyetlere geçmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Maalesef böyle oluyor. Sendika üyelerinin ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak başka şeydir, ideolojik faaliyet ve siyaset yapmak başka şeydir vatandaşlarım.

Biz sağlam ve istikrarlı bir toplum ve devlet düzenine muhtacız. Kimin kim olduğunu, kim olmadığını bilmek mecburiyetindeyiz.

Ya siyasi partidir, bu takdirde siyasetle uğraşması tabiidir, veyahut siyasi parti değildir, o zaman da siyasetle uğraşamaz. Gayesi ne ise o gaye ve maksat için faaliyette bulunabilir. .

Derneklerle, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve vakıflarla da bu amaçla ortak hareket edemezler. Çünkü onlar da sendika değil dernektir, vakıftır, meslek kuruluşudur. Hepsinin kendine göre vazifesi vardır.

Şimdi sendikal faaliyetlere devam ediyorum. Anayasa diyor ki, “İşyerinde sendikal faaliyette bulunmak, o işyerinde çalışmamayı haklı göstermez”. Yani bir fabrikada bir işçi temsilcisi var. İşçi temsilcisi olmakla, “Ben burada çalışmayacağım” diyemez. Hem çalışacaktır, hem de işçi temsilciliğini yapacaktır.

Ayrıca, Anayasada yine bir kayıt vardır; “Sendikalar üzerindeki devletin idari ve mali denetimi ile gelir ve giderleri, üye aidatının sendikaya ödenme şekli kanunla düzenlenir”. Evvelce sendikalar üzerinde devletin idari ve mali denetimi yoktu. Ne gibi olaylar olduğunu ne gibi rezaletler ortaya çıktığını, İzmit’teki konuşmamda dile getireceğim.

Hatırımda kaldığı kadarıyla, bir sendika üst kuruluşunun, ismini vermeyeyim, 221 milyon lira açığı var.

“Sendikalar gelirlerini amaçları dışında kullanamazlar. Tüm gelirlerini devlet bankalarında muhafaza ederler”. Devlet bankasında diyoruz, diğer bankalar demiyoruz. Sebebi, bir kere, garantiye alıyoruz işçinin parasını. İkinci olarak, başka bankalara gidip de, sendika üst yöneticilerinin “Ben sana şu kadar para yatıracağım, sen bana şu kadar para verir misin?” gibi bazı pazarlıklarını önlemek için bu paralar, Devlet bankalarına yatırılacak. Ancak şimdi bankalardan paralar çekilmesin diye, bir sene daha sonraya bıraktık. İşçilerin paralarını garantiye almak için.

Grev hakkıyla işverenin lokavta başvurması hallerini başka bir şehrimizde açıklayacağım. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, grev hakkı yine vardır, fakat lokavt bir hak değil, greve karşı uygulanan bir durumdur.

Onun içindir ki, Anayasaya koyarken grev ve lokavt hakkı diye değil, grev hakkı ve lokavt dedik. Lokavt bir hak değildir. Ama grev bir haktır.

Görüyorsunuz ki sevgili Adanalılar, yalnız işçi hakları ile ilgili açıklamalarım bu kadar zaman aldı.

Bu Anayasadaki işçi haklarıyla ilgili kısımları hazırlarken o kadar titiz davrandık ki, bütün ilgililerin, ayrı ayrı fikirlerini dinledik ve yazılanları okuduk. Yazılanlardan maksatlı olanları artık çok iyi biliyoruz. İşçi hakları deyip ağızlarına ve kalemlerine başka hakkı almayanların, esas maksatlarının ne olduğunu bilmeyen kalmadı.

Bunlardan bir kısmının maksadı, memlekete sosyalizmi getirmektir. Bütün çabaları budur. Onun için de en büyük kitle hangisidir? İşçidir. O halde onlara çengel atalım, onların haklarının koruyormuş gibi görünerek maksadımıza ulaşalım düşüncesindedirler.

Bugüne kadar bunun üzerinde çok çalıştılar. Birçok sendikaların başlarına böylelerini geçirmeye de muvaffak oldular. Temiz işçilerimizi sokaklara da döktüler. Ellerine kızıl bayraklar da verdiler. Başka ülkelerin liderlerinin resimlerini de verdiler. Fakat bundan sonra yapamayacaklar.

Artık bunların yüzlerindeki maskeler düşmüştür. İşçilerimiz de bu gibilerini artık iyi tanımaktadır.

Şunu iyi bilesiniz ki, bunlar, demin söylediğim bu gibi kişiler henüz tamamen temizlenmemiştir. İstesek hepsini temizlerdik. Lakin 12 Eylül’den sonra vaktiyle bu çirkin olaylara karışanların hepsini sokağa atsaydık, aileleri ve çocukları da sefil ve perişan olacaklardı.

Kaldı ki bu uygulamayı yapacaklar da, yani sokağa atacak müesseseler de, bazı haksızlıklara sebep olabileceklerdi. Bunları düşünerek bu yola başvurmadık. İstedik ki zamanla doğru yolu öğrensinler. Maksadımız insan harcamak değil, insan kazanmaktır. Bu vatanın evlatlarını doğru yola getirmek, onları o yola sevketmek bizlerin vazifesidir. Yoksa insan harcamak çok kolaydır.

12 Eylül’den sonra bize bu konuda çok müracaatlar oldu. Fakat biz suç işleyenler hariç, diğerlerine bir şey yapmadık. İstedik ki onlar da zaman geçtikçe hatalarını anlasınlar ve doğru yolu bulsunlar.

Biliyorsunuz, Ziya Paşa’nın meşhur bir beyti vardır. Şöyledir: “Nusk ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”.

Şimdi genç nesiller belki bunu anlamamıştır. İzah edeyim. “Nusk ile uslanmayanı etmeli tekdir”, yani evvela nasihat et diyor, nasihatle uslanmazsa, o zaman çıkış ona, bağır – çağır, eğer ondan da adam olmazsa, o zaman “Döv” diyor. Şimdi, biz evvela nasihatle, eğitimle doğru yolu göstermeye çalışıyoruz.

Adana Türkiye’nin önemli bir sanayi kesimi olduğundan ve burada daha çok işçi vatandaşlarımız bulunduğundan bu konulara ağırlık verdik. Diğer konular üzerindeki açıklamalarımı radyo ve televizyonlardan izliyorsunuz. Bundan sonra da izleyeceksiniz.

Bugüne kadar bize karşı yöneltilen tenkitleri dinledik. Bunlardan makul olanları, memleket yararına olanlarını dikkate aldık. Ancak, memleket yararına olmadıklarına inandıklarımızı da dikkate almadık ve aylar ve aylarca çok titiz çalışma sonucu, 7 Kasım’da sizlerin tasvibine sunulacak olan bu Anayasayı hazırladık. Bu Anayasanın, memleket gerçeklerine en uygun ve Türkiye’yi tekrar 12 Eylül öncesine getirmeyecek bir Anayasa olduğuna inanıyoruz.

Takdir yüce milletindir, sizlerindir sevgili vatandaşlarım. Sizin takdirlerinize sunuyoruz. Bugün biliyorsunuz, zamanım çok kısıtlı olduğundan dolayı hemen yemeği müteakip Antalya’ya hareket edeceğim. Onun için konuşmamı burada kesmek zorunda kaldım.

Tekrar sizlere, hepimiz adına sevgiler ve saygılar sunuyorum ve mutlu yarınlar diliyorum. Hepiniz sağolun. Allahaısmarladık.

Antalya konuşması (31.10.1982)

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” ile ilgili yurt gezisi çerçevesinde 31 Ekim 1982’de Adana’dan sonra Antalya’da da bir konuşma yaptı. 
 
Devlet Başkanı Orgeneral Evren’in Antalya konuşmasından…

 “Önümüzde yapılacak seçimlerden sonra gidebilirdik. Ancak gerçekleştirdiğimiz bir harekatın sonunda meydana getirilen Anayasanın kısa bir süre içerisinde rafa kaldırılmaması ve onun kökleşmesi için bu kadar bir zaman Anayasanın ve diğer icraatın savunuculuğunu ve bekçiliğini yapmamız lüzumludur.”

 “Aksi takdirde tekrar eski Anayasayı getirmeye kalkışanlar olabilir. Nitekim, 1971’de tutuklananlar, 1974 senesinde çıkarılan bir afla, salıverildi. Gene gelenler bu Anayasayı rafa kaldırabilirler. Bu bakımdandır ki, o kadar bir süre (7 yıl) görev başında kalmayı uygun bulduk.”

 “Hiç kimse, devrilen arabayı hep beraber nasıl kaldırırız da, çağdaş medeniyet yolunda bir daha devrilmeden ve arıza yapmadan ilerleriz diye düşünmüyor da, her kuruluş kendime nasıl bir çıkar ve imkan sağlarım diye orasından burasından didikliyor, taarruz ediyor. İstiyor ki, herkes kendisine en fazla yarar sağlayacak bir hüküm konsun.”

 “Memleketin 12 Eylül’e gelmesinde büyük sorumlulukları olanlar da boş durmuyorlar. Menfi propagandalarına ellerinden geldiğince devam ediyorlar. El altından eski teşkilatlarına haber gönderiyorlar. Zannediyorlar ki, hala daha millet onların bir dediğini iki yapmayacaktır.”

 “Onlara hangi anayasayı hazırlarsanız hazırlayın, beğendiremezsiniz. Zira ya kendileri hazırlayacaklar, veya kendi düşüncelerini paylaşan kişiler hazırlayacak. “Ancak o anayasalar çağdaştır. Başka türlü çağdaş olamaz” demektedirler. Ağızlarında bu çağdaş kelimesi o kadar sakız olmuş ki, onların benimsemediği, beğenmediği bütün işler çağ dışıdır.”

 “Siyasi amaçlı grev de yasaklanmıştır. Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruluyor diye vaktiyle otobüs şoförlerini greve sürüklediler Otobüs şoförlerinin Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile ne alakası var? “

 “Sanayileşme ve kalkınma yolunda olan bir memlekette haklı ve hakiki sebeplere dayanmadıkça, bu türlü grevlere hoşgörü ile bakılamaz. Hem işçi, hem işveren zarar görüyor. Sonuçta da memleket, zararını çekiyor. Kazananlar sadece işçiyi bu haksız greve sürükleyen bir kısım sendika yöneticileridir.”

 “Servet düşmanı değiliz. Sizler de olmayın. Servet düşmanlığı, neticede bizi başka türlü rejimIere götürür.”

 “Devlet, ülke ekonomisine büyük katkıları olan ve üretimden alıkonulmaları halinde ekonomimize zararı dokunacak özel teşebbüsleri de teşvik edici ve onu icabında destekleyici tedbirleri almak durumundadır.”

 “12 Eylül’den evvel Türkiye nereye gidiyordu? Eğer hayır dersem Türkiye nereye gider? Memleketimizin ve milletimizin menfaati nerededir? Bana menfi propaganda yapanlar kimlerdir? Bayram tebriklerinin, kapıların altından atılan kağıtların, Avrupa’nın muhtelif yerlerinden o malum komünist örgütler tarafından gönderilen adressiz ve imzasız mektup ve bildirilerin ne için gönderildiğini de düşünür, ona göre bu Anayasaya oyunuzu verirsiniz sevgili vatandaşlarım.”

 “Ben bize oy vermenizi değil, Anayasaya oy vermenizi istiyorum.” 
 

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” çerçevesinde Antalya’da yaptığı konuşma şöyle: 
 

Sevgili Antalyalı Hemşehrilerim,

Dün biliyorsunuz Kayseri’deydik. Kayseri’de üzerimizde paltolar, parkalarla dolaştık ve öyle konuştuk. Şimdi buraya geldik, bu ceket bile fazla geliyor. Şu Türkiyemizin, şu vatanımızın, cennet vatanımızın kıymetini bilelim.

Biz bir günde dört mevsim yaşıyoruz. Bir tarafta kar yağarken, kayak sporu yapılırken, bir yerimizde de deniz sporu yapıyoruz. Böyle cennet vatan az bulunur.

Sevgili kardeşlerim, Antalya’yı ne kadar sevdiğimi, kısa süreli istirahatlerimi dahi burada geçirmeyi tercih etmemden biliyorsunuz. Her Antalya’ya gelişimde, Vali ve Belediye Başkanımız, sizlere hitap etmem için bana her defasında öneride bulundular. Özel olarak davet ettiler. Onun da zamanı geleceğini, böyle dinlenmeye geldiğim bir yerde, ayaküstü konuşmak istemediğimi, bu maksatla bu şirin Antalya’ya muhakkak geleceğimi söylemiştim.

Bütün Türkiye sathında turizm bakımından pilot bölge seçilen Antalya yöresine gelmemezlik edemezdik. Kaldı ki, anarşi ve terörden neler çektiğinizi çok iyi biliyoruz.

Bugüne kadar yaptığınız bütün davetlerden dolayı, şahsım ve Konsey üyesi arkadaşlarım ve Başbakan adına teşekkür ediyorum.

Allah ömür verirse ve kısmet de olursa bu görevimi tamamladıktan sonra, eğer kabul ederseniz, bütün yorgunluklarımı gidermek ve rahmetli, kıymetli eşimin de hatıralarını yaşatmak üzere, bir süre için Antalya’ya gelmek istiyorum. Bu sebepten dolayıdır ki Anayasaya, (Eski cumhurbaşkanları Meclisin tabii üyesi olur) kaydını koydurtmadım. Ben istemiyorum. Eğer bu büyük millete karşı olan borcumu ödemiş isem, bu benim için en büyük bahtiyarlıktır. Gerekiyorsa ileride Anayasaya ilave ederler. Sonraki cumhurbaşkanlarını Meclisin tabii üyesi yaparlar. Konsey üyesi arkadaşlarım da aynı düşünce ile 7 senelik bir süre için Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi olarak kalmayı arzu ettiler. Onlar da hayat boyu bu görevde kalmayı istemediler.

18 Eylül 1980 günü içtiğimiz And’da da hiçbir menfaat beklemeden görevimizi yerine getireceğimize işaret etmiştik. Bu işe hep beraber geldik, görevimiz bittikten sonra da hep beraber gideriz.

Sevgili vatandaşlarım, önümüzde yapılacak seçimlerden sonra da gidebilirdik. Ancak gerçekleştirdiğimiz bir harekatın sonunda meydana getirilen Anayasanın kısa bir süre içerisinde rafa kaldırılmaması ve onun kökleşmesi için bu kadar bir zaman Anayasanın ve diğer icraatın savunuculuğunu ve bekçiliğini yapmamız lüzumludur. Aksi takdirde tekrar eski Anayasayı getirmeye kalkışanlar olabilir. Nitekim, 1971’de tutuklananlar, 1974 senesinde çıkarılan bir afla, salıverildi. Gene gelenler bu Anayasayı rafa kaldırabilirler. Bu bakımdandır ki, o kadar bir süre görev başında kalmayı uygun bulduk.

Nitekim, bu hazırlanan Anayasaya bile daha son şekli verilmeden ne kadar taarruzlar olduğunu gördünüz. Hiç kimse, devrilen arabayı hep beraber nasıl kaldırırız da, çağdaş medeniyet yolunda bir daha devrilmeden ve arıza yapmadan ilerleriz diye düşünmüyor da, her kuruluş kendime nasıl bir çıkar ve imkan sağlarım diye orasından burasından didikliyor, taarruz ediyor. İstiyor ki, herkes kendisine en fazla yarar sağlayacak bir hüküm konsun. Tabii bu arada, memleketin 12 Eylül’e gelmesinde büyük sorumlulukları olanlar da boş durmuyorlar. Menfi propagandalarına ellerinden geldiğince devam ediyorlar. El altından eski teşkilatlarına haber gönderiyorlar. Zannediyorlar ki, hala daha millet onların bir dediğini iki yapmayacaktır. Hazırladığımız bu Anayasayı beğeniyorlar ve hatta “Biz bunu çıkaramazdık, onlar çıkartsınlar, noksan taraflarını biz tamamlarız” diyorlar.

Ama baktılar ki eski partilerin üst kademelerinde görev alanlara 10 sene müddetle parti kurma, partiye girme ve seçilme hakkından mahrumiyet hükmü getirildi, işte o zaman evvelce mevcut menfi tavırlarını ve tutumlarını büsbütün açığa vurdular.

Bir kişi, kendisinden başkasını sinek gibi görür, her şeyi kendisinin bildiğini zanneder, devleti kendisinden başka idare edecek kabiliyette bir kimse olmadığına inanırsa, o gibi kimselerden çekinmek lazım. Zira, onlar için yalnız kendileri vardır. Onlar, benden sonra tufan derler.

Bu millet, bugüne kadar böylelerini çok görmüştür, yine de görmektedir. Bu, neden böyle oluyor biliyor musunuz sevgili vatandaşlarım? Çok uzun süre bir işin başında kalmaktandır. Demek ki uzun süre devletin üst kademelerinde bulunanlar, kendisinden başka hiç kimsenin o yere layık olamayacağı inancına kapılabilmektedirler. Böylelerinden bu millet çok çekmiştir. Ben 12 Eylül’den sonra Ağrı’ya gittiğimde, Ağrılılar çok büyük tezahüratta bulundular, alkışladılar. Alkışladılar sizler gibi. O zaman, Ağrılılara şöyle seslenmiştim; “Fazla alkışlamayın, daha evvel de çok alkışladınız, onları bu hale getirdiniz, biz de insanız, biz de şımarabiliriz”. demiştim.

Sevgili vatandaşlarım, 12 Eylül’den evvelki diğer parlamento üyelerine yalnız parti kuramama ve bir partinin yönetim kadrosunda görev alamama kısıtlaması getirdik. Herhangi kurulacak bir partiye girme ve aday olma serbestliğini tanıdık. Zira, bunların içinde suçsuz olanlar da vardı. Hepsine bu yasağı getirmiş olsaydık, haksızlık etmiş olabilirdik. Gerçi, ilk Konya konuşmamda, hepsine bu yasağı getireceğimizi söylemiştim ama, sonradan bu hal tarzının, yani şimdiki yaptığımız bu hal tarzının daha adilane olacağına inandık ve öyle yaptık.

Şimdi bununla ilgili olarak yanlış haber yayıyorlar. Diyorlar ki, “illerde, ilçelerde bulunan parti teşkilat üyeleri de parti kuramaz, partiye giremez”. Gerçi Anayasanın 69’uncu maddesinde böyle bir hüküm var, ama o şöyle uygulanacak: Bundan sonra kurulacak partiler Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılırsa, o takdirde o partiye mensup bütün kuruluşlardaki ilgililer, yeni bir parti kuramayacak.

Henüz daha Anayasa kabul edilmediğine göre, o illerdeki ve ilçelerdeki partilerin mensupları veya başkanları, il – ilçe başkanları partiye girebilirler. Bunlara teşmil edilmeyecektir bu yasaklar.

Yeni hazırladığımız bu Anayasaya insafsız eleştiri yöneltenlerden bir kısmını biz de biliyoruz, sizler de biliyorsunuz. Onların arzuladıkları rejim bambaşka, bunu biliyorsunuz. 12 Eylül’den evvel o hedefe çok yaklaştıklarını zannetmişlerdi ama bir şeyi iyi hesap edememişlerdi. O da bu milletin, bu devletin sahipsiz olmadığı. İşte bu yanlış hesap içerisinde olanlar acaba yine 1961 Anayasasında olduğu gibi, birtakım arzularına ileride ulaşabilecek hükümler, koydurabilmek amacıyla çabaladılar, didindiler. Fakat oyunlarına gelinmedi. Onlara hangi anayasayı hazırlarsanız hazırlayın, beğendiremezsiniz. Zira ya kendileri hazırlayacaklar, veya kendi düşüncelerini paylaşan kişiler hazırlayacak. “Ancak o anayasalar çağdaştır. Başka türlü çağdaş olamaz” demektedirler. Ağızlarında bu çağdaş kelimesi o kadar sakız olmuş ki, onların benimsemediği, beğenmediği bütün işler çağ dışıdır. Hatta sevgili vatandaşlarım, onlar Atatürk’ü bile çağ dışı görürler ve derler ki, “O bir eylem adamıydı, fikir adamı değildi”. O’nu da milletin gözünden düşürmeye çalışırIar. Ancak milletteki Atatürk sevgisinden korktuklarındandır ki, daha fazla ileri gidemezler; gidemeyince de, Atatürk’ün muhtelif tarihlerde söylediklerini, kendi düşünceleri istikametinde tefsir eder dururlar.

Sevgili Antalyalılar, belki birçoklarınız radyolardan dinlemişsinizdir öğle ajansında; Adana’daki vatandaşlarıma işçi hakları üzerinde izahatta bulundum. Ancak hepsini bitiremedim. Bitiremediğim grev hakkı ile lokavt hakkındaki görüşlerimi burada açıklamak istiyorum.

Yeni Anayasa, grev hakkı ve lokavta bazı sınırlamalar getirmiştir. Grev ve lokavt, ancak toplu iş sözleşmesi yapılırken taraflar arasında anlaşmazlık çıkarsa uygulanabilecektir. Yoksa durup dururken eskiden olduğu gibi grev veya lokavta gidilemeyecektir. Anayasa şunu da getirmiştir: Grev ve lokavt hakkı verirken, iyi niyete aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde kullanılamaz. Ayrıca, şu hususu da Anayasa öngörmüştür:

“Grev esnasında, greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddi zarardan, sendika sorumlu olacaktır”.

Eğer, kanunun gösterdiği hallerde grev veya lokavt yasaklanmış veya ertelenmiş ise ertelemenin sonunda iki taraf arasındaki uyuşmazlık, Yüksek Hakem Kurulunca çözülecektir. Ayrıca, uyuşmazlığın her safhasında da taraflar anlaşarak yine Yüksek Hakem Kuruluna başvurabilirler . Bu halde, Yüksek Hakem Kurulunun vereceği karar kesin olacaktır.

Siyasi amaçlı grev, genel grev ve lokavt, işyeri işgali gibi hareketler yapılamayacaktır.

Greve katılmayanların işyerinde çalışmaları, greve katılanlar tarafından hiçbir şekilde engellenemeyecektir.

En son söylediğim bu hususa itiraz edenler var. Diyorlar ki, “O takdirde grev muvaffak olamaz”. Ancak sevgili vatandaşlarım şunu düşünmüyorlar : Birisinin, bir kişinin belli şartlarda grev yapmak hakkı ve hürriyeti varsa, ötekinin de çalışmak hak ve hürriyeti yok mu?

Buna karşılık diyorlar ki, “Çalışmak isteyenlere müsaade edilirse o zaman, o grev başarısız olur, kırılır”.

Eğer çalışmak isteyenler, bu kadar çok sayıda olursa, demek ki o grev haksız bir grevdir. Çünkü “çalışıyoruz” diyen o kadar çok ki, fabrika onlarla dahi çalıştırılabilecek. İşçilerin çoğunluğunun rızaları hilafına, kendilerine zorla yaptırılan bir grevdir. Bu ise kişinin çalışma konusundaki temel hak ve hürriyetini tahrip edip ortadan kaldırmak değil midir?

Kendi hakkı için başkalarının hakkını inkar etmek, imha etmek olur mu? Birisi “Ben grev yapacağım” diyor, peki yap. Ama, öteki de diyor ki, “Ben çalışacağım”. E, sen de çalışacaksın.

Siyasi amaçlı grev de yasaklanmıştır. Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruluyor diye vaktiyle otobüs şoförlerini greve sürüklediler hep bilirsiniz. Hiçbir alakası yok. Otobüs şoförlerinin Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile ne alakası var? Ama Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulacak diye o şoförleri greve sürüklediler ve Ankara’da yolları kapadılar. Kimse de haklarında bir muamele yapmadı. Yaptıklarıyla kaldılar.

Sanayileşme ve kalkınma yolunda olan bir memlekette haklı ve hakiki sebeplere dayanmadıkça, bu türlü grevlere hoşgörü ile bakılamaz. Çünkü gayet iyi biliniyor ki bu gibi grevlerden neticede yararlanan işçi değildir.

Hem işçi, hem işveren zarar görüyor. Sonuçta da memleket, zararını çekiyor. Kazananlar sadece işçiyi bu haksız greve sürükleyen bir kısım sendika yöneticileridir.

Danışma Meclisi’nin hazırladığı Anayasa Tasarısında, 5 işçi çalıştıran işyerlerinde toplu sözleşme, grev ve lokavt yapılamayacağına dair bir hüküm vardı. Biz bunu çıkardık. Şundan dolayı çıkardık. Eğer “5 işçiden daha az çalıştıran bir yerde grev yapılamaz” deseydik, belki şöyle hadiseler olacaktı: 8 tane, 7i tane işçi çalıştıran bir işyeri, “Aman ben bu toplu sözleşmeden yakamı kurtarayım, grevden kurtulayım” diye 2 – 3 işçi çıkaracak, 5’ten aşağıya düşürebilecekti. Bunu düşündük. Bu zaten Anayasaya konacak bir madde değil; bu ilerde kanunla düzenlenebilir. 4 işçi mi olur, 3 işçi mi olur, 5 işçi mi olur? Ayrıca Hakkari’deki bir tamirhanenin 5 işçi çalıştırması başkadır, İstanbul’da bir tamirhanenin 6 işçi çalıştırması başkadır. Yani biz bu sayının şehirlere göre tespitini kanuna bıraktık, Anayasadan bunun için çıkardık.

Sabahleyin Adana’da, şimdi de burada işçi – işveren ilişkilerinde Anayasaya koyduğumuz hükümleri yeterince izah ettiğimi zannediyorum. Adana’da da ifade ettiğim gibi, Milli Güvenlik Konseyi üyesi olarak hiçbirimiz ne bir işvereniz ve ne de bir yerde işçi olarak çalıştık. Bu bakımdan işçi ve işveren konularını tam bir tarafsızlıkla ele aldık. Birçok kişiyi dinledik ve yazılanlara, söylenenlere, fakat iyi niyetle yazılan ve söylenenlere kulak verdik. Ondan sonra da son şeklini verdik Anayasaya. Ve zannederim ki, her iki tarafı da tatmin edecek bir şekle soktuk. Bizim hazırladığımız Anayasanın, yani Konseyin hazırladığı Anayasanın yayınlanmasından sonra da Türk – İş Başkanının yapmış olduğu açıklama, benim söylediklerimi büyük ölçüde haklı göstermektedir.

Daha evvelki birçok konuşmalarımda ifade ettiğim gibi biz hiçbir zaman işçilerimizin karşısında olmadık. Olamazdık, çünkü biz orta halli ailelerin birer çocuğuyuz. Neler çektiğimizi biz biliriz. Ancak, dürüst, namuslu olmak kaydıyla çok kazananların da karşısında değiliz. Onlar da çok çalışmışlar, müteşebbis kişiler olarak veya babasından kalan işletmeleri çalıştırıyor ve memleketin. ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Dış ticarete yardımcı oluyorlar. Servet düşmanı değiliz. Sizler de olmayın. Servet düşmanlığı, neticede bizi başka türlü rejimIere götürür. O türlü rejimle idare edilen birçok ülkelerde vaktiyle uyguladıkları katı sistemin zararlarını görerek, onlar da özel teşebbüse ve mülkiyet hakkına saygı göstermeye başladılar. Özel teşebbüs ile devletin işlettiği işletmeler arasındaki farkı eğer anlamak isterseniz, devletin ürettiği malın satıldığı, ama yine devletin mağazalarına gidiniz. Bir de özel teşebbüsün işlettiği mağazaya gidiniz. Aradaki farkı derhal göreceksiniz.

Bir tarafta yüzünüze bile bakmazlar, diğer tarafta ise kapıdan karşılarlar. Devlet, ülke ekonomisine büyük katkıları olan ve üretimden alıkonulmaları halinde ekonomimize zararı dokunacak özel teşebbüsleri de teşvik edici ve onu icabında destekleyici tedbirleri almak durumundadır. Bu bizde böyle olduğu gibi, Batı ülkelerinde de böyledir. Bazen karşı çıkıyorlar. Mesela bir fabrika iflas etmek üzere, büyük bir fabrika, büyük bir işletme. İçinde beş binden fazla işçi çalışıyor. Şimdi devlet, bankalar vasıtasıyla buna el attı. Yüzde 80’ine bankalar ortak oldu. Yüzde 80’ini alınca idare onların eline geçti ve o işletme faydalı, hayırlı çalışmalara başladı, dışarıya ihracat yapıyor.

Şimdi efendim, bırakın ne hali varsa görsün diyemezdik. 5400 işçiyi sokağa atamazdık. Sevgili vatandaşlarım, her devlet, ülke ekonomisine büyük katkıları dokunabilecek büyük işletmeleri korur. Onların iflasını önleyecek bazı tedbirler alır. Bu, Almanya’da da böyledir, Amerika’da da böyledir. Ama bu demek değildir ki, her iflas eden fabrikaya el atacaktır. Hayır. Ona devlet bakar, hangisi rantabl işletilebilecektir, hangisi değildir, ona göre kararını verir.

Şimdi sevgili Antalyalı kardeşlerim, biraz da Anayasanın başka hükümlerine değineceğim.

Bilhassa bu bölge ile ilgili kıyılardan yararlanma üzerinde duracağım.

Bu konuda, Anayasamız şöyle der: “Türkiye’deki bütün kıyılar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyıları ile deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada, öncelikle kamu yararı gözetilir”.

Bu, şu demektir sevgili vatandaşlarım: Hiç kimse deniz, göl ve akarsu sahil şeridine sahip çıkamaz. “Benim malik olduğum bu evin önünde kimse denize giremez” diyemez. Denize girme, göle girme veya oralarda dolaşma herkesin hakkıdır. Bu kıyılarla sahil şeritlerinin kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden yararlanma imkan ve şartları kanunla düzenlenecektir. Yeni bir kanun çıkacaktır. Bu kanun ya bu yasama döneminde veya ondan sonra gelecek Meclisin yasama döneminde muhakkak çıkarılacaktır. Zira, bu Anayasanın, hazırlanmasını, emrettiği bütün kanunlar, azami iki sene içerisinde çıkarılmış olacaktır.

Toprak mülkiyeti konusunda da Anayasa şu hükmü getirmiştir : “Devlet, toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek, erozyonla kaybedilmesini önlemek ve topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan, çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alacaktır” .

Ancak, bunun için hazırlanacak kanun, öyle hazırlanacaktır ki, toprağın genişliği, tarım bölgeleri ve çeşitlerine göre tespit edilecek, aynı zamanda toprak küçük parçalara bölünmek suretiyle üretimin düşmesine de sebep olunmayacaktır.

Dağıtılan bu topraklar tekrar bölünemeyecek, miras dışında başkalarına devredilemeyecek ve ancak mirasçıları tarafından yine üretimde kullanılacak; bunlara riayet edilmezse toprak o çiftçinin elinden alınacak, başkasına verilecektir.

Sevgili vatandaşlarım, bu şu demek: Topraksız bir çiftçiye, Devlet farzedelim ki, 100 dönüm bir toprak verdi. O hayattan ayrıldığı zaman evlatlarına intikal edecektir tabii. Evlatlarına intikal edecek ama toprak bölünmeyecektir. Eğer evlatları o toprağı yine tarımda kullanıyor, işliyorsa kullanmaya devam edecektir. Hayır, evlatları gitmiş, birisi İstanbul’da, birisi İzmir’de başka işlerle uğraşıyor. Tarla da boş kalıyor. İşte bu olmaz. Devlet toprağı onlara işletsin diye verdi. Bu durumda onun elinden alacak, işletebilecek başka topraksız bir köylü ye verecek. Bunun manası bu demektir.

Devlet, bu toprakları kamulaştırırken, bedelinin ödenmesinde şu hususları dikkate alacaktır:

Evvela vergi beyanına bakacak, ondan sonra kamulaştırma tarihindeki resmi makamlarca yapılmış kıymet takdirlerini dikkate alacaktır. Bu toprağın veya taşınmaz malın, birim fiyatlarını veya bu maliyet hesaplarını ve diğer objektif ölçüleri hesaba katacaktır. Yani yalnız vergi değeri değil, biraz evvel saydığım hususları da göz önünde tutarak öyle kamulaştıracaktır, parasını da peşin ödeyecektir. Eğer bu kamulaştırılan toprak veya taşınmaz mal, tarım reformunun uygulanması, büyük barajlar, büyük iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni orman sahalarının yapımı, kıyıların korunması ve turizm maksadıyla kamulaştırılıyor ise, bu takdirde devlet, ödemeyi beş yıl içerisinde eşit taksitlerle yapacaktır. Şimdi büyük barajlar yapıyoruz sevgili vatandaşlarım. O kadar köy, hatta bazen şehirler sular altında kalıyor ki, bu kadar geniş toprak alanlarını ve şehirlerin parasını devlet bir seferde ödeyemez. Burada dedik ki, beş eşit taksitte ödeyeceğiz. Ancak, Devlet en yüksek faizi de verecek. Yani birinci sene ödedi, daha dört taksidi var. O dört taksidi öderken en yüksek faizi ile beraber ödeyecek.

Ancak bir nokta daha var; eğer bu büyük kamulaştırmalarda küçük çiftçinin elinden toprağı alınmışsa, yani o bir küçük çiftçi ise, onunla geçiniyorsa, parası muhakkak peşin ödenecektir.

İşte sevgili vatandaşlarım, Anayasamızın bir kısım hükümlerini de sizlere izah etmiş bulunuyorum. Müteakip günlerde de geri kalan kısımlarından önemli olanlarını ve eleştiri mevzuu yapılanlarını, diğer şehirlerimizdeki vatandaşlarıma izah edeceğim. Onları da radyo ve televizyonlarınızdan izleyecek olursanız, Anayasamızın ne olduğunu ve ne olmadığını iyice öğrenmiş olacaksınız. Ve zannediyorum ki, bugüne kadar hiçbir Anayasa bu şekilde izah edilmemiştir.

Ondan sonra da elinizi vicdanınızın üzerine koyacaksınız, bu Anayasa bize ne getiriyor, bizden ne götürüyor? Götürdükleri haklı mı, değil mi?

12 Eylül’den evvel Türkiye nereye gidiyordu? Eğer hayır dersem Türkiye nereye gider? Memleketimizin ve milletimizin menfaati nerededir? Bana menfi propaganda yapanlar kimlerdir? Bayram tebriklerinin, kapıların altından atılan kağıtların, Avrupa’nın muhtelif yerlerinden o malum komünist örgütler tarafından gönderilen adressiz ve imzasız mektup ve bildirilerin ne için gönderildiğini de düşünür, ona göre bu Anayasaya oyunuzu verirsiniz sevgili vatandaşlarım.

Bu Anayasanın kabulünden sonra da göreviniz bitmiyor. Bu Anayasaya sizler gibi sağduyu sahibi vatan ve milletin çıkarlarını her türlü şahsi çıkarlarının üstünde tutanlar sahip çıkarsa, ona el sürdürtmezseniz, o zaman bir faydası olur. Aksi takdirde ileride bunu kötü maksatlı kişiler bozmaya, orasından – burasından delik açmaya çalışacaklardır. Onlara bu imkanı vermeyeceksiniz.

Elbette zaman ilerledikçe diğer kanunlarımızda olduğu gibi Anayasamızın da bazı kısımları değişikliğe uğrayabilecektir. Bu değişiklikler memleketin menfaati istikametinde midir? Yoksa bazı örgütlere mi menfaat sağlayacaktır? Bunu iyi tartacak ve gerekirse bunlara karşı çıkacaksınız. Esasen vatandaşlar her konuda haklarına sahip çıksalardı, bu durumlara düşmezdik.

Bir çok dernek kuruyoruz, meslek kuruluşu kuruyoruz, sendika kuruyoruz, kooperatif ve şirket kuruyoruz. Ondan sonra da ona sahip çıkmıyoruz. Sahip çıkmayınca da ufak bir grup, bu kuruluşu ele geçiriyor. İstediği istikamete sürükleyebiliyor. Kötü niyetliler çok iyi ve kurnazca çalışıyorlar. İyi niyetliler ise daima pasif kalıyorlar. Biraz evvel saydığım kuruluşlara sahip olmuş olsanız onların da kontrollerini ağzı kalabalıklara, bağırıp çağıranlara ve namusu mücessemmiş gibi kendisini gösterenlere değil, doğru dürüst, çalışkan, az konuşup çok iş yapanlara vermelisiniz. .

Sevgili hemşehrilerim, bizler ve sağduyu sahibi vatandaşlarımız, bu Anayasanın Türkiye’nin şartlarına en uygun bir Anayasa olduğuna inanıyoruz. Yalnız Anayasa bir milleti kurtarmaz. O Anayasaya uygun kanunlar çıkarılmaz ve doğru dürüst tatbik edilmezse ve sizler de bunu takip etmezseniz yine 12 Eylül öncesine gelebiliriz.

Anayasa kadar mühim iki kanunumuz daha hazırlanacak. Bunlar da Partiler Kanunu ile Seçim Kanunudur. Bu konuda da geçirilmiş tecrübelerden yararlanılarak bize en uygun şekli bulacağımıza inanıyoruz. Ben bize oy vermenizi değil, Anayasaya oy vermenizi istiyorum. Bizler faniyiz. Bugün varsak yarın yokuz. Ama bu Anayasa her zaman varolacaktır.

Sevgili Antalyalı hemşehrilerim, şu güneş altında ben gelmeden evvel de bir hayli ayakta kaldınız, benim için de beklediniz. Programıma göre, evvela valiye uğrayacak ve ilin problemleri hakkında bilgi alacaktım. Ondan sonra Belediye Başkanınız bana lütfedecekler, Antalya’nın fahri hemşehrilik beratını vereceklerdi. Ama kendilerine dedim ki, “Vatandaşlarımı daha fazla ayakta bekletemem. Zaten 15 – 20 dakika geç kaldık. Evvela onlarla konuşacağım, ondan sonra geleceğim”. Benim için Antalyalı olmak, Antalya’nın hemşehrisi olmak büyük bir gurur vesilesidir. Bununla övünüyorum ve bunu büyük bir memnuniyetle kabul ediyorum.

Hepinize bu gösterilen alakadan, bu sevgiden ve tezahürattan dolayı teşekkür ediyorum. Hem kendi namıma, hem Konsey üyesi arkadaşlarım, hem Başbakan adına teşekkür ediyorum. Hepiniz sağolunuz, varolunuz. 

İzmir konuşması (1.11.1982)

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” ile ilgili yurt gezisi çerçevesinde 1 Kasım 1982’de İzmir’de konuştu. 
 
Devlet Başkanı Orgeneral Evren’in İzmir konuşmasından…

 “Öyle bir idareye sahip olmalıyız ki, artık mevcut yönetimler böyle ikide birde sıkıyönetime başvurmadan bu tür olayların üstesinden gelebilsinler.”

 “Bugün bütün dünyada gizli olarak ideolojik ve ekonomik savaş sürmektedir. Hangi taraf karşı tarafa ideolojisini kabul ettirebilirse, o ülkeyi kendisine bağlayabilmekte ve istediğini yaptırabilmektedir. İşte biz böyle bir savaşın içinden çıktık. Bu savaşın ilk raundunu kazandık.”

 “Savaş henüz bitmemiştir. Müteakip rauntlar, gelecektir. Bu gelecek saldırılara hazır olmamız ve bir daha o acıklı ve feci durumlara düşmememiz için birtakım tedbirler almak ve daima uyanık olmak mecburiyetindeyiz.”

 “Eğer biz 12 Eylül’den sonra “1961 Anayasası yürürlüktedir” demiş olsaydık, acaba bu savaşı kazanabilir miydik? Sureti katiyede kazanamazdık.”

 “Artık bundan sonra ülkede, komünizm, faşizm ve diktatörlükten bahsedilemez.”

 “Devletin ve günlük hayatın bütün yükünü sırtında taşıyan yürütmenin, arz ettiği bütün hayati ehemmiyetine rağmen, arka plana itilmiş ve işlemez hale gelmiş olması, 1961 Anayasası’nın belki de en büyük ve tashih kabul etmez zaafını teşkil etmiştir.”

 “Yürütme, o anlayış ve hukuki durum içinde kaldıkça ve bırakıldıkça, Devlet bir ayağı olmayan ve koltuk değneğiyle yürüyen bir insan olmaktan öteye geçemezdi. Şimdi sizlerin de kabul ve tasviplerine sunulan bu yeni Anayasa, Devlet yapısı ve faaliyetleri itibariyle bu sakıncayı giderecek bir tarzda bina edilmiştir.”

 “Bir çokları, “Bu da bir reaksiyon Anayasası” diyorlar. Hayır vatandaşlarım, reaksiyon Anayasası değildir. Bu Anayasa 1961’den beri ders alınan bir Anayasadır.”

 “Biz bu Anayasanın en az kusurla hazırlanmış bir Anayasa olduğuna inanıyoruz. Eğer sizler de bize inanıyor ve güveniyorsanız oylarınızı o yönde kullanırsınız.”

 “Biz tarih önünde ve millet önünde doğru bir iş yaptığımıza inanıyoruz. Doğru mudur, yanlış mıdır, bunun kararını biz değil, bizden sonra gelecek nesiller verecektir.” 
 

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” çerçevesinde İzmir’de yaptığı konuşma şöyle: 
 

Sevgili İzmirli ve Egeli Hemşehrilerim,

İzmirliler çoğunlukta ama, içinizde Ege’nin diğer vilayetlerinden ve şehirlerinden vatandaşlarım da var. Onun için sizlere Egeli hemşehrilerim diye hitap ettim. Biliyorsunuz, bugüne kadar İzmir’e çok geldik. Her gelişimde İzmirli hemşehrilerim soruyorlardı; “İzmir’de neden konuşmuyorsunuz ?” diye. Onun da zamanı gelecek diyordum. İşte o gün geldi.

Bu güzel şehrimiz, Ege’nin incisi İzmirimiz, Kurtuluş Savaşında ne kadar çok acı, ıstırap ve gözyaşı döktüyse, 12 Eylül’den evvel de çok acı ve gözyaşı döktü. Ancak, iki dönem arasında çok önemli bir fark var.

Birincisinde, yani Kurtuluş Savaşında acı çektiren gözyaşı döktürenler, memleketi işgale gelmiş düşman kuvvetleri idi.

İkincisinde, yani 12 Eylül 1980’den önceki dönemde ise, bunu yapanlar acımasızca, silah ve bomba kullanarak vatandaş kanı dökenler, bu memleketin kandırılmış evlatları idi. Acı olan taraf bu. Birisi düşman, diğeri vatandaş. Kaldı ki, bugün Birleşmiş Milletler ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nca kabul edilen ve bizim de onayladığımız anlaşmalarla, bir düşmanın dahi, böyle acımasızca, masum kişileri, ideolojileri kendilerine uygun değildir diye karşısındakini öldürmemesi gerekir. Sizler bu acı günleri senelerce yaşadınız. Her geçen gün daha acılı günler görerek yaşadınız.

Türkiye’de ilk sıkıyönetim ilan edildiğinde, İzmir sıkıyönetim kapsamına alınmadığından, anarşist ve teröristler burada rahatlıkla yerleşebildiler. Bugüne kadar yakalananları biliyorsunuz. Hapishaneleri doldurdular. Hala daha da zaman zaman arta kalanlar veya yeniden örgütlenmeye çalışanlar yakalanıyorlar. Bunları radyo ve televizyondan izliyorsunuz. Şimdi sıkıyönetim hükümleri yürürlükte olduğundan ve gerekli kanunları da kısa sürede çıkarıp tedbirlerimizi alabildiğimizden dolayı bunlar böyle kısa sürede yakalanabilmektedir.

Ancak sevgili vatandaşlarım, bir ülke böyle mütemadiyen sıkıyönetim idaresi altında tutulamaz. Tutulursa, yurt savunması birinci görevi olan Silahlı Kuvvetler yıpranır. Öyle bir idareye sahip olmalıyız ki, artık mevcut yönetimler böyle ikide birde sıkıyönetime başvurmadan bu tür olayların üstesinden gelebilsinler. Artık şu husus açıkça görülmüştür ki, bugün dünyamızda savaş türleri değişmektedir. Savaş çeşitleri değişmektedir. Eskiden olduğu gibi ordular karşı karşıya gelerek savaşma külfetine katlanmadan, daha kolay bir yolla, kendisi kan dökmeden veya kan dökeceğine para dökerek emellerine ulaşmayı tercih ediyorlar. Bugün bütün dünyada gizli olarak ideolojik ve ekonomik savaş sürmektedir. Hangi taraf karşı tarafa ideolojisini kabul ettirebilirse, o ülkeyi kendisine bağlayabilmekte ve istediğini yaptırabilmektedir.

İşte biz böyle bir savaşın içinden çıktık.

Bu savaşın ilk raundunu kazandık. Ancak, sevgili hemşehrilerim, savaş henüz bitmemiştir. Müteakip rauntlar, gelecektir. Bu gelecek saldırılara hazır olmamız ve bir daha o acıklı ve feci durumlara düşmememiz için birtakım tedbirler almak ve daima uyanık olmak mecburiyetindeyiz.

Bu tedbirlerin başında muhakkak ki bütün yasalara ışık tutacak olan Anayasa gelmekteydi. Eğer biz 12 Eylül’den sonra “1961 Anayasası yürürlüktedir” demiş olsaydık, acaba bu savaşı kazanabilir miydik? Sureti katiyede kazanamazdık. Onun içindir ki, 2356 sayılı Anayasa Düzeni Hakkındaki Kanunu çıkardık. Böylece, “Milli Güvenlik Konseyi’nin çıkardığı kanunlar ve aldığı kararlar mevcut Anayasaya veya kanunlara aykırı ise, alınan bu karar ve çıkarılan kanun, Anayasa değişikliği yerine geçer” dedik ve ancak bu suretle kısa zamanda neticeye ulaşabildik. Bu ideolojik savaşın tarafı olan ve ilk raundu kaybedenler büyük bir telaş içerisinde eski Anayasanın savunuculuğunu yaptılar ve yapmakta da devam ettiler. Bunların ağızlarını kapamak her zaman elimizdeydi. Ama istemedik. Hepsini evlerine hapseder çıkartmazdık. “Bırakalım söylesinler, bırakalım yazsınlar, bırakalım içlerinin kurtlarını döksünler” dedik. Tam bir demokratik ortam içerisinde hazırlanan Anayasayı eleştirsinler istedik. Zira, bunların ağızlarını kapatsaydık, hakikaten haklı olarak eleştiride bulunanların da fikirlerinden istifade edememiş olacaktık.

Eğer, savaşı onlar kazansaydı, kendileri gibi düşünmeyen, kendi fikir ve ideolojilerini benimsemeyen, hiç kimseye, hiçbir kişiye, bizim tanıdığımız bu hakkı tanımayacaklar, buna aykırı hareket edenleri, ya darağacında sallandıracaklar ya da hapishanelerde süründüreceklerdi. Bundan hiç şüpheniz olmasın.

İşte sevgili vatandaşlarım, sevgili hemşehrilerim, Danışma Meclisimizin hazırlayıp, Milli Güvenlik Konseyi tarafından son şekli verilerek kanunlaştırılan ve 7 Kasım’da da sizlerin tasvibinizle yürürlüğe girecek olan yeni Anayasa böyle hazırlandı. Bize yapılan her türlü başvuru ve birçok toplantılarda, panellerde tartışılan, basında eleştirilen hususları dikkate aldık. Ve hakikaten yararlı olanlarından istifade ettik. Birçok şehrimizde olduğu gibi burada da hazırladığımız bu Anayasanın bazı hükümlerine değinerek sizlere açıklamalarda bulunacağım.

Konuya, evvela bu Anayasanın 13’üncü maddesi ile girmek istiyorum. Zira bu madde, temel hak ve özgürlüklere bir takım kısıtlamalar getirilmesine imkan veren bir maddedir. Bu maddenin başlığı “Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlandırılmasıdır”. Bu madde der ki; “Temel hak ve hürriyetler, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve özüne uygun olarak, kanunla sınırlanabilir”. 13’üncü madde böyle… O halde, yukarıda sayılan sebeplerle ve ayrıca, yine Anayasada gösterilen özel sebeplerle ve fakat kanunla, temel hak ve hürriyetlere sınırlamalar getirilebilir. Bu sınırlama, eski Anayasada da vardı. Fakat şimdi daha açık yazılmak sureti ile tereddütler ortadan kaldırılmıştır.

Mesela, toplantı hak ve hürriyetlerini ele alalım.

Eğer kanunda bazı sebepler karşısında, yine kanunda belirtilen mercie, bu toplantı, gösteri ve yürüyüşlerini ertelemek veya yasaklamak yetkisi veriliyorsa, o merci bu erteleme ve yasaklamayı uygulayabilecektir.

Biliyorsunuz, Anayasa birçok temel hak ve hürriyetleri tanımıştır. Bunlar kişinin dokunulmazlığı, zorla çalıştırılamayacağı, kişi hürriyeti ve güvenliği, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı, haberleşme hürriyeti, yerleşme ve seyahat hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve kanaat hürriyeti, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti, bilim ve sanat hürriyeti, basın hürriyeti, toplantı hak ve hürriyeti ve mülkiyet hakkı gibi hak ve hürriyetlerdir. İşte, Anayasamızın bir hükmüne göre, bu hak ve hürriyetlerden hiçbiri devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin, bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak, veya din, ırk, dil ve mezhep ayrımı yaratmak, veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacı ile kullanılamazlar. Saydıklarımın içinde, sosyal sınıfın, diğer sosyal sınıfın üzerindeki tahakkümü ve bir kişinin tahakkümü de geçti. Bunlar şu demektir Artık bundan sonra ülkede, komünizm, faşizm ve diktatörlükten bahsedilemez ve Anayasa Mahkemesi’ne de “Bunlar Anayasaya aykırıdır” denemez.

İşte sevgili vatandaşlarım, bu maddeye çok takıldılar. Çünkü bu madde, açıkça Devletin düzenini komünizme de, faşizme de kapatıyordu. Artık, 12 Eylül’den evvel olduğu gibi, “141 – 142’ye hayır” diye bağırıp çağıramayacaklar, miting düzenleyemeyeceklerdir. Böyle olunca, elbette bunun karşısına dikileceklerdir. Türk Ceza Kanunu’nda mevcut olan komünizm propagandasını yasaklayan bu iki madde için kaç defa Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ettiler. “141 ve 142 Anayasaya aykırıdır” diye. Biraz evvel okuduğum açık hüküm karşısında artık bu kapılar kapatılmıştır. Bu iki madde 1936 senesinde yani Atatürk’ün zamanında Ceza Kanunumuza konulmuştur. Yeni konmuş bir madde değildir. Yani Atatürk de komünizmin karşısındaydı. O’nun bazı laflarını, bazı vecizelerini alarak, başka taraflara çekmek isteyenler vardır. Devletçiliği başka türlü anlamak isteyenler vardır. Fakat, Atatürk kendi zamanında Ceza Kanununa bu maddeleri koymuştur. Savaşta, seferberlikte, sıkıyönetimde veya olağanüstü hallerde, o günkü durumun gerektirdiği ölçüde bu temel hak ve hürriyetlerin kullanılması, kısmen veya tamamen de durdurulabilecektir. Düşünün ki bir savaş başlamış, bir seferberlik ilan edilmiş, bir sıkıyönetim ilan edilmiş, artık bu temel hak ve hürriyetlerin hepsi kullanılamaz, bazılarına kısıtlama getirilir. Bazıları tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu gayet tabiidir. Konuşmamın başında, Türkiyemizin bir daha 12 Eylül öncesi durumlara gelmemesi ve sık sık sıkıyönetime başvurulmaması için bazı tedbirler düşündük demiştim. Bunların başında, yürütme dediğimiz Cumhurbaşkanıyla hükümete bazı yetkilerin verilerek otorite boşluğunun doldurulması geliyordu. Anayasaya şimdi söyleyeceğim bazı hükümler bu maksatla konuldu. Bu da bir hayli tenkit konusu oldu.

Sevgili hemşehrilerim, 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesini müteakip, memleketin geçirmeye başladığı muhtelif tecrübeler, bu Anayasanın açıklıklarını, boşluklarını, zayıf noktalarını ortaya koymaya başlamıştı. Aradan 4 – 5 yıl geçtikten sonra Anayasa üzerindeki eleştiriler belli konularda toplanmaya başladı ve bu eleştiriler bilhassa yasama, yürütme ve yargı organlarının görev ve yetkileri ve birbirleriyle münasebetleri üzerinde yoğunlaştı. 12 Mart müdahalesini müteakip Anayasanın yarıdan fazlası değişiklik gördü. Fakat üzülerek söylemek gerekir ki, bu değişiklik ciddi mahiyetteki şikayetlerin ortadan kalkmasına imkan vermedi.

Gerçekleştirilen bu değiştirmeye ve yeniliğe rağmen eski şikayetler devam edip gitti. Memleketin durumunda karşılaşılan vehamet, hükümet istikrarsızlıkları, hürriyetlerin bu sefer daha da pervasız anarşik hareketler şeklinde azami bir suistimale konu edilmesi, bunun önlenebilmesine elverişli hükümlerin gerçekten yokluğunun tam manasıyla ispatlanmış olduğunu herkese kabul ettirdi. Pek çok defalar ve muhtelif vesilelerle izah olunmuştur ki, 1961 Anayasası gerçi şimdi de kabul edilmekte bulunan hürriyetleri getirmiştir, fakat bunların sınırlarını yeterince çizememiş ve bu hürriyetlerin karşılığındaki sorumluluğu hukuken tesis edememiştir.

1961 Anayasası’ndaki pek çok hak ve hürriyetler sanki sınırsızmış gibi, ciddi hiçbir kayda ve şarta bağlanmadan Anayasada yer almışlardır. Bu hürriyetleri, Devlet ve toplum düzeninin zaruri kıldığı bir disiplin ortamına sokabilmek için, kanun koyucunun sorumlulukları ve dolayısıyla da yetkileri olması gerektiği, hatta bazı hallerde Anayasadaki sarahata rağmen, Anayasa Mahkemesi’nce Anayasanın da üstünde farz olunan bazı esaslara dayanılarak reddedilmiştir. 12 Mart’ta yapılan ve belirtildiği gibi yarısından fazla bir hacme varan değişikliklere rağmen, yürütme organının ve yetkilerinin zaafı sürüp gitmiştir.

12 Mart değişiklikleri, Anayasanın temelinden gelen bu zaafı ortadan kaldıramamıştır.

Devletin yapı ve görevlerinde üç belli başlı kuvvetin, (yani yasama, yürütme, yargı) özellikleri konusunda şimdiye kadar gene muhtelif vesilelerle ayrıntılı konuşmalar yapılmıştır. Bunların tekrarına lüzum görmüyorum. Hele, devletin ve günlük hayatın bütün yükünü sırtında taşıyan yürütmenin, arz ettiği bütün hayati ehemmiyetine rağmen, arka plana itilmiş ve işlemez hale gelmiş olması, 1961 Anayasası’nın belki de en büyük ve tashih kabul etmez zaafını teşkil etmiştir.

Yürütme, o anlayış ve hukuki durum içinde kaldıkça ve bırakıldıkça, Devlet bir ayağı olmayan ve koltuk değneğiyle yürüyen bir insan olmaktan öteye geçemezdi. Şimdi sizlerin de kabul ve tasviplerine sunulan bu yeni Anayasa, Devlet yapısı ve faaliyetleri itibariyle bu sakıncayı giderecek bir tarzda bina edilmiştir.

Böyle bir yol seçilmesi zaruridir, mecburidir. Ve neticesi isabetli olacaktır.

Ancak, bu noktadan itibaren karşımıza iki yol çıkıyor.

Yürütme denilen organın iki kuvvet ve iki müessesesi vardır. Bunlardan biri Cumhurbaşkanlığı, biri hükümettir.

Cumhurbaşkanı ve hükümet, pek çok sebeplerle, ayrı ayrı yollardan belirlenmekte ve ortaya çıkmaktadır. Evvelce olduğu gibi, Cumhurbaşkanının Parlamento tarafından seçilmesi kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanı, kendisini seçen Parlamentonun normal döneminden iki yıl daha uzun bir süre için seçilmektedir. Bu halde iki ayrı Parlamento zamanında görev yapacaktır.

Cumhurbaşkanı sadece yürütmenin başı değildir. Aynı zamanda Devletin de başıdır. Bu itibarla da, Anayasada mevcut olması gereken, fakat üç büyük organdan herhangi birine verilmesi uygun ve isabetli görülmeyen bazı yetkiler vardır ki, ancak Cumhurbaşkanına tevdi edilebilmektedir.

Hükümete gelince, yasama organının, yani Meclisin güvenini taşımayan bir hükümetin varlığı parlamenter rejimlerde kabul edilemez. Başbakanı, Cumhurbaşkanı görevlendirecek ve başbakanın hazırlayacağı liste, Cumhurbaşkanının yapacağı atama, ile hükümet olacaktır.

Demek ki, hükümeti ortaya çıkaran Cumhurbaşkanıdır.

Bir hükümet, Cumhurbaşkanı tarafından tayin edilse de onun varlığını sürdürebilmesi, yani hükümetin varlığını sürdürebilmesi yasama organının, yani Büyük Millet Meclisi’nin güvenine bağlıdır. Böyle olunca, hükümetler bir parti veya birkaç partinin bir araya gelmesi neticesi teşekkül eden koalisyon partilerinin rengini ve damgasını ister istemez taşıyacaklardır.

Gerçi kanun önünde vatandaşlara eşit muamele yapacaklar ama, bu hiçbir zaman mümkün olamamıştır. Bundan sonra da mümkün olmayacaktır. Yine de parti rozetine dikkat edilecektir.

Partilere dayanan bir demokratik sistemde, bu kaçınılmazdır. O halde, memleketi tarafsız değil, taraflı bir biçimde, tarafını tuttukları siyasi görüş ve programla yöneteceklerdir.

Halbuki, devletin başı ve yürütmenin de başında bulunan Cumhurbaşkanının kesinlikle tarafsız, yani siyasi partilere veya onların koalisyonlarına karşı tarafsız olması, rejimin icabıdır. Bunun için de, Anayasaya şu hüküm konulmuştur: ” Cumhurbaşkanı seçilen kişinin varsa partisiyle ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer”.

Şimdi bu yetkilerin verilmesinde önemli olan noktaya geliyoruz. Bu yetkiler, Hükümet Başkanına mı yoksa Cumhurbaşkanına mı daha fazla verilmelidir?

“Yürütme güçlendirilmelidir” fikri ve zarureti herkesçe kabul edildiğine ve yürütmenin doruğunda Cumhurbaşkanlığı ve Hükümet bulunduğuna göre, güçlendirilmesi kastedilen bunlardan hangisidir? Bunların aynı zamanda ikisi birden mi güçlendirilmelidir, yoksa tarafsız cumhurbaşkanı mı, yahut taraflı hükümet mi?

Taraflı olan hükümete de bazı yetkiler verilmiştir. Ancak, muhalefet – iktidar arası ciddi çekişmelere ve huzursuzluklara yol açabilecek olan yetkiler, Cumhurbaşkanına tanınmıştır. Bunun dışında da muhakkak Cumhurbaşkanına verilmesi gereken yetkiler vardır ki, esasen onları başka makama da vermek doğru olmaz, mümkün de değildir.

Şimdi sevgili vatandaşlarım, birçok kişinin diline doladığı “Bu Anayasada Cumhurbaşkanına çok yetkiler verildi, bu doğru değildir” diye mütemadiyen yazdıkları şu yetkilere bir göz atalım da, siz de insafla karar verin. Şimdi Cumhurbaşkanının yetkilerini sayacağım. Birinci yetkisi, birinci vazifesi, “Türkiye Büyük Millet Meclisini gerektiğinde toplantıya çağırmak”. Yani tatilde büyük bir olay olmuştur, Mecliste konuşulması lazımdır. Türkiye Büyük Millet Meclisini toplantıya çağıracak. Çağırmasın mı? O ki devletin başıdır, yürütmenin başıdır. Elbette çağıracaktır.

İkincisi, gerekli gördüğünde Meclisin ilk açılış konuşmasını yapmak. Kasım ayında veya Ekim ayında ilk açıldığında, Mecliste açış konuşması yapacak, bazı dilekleri olacaktır. O dilekleri Meclise iletmek isteyecektir. Onun için bir konuşma yapacaktır. Konuşmasın mı?

Başka bir vazifesi, kanunları yayınlamak. Bundan evvel de Cumhurbaşkanı kanunları yayınlardı. Başka kimse yayınlayamaz ki, kanunlar ona gelir, o imzalar, 15 gün içerisinde kim yayınlayacak, o yayınlamazsa?

Başka bir yetkisi, kanunları tekrar görüşmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne göndermek. İşte bu yeni. Neden kondu? Eskiden bir Senato vardı. Bu vazifeyi Senato yapıyordu. Ama Meclisin rengi neyse, Senatonun rengi de o. Çoğunluk hangi partide ise Mecliste, Senatoda da öyleydi ve kanunların çıkması çok gecikiyordu. Büyük bir faydası gözlenemezdi. O halde bir kanun alelacele Meclisten çıkmış olabilir. Bazı noksanlıklar görülebilir. Onun için Cumhurbaşkanı böyle bir şey görürse Meclise bir daha gönderecek, diyecek ki, “Şunu bir daha inceleyin. Bu tarafında böyle bir sakatlık var”. İşte bu hüküm yeni getirilmiştir. Yani Senatonun yaptığı görevi şimdi Cumhurbaşkanı yapıyor. Kim yapacaktır o yapmazsa.

Ondan sonra yeni bir hüküm daha getirdik Cumhurbaşkanının yetkilerine… Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları gerekirse halkoyuna sunmak. Yani Anayasada bir değişiklik yaptılar. Cumhurbaşkanı bu değişikliğin milletin, memleketin menfaatine olmadığını düşünebilir. Kaldı ki, bu Anayasayı sizler kabul ettiniz. Halk kabul etti. Acaba halk bunu tasvip ediyor mu, etmiyor mu diye referanduma götürebilecek. İşte bu onun için kondu.

Başka bir yetkisi de şöyle Kanunları Anayasaya aykırı görürse, Anayasa Mahkemesine başvurmak.

Başka bir yetkiye geçiyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar verir. Bu da yeni getirilen bir maddedir. Şimdi öyle hal oluyor ki, hükümet aylarca kurulamıyor, bir seçimin sonunda bir hükümet başkanı, seçilmiş ama, başbakan hükümeti kuramıyor, güvenoyu alamıyor. Aradan 45 gün geçmiş. Bunları çok yaşadık biz geçmişte. O takdirde Cumhurbaşkanı gerekirse Meclis Başkanıyla konuşarak, yeniden seçimlere gidebilecek. Bu suretle seçim korkusundan dolayı, hemen o hükümeti seçerler. Binaenaleyh Meclis kilitlenir de hükümet teşekkül edilemezse, yapacak bir şey yok. O zaman yeniden seçimlere gidilir. Hangi parti fazla oy alarak gelirse o hükümeti kurabilir. işte seçimlere gitme kararını verecek olan Cumhurbaşkanıdır.

Ondan sonra hükümlerden birisi, Başbakanı atamak veya istifasını kabul etmek. Evet, kim atayacak Başbakanı? Eskiden de Cumhurbaşkanı atardı. Şimdi de Cumhurbaşkanı atıyor. istifa etmişse, istifasını da kabul eder veya reddeder.

Başka bir yetkisi, Başbakanın teklifi üzerine, Bakanları atamak ve görevlerine son vermek. Şimdi Başbakan, Bakanlar Kurulunu teklif edecek. Cumhurbaşkanı da bunu uygun görürse tasdik edecek. Evvelce de böyleydi. Yalnız bunda bir yenilik var. Başbakan isterse herhangi bir bakanın görevine son verebilecek. Eskiden veremezdi. Hatta hükümet istifa ederdi, başbakan istifa ederdi. Ondan sonra tekrar o başbakana görev verilirdi. O takdirde o istemediği bakanı da hükümetin içine almazdı. Bunlar uzun yollardı, dolambaçlı yollardı. O nedenle başbakan istediği bakanı seçebilir, istediği bakanın da görevine son verebilir.

Başka bir yetkisi; gerekli gördüğü takdirde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmesidir. Eskiden de ederdi. Yeni olan bir şey ilave ettik. Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplar, bazen gerek görürse, “Bakanlar Kuruluna ben başkanlık edeceğim” deyip, onu toplayabilecek. Çünkü, yürütmenin başı olduğuna göre, elbette bu hakkı olması gerek.

Başka bir görevi, büyükelçileri göndermek ve yabancı büyükelçileri kabul etmek. Bu, her ülkede böyledir. Devletin başı, bunları gönderir, gelen büyükelçileri de devletin başı olarak kabul eder.

Bir görevi de, milletlerarası anlaşmaları onaylamak ve yayınlamak. Aynı kanun gibi. Kanunu nasıl onaylıyorsa, milletlerarası anlaşmaları da onaylar ve yayınlar.

Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil etmek. Eskiden de böyleydi. Başkomutanlık Millet Meclisi’nin manevi şahsiyetindedir. Ama onu Cumhurbaşkanlığı temsil eder. Silahlı Kuvvetlerin Başkomutanlığı vazifesi Cumhurbaşkanınındır. Eskiden de böyleydi, yine de böyle.

Başka bir görevi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılmasına karar vermek. Buna çok itiraz ettiler. Nasıl olur da efendim Silahlı Kuvvetlerin kullanılmasına bir Cumhurbaşkanı karar verirmiş. Şu hususu getirdik

Meclisimiz tatilde olabilir. Toplantı halinde değildir. ülkemiz ani bir taarruza maruz kalmıştır, bir saldırıya maruz kalmıştır. Şimdi beklesin mi Cumhurbaşkanı? Meclis toplansın, ondan sonra karar versin diye. Böyle bir durumda, Cumhurbaşkanı madem ki Başkomutandır, Devletin de başıdır. Kararını verir, Meclisi toplar, Meclise de hemen bilgi verir.

Başka bir görev, Genelkurmay Başkanını atamak. Eskiden de atardı, şimdi gene Cumhurbaşkanı atayacak.

Milli Güvenlik Kurulu’nu toplantıya çağırmak ve başkanlık etmek. Eskiden de vardı.

Başka bir görev, bu da yeni; Bakanlar Kurulu ile birlikte sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilan etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak. Eğer sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilan edilecekse, böyle bir karar alınacaksa, Cumhurbaşkanının başkanlığında Bakanlar Kurulu toplanır, kararı verir ve hemen Büyük Millet Meclisine bildirilir. Onun onayına sunulur. Eğer Büyük Millet Meclisi bunu onaylamazsa, yine kaldırılır. Eskiden bu yalnız hükümet başkanının başkanlığında toplanıp karar verirdi. Şimdi Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanıyor. Aradaki fark bu.

Kararnameleri imzalamak. Eskiden de imzalıyordu. Şimdi de aynı görev.

Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama gibi belli durumda olan kişilerin cezalarını kaldırmak veya hafifletmek. Eskiden de vardı. Ben böyle 5-10 kişiyi afettim. Bakılacak durumda değil, 80 yaşını da geçmiş. Bu eskiden de vardı, bu yeni Anayasada da var.

Devlet Denetleme Kurulu Başkan ve üyelerini atamak. Yeni kurduk bu Devlet Denetleme Kurulunu. Bir yerde bundan bahsettim. Devlet Başkanı gerekirse kamu kurumu niteliğindeki kuruluşları denetlemesin mi? Elbette denetleyecek. O halde ona bağlı bir kuruluşun başkanını ve üyelerini de Cumhurbaşkanı seçer.

Yüksek Öğretim Kurulunun üyelerini seçmek. Üniversitelere bakan Yüksek Öğretim Kurulu teşekkül etti. Kanunu çıktı bunun. O halde bunun başkanını ve üyelerini de kanunda yazılı usuller çerçevesinde Cumhurbaşkanı seçecektir.

Üniversite rektörlerini seçmek. Gösterilecek adaylar arasından üniversite rektörlerini seçmektir.

Sonra, Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin 1/4’ünü, Cumhuriyet Başsavcısı ve Başsavcıvekilini, Askeri Yargıtay üyelerini, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek. Bunun da usulleri var. Kanunlara göre, aday gösterilecekler, arasından hangisini isterse onu seçecek. Bunun kanunları zaten çıktı.

Şimdi sorarım sizlere, bu yetkiler bir Cumhurbaşkanı için çok mudur? Şimdi bazı çevrelerde bir itimatsızlık havası esiyor ki, her makamdan, her kişiden çekiniliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Cumhurbaşkanını seçeceksiniz, ondan sonra da bu yetkileri çok bulacaksınız. Bu eleştirilerde kasıt yoksa ne vardır söyler misiniz? Sevgili vatandaşlarım, kime güveneceğiz, Cumhurbaşkanına güvenmeyeceğiz de, illa bir hakim, bir mahkemeye mi güveneceğiz, böyle şey olur mu?

O halde madem Cumhurbaşkanlarını bir hakimden getirelim, bir mahkemeden getirelim, mesele kalmaz. “Taraflı olur” diyorlar. Tarafsız olacağını düşünemiyorlar. “Muhakkak taraflı olur” diyorlar. Eğer her taşın altında bir şey aranacak olursa, doğrusunu bulamayız.

Şimdi sevgili vatandaşlarım, biraz da Cumhurbaşkanı seçimine değinmek istiyorum.

İlk 7 senelik süre için Anayasa oylaması ile birlikte Cumhurbaşkanlığı referandumunun da yapılmış olması tenkide uğradı.

Ben 12 Eylül Harekatına Cumhurbaşkanı olayım diye karar vermedim.

Konsey üyesi arkadaşlarım ve diğer komutan arkadaşlarım da hiçbir makamı akıllarından geçirmediler. Biz bu işe, Türk Milletinin çektiği çilelerden bir an evvel kurtulması, akıtılan kanlara son verilmesi için atıldık. Ve bu işin kısa zamanda halledilebileceğini zannettik. Fakat durumun hiç de öyle olmadığını, eğer yarım yamalak bir şeyler yapıp gidersek, yine ileride aynı durumlara düşebileceğimizi anladık. Ondan dolayı bu çalışmalar iki seneyi aldı.

Sevgili vatandaşlarım, çoğumuz 60 yaşını geçmiş insanlarız, ben 65 yaşını doldurdum. Artık bu yaştan sonra bir kenara çekilip, dinlenmek hakkım yok mu? Çocuklarımı evlendirmişim, tek başıma kalmışım, Cumhurbaşkanı olsam ne olacak, olmasam ne olacak? Sevgili vatandaşlarım, eğer bu makama hevesli bir kişi olsaydım, 12 Eylül’den sonra Köşke geçer oturur ve o makamın parasını da alırdım. Hiçbirisini yapmadım. Arkadaşlarım da yapmadı. Ve bize şu telkinler de yapıldı; 12 Eylül’den sonra, “Paşam vatandaşlara bir referanduma gidin, bizi tasvip ediyor musun, etmiyor musun diye sorun” da dediler. Biz o en heyecanlı zamanda, milletin bizi göklere çıkardığı zamanda, bir referandum yaparak kendimizi tasdik ettirirdik. Öyle bir şey istemedik. Evvela memleket huzura kavuşsun, ondan sonra bu işi düşünelim dedik.

Sevgili vatandaşlarım, bir Anayasa yapıldı biliyorsunuz. Bu Anayasa bizim Anayasamız. Sizler tarafından kabul ve tasvip edilirse milletin Anayasası olacak. Bu Anayasa muhakkak çıkmalı. Ayrı ayrı sandıkta oylanırsa ne olur? Dediler ki “Anayasa ayrı sandıkta, Cumhurbaşkanı ayrı sandıkta oylansın”. Ne fark edecek?

Farzedelim ki, bana atılan oylar daha fazla çıktı da Anayasa oylaması da daha az çıktı. Ne çıkacak bundan? Koltuklarım mı kabaracak? Fuzuli masraf tan başka ne işe yarayacak? iki tane sandık konacak, o nispette fazla kağıt konacak, masraf tan başka hiçbir faydası yok. “Adaylar olmadan Cumhurbaşkanı seçimi olur mu ?” diyorlar. Ben o aday şekline de razı oldum. “Çıksın benim karşıma adaylar onlarla beraber olayım” dedim. Büyük bir çoğunluk “böyle şey olmaz” dediler. “Böyle bir ortamda adayların birbirleri ile çekişmeleri sonucu Cumhurbaşkanı seçiminin çok mahzurları olur” dediler. Ben de çoğunluğa uydum. Doğru bulduk. Şimdi iki, üç aday, dört aday çıkacak, birbirimizle yarışacak mıyız? Propagandasız da seçim olmaz. Hadi desek ki kimse propaganda yapmasın öyle seçim olsun. öyle de seçim olmaz. Bu sefer propaganda yapılırsa memleketin bugünkü hali, böyle bir propagandaya elverişli değil. Öyle ise bu şekilde olsun dedim ve kabul ettim.

Konsey üyesi arkadaşlarıma gelince, onların da bir dönem benimle beraber çalışmaları birçok konularda, onların kıymetli fikirlerini almak gereği ağır bastı.

Bu işe beraber başladık, beraber ayrılırız dedik. Hayat boyu Meclis üyeliği teklif edenler de oldu. Hiçbirimiz kabul etmedik. “Ayrıldıktan sonra ölünceye kadar dokunulmazlık hakkı tanıyalım” dediler. Danışma Meclisinden de öyle geldi. Bu Anayasada, onu da kabul etmedik. Bizim dokunulmazlık zırhına ihtiyacımız yok.

Biz tarih önünde ve millet önünde doğru bir iş yaptığımıza inanıyoruz. Doğru mudur, yanlış mıdır, bunun kararını biz değil, bizden sonra gelecek nesiller verecektir.

Yapılan bu Anayasaya ve birtakım kanunlara sahip çıkmamız lazım. Onun için de beraber olmamız gerekiyor Konsey Üyesi arkadaşlarımla. Bugüne kadar Cumhurbaşkanlığı seçim şeklinin nasıl olacağını bilemediğimizden yapılan tenkitlere karşı hiçbir şey söylemedim. Kendimizle ilgilidir diye söylemedim. Ama burada bu hususa değinmek istiyorum. Bundan evvelki Meclislerde, yani 12 Eylül’den önceki Meclislerde, Cumhurbaşkanının, kontenjanından seçtiği bir senatör, Cumhurbaşkanı seçiliyor da bütün milletin “Evet” diyeceği bir Cumhurbaşkanı neden demokratik olmuyor? Evvelce bir Cumhurbaşkanı 15 tane kontenjan senatörü seçerdi. Seçimle gelmezdi. Yani milletin seçtikleri değildi. Bunlar ve bunların içinden birisi Cumhurbaşkanı oluyor da, milletin seçmediği bir kişi Cumhurbaşkanı oluyor da, böyle bir referandumla olunca, neden demokratik olmuyor? Bunun cevabını veremezler. Kaldı ki sevgili vatandaşlarım, bunun birçok Avrupa ülkelerinde de örnekleri vardır. Anayasa ile beraber Cumhurbaşkanının da referandumla seçilmesi örneği başka ülkelerde de var. Yalnız bizde değil.

Eleştirilerin maksadını ben biliyorum. Maksat demokratik veya antidemokratik oluşu değildir. Maksat bu makama eleştiri yöneltmek, bana ve bize karşı çıkmaktır. Bunun sebebi budur.

Sevgili İzmirli Hemşehrilerim, Egeli Kardeşlerim,

İşte sizlere yeni hazırladığımız Anayasanın bir kısım hükümlerini izah ettim. Bir çokları, “Bu da bir reaksiyon Anayasası” diyorlar. Hayır vatandaşlarım, reaksiyon Anayasası değildir. Bu Anayasa 1961’den beri ders alınan bir Anayasadır. Tekrar bizlerin, sizlerin ve çocuklarımızın, o kahrolası korkunç günleri yaşamaması için herkesin evinde, tarlasında, işyerinde, sokakta rahat oturup gezebilmesini temin etmek için hazırlanmış bir Anayasa. Okullarımızın, üniversitelerimizin bir sene kesintisiz, boykotsuz, işgalsiz bir eğitim ve öğrenim görmelerini sağlayacak bir Anayasa. Biz böyle olduğuna inanıyoruz. Belki bazı noksanları olabilir. Dünyada hatasız insan olamayacağına göre, insanların yaptıklarında da elbet ufak da olsa bir hata payı olacaktır. Bu hatalar da, ileride görüldüğünde iyi niyetle düzeltilebilir. Bu Anayasayı tenkit edenler, bir Anayasa hazırlasalar idi, acaba nasıl hazırlarlardı? Onların hazırladıklarında hiç mi kusur olmayacaktı?

Biz bu Anayasanın en az kusurla hazırlanmış bir Anayasa olduğuna inanıyoruz. Eğer sizler de bize inanıyor ve güveniyorsanız oylarınızı o yönde kullanırsınız. Bu noktada bir şey söyleyeceğim. Bir vatandaşımdan telgraf aldım. Diyor ki, “Sayın Devlet Başkanım, bu oylamada (Evet) oylarının beyaz olduğunu söyleyin, bizi kandırıyorlar”. Hakikaten doğru. Hatta bazı karikatürlerde, bazı yazılarda şöyle diyorlar; Atatürk’ün gözünün rengi de maviymiş. Sanki biz onların farkında değiliz.

Bakın neler söylediklerini görüyor musunuz? Atatürk’ü bile alet etmek istiyorlar. Atatürk’ün gözü de maviymiş, yani mavi görürseniz “Hayır” manasına gelir. Efendim diyor, deniz rengi de maviymiş. Gök rengi de mavi, ama, mavilik bir işe yaramıyor. Bulut gelirse yağmur yağıyor. Bereket getiriyor. Atatürk’ün gözleri bize bakıyor ve O’nun ruhu bizimle beraber göklere yükseliyor. Onlara o mavi gözlerle, hain hain bakıyor. Elinden gelse, onları parçalar, merak etmeyin.

Şimdi sevgili vatandaşlarım, bir şey daha söyleyeceğim Muhakkak her vatandaş oyunu kullanmalıdır. Bu vatan borcu gibi bir borçtur. Kaldı ki, oy kullanmayı da zorunlu kıldık. Menfi oy kullanacaklar, muhakkak sandık başına gideceklerdir. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Hatta, hile yapmaya kalkışanlar bile bulunacaktır. Müspet oy kullanacaklar da sandık başına gitmelidirler ki, ileride menfi oy atanların ağızlarını açacak halleri kalmasın ve layık oldukları cevabı almış olsunlar.

Sevgili Egeli Hemşehrilerim,

Buradaki konuşmam da sona eriyor. Biraz evvel Belediye Başkanınızdan İzmir’in Fahri Hemşehrilik beratını aldım. Gerçi ben İzmirli de sayılıyorum. Manisalıyım ama, Egeli olduğumuza göre hepimiz aynı bölgeli sayılırız.

Bize karşı gösterdiğiniz bu yakın ilgiden, bu sevgi tezahüratından dolayı şahsım, Konsey üyesi arkadaşlarım ve Başbakan adına hepinize çok teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum, sevgiler sunuyorum ve mutlu yarınlar diliyorum. Allahaısmarladık.

İzmit konuşması (2.11.1982)

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” ile ilgili yurt gezisi çerçevesinde 2 Kasım 1982’de İzmit’te konuştu. 
 
Devlet Başkanı Orgeneral Evren’in İzmit konuşmasından…


 “1970’li yılların başlarında, hatta 1969 yılının sonlarında üniversitelerde başlayan anarşik hareketlerin zaman geçtikçe işçi kesimine sıçratıldığını ve bu iki dinamik gücün maşa olarak kullanılmak suretiyle yurdumuzu Marksist, Leninist ve Maoist bir rejim içine sürüklemek istediklerini çok iyi biliyorsunuz. İçinizden bir çokları bu olayların içinde yaşadı. Bunları kimlerin idare ettiğini de biliyor, fakat elinizden bir şey gelmiyordu.”

 “Bunlar, sizlerin ekonomik ve sosyal haklarınızı korumak ve işçi – işveren arasındaki çalışma şartlarını düzenlemek için kurulmuş ve siyasi, ideolojik bir şeye alet olmaması gereken birtakım sendikaları ele geçiren ve orayı bir militan yuvası haline getiren Marksist, Leninist görüşü benimsemiş ve emirleri, talimatları dışardan alan, her gün gizli komünist parti radyoları dinleyerek onun direktifleri çerçevesinde hareket eden bir avuç satılmış kişilerdi.”

 “Zannediyor musunuz ki, onların özlemini duyduğu ve sizleri maşa olarak kullanmak suretiyle gerçekleştirmek istedikleri idare şekli kazara gelse, işçi hakları daha iyi olacak ve işçiler daha mutlu bir hayata kavuşacak?”

 “Bakınız dünyaya, dünya işçilerine… Nerede demokrasi varsa, orada sendika kurma, işverenle karşılıklı oturarak toplu sözleşme yapma ve anlaşma sağlanamazsa grev yapma hakkı var. Diğerlerinde bu hak var mı? Hangi sosyalist ülkede, grev uygulaması gördünüz?”

 “İşte 12 Eylül’den evvel bu fikriyat ve ideoloji ile yıkanmış kişiler, bir kısım sendikalarımızı ve onun üst kuruluşlarını ele geçirmişler ve bir daha da oradan ayrılmamışlar. İşte ben bunlara “Sendika ağaları” diyorum, yoksa ötekilerine değil…”

 “Sendikalar, üyelerinin çalışma ilişkilerini, ekonomik, sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için izin almadan kurulacaktır. Evvelce olduğu gibi, “Ben işçinin kültürünü yükselteceğim” diye okul açıp, orada Marksizm, Leninizm dersi veremeyecektir.”

 “İşçiler arasında yalan ve maksatlı haber yayıyorlar. “İşçiler siyasetle uğraşamayacak, bir partiye giremeyecek, oy bile veremeyecek” diye. Hepsi de yalandır. İsteyen herkes, şahsen istediği partiye üye olabilir. Bir siyasi parti yönünde oyunu kullanabilir. Aday da olabilir. Bizim yasak koyduğumuz, kuruluş, sendika tüzelkişiliğidir.”

 “Anayasaya, Cumhurbaşkanlarının Meclis içinden veya Milletvekili seçilme şartlarına haiz ve yüksek tahsil görmüş olmak kaydıyla Meclis dışından da seçilebileceğine dair bir hüküm konuldu. Şimdi bu da tenkit konusu oldu. Esas olan, Meclis içinden bir Cumhurbaşkanının seçilmesidir. Normali budur. [Partiler] anlaşabilirlerse Meclis içinden seçsinler, anlaşamazlarsa o zaman dışardan arasınlar. Biz onlara kolaylık getirdik.”

 “Ben ve arkadaşlarımdan hiçbirisi bir menfaat karşılığı bu işe atılmadık. Memleket batıyor, millet parçalanıyor, bu millet ve bu vatan bizden vazife bekliyor dedik ve öyle atıldık.”

 “Ben inanıyorum ki, Türk Milleti, bu Anayasayı büyük bir çoğunlukla tasvip edecek ve Türkiye’nin önünde yeni bir dönem ve inşallah parlak bir dönem başlayacaktır.” 
 

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” çerçevesinde İzmit’te yaptığı konuşma şöyle: 

Sevgili İzmitli Kardeşlerim, Hemşehrilerim,

Sis yüzünden sizleri 15 – 20 dakika fazla beklettim. 11.15’te burada olacaktım. Evvela İstanbul’a gittik, oradan helikopterle geldik. Bu gecikme ondan olmuştur. Ben sizi daha fazla bekletmemek üzere, evvela konuşmamı yapacağım, ondan sonra Vali ve Belediye Reisinden gerekli izahatı alacağım.

Sevgili İzmitli kardeşlerim, biliyorsunuz uzun zamandan beri gelemediğim vilayetler arasında büyük sanayi merkezlerimiz içinde yer alan İzmit vilayetimiz de vardı. Gölcük’e kadar geliyor, fakat buraya bir türlü uğrayamıyordum. Sebebi, zaman denk gelmiyordu.

Gölcük’e gelişimiz tatbikat veya denetlemeler dolayısıyla oluyor, akşama kadar devam eden ve hatta iki gün devam eden o tatbikat ve denetlemeden sonra dönmek zorunda kalıyordum.

Bugüne kadar birçok vilayetlerimizden ısrarlı davetler aldım, bu arada sizlerden de aldım. Bu davetlere icabet edemediğimden üzülüyordum. Şimdi sizlerin karşınızda olmakla bu üzüntülerimden hiç olmazsa birisini aradan çıkarmış oluyorum. Zannetmeyin ki, sizlere karşı bir kırgınlığım veya bir şey var. Katiyen, ama olamadı, bir türlü buraya gelemedik. Şimdi bu sıkıntımızdan bir tanesini böylece atmış oluyoruz. Biz de sevinçliyiz, sizler de sevinçlisiniz. Bizlere karşı gösterdiğiniz bu candan karşılama ve tezahürata, şahsım, Konsey üyesi arkadaşlarım ve Başbakan adına teşekkürlerimi sunuyorum, hepiniz sağolun varolun.

Sevgili vatandaşlarım, biraz evvel İzmit’in de büyük sanayi merkezlerimiz arasında yer aldığını söylemiştim. Böyle olunca, burada bulunan vatandaşlarımızın çoğunluğunu işçi kardeşlerimiz veya onların aile ve akrabaları oluşturuyor. Bu bakımdan sizlerle ilgili bazı konulara burada da biraz olsun değinmeden yapamayacağım. Gerçi Adana ve Antalya’da bu konulara değindim, ama burada da biraz değişik olanlara değineceğim.

1970’li yılların başlarında, hatta 1969 yılının sonlarında üniversitelerde başlayan anarşik hareketlerin zaman geçtikçe işçi kesimine sıçratıldığını ve bu iki dinamik gücün maşa olarak kullanılmak suretiyle yurdumuzu Marksist, Leninist ve Maoist bir rejim içine sürüklemek istediklerini çok iyi biliyorsunuz. İçinizden bir çokları bu olayların içinde yaşadı. Bunları kimlerin idare ettiğini de biliyor, fakat elinizden bir şey gelmiyordu.

Çünkü biliyordunuz ki, eğer onlara karşı gelseniz ya hayatınızdan olacak, yahut fena dayak yiyecek veya en hafifinden işinizden, gücünüzden olacaktınız. Peki kimlerdi bunlar?

Bunlar, sizlerin ekonomik ve sosyal haklarınızı korumak ve işçi – işveren arasındaki çalışma şartlarını düzenlemek için kurulmuş ve siyasi, ideolojik bir şeye alet olmaması gereken birtakım sendikaları ele geçiren ve orayı bir militan yuvası haline getiren Marksist, Leninist görüşü benimsemiş ve emirleri, talimatları dışardan alan, her gün gizli komünist parti radyoları dinleyerek onun direktifleri çerçevesinde hareket eden bir avuç satılmış kişilerdi.

Sözde bunlar sizlerin hak ve hukukunu koruyacaklardı. Ağızlarından düşürmedikleri her gün bar bar bağırdıkları husus bu idi. Fakat bu bir paravana, bir örtü. Bu paravananın arkasında başka melunca fikir ve emeller yatıyordu. İkide bir de ortaya çıkarlar, Türkiye’de komünizmi yasaklayan “Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142’nci maddelerine hayır” “Bunlar kaldırılmalıdır” derler. Bir başka gün, o zamanki Anayasamızda mevcut olup da, bir türlü kanunu çıkarılamayan Devlet Güvenlik Mahkemelerine hayır”  diye tuttururlar. Sorarım size, bunların işçi hakları ile bir alakası var mıdır? Bunlar sendika mı, yoksa birer siyasi teşekkül müdürler? Bunlarla uğraşacak siyasi teşekküllerimiz vardır.

Sevgili kardeşlerim, zannediyor musunuz ki, onların özlemini duyduğu ve sizleri maşa olarak kullanmak suretiyle gerçekleştirmek istedikleri idare şekli kazara gelse, işçi hakları daha iyi olacak ve işçiler daha mutlu bir hayata kavuşacak?

Bakınız dünyaya, dünya işçilerine… Nerede demokrasi varsa, orada sendika kurma, işverenle karşılıklı oturarak toplu sözleşme yapma ve anlaşma sağlanamazsa grev yapma hakkı var. Diğerlerinde bu hak var mı?

Hangi sosyalist ülkede, grev uygulaması gördünüz? Hele bir uygulasınlar, bakın neler oluyor. önümüzde çok yakın bir misal de duruyor, ismini vermeyeceğim, her gün gazetelerde okuyorsunuz. İşte 12 Eylül’den evvel bu fikriyat ve ideoloji ile yıkanmış kişiler, bir kısım sendikalarımızı ve onun üst kuruluşlarını ele geçirmişler ve bir daha da oradan ayrılmamışlar. İşte ben bunlara “Sendika ağaları” diyorum, yoksa ötekilerine değil. Gerçi sendikalarımızın çoğunluğu hamdolsun ki, böyle değildi. Ama bu gibiler de pek az sayılmazdı. Bunlar kendi ideolojik maksatları için kanunlu ve kanunsuz olarak sizleri greve sürükler, fakat grev süresince de size para vermez, yerse de aylık sigara parasını karşılamaz. Fakat kendileri altlarında otomobil, muntazaman aylık ve ödeneklerini alır ve en lüks yerlerde yaşarlar. Bu paralar nereden gelir? Sizden kesilen paralardan gelir.

Bu paraların nasıl usulsüz sarf edildiklerine dair birkaç misal vermek istiyorum şimdi sizlere. 12 Eylül’den sonra yapılan denetimlerde bir sendikanın – ismini vermeyeceğim, çünkü mahkemede – çektiği 16,5 milyon liralık avans kapatılmamış. Avans almış 16,5 milyon, nereye sarf edildiği belli değil, kapatmamış. Bu 16 bin 500 değil, bu 16,5 milyon lira. Bu kadar paranın nereye sarf edildiği işlenmez mi?

Bu sendikanın denetleme kurulu yok mu? Var ama, sözde var. Yine aynı sendika bir şirketten 3,5 milyon liralık tahvil almış, deftere işlenmemiş, ne olduğu belli değil. Bir gazete ile bir şirket iflas etmiş, tasfiye edilmiş, birisinde 30 milyon, diğerinde de 33,5 milyon liralık suistimal yapılmış. Gazete ile sendikanın ne alakası var, değil mi? İdeolojik alaka var. Dışardan sosyalist bir ülkeden 13 araba kaçak olarak sokulmuş memleket içerisine. Gümrüklerden değil, kaçak olarak sokulmuş. Dördü kayıp, diğerlerinin nerede olduğu belli değil.

Başka bir sendikadan misal vereceğim. Bu sendikanın da gelirlerinden 32,5 milyon lira sendika defterine işlenmemiş. Ne olduğu meydana çıkarılmaya çalışılıyor, şimdi uğraşılıyor. İşyerlerinin sendikalı üyeler için ödediği 22,5 milyon liralık sendika aidatı yine sendika defterine işlenmemiş.

Yine aynı sendikanın çeşitli kuruluşlardan 50 milyon liralık alacağı var, almamış. Almak için de bir çaba harcanmamış. Bu sendika, yöneticileri tarafından hiçbir karar alınmadan 4,5 milyon lirayı sendika üst kuruluşuna bağışlamış. Sanki babasının parasını bağışlıyor.

Yine bu sendika, hayali bir şirkete 4 milyon 300 bin lira ödemiş. Aslında adresinde böyle bir şirket mevcut değil, araştırılıyor, hayali bir şirket.

Böyle sıra sıra saymayacağım. Zira hem sizi yoracağım, hem de asabınızı bozacağım. Okurken benim de asabım bozuluyor. Yalnız toptan bir rakam vereceğim. Bütün bu suistimaller, şimdiye kadar yapılan tespitlere göre, 12 Eylül’den bugüne kadar yapılan tespitlere göre, bu konfederasyona bağlı bir kısım sendikaların açıklarının toplamı 221 milyon 354 bin liradır.

Şimdi bu sendikaların bir de meşgul oldukları diğer işler üzerinde bilgi vermek istiyorum.

Bazı sendika yöneticileri tarafından (A) ve (B) tipi seminerler tertipleniyordu. Bunları yurt içinde yapıyorlar. Bir de (E) tipi bir seminerleri var ki 30 günlük, bunu da genellikle sosyalist ülkeler olmak üzere dışarıda tertipliyorlardı. Bu seminerlerin paraları, yurt dışı seyahatlerinin paraları da işçilerden kesilen aidattan karşılanıyordu. Bu seminerlerde işçinin menfaati olan şeyler öğretilse, bir şey değil. Feda olsun. Ama çoğunda ideolojik bilgiler veriliyor, beyinler yıkanıyor. Bir kısım sendika mensupları da 6,5 ay süreli, ismini vermeyeceğim, bir sosyalist ülkenin bir şehrinde Marksist ve Leninist okulda özel eğitim görmüşlerdir.

Şimdi bakınız bu sendikaların üst kuruluşu olan Konfederasyonun öncülüğünde yapılan bir uluslararası işçi sınıfı dayanışma konferansında alınan bir kararda, Kıbrıs konusunda da şu husus yer alıyor. Bu karara, maalesef bizim o Konfederasyon da imza atmış. Kararda şöyle deniliyor: “Kıbrıs konusunda Türkiye Cumhuriyeti’nin izlediği politika şovenist bir politikadır”. Tasvip etmiyor, bizim Kıbrıs’ı işgalimizi. Yine aynı Konfederasyonun 1978 yılında yaptığı bir toplantı sonunda yayınladığı raporda şöyle deniliyor:

“Bu konfederasyonun temel mücadelesi, işçi sınıfının ekonomik, politik ve ideolojik mücadelesidir”. Dikkat ediyorsanız, yalnız ekonomik mücadele işçinin mücadelesidir, kabul ediyoruz. Ama diğer ikisinin işçi hakları ile bir ilgisi yoktur, siyasi ve ideolojiktir.

Yine bu raporda, NATO bir saldırı örgütüymüş ve NATO’dan çıkılmalıymış. Halbuki onlar da biliyorlar ki, NATO bir savunma örgütüdür. Saldırı örgütü değildir. Bunu bütün dünya böyle biliyor, ama onlar bunu böyle isimlendiriyorlar.

Sevgili kardeşlerim, son olarak aynı raporda “işçi sınıfının demokrasi mücadelesi sosyalizm olarak” belirtilmiştir. İşte şimdi artık maskeleri düşüyor.

Yine bu Konfederasyonun başka bir Genel Kurulunda alınan kararlara bakınız: “1961 Anayasası’ndaki 12 Mart’tan sonra yapılan değişiklikler kaldırılmalıdır”, 12 Mart’ta bir değişiklik yapıldı biliyorsunuz. “Bunlar kaldırılmalıdır” diyorlar.

İkinci maddesi : «NATO, CENTO gibi askeri ve ekonomik topluluklardan çıkılmalıdır “.

Üçüncüsü “141 ve 142’nci maddelerin Ceza Kanunundan çıkarılması için mücadele sürdürülmelidir”.

Sevgili vatandaşlarım, asıl acı tarafa geliyorum, en acı tarafa geliyorum, bakın ne diyorlar bu raporda: Bu Genel Kurul’da Devletin okullarında yaptırdığı eğitim, kapitalizme hizmet eden bir eğitim şekliymiş, bunun için de sendika gelirlerinin yüzde beşi eğitime ayrılarak, muhtelif seminerlerde işçilerin eğitimi yaptırılacakmış.

Ve bu eğitimde öğretilen konulardan birkaçını size sayacağım. Yüzde beş kesilerek yaptırılan eğitimlerde, konulardan birisi şudur : Sömürü nedir? İkincisi toplumlarda sınıflar ve sınıf mücadelesi. Diğer bir konu, işyerlerinde örgütlenme. Nasıl örgütlenecek işyerlerinde, sizleri alet, maşa olarak kullanacak. Ondan sonra, grev… Grev nasıl yapılır, vesaire…

Gördünüz mü şimdi sevgili vatandaşlarım, işçilerimizin ekonomik ve sosyal haklarını savunmak ve hayat seviyelerini yükseltmek amacıyla kurulan sendikalarımızdan bazıları hangi yollara sapmış veya saptırılmış?

Devletin bir Milli Eğitim Bakanlığı var, bütün okullar ona bağlı. Tevhid-i Tedrisat Kanunumuz var. Bir adam çıkıyor veya bir kuruluş çıkıyor “Bu okullar kapitalizme hizmet ediyor, ben oraya göndermeyeceğim” veya “Oradan mezun olanlara ayrıca kendi kurslarımda sosyalizm öğreteceğim” diyor ve kimse de bunun karşısına çıkıp “Arkadaş sen Devlet içinde Devlet misin ?” diyemiyor. Çünkü çekiniyor ortada Devlet kalmamış ki.

Zaten Devlet olsaydı bunlar olmazdı. Bu gibi kişi ve kuruluşlar Devletten çekineceğine, Devlet onlardan çekinir hale gelmiştir. 
Sebep malum : Üzerine gitmeyeyim başımı belaya sokmayayım. Muhalefet de, nasıl olsa karşıma çıkacak, oy kaybederim, düşüncesidir. Bütün bunların sebebi budur.

İşte sevgili vatandaşlarım, sevgili kardeşlerim, onun içindir ki, yeni Anayasada sendikaların yapıp yapamayacakları hususlar sayılmıştır.

Sendikalar, üyelerinin çalışma ilişkilerini, ekonomik, sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için izin almadan kurulacaktır. Evvelce olduğu gibi, “Ben işçinin kültürünü yükselteceğim” diye okul açıp, orada Marksizm, Leninizm dersi veremeyecektir.

Sendikaların başına da her önüne gelen geçemeyecektir. Bir madde koyduk, sendika ve üst kuruluşlarında görev alabilmek için en az 10 yıl bilfiil işçi olarak çalışmış olmak şartı aranacaktır. Dışardan herhangi bir meslek mensubu, bir avukat, bir doktor, bir kimse bunun başına geçemez. İşçi sınıfından gelmiş ve 10 sene çalışmış bir kişi ancak sendikanın başına geçebilir.

Ayrıca, sendikalar Anayasanın 13’üncü maddesinde sayılan genel sınırlamalara – ki, ben bu 13’üncü maddeyi çok yerde saydım, burada saymıyorum – televizyonda, radyoda dinliyorsunuz aykırı hareket edemeyecekleri gibi, siyasi amaç da güdemezler, siyasi faaliyette bulunamazlar, siyasi partilerden destek göremezler ve onlara destek olamazlar. Bunu bir daha burada söylüyorum.

Burada bir noktaya yine temas etmek istiyorum. işçiler arasında yalan ve maksatlı haber yayıyorlar. “İşçiler siyasetle uğraşamayacak, bir partiye giremeyecek, oy bile veremeyecek” diye.

Hepsi de yalandır. İsteyen herkes, şahsen istediği partiye üye olabilir. Bir siyasi parti yönünde oyunu kullanabilir. Aday da olabilir. Bizim yasak koyduğumuz, kuruluş, sendika tüzelkişiliğidir. Sendika olarak bunlarla uğraşamazlar. Çünkü kuruluş maksadı bu değildir. Eğer siyasetle uğraşacak olsa, gider bir siyasi parti kurar veya bir siyasi partiye girer. Bu, siyasi parti değil, bu sendikadır. Onun için uğraşamazlar, ama herkes, şahsen istediği siyasi partiyi destekler, istediği siyasi partiye girer, istediğine oy verebilir.

Vaktiyle iyi veya kötü niyetle verilen hak ve hürriyetlerin nasıl kötü istikametlerde kullanıldığını hep beraber gördük ve içinde yaşadık. Siyasi ve ideolojik sebeplerle yapılan ve zorla yaptırılan grevleri ve bunların sürelerini biliyorsunuz. Bunları tekrar aynı şekilde bırakmamız mümkün değildir. Önleyici, yani siyasi ve ideolojik maksatlı grevleri önleyici tedbirler getirmek mecburiyetinde idik ve getirdik. Grev siyasi maksatlı olamaz. “141 ve 142’nci madde kalksın” diye grev olmaz.

“Devlet Güvenlik Mahkemeleri kalksın” diye grev olmaz. İşverenle karşılıklı oturulup anlaşma sağlanamazsa greve gidilir.

Sevgili İzmitli Hemşehrilerim,

Yeni Anayasamızda sendikal haklarla ilgili bir hüküm daha yer almıştır. O da, bir işçinin birden fazla sendikaya üye olamayacağı hususudur. Sebebi gayet açıktır. Sendika, işçiyi işverene karşı temsil eder. Ama sendikanın, işçinin kendisinden ayrı bir tüzelkişiliği vardır, işçi, sendika içinde yapılacak bir seçimden ötekine ancak sendikasının yönetimine direktif verebilir. Sair zamanda veremez. Böylece bir kere seçilen yöneticiler gelecek seçime kadar sendikayı kendilerince iyi olduğunu tahmin ettikleri yönde idare ederler. İşçiyi temsil ederken her şeyi işçiden sormazlar.

O halde, işçinin birden fazla sendikaya üye olmasını kabul etmek demek, birbiriyle ilişkisi bulunmayan iki ayrı temsilci teşekkül tarafından ve aynı dönem içinde temsil edilmek demektir.

Bir kimsenin, başka başka hareket edebilecek iki veya daha ziyade temsilcisi olabilir mi? Sonra bu temsilcilere muhatap olacak karşı taraf ne yapsın? Bu temsilcilerden hangisinin işçiyi temsil ettiğini kabul etsin? “İkisi birden temsil ediyor” denirse birisinin söylediği ve istediği ile ötekinin söylediği ve  istediği arasındaki farklar karşısında nasıl hareket etsin. Böyle bir vaziyette anlaşmak, uzlaşmak, iyi ilişkiler kurmak çalışma barışını tesis etmek ve sürdürmek mümkün müdür?

Aynı sebepledir ki, “Bir işyerinde birden fazla toplu sözleşme yapılamaz” diyor bu Anayasa.

Toplu sözleşmeyi kim yapacak? Kim çok işçiyi temsil ediyorsa o yapacak. Birden fazla sendikaya üye olunamayacağına göre, bir sendikayla aynı zamanda birbirinden farklı iki sözleşmeyi yapacak değilsin ya. Elbette bir tek sözleşme olacaktır. Aynı işçiyi temsilen iki sendikanın, bir dönem içinde ayrı ayrı sözleşmeler yapabileceklerini kabul etmek demek, bu sözleşmelerin farklı olabileceğini de kabul etmek demektir. Farklı olmayacak olsalar, zaten iki sözleşmeye ihtiyaç kalmaz.

Peki birbirinden farklı iki toplu sözleşmenin hangisi uygulanacak? Böyle iki ayrı sözleşmenin aynı zamanda geçerli olabilmesi mümkün mü? İçinizde kiracı olanlar veya evini kiraya verenler var, düşünsünler bakalım. Ev sahibi ile kiracı arasında aynı dönem içinde, aynı süre için birbirinden farklı iki kira sözleşmesi birden yapılır mı? Böyle şey olur mu? Bunların hangisi uygulanır? Böyle bir durumda, yani iki ayrı toplu sözleşmenin mevcudiyeti halinde o işyerinde düzen, sükun ve huzur olur mu? Çalışma barışı olur mu? Elbette olmaz.

Şimdi sevgili vatandaşlarım, işçi konularını burada kapatıyorum. Biraz da başka konulara değineceğim.

Anayasaya, Cumhurbaşkanlarının Meclis içinden veya Milletvekili seçilme şartlarına haiz ve yüksek tahsil görmüş olmak kaydıyla Meclis dışından da seçilebileceğine dair bir hüküm konuldu. Şimdi bu da tenkit konusu oldu. Yani, “Dışarıdan gelen seçiliyor, olur mu böyle şey?” dendi. Şimdi bu hükmün konuş sebebini izah edeceğim sizlere.

Esas olan, Meclis içinden bir Cumhurbaşkanının seçilmesidir. Normali budur. Fakat Meclis içinden tarafsız bir milletvekili bulmak imkanı çok zor olduğundan, partiler, olur ki Meclis içindeki hiçbir aday üzerinde anlaşamazlar. Esas çoğunluğu da sağlayamazlar ve neticede Meclisin feshedilip, yeni seçimlere gitmesi için ihtimal belirebilir. Pekala dışarıdan tarafsız bir aday üzerinde anlaşabilirler. işte böyle bir elastikiyet getirmek suretiyle, Meclis’e kolaylık sağlanmış oldu.

Efendim, seçimle Meclis’e girmemiş bir kişi, neden aday olabiliyormuş? Eski Anayasada Cumhurbaşkanı’nın re’sen seçtiği, 15 kontenjan üyesi arasından Cumhurbaşkanı adayı gösterilebiliyordu. Hatta, hatırlarsanız, birtakım oyunlarla bir kontenjan üyesi istifa ediyor, onun yerine bir başkası seçiliyor ve o Cumhurbaşkanı adayı gösteriliyordu. Ona ses çıkarılmıyordu da, şimdiki sisteme neden karşı çıkılıyor? Efendim anlaşabilirlerse Meclis içinden seçsinler, anlaşamazlarsa o zaman dışardan arasınlar. Biz onlara kolaylık getirdik.

Bir de takıldıkları bir husus daha vardı. Diyorlardı ki, “Cumhurbaşkanı’na çok yetki verildi. Ondan sonra da yaptıklarından sorumsuz oluyor, bu doğru değildir”. Yani “Bu kadar yetkiye sahip bir Cumhurbaşkanı sorumsuz olmaz, sorumlu olmalıdır” dendi. Yetkileri çok mudur, az mıdır? Dünkü İzmir konuşmamda sizlere izah ettim. Dinleyenleriniz olmuştur.

Ama biz bunu haklı gördük ve düzelttik, dedik ki; Cumhurbaşkanı Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği işler dışındaki işlemlerden sorumlu değildir. Ama tek başına imzaladıklarından sorumlu olacaktır.

Eğer Cumhurbaşkanı tek başına bir emir imzalamış, göndermişse, bunun neticesinden kendisi mesul olacaktır. Bunu koyduk. Danışma Meclisi’nden gelende bu yoktu. Biz mesuliyetten korkan insanlar değiliz. Mesuliyetten korksaydık, bu işe atılmazdık zaten.

Bir de Danışma Meclisi’nin hazırladığı tasarıda “Emekli olan Cumhurbaşkanlarının bundan sonraki yaşayışı bir Kanunla düzenlenir” hükmü getirilmişti. Böyle bir hüküm vardı. Bunu da çıkardık.

Emekli olan bir Cumhurbaşkanı ne yapar? Nasıl yaşar? Bunu Anayasayla düzenlemek doğru değildir.

İleride Meclis düşünürse düşünür. Düşünmezse o zat, o Cumhurbaşkanı gider emekli maaşıyla evinde oturur. “Bu maddeyi kendisi için koydurttu” diyebilirlerdi. Ondan dolayı ben “Böyle şey istemiyorum, ben halkımın arasına girer onlarla birlikte daha rahat yaşarım” dedim.

Zaten onların arasından gelmedik mi? Halkımızın arasından gelmedik mi? Yani buna lüzum yok, çıkarttık. Başka bir yerde de ifade ettiğim gibi, ben ve arkadaşlarımdan hiçbirisi bir menfaat karşılığı bu işe atılmadık. Bu millet, bu Devlet sayesinde biz bu mevkilere geldik.

Eğer Devlet bizi okutmasaydı, biz bu mevkilere gelebilir miydik? Memleket batıyor, millet parçalanıyor, bu millet ve bu vatan bizden vazife bekliyor dedik ve öyle atıldık.

Hemen hemen her gün öldürüleceğimize dair tehdit mektupları alıyoruz. Aldırdığımız yok. Bir tek can borcumuz var. Hiçbir hırsımız da yok. Bunların, bu tehdit mektuplarının çoğunun nereden geldiğini de biliyoruz. Bizim için mutlulukların en büyüğü milletimizin rahat, huzur ve sükun içerisinde olduğunu görmektir. Bize, bu yeter.

Eski siyasilerin bir kısmının, – hepsinin değil – bir kısmının ve bilhassa lider kadrosunun aynen bu memleketi bölmek ve parçalamak isteyenler gibi bu Anayasaya “Hayır” dedirtmek için sağa – sola, eski teşkilat mensuplarına haberler gönderdiklerini çok iyi biliyoruz.

Görüyor musunuz, hırs bir insana neler yaptırıyor? Bu Anayasaya inanmadıklarından veya bu Anayasayı beğenmediklerinden değil, sadece ve sadece bir daha seçilemeyeceklerinden, o koltuklara bir daha oturamayacaklarından dolayı bu yol üzerindedirler.

Bunu gayet iyi biliyoruz. Ama bütün bu menfi tutum ve davranışlarına rağmen, ben inanıyorum ki, Türk Milleti, bu Anayasayı büyük bir çoğunlukla tasvip edecek ve Türkiye’nin önünde yeni bir dönem ve inşallah parlak bir dönem başlayacaktır.

Sevgili İzmitli kardeşlerim, burada biliyorum civar illerden de birçok vatandaşlarım gelmiş, görüyorum. Orada, pankartlardan okuduğuma göre, Sakarya var, civar illerden Bursa var, Bolu var. Bunların hepsine ayrı ayrı uğrayamadım. Birçok yerlerde değindim. Bilhassa Sakarya çök yakın. Uğramak istedim ama bugüne sığdıramadım. Hele bugün bir de bu hava muhalefetinden dolayı gelişimiz de gecikince, bu hiç mümkün olamayacaktı. Sonra onlara ayrıca geleceğim. Bu işler bittikten sonra geleceğim ve onların da dertlerini dinleyeceğim. Hem Sakarya’nın ve hem de diğer illerin.

Sizleri fazla ayakta tuttum. Hepinize bu büyük alakanızdan dolayı teşekkür ediyorum ve tekrar Konsey Üyeleri, şahsım ve Başbakan adına hepinize sevgiler, saygılar sunuyorum. Mutlu yarınlar diliyorum. Hepiniz sağolunuz. 

Edirne konuşması (3.11.1982)

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” ile ilgili yurt gezisi çerçevesinde 3 Kasım 1982’de Edirne’de bir konuşma yaptı. 
 
Devlet Başkanı Orgeneral Evren’in Edirne konuşmasından…


 “İki sene içerisinde ne büyük ve zorlu işler başarıldığını aklıselim ve iz’an sahibi her vatandaşım takdir edecektir.”

 “Bu Anayasada sosyal ve ekonomik haklar başlığı altında açılan bölüm, 1961 Anayasası’ndakinden çok daha ileri, çok daha geniş, çok daha ayrıntılı ve yenidir. 1961 Anayasası’nda hiç sözü edilmeyen pek çok yeni sosyal ve ekonomik hakları da ihtiva etmektedir.”

 “Şüphesiz tam bir kıyaslama olmaz ama, sırf bir bakımdan belki bir fikir verebilir düşüncesiyle, bir karşılaştırma yapılırsa, görülür ki, 1961 Anayasası’ndaki sosyal ve ekonomik haklar, 18 maddeden ibaret bulunduğu halde, bu yeni Anayasanın aynı bölümü, yarı fazlasıyla 25 maddeden oluşmaktadır.”

  “Biz, Türk gençliğini ve bütün Türk vatandaşlarını Atatürkçülük ve O’nun medeniyetçiliği yönünde yetiştirmek istiyoruz. Devlet ve memleketine sadık, Anayasasına sadakat borcu içinde, Türk toplumunun çağdaş medeniyet seviyesine yükselmesi yönünde Aziz Atatürk’ün tespit ettiği ilkeler doğrultusunda yetişsinler istiyoruz.”

  “Bu, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, başıboş bir yetişme olmayacaktır. Türlü sapık ideolojilere açık ve bunlara dayalı, devlete ve Anayasasına arkasını dönmüş, milli değerlere hiçbir önem vermeyen, bu milletin geleceği için Atatürk’ün çizdiği yolu inkar eden bir eğitim ve öğretime müsaade edilmeyecektir.”

 “Gençlerimize sahip çıkmanın ve onları ideal şekilde yetiştirmenin şimdi artık bir dakika bile kaybedilmesi imkansız, en önde, başta gelen meselelerimizden biri olduğunu açıkça ilan ediyorum.”

 “Kendilerine önderlik edilemedi, ağabeylik edilemedi, babalık edilemedi, rehberlik, öncülük edilemedi.”

 “Gençlerimizi adeta ayartsınlar diye, çalsınlar, bizden koparsınlar diye onları kendi hallerine terk ettiler. Ve nihayet sevgili vatandaşlarım, bunlardan ne kadarının ayartıldığını, kandırıldığını, kollarımızdan, kalplerimizden koparılarak çalındıklarını 12 Eylül öncesinde gözyaşı içinde gördük ve seyrettik. Bunun vebalini hiç kimse üzerinden silip atamaz.”

 “Eğitim alanında başlattığımız okur – yazarlık kampanyasını kesintisiz sürdürmek kararındayız. Memleketimizde okur – yazarlık oranı yüzde 100’e ulaşıncaya kadar Bu seferberliği devam ettireceğiz. Türkiye’nin bütün sathına yayacağız ve Türkiye’de okur – yazar olmayan kişi bırakmayacağız. Ancak o zaman medeni milletler seviyesine yükseleceğiz.”

 “Hiçbir ülkede bir Anayasa bu şekilde devletçe tanıtılmamıştır. İstedik ki, (Anayasa nedir, bu Anayasanın içinde neler vardır?) bunu vatandaşlar bilsin. Herkes Anayasayı alıp okuyamaz. Mümkün de değildir. O halde bir oy verecek, madem ki bu Anayasaya (Kabul) veya (Ret) diyecek, bildikten sonra oyunu kullansın. Onun içindir ki, günlerdir yurt sathında dolaşıyor ve bu Anayasayı sizlere tanıtmaya çalışıyorum.” 
 

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” çerçevesinde Edirne’de yaptığı konuşma şöyle: 

Sevgili Edirneli Hemşehrilerim, Kardeşlerim,

Osmanlı İmparatorluğu’nun 91 sene hükümet merkezliğini yapmış, içinde tarih yatan Serhat Şehrimiz güzel Edirne’ye bugüne kadar gelemedik. Kabahatliyiz. Bugün bu kabahatimizi affettirmek için karşınızdayız. Doğuda da bir Serhat Şehrimiz var. Kars… Oraya da gidemedik. Fakat onlara da söz verdim, yakında oraya da gideceğim.

İkinci Cihan Harbinin o en buhranlı günlerinde, Bulgaristan ve Yunanistan’ın Almanlar tarafından işgalinde ben burada, Edirne’de Topçu Okulundan henüz çıkmış, genç bir teğmen olarak vazife gördüm. O tarihte Edirne’de 10’uncu Kolordu vardı. Bu bakımdan Edirne’nin bende ayrı bir yeri vardır. İlk kıt’a hayatım burada geçtiği için, ayrı bir yeri vardır.

Bir seneye yakın bir zaman da, o tarihte nahiye olan, (şimdi kaza) Havsa’da bulundum. Onlar ne sıkıntılı ve buhranlı günlerdi. Her an ülkemiz bir işgale uğrayabilirdi. Fakat o zaman da Türk Silahlı Kuvvetleri dimdik ayakta ve memleketi son nefesine kadar savunmaya azimliydi. Ordunun Çatalca hattına çekilme zamanını da biliyorum. Edirne ve diğer şehirlerin boşaltılması ve birçok evlerin, olduğu gibi terk edilmesi, bunlar hala hatırımdadır. İkinci Cihan Harbinin bütün yükünü ve meşakkatini, Trakya’nın fedakar halkı çekmiştir dersem mübalağa etmiş sayılmam.

O zaman düşman istilası korkusundan meşakkat çekmişti Trakya halkı. Tabii bu arada Edirne de… 12 Eylül’den evvelki dönemlerde ise vatandaşlarımız arasında türemiş ve dış güçlerle işbirliği yapacak kadar gözü dönmüş vatan düşmanı anarşist ve teröristlerin istilasına uğramak üzereydi. Ancak nasıl ki İkinci Cihan Harbinde Türk Silahlı Kuvvetleri yurdu koruma azim ve kararlılığı içinde dimdik ayakta idiyse, 12 Eylülden evvel de vatanı iç düşmanlardan kurtarmak azim ve kararlılığı içinde, dimdik ayaktaydı.

Nitekim bu sefer de yurdumuzu felaketin bir eşiğinden kurtarmıştır. Şimdi görevini yerine getirmenin derin rahatlığı içinde bütünüyle kışlasına dönmek için bütün hazırlıklarını tamamlamış ve vaat ettiğini birer birer yerine getirme çalışmaları içerisine girmiş bulunmaktadır. İki sene içerisinde ne büyük ve zorlu işler başarıldığını aklıselim ve iz’an sahibi her vatandaşım takdir edecektir. Bunlardan birisi de Anayasamız idi. Bugüne kadar Anayasamızın tanıtılması konusunda radyo ve televizyon ile muhtelif şehirlerimizde konuşmalar yaptım, değişik konulara temas ettim. Bugün de sizlere, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevlerden bahsetmek istiyorum. Bildiğiniz gibi temel hak ve ödevlerden gayri bir de sosyal ve ekonomik haklar ve ödevlerimiz vardır. Şimdi onlardan bahsedeceğim sizlere biraz…

Sevgili vatandaşlarım, insanlar eşitlik için çırpınırlar, bütün insanlar tarih boyunca hep adalet istemişlerdir, hürriyet istemişlerdir, eşitlik istemişlerdir.

Bu üç büyük ilkeden her birinin diğeriyle çatıştığı, ancak bunlar, anayasalarda gerek hukuken, gerek bilfiil elde edildikten sonra anlaşılmıştır. Gerçek şudur ki, insanlar aslında eşit yaratılmamışlardır. Kimisi kuvvetli, kimisi zayıf, kimisi zeki, kimisi saf, kimisi enerjik, kimisi tembel tabiatlı velhasıl aralarında birçok farklar ve çelişkilerle yaratılmışlardır.

Birbirleriyle doğuştan eşit olmayan, üstelik türlü ekonomik ve sosyal şartlar dolayısıyla esasen doğuştan eşit olmayan bu insanları hürriyet ortamına salıverdiğiniz takdirde, kabiliyetli olanlar, kabiliyeti az olanlara karşı hürriyetlerinden daha çok istifade edecekler, eşitsizlikler büsbütün artacak, eşitsizlikler arttıkça, bunların arasında, hatta adaleti bile sağlamaya imkan olmayacaktır. Çünkü eşit imkanlara sahip olmayan insanlardan, diğerlerine göre üstün durumda bulunanlar, kendi menfaatleri için, daha sağlam, haklar bile tesis edeceklerdir. Adalet önüne gittikleri vakit onlar, “haklı” çıkacaklardır. Doğuştan, eşit olmayan insanlar arasında, tam bir hürriyet içinde mutlak eşitlik, onlardan bir kısmını diğerlerine karşı zayıf düşürmektedir.

Başlangıçtaki eşitlik zamanla bir eşitsizliğe dönüşmekte, güçsüz duruma düşen zayıf kişi, hürriyetin kendisine getirdiği hakları ya kaptırmakta yahut hiç kullanamamaktadır.

İnsanlar asırlar boyu, hürriyet, eşitlik, adalet istediler, fakat bunu elde ettikleri gün, birbirlerine yenik düşmeye başladıklarını gördüler. Doğuştaki eşitsizlikten ileri gelen bu dengesizliği düzeltecek ve insanlar arasında gerçek sosyal eşitliği kuracak olan devlettir. Anayasalarda, insanlara sadece kişinin temel hak ve hürriyetlerini tanımak, siyasi hak ve hürriyetleri vermek yetmiyor.

Onların bu hak ve hürriyetlerden tam manasıyla yararlanabilmeleri için aralarında ister doğuştan mevcut, ister sonradan meydana gelen eşitsizlikleri ortadan kaldırmak gerekiyor.

İşte sosyal haklar adını verdiğimiz haklar, insanlar arasındaki türlü eşitsizlikleri ortadan kaldırarak, onları diğer bütün hak ve hürriyetlerden de yeterince ve gerektiği gibi yararlanma durumuna getirecek olan haklardır.

Şimdi vatandaşlarımızın kabul ve tasvibine sunduğumuz bu Anayasada sosyal ve ekonomik haklar başlığı altında açılan bölüm, 1961 Anayasası’ndakinden çok daha ileri, çok daha geniş, çok daha ayrıntılı ve yenidir.

1961 Anayasası’nda hiç sözü edilmeyen pek çok yeni sosyal ve ekonomik hakları da ihtiva etmektedir. Şüphesiz tam bir kıyaslama olmaz ama, sırf bir bakımdan belki bir fikir verebilir düşüncesiyle, bir karşılaştırma yapılırsa, görülür ki, 1961 Anayasası’ndaki sosyal ve ekonomik haklar, 18 maddeden ibaret bulunduğu halde, bu yeni Anayasanın aynı bölümü, yarı fazlasıyla 25 maddeden oluşmaktadır.

Her iki Anayasa arasında bu itibarla, 18 maddede toplanmış ortak hükümler var demektir. Fakat yeni Anayasamızda eskisini çok aşan yepyeni hükümler de mevcuttur. Yeni Anayasamızın geliştirdiği bazı kavram ve müesseselerle getirmekte olduğu tamamen yeni haklar ve müesseseler konusunda bilgi vermeyi yararlı görmekteyim.

Sevgili vatandaşlarım, eğitim ve öğrenim hakkı mevzuunda, vatandaşlara bu haktan yararlanmak için en geniş imkanlar tanınmakla beraber, yeni Anayasa her türlü eğitim ve öğrenim için geçerli olmak üzere, umumi bir direktif tespit etmektedir. Bu direktif, eğitim ve öğretimin çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre ve Atatürk inkılap ve ilkeleri doğrultusunda yapılacak olmasıdır.

İkinci bir önemli direktif, eğitim ve öğrenim hürriyetinin Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmayacağıdır. Eğitim hürriyeti vardır diye Anayasaya sadakati ortadan kaldıramayız.

Biz, Türk gençliğini ve bütün Türk vatandaşlarını Atatürkçülük ve O’nun medeniyetçiliği yönünde yetiştirmek istiyoruz. Devlet ve memleketine sadık, Anayasasına sadakat borcu içinde, Türk toplumunun çağdaş medeniyet seviyesine yükselmesi yönünde Aziz Atatürk’ün tespit ettiği ilkeler doğrultusunda yetişsinler istiyoruz.

Bu, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, başıboş bir yetişme olmayacaktır. Türlü sapık ideolojilere açık ve bunlara dayalı, devlete ve Anayasasına arkasını dönmüş, milli değerlere hiçbir önem vermeyen, bu milletin geleceği için Atatürk’ün çizdiği yolu inkar eden bir eğitim ve öğretime müsaade edilmeyecektir.

Gene eğitim alanında başlattığımız bir kampanyayı kesintisiz sürdürmek kararındayız. Memleketimizde okur – yazarlık oranı yüzde 100’e ulaşıncaya kadar bu kampanyanın, ebedi önderimiz Atatürk’ün emir ve direktifleri doğrultusunda devamını istiyoruz. Bu, okur – yazarlık kampanyasıdır. Biraz evvel Valinizden aldığım bilgiye göre, Edirne vilayeti içerisinde okur – yazarlık nispeti çok yükseklere çıkmış ve artık üçlü, dörtlü rakamlarla ifade edilmeye başlanmış ki, buna çok sevindim. Bazı köylerimizde okuma bilmeyen beş – on kişi kalmış. Bu seferberliği devam ettireceğiz. Türkiye’nin bütün sathına yayacağız ve Türkiye’de okur – yazar olmayan kişi bırakmayacağız. Ancak o zaman medeni milletler seviyesine yükseleceğiz.

Yeni Anayasanın sosyal ve ekonomik haklar bölümünde, ikinci olarak üzerinde duracağım husus, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmalarının ve tahrip edilmelerinin önlenmesidir.

Sevgili vatandaşlarım, memleketimizde erozyon ile toprak kaybı hala çok yüksek seviyededir. Beş santimetre kalınlığında bir toprak tabakası, ancak bin – iki bin yıl bir sürede oluşur. Bir yeri kazdığınız zaman, belki yerin altına doğru bir kayaya rastlanıncaya kadar birkaç metre toprak kazabilirsiniz. Fakat yine bilirsiniz ki, bilhassa tahılda toprağın verim gücü nihayet 30 – 35 santim aşağıya iner, onun altında toprak olsa da tahıl için verim gücü yoktur.

Evet sevgili vatandaşlarım, buna rağmen bitki örtüsünün olmaması ve ormansızlık sebebiyle bir yandan tarım toprağı kaybederken, öte yandan da memleketin en değerli topraklarının tarımda kullanılacak yerde başka işler amacıyla, kişilerin kolayına geldiğinden bir takım tesisler için kullanıldığını görmekteyiz.

Bu hususu planlamak mecburiyetindeyiz. Tarım topraklarına gözümüz gibi bakmak, korumak mecburiyetindeyiz. Zira her şey üretilir, fakat toprak ve arazi üretilemez. Nüfus artar ama toprak yerinde kalır, bunu unutmayalım.

Öte taraftan, tarıma ağırlık verirken, hayvancılığa darbe vurmaktan da kaçınmak mecburiyetindeyiz. Çayır ve meralar, hayvancılığımız için vazgeçilmez arazi çeşitlerindendir. Çayır ve mera olmaksızın hayvancılık olmaz. Bir zamanlar, plansız, programsız bir tarım seferberliğine girildi. Traktörlerle çayır ve meralara daldılar, buraları tarlaya çevirdiler. Meralar, bir defa bu vasfını kaybetti mi, yeniden mera yetiştirmek çok zordur. Hemen hemen imkansızdır. Biz tarım ve hayvancılığı bir arada yürütemeyecek miyiz? Sanayi ve tarımı bir arada geliştiremeyecek miyiz? En verimli, en seçkin topraklarımızın üzerine, fabrikalar, depolar, ambarlar kurarak, onları tarımsal yerimden alıkoymaya mecbur muyuz? Bu işin planlaması yapılamaz mı? Elbet yapılır ve yapılacaktır.

Beri taraftan tarımı geliştireceğiz diye bu sefer de hayvancılığı mı öldüreceğiz? Çayırları, meraları bozup tarla haline getirirsek, sürülerimizi nerede otlatacağız?

Bu iki işi, yani hem tarımı ve hem de hayvancılığı bir arada götürmek imkanı Türkiye gibi bu kadar geniş ve tabiat bakımından imkanları olan bir memlekette mümkün olmayacak mı? Bunu da planlamak mecburiyetindeyiz.

Yeni Anayasa tüketicinin korunması için bir de hüküm getirmektedir. Bu hükme göre, Devlet tüketiciyi koruyucu ve aydınlatıcı tedbirler alacaktır.

Bu hükmün anlamı tüketim piyasasının, alabildiğine dayanıksız, kalitesiz ve hiçbir sebebi yokken durmadan fiyatı yükseltilen mallarla doldurulmasını önlemektir. Vatandaşları uyarmaktır.

Anayasanın aynı maddesinde, devletin “Tüketicilerin kendilerine koruyucu girişimlerini teşvik edeceği” hükmü de yer almaktadır. Fakat tüketici vatandaşlarımız henüz bu yolda verimli teşebbüsler kurup geliştirme safhasına geçememişlerdir.

Böyle teşebbüsler kurmaya kalktıkları takdirde de sapık ideolojilerin ajanları, bu teşebbüslere musallat olmakta ve memleketimizde sanki sınıf ayrılığı varmış gibi tahriklerde bulunarak sınıf çatışması çıkarmaya çalışmaktadırlar. Devletin bu gibi teşebbüslere karşı fevkalade hassas olması gerekiyor. Hem teşvik edici, hem de denetleyici olması gerekir. Bu gibi teşebbüslerin, tüketiciyi koruma bahanesi altında sınıf ayrımı tahrikçiliğine dönüşmesi önlenmelidir. Gelecek iktidarların, bunda muvaffak olacaklarına inanıyorum. Bu konuda belediyelerimize de büyük görev düşmektedir.

Sevgili vatandaşlarım, aynı suretle, yeni Anayasada tamamen yeni olan bir hüküm de esnaf ve sanatkarın korunmasıdır.

Buradaki sanatkar, günlük dilimizde zanaatkar dediğimiz insandır. Yani bilhassa kol kuvveti, el mahareti ile çalışarak toplumun ihtiyacı olan çok çeşitli malları kendi tezgahlarında kendileri bizzat üretenlerdir.

Esnaf ise kendisinin de bedenen çalışmakta olduğu bir işyerinde birkaç yakın adamı, bir – iki yardımcısı ile ticari ve sınai faaliyette bulunan insandır.

Esnaf ve sanatkar Türk Milletinin temelinde yatan iki aziz ve pek değerli unsurdur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Milli Mücadelenin muvaffakiyetinde, istiklalimizin kazanılmasında, yeni devletimizin temelinin atılmasında esnaf ve sanatkarımızın alın terini, göz nurunu, el emeğini ve büyük fedakarlıklarını hiç kimse küçümseyemez, inkar edemez.

Ebedi önderimiz, Aziz Atatürk, Türk esnaf ve sanatkarına şunları söylemiştir

“Bir milleti yaşatmak için bir takım temeller lazımdır. Bilirsiniz ki, bu temellerden en mühimi zanaattır. Bir millet zanaat ve zanaatkarlardan mahrum ise tam bir hayata malik olamaz. Öyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat bir kimse gibidir”.

Yeni Anayasa, artık gittikçe artan sanayileşme, makineleşme ve ticarette de “Toplanma ve yoğunlaşma” denilen hadise karşısında ezilmekte olan esnaf ve sanatkarın korunması için gereken tedbirleri almayı, bu devlete bir görev olarak vermektedir.

Biz esnaf ve sanatkarımızın lüzumsuz bir şekilde üretim ve dağıtım devresinden çıkarılarak işsizliğe mahkum edilmelerine taraftar değiliz. Bir yandan sanayileşmemizi, özellikle ihracata dönük olmak üzere teşvik edip geliştirirken, öte taraftan 2,5 – 3 milyon ailenin geçimi ve ekmek kapısı olan esnaflığı ve sanatkarlığı korumaya da kararlıyız.

Esnaf ve sanatkarın daha sıkı bir dayanışma içinde, disiplinli bir yetişme, eğitim ve çalışma hayatına kavuşabilmesi için esnaf teşekküllerinin güçlenmesine ve yaşamasına, milli görevini yerine getirmesine yardımcı olmaya kararlıyız.

Yeni Anayasanın sosyal haklar ile ilgili bölümünde getirilen en önemli bir müessese de genel sağlık sigortasıdır.

Sağlık hizmetlerinin halkın ayağına götürülmesi ve sosyalleştirilmesi yolunda şimdiye kadar yapılan türlü çalışmalardan istenilen ölçüde verim alınabilmesi mümkün olamamıştır.

Devlet hastaneleri, dispanserleri ve tabiplikleri yetersiz kalmıştır. Sosyal Sigortalar Kurumunun işçilere sağlamak için çırpındığı sağlık hizmetleri, devletin de iştiraki ile sarf edilen pek büyük gayretlere rağmen istenilen kapasiteye henüz tamamen ulaştırılamamıştır.

Bir yandan bu kurumlarda daha yüksek kapasite artışını sağlamaya mecbur durumdayken, şimdi bu işi yani genel sağlık hizmetini bir “Genel Sağlık Sigortası” yoluyla sosyal hayatımızın hangi kesiminde bulunursa bulunsun, bütün vatandaşlarımıza yaymak istiyoruz.

Bunun ne kadar güç olduğunun elbette farkındayız. İhtiyaç duyulacak yeni tesisleri inşa etmenin, bunları sağlık hizmeti için gerekli her türlü modern araç ve gereçlerle donatmanın yeterince uzman ve yardımcı personel tedarikinin muazzam bir iş olduğunu elbette biliyoruz. Ama gerçekleştirilmesinin imkansız olmadığını da biliyoruz.

Bunu gerçekleştirebilmek için önce elimizde bulunan imkanları bir araya getirmek mecburiyetini duyuyoruz.

Bu suretle, bu dağınık hizmetler ve imkanlar bir araya getirilince bir tasarruf sağlanacağı muhakkaktır.

Genel Sağlık Sigortasının tam anlamıyla tatminkar hizmet vermesi, hemen olabilecek bir iş değildir. Fakat bu işe başlanması için şimdiden etütler ve hazırlıklar başlatılmalıdır.

Nitekim, Anayasada Devlet bunu göz önünde tutmalıdır diye kayıt koyduk. Gereken sayıda hekimin ve yardımcı personelin yetiştirilmesi bir plan ve programa bağlanacak ve titizlikle takip edilecektir.

1961 Anayasası’nda da Devletin yoksul ve dar gelirli ailelerin sağlık şartlarına uygun konut ihtiyacını karşılayıcı tedbirleri alması Devlete bir görev olarak verilmişti.

Yeni Anayasamız bu sosyal görevi bir temenni mahiyetinden çıkarmaktadır.

Devlet, yerleşim merkezlerinin sosyal ve ekonomik özelliklerini göz önünde tutarak bu işe girişecektir. Çevre şartlarını nazara alacaktır, ailelerin durumlarını ve özelliklerini göz önünde bulunduracaktır.

Devlet, kuracağı bir teşkilat ile konut destek fonları tesis edecektir. Gerçekçi esaslar üzerinde gidilecek, hayaller peşinde koşulmayacaktır. Gerçekleştirilebilecek planlara projelere para sarf edilecektir. Binlerce konutu yarım yamalak bırakıp harap olmaya terk etmeyeceğiz.

Şimdi geliyorum, Sevgili Vatandaşlarım, Sevgili Edirneli Hemşehrilerim, Türk Gençliğinin korunmasına.

Bu husus Devletin yeni ve özel bir sosyal görevi olarak yeni Anayasada yer almaktadır. Türk Gençliğine, evlatlarımıza, liseye kadar verebildiğimiz, bundan sonrasını tam olarak vermekten aciz kaldığımız bir yükseköğretimle, lafta kalmış boş zamanlarını değerlendirme projeleri ile çok söz edilen fakat bir türlü yeterince verilemeyen spor tesisleri hayalleri ile avunmanın zamanı geçmiştir.

Gençlerimize sahip çıkmanın ve onları ideal şekilde yetiştirmenin şimdi artık bir dakika bile kaybedilmesi imkansız, en önde, başta gelen meselelerimizden biri olduğunu açıkça ilan ediyorum.

Milletimizin istikbali olan gençlerimizin ne kadar ihmal edildiği, ne derece kendi haline bırakıldığı, bunlardan bir kısmının maalesef nasıl iç ve dış düşmanlarımıza kaptırıldığı, şimdi artık hepimizin içini yakan bir acı olarak açıkça itiraf edilmelidir.

Evet açıkça itiraf edilmelidir ki, çaresi bulunsun ve gençliğimizle birlikte memleketimizin geleceği ve kaderi de kurtarılabilsin.

Öğretim denildi verilemedi. Eğitim denildi verilemedi. Kültür, ideal iş imkanları, mutlu bir gelecek, ümit ve sevinç denildi, bunlar da verilemedi. Spor yapmak istediler, bir arsaya iki direk dikerek arasına bir file gererek, voleybol oynayacak yer olsun temin edilemedi.

“Boş zamanlarımızı faydalı bir şekilde geçirmek istiyoruz” dediler. Ellerine sapık ideolojilerin kitaplarından başka kitap verilemedi. Zihinlerini geliştirebilmeleri, hiç değilse zihin yorup düşünerek oyun oynayabilecekleri bir “Satranç tahtası” bile verilemedi.

Onca yokluklar ve imkansızlıklar içinde Ebedi önderimiz Atatürk’ün ne türlü fedakarlıklarla, ne pahasına kazanıldığı bilinen Türk istiklal ve Cumhuriyetini, yani Devletin, milletin ve memleketin geleceğini ve kaderini kendilerine emanet ettiği sevgili evlatlarımız, sevgili Türk Gençliği yıllar boyu kendi hallerine terk edildi.

Kendilerine önderlik edilemedi, ağabeylik edilemedi, babalık edilemedi, rehberlik, öncülük edilemedi.

İstedikleri alanlarda öğretim verilemedi. Barınabilecek yurt, beslenebilecek, gelişebilecek gıda, hastalandıkları zaman doğru dürüst bir bakım, ilaç, az çok cep harçlığı verilemedi. Spor için saha, kitap için kütüphane verilemedi. Yüzüstü bırakıldılar.

Gençlerimizi adeta ayartsınlar diye, çalsınlar, bizden koparsınlar diye onları kendi hallerine terk ettiler. Ve nihayet sevgili vatandaşlarım, bunlardan ne kadarının ayartıldığını, kandırıldığını, kollarımızdan, kalplerimizden koparılarak çalındıklarını 12 Eylül öncesinde gözyaşı içinde gördük ve seyrettik.

Aziz Atatürk’ün Türk istiklalini ve Türk Cumhuriyetini, tek kelimeyle Türk varlığını kendilerine emanet ve teslim ettiği Türk Gençliğini, kendi çaresizliklerine, yalnızlıklarına terk ettiler.

Bunun vebalini hiç kimse üzerinden silip atamaz.

Onun içindir ki, yeni Anayasamızda “Gençliğin korunmasına” başlı başına bir yer ayırdık ve burada yazılan hükümlerin hepsi, evet hepsi, uygulanacak ve olumlu sonuçlar mutlaka alınacaktır.

Gençlerimiz müspet ilim anlayışı yönünde Atatürk ilkeleri, milli kültür, milli tarih şuuru ve iftiharı ile Türk töresi ve geleneklerine saygı ile çağdaş medeniyet yolunda yetiştirileceklerdir.

Alkolizm, uyuşturucu madde ve keyif verici zehirlerden şimdiye kadar olduğu gibi daima uzak tutulacaklardır. Kumar, cehalet, kültürsüzlük, saygısızlıktan alıkonulacaklardır. Boş zamanlarını beden ve zihin sağlığını geliştirmekle geçireceklerdir. Bu konuda kıymetli öğretmenlerimize ve ana -babalarımıza da büyük sorumluluklar düşmektedir.

Sevgili vatandaşlarım, gençlerimize ne kadar sahip çıkarsak memleketin geleceği de o kadar sağlam olacak demektir. Gençlik başıboş bırakıldığı sürece, işte 12 Eylül’den evvel olduğu gibi bir takım sapık ideolojilerin sahiplerinin peşine takılır ve onların gittiği istikamette gider. Gençlik konusunu da burada kesiyorum.

Şimdi sosyal haklar bölümünde tamamen yeni bir hükümle, her yaştaki Türk vatandaşlarının beden ve ruh sağlığı için spor kitlelere yayılacak, yaygınlaştırılacaktır.

Başarılı sporcular korunacaktır. Başarılı sporcu yetiştirmek için tedbirler alınacaktır. Hatta bu yaşıma rağmen ben sporda öncülük yapmak için biliyorsunuz koşuyorum. Spor yapıyorum. Sporun yaşı yoktur. Her yaşta spor yapılır.

Sevgili Edirneliler, yine bu bölümde dört yeni koruma hükmü daha vardır. Sırasıyla bunlar şöyledir Devlet, harp ve vazife şehitlerinin dullarını, yetimlerini koruyacaktır. Harp ve vazife malullerini ve gazilerini koruyacaktır.

Bu gibi dulların, gazilerin ve yetimlerin uygun bir hayat yaşayabilmeleri için gerekli tedbirler alınacaktır.

Sakatlar korunacaktır. Bunların toplum hayatına intibakları için çareler, yollar aranacaktır. Gerekli tesisler kurulacaktır.

Yaşlı vatandaşlar Devletçe korunacaktır. Nitekim 65 yaşını doldurmuş kimsesiz yaşlılar korunuyor bugün de… Yalnız sevgili vatandaşlarım, bunda da suistimal yapılıyor. Bunlar da kulağımıza geliyor. Elindeki tarlasını vesairesini akrabaları üzerine ipotek yapıp, ona satmış gösterip, Devletten para almaya çalışanlar var ki, bu haramdır.

Korunmaya muhtaç çocuklar, Devlet himayesi altına alınacaktır. Bunun üzerinde ne kadar hassasiyetle durduğumu biliyorsunuz. Her gittiğim yerde çocuk yuvalarını geziyorum. Yani bu çocuklar Devlet himayesi altına alınacaktır. Kanun hazırlanmak üzeredir.

Yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının meseleleri çoğalmaya başlamıştır. Evvelce bunlar sadece kültürel ve milli, dini ihtiyaçlarının yeterince karşılanamamasından şikayetçiydiler. Sosyal güvenlik yönünden de problemleri vardı. Yalnız bırakılmışlardı.

Bu konularda tedricen tedbirler alındı ve birçok noktalardan tatminkar sonuçlara da ulaşıldı. Fakat, son yıllarda bu vatandaşlarımız bir yabancı düşmanlığının hedefi haline gelmeye başladılar. Bu düşmanlık giderek artan ölçüde ciddi bir mesele halini alırken, bunların en ziyade kalabalık olarak yaşadıkları Avrupa ülkelerinin ekonomilerinde görülen çalkantılar sonucu, yerli işsizlerin sayısındaki artış karşısında, bizim vatandaşlarımızın kitleler halinde Türkiye’ye iade edilmeleri gibi tasavvurlar ileri sürülmektedir.

Bu vatandaşlarımız hiç şüphe yok ki, ilelebet oralarda yaşamak, nesillerini o topraklarda sürdürmek için gitmemişlerdir. Fakat memlekete kesin dönüşleri meselesinin böyle kitleler halinde ve ani şekillerde vukuu düşünülmemiştir ve düşünülemez. Çalışmaya devam edecek olanlar için memleketimizde yeni iş sahalarının açılması hazırlanması gerekmektedir.

Endüstrimizi, bilhassa ihracata dönük bir biçimde geliştirmek üzere bulunduğumuz bir sırada, biz bu vatandaşlarımızın Batıda edindikleri tecrübeler, kazandıkları teknik beceriler ve büyük miktarları bulan döviz tasarruflarıyla yurda geri dönerek Türk endüstrisini, bir ihracat endüstrisi olarak geliştirmelerini esas itibariyle istekle karşılarız. Fakat, kendilerinin bugünkü Türk ekonomik ve çalışma hayatına intibakları için, plan ve programlar hazırlamak mecburiyetindeyiz.

Yeni Anayasamızın 62’nci maddesinde, “Yabancı memleketlerde çalışan Türk vatandaşları” için özel hükümler getirilmiştir. Yani hiçbir bakımdan bir sürpriz karşısında kalmış da değiliz. Bu Anayasa hazırlanırken yabancı memleketlerde sayıları, aileleri ile birlikte 2,5 milyon civarında olan vatandaşlarımız düşünülmemiş değildir.

Tarih, kültür ve tabiat varlıklarımızın korunması da yeni Anayasada önemle ele alınan meselelerden birisidir.

1961 Anayasası sadece bir korumadan bahsetmiş, fakat bunun külfetleri, değerli milli servet birimleri olarak korunacak bu eserlerin sahiplerinin ferdi ve şahsi olarak omuzlarında bırakılmıştı.

Eğer özel mülkiyette bulunan herhangi bir tarihi eseri, bir kültür eseri veya bir tabiat parçası aynı zamanda milli servet addolunarak özel bir koruma altına alınıyor ve vatandaşlarımızın bunların üzerindeki hakları kısıtlanıyorsa, bu takdirde kamu yararı için yapılan bu muamelenin gerektireceği bütün külfetler de özel vatandaşın omuzlarında bırakılamaz. Devlet özel hak sahiplerinin uğrayacağı zararları yüklenmelidir. Milli servet arasına alınan ve sahibinin kullanma imkan ve alanından çıkarılan bu gibi eserler topluma mal olduğuna göre her yönüyle mal edilmelidir.

Nihayet 1961 Anayasası’nda öngörülmeyip, şimdi düzenlenen sosyal haklardan biri de sanat faaliyetlerinin, sanatçıların ve sanat eserlerinin Devlet himayesi altına alınmasıdır. Bu sanatçılar Anayasanın diğer bir maddesinde esnaf ile birlikte zikredilen sanatkarlar yani zanaatkarlar değildir. Bunlar diğer sanat kollarında çalışmakta olanlardır.

Biliyorsunuz sevgili vatandaşlarım, herkes sanatkar olamaz. Sanatkarlık Allah vergisidir. Bunun için, bu sene çıkardığımız kanunlarla bu sanatkarlara bazı haklar tanıdık.

Atatürk şöyle demişti: “Bir milletin sanatı yoksa, sanatkarı yoksa, damarlarından birisi kopmuş demektir.” Onun için bu sanatkarlarımızı korumak mecburiyetindeyiz. Bu bakımdan Anayasaya da konmuştur.

Görüldüğü gibi vatandaşlarımızın kişi hak ve hürriyetleri ile siyasi hak ve hürriyetleri ile siyasi hak ve hürriyetlerden gerçek biçimde ve ölçülerde yararlanmalarını sağlamaya yönelik sosyal haklar ve bu haklar konusunda Devlete yüklenen ödevler, yeni Anayasada ulaştırılması mümkün en geniş boyutlara ulaştırılmış bulunmaktadır. Sosyal haklar ve ödevler konusunda sevgili vatandaşlarım, size söyleyeceklerim bunlardır.

Anayasamızın tanıtılmasının sonlarına geldik. Yarın İstanbul’da ve Eskişehir’de son kısımlarına değineceğim ve bir gün sonra da, 5 Kasım’da radyo ve televizyon konuşmasıyla bu Anayasanın tanıtılmasını sona erdireceğim.

Hiçbir ülkede bir Anayasa bu şekilde devletçe tanıtılmamıştır. İstedik ki, (Anayasa nedir, bu Anayasanın içinde neler vardır?) bunu vatandaşlar bilsin. Herkes Anayasayı alıp okuyamaz. Mümkün de değildir. O halde bir oy verecek, madem ki bu Anayasaya (Kabul) veya (Ret) diyecek, bildikten sonra oyunu kullansın. Onun içindir ki, günlerdir yurt sathında dolaşıyor ve bu Anayasayı sizlere tanıtmaya çalışıyorum.

Sevgili vatandaşlarım, bazı vatandaşlarımdan telgraflar alıyorum. Bunlardan birisi de şu: Diyor ki; “Sayın Devlet Başkanım, bu Anayasaya oy verirken beyazın (Kabul), mavinin  de (Hayır) olduğunu söylediniz ama, bunun üzerlerine bir de yazı yazın”. Yani üzerinde (Kabul) ve (Ret) yazılı olsun diyor. Zaten bunu yaptık biz. O beyaz kağıt atılacak değil, o beyaz kağıdın üzerinde (Kabul) yazılı, mavi kağıtların üzerinde de (Hayır) değil, (Ret) yazılı. Hayır deseydik 1961 Anayasası’nın kabulünde vatandaşlardan bazıları, “Hayırda hayır vardır” dediler. Onun için (Hayır) koymadık.

Bu vatandaşların böyle müracaatta bulunması bizi çok memnun ediyor. Demek ki, bu kadar alakalı, ta buralara kadar, İstanbul’a bana telgraf çekiyor, bir noksanlık kabul ediyor, onu bize hatırlatıyor. O vatandaşlarıma teşekkür ediyorum.

Bir vatandaşımız da şöyle bir telgraf çekmiş 1950’li senelerde biliyorsunuz İnönü’nün bir seyahati olmuştu, Kayseri’ye. Ve Himmetdede istasyonunda da treni durdurularak Kayseri’ye sokulmak istenmemişti. “Acaba” diyor, “Anayasamızda seyahat hürriyetine ait bir şey var mı?” Evet sayın vatandaşlarım, buna hiç değinmemiştim ben. Bana hatırlatmış oldu. Hakikaten vardır. Buna ait de maddemiz vardır. 23’üncü maddedir. Aynen şöyle der “Herkes yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir. Seyahat hürriyeti suç soruşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir”. Temel hak ve ödevleri izah etmiştim diğer şehirlerimizde. Onların da sınırlanabileceğini söylemiştim. Nasıl ki temel hak ve ödevler sınırlandırılabiliyorsa, seyahat hürriyeti de sınırlanabilir.

Nasıl sınırlanabilir? Bir adam kalkmış bir yerden bir yere gidiyor, ama haber alınmış, bir cinayet işleyecek. O halde bunu önlemek lazımdır. Kanun bunu önler, onu o seyahatten alıkoyabilir. Bir şehirde sari hastalık çıkmıştır veya o şehirde asayişsizlik vardır, oraya giriş çıkış men edilebilir. Yani bazı kısıtlamalar vardır, bu kısıtlamaların dışında herkes seyahat hürriyetine sahiptir, herkes istediği yerde oturma hürriyetine sahiptir.

Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti de vardır. Ancak ülkenin ekonomik durumu, vatandaşlık ödevi veya ceza soruşturması veya kovuşturması sebebiyle yurt dışına çıkış da sınırlanabilir. Nitekim, evvelce üç senede birdi yurt dışına çıkış. Şimdi iki seneye indirdik. Belki ekonomik durum düzeldiğinde bir seneye indirilecek, daha da düzelirse herkes istediği zaman yurt dışına çıkabilir diyeceğiz.

Ama vatandaşlarım insafla konuşsunlar. Memleket ekonomik sıkıntı çekerken, döviz sıkıntısı çekerken acaba nereden nasıl döviz kazanırız diye çaba sarf ederken o zengin kişilere de hadi gidin yurt dışında eğlenin denilemez.

Yine Anayasamızda bir madde vardır. Vatandaş sınır dışı edilemez ve yurda girme hakkından da yoksun bırakılamaz.

Sevgili Edirneli kardeşlerim, sizlere Anayasa konusundaki açıklamalarım da burada bitiyor.

Erkek vatandaşlarım, kadınlarınızı kürsünün önüne aldım diye gücenmesinler. Anayasamıza bile bir madde koyduk, “Kadınlar ve çocuklar çalışma yerlerinde özel muameleye tabi tutulurlar, onlara yapamayacağı işler verilmez” denmiştir.

Kadınlarımız orada, kalabalığın içinde sıkışmışlardı, rahatsız oluyorlardı, o nedenle öne aldık. Bazı vatandaşlarım belki beni göremedi, ama kusura bakmasınlar.

Hepinize bu gösterdiğiniz yakın ilgiden, sevgiden ve tezahürattan dolayı şahsım, Konsey Üyesi arkadaşlarım ve Başbakan adına teşekkür ediyorum. Hepiniz sağolunuz, varolunuz. Allahaısmarladık… 

İstanbul konuşması (4.11.1982)

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” ile ilgili yurt gezisi çerçevesinde 4 Kasım 1982’de İstanbul Taksim Meydanı’nda bir konuşma yaptı. 
 
Devlet Başkanı Orgeneral Evren’in İstanbul konuşmasından…

 “12 Eylül’den sonra bu tarihi Taksim Meydanı’nda ilk defa böyle bir toplantı yapılmaktadır. 12 Eylül’den evvel bu meydan çok mitinglere, toplantılara sahne oldu. Bugünkü gibi her taraf Türk bayraklarıyla donatılacağına kızıl bayraklarla donatılırdı.”

 “Bu meydanın tarihe mal olmuş adının bile değiştirilmesi için, “1 Mayıs Meydanı” dedirtmek için az mı çaba sarf edildi? Milletin reaksiyonundan çekinmeselerdi onu da yapacaklardı. Eğer 12 Eylül Harekatı yapılmasa ve onlar bu Harekatı yapsalar ve muvaffak olsalardı, bu meydanın ismi ne olacaktı biliyor musunuz sevgili vatandaşlarım? “Kızıl Meydan” olacaktı.”

 “Bağımsız bir devlet, hele bu Cumhuriyet olursa, 5 – 10 kişiye, 300 – 500 kişiye, bin kişiye papuç kaptırmaz. Taviz vermez. Verirse o zaman o devlet olmaz. Devletlik vasfı kalkar ortadan. Biz Türkiye Cumhuriyeti Devletiyiz. Böyle kişilerle pazarlık yapamayız.”

 “Basın hürriyeti gibi bir hürriyet, sadece basın mensuplarının değil, vatandaşların da, milletin de, hükümetin de, devletin de bir meselesidir.”

 “Basın hürriyetinden yararlananların sadece basın mensupları olduğu söylenebilir mi? Basının menfaatleri ile milletin basın hürriyetinden olan menfaati aynı şey değil midir? Bir tarafta idare, öte tarafta basın, demokratik bir yönetimde durmadan çarpışan birer kuvvet olarak görülmemelidir.”

 “Biz hiçbir zaman kanunlara saygılı, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü ilke edinmiş, Atatürk ilke ve inkılaplarına gönülden bağlanmış ve onu saptırmaya çalışmamış, şerefli Türk basınının hak ve hürriyetlerini kısıtlamadık, onlara dokunmadık. Biz, vatanı parçalamak, milleti bölmek için her türlü gayretin içinde bulunmuş, aşırı uçlarla aynı paralelde olmuş, olanlara yataklık etmiş basına kısıtlama getirdik.”

 “Eskiden dernekler siyaset dahil her türlü kirli işlerle uğraşırken, şimdi bir nizam içine girince ve doğrusu yapılınca, tenkitlere başladılar. Neden siyasetle uğraşmayı yasaklamışız? Arkadaş, siyaset yapacaksan git parti kur veya mevcut bir partiye gir. Sen bir kamu görevlisisin, siyasi faaliyette bulunamazsın.Sen bir hayır derneği kurmuşsun, hayır işleriyle uğraş. Sen siyasi partilere yardım yapacağına üyelerine yardım sağlamaya çalış. “

 “Vaktiyle göz bebeğimiz üniversitelerimize el attılar. Oraları birer anarşi yuvası haline soktular. Silah deposu olan, silah eğitiminin yapıldığı üniversitelerimiz vardı. Oraya devletin güvenlik kuvvetleri giremezdi. Giremezdi, çünkü orası Türk toprakları değildi, başka bir ülkeydi.”

 “Biz ülkeyi muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarabilecek nitelikte ve bilgiye sahip gençler mi yetiştireceğiz, yoksa birer anarşist mi? İşte bunu dikkate alarak yeni Anayasamızda üniversitelerimize yalnız bilimsel özerklik tanıdık, idari özerkliği tanımadık.”

 “İki gün sonra Anayasa oylaması için sandık başına gideceksiniz. Benim için, bizim için oy vermeyiniz. Anayasayı düşünerek oyunuzu kullanınız.”

 “O geçirdiğimiz, kara günleri unutmayınız. O ümitsizlikle dolu felaketli günleri, o her gün bombaların, silahların patladığı, kahvelerin, lokantaların, bankaların, sokakların, evlerin makineli tüfeklerle, tabancalarla tarandığı, o her gün ortalama 20 anarşi kurbanının cenazesinin kaldırıldığı günleri unutmayınız ve o günleri hatırlayarak oylamada oylarınızı kullanınız.” 
 

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” çerçevesinde İstanbul’da yaptığı konuşma şöyle: 

Sevgili İstanbullu Kardeşlerim, Kıymetli Hemşehrilerim, Vatandaşlarım,

12 Eylül’ü takiben yurt içinde birçok şehir ve kasabalara yaptığım ziyaretlerimde, oradaki vatandaşlarıma hitap ettim ve bazen de onların dilek ve ihtiyaçlarını dinledim. İstanbul’a, Türkiyemizin gözbebeği, dünyaca meşhur bu güzel şehrimize de görev icabı çeşitli tarihlerde geldim. Bana birkaç yerde İstanbullu vatandaşlarım sordular, “Paşam, her yerde konuşuyorsunuz da neden İstanbul’a bu kadar geldiğiniz halde, burada konuşmadınız” dediler. Haklıydılar. Hakikaten burada sizlerle konuşmak imkanını yaratamadım. Sebebi vardı, Anadolu’daki diğer il ve ilçelere gittiğimde, Vali’ye yaptığı ziyarette, halk Vilayet binası önünde toplanıyor, ben de hemen oradan, Vilayet balkonundan halka kısa da olsa hitap edebiliyordum.

İstanbul Vilayet binasının önünde, böyle bir imkan yoktu. Olmayınca, özel olarak bir gösteri mitingi şeklinde, bu meydanda o konuşmayı yapmam gerekirdi ki, o takdirde İstanbul’un bütün trafik düzeni şehir hayatını aksatır ve birçok vatandaşı bu yüzden rahatsız edebilirdim. Nitekim bugün öyle oldu.

Sevgili vatandaşlarım, biz askeriz, daima gösterişten uzak durmaya, görevimiz ne ise onu yapmaya çalışırız. “Takdir eden eder” deyip geçeriz. İstanbul’da böyle bir gövde gösterisi yapmak istemedik. İsteseydik, 12 Eylül’ü takip eden günlerde yapardık. Sizlerin en heyecanlı olduğunuz günlerde yapardık bunu. İşte bu yüzden özel olarak İstanbul’da böyle bir toplantı düzenlemedik ve dolayısıyla sizlere de hitap edemedik.

Fakat bugün diğer şehirlerde yaptığım gibi, yeni Anayasa üzerindeki düşüncelerimizi sizlere iletmek ve aynı zamanda, yapılan eleştirilere de cevap vermek ihtiyacını duydum ve bu maksatla sizlerin karşınızda bulunuyoruz. Eğer bugüne kadar İstanbul’da konuşma yapmadığımdan dolayı bana ufak da olsa bir kırgınlığınız varsa, bu sebebi öğrendikten sonra o kırgınlığınızı da bırakmanızı rica edeceğim. Bizlere karşı gösterdiğiniz bu büyük hüsnü kabul ve karşılamadan dolayı hepinize ve buraya gelmek isteyip de gelemeyen, radyo ve televizyonları başında beni dinleyen vatandaşlarıma en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

12 Eylül’den sonra bu tarihi Taksim Meydanı’nda ilk defa böyle bir toplantı yapılmaktadır. 12 Eylül’den evvel bu meydan çok mitinglere, toplantılara sahne oldu. Bugünkü gibi her taraf Türk bayraklarıyla donatılacağına kızıl bayraklarla donatılırdı. Yalnız bizim değil, Türk milletinin değil, bütün dünyanın hayran kaldığı; yalnız Türk milletine değil, mazlum ve esir milletlere de kurtuluş meşalesi olan eşsiz Atatürk’ün resim ve portreleri yerine, başka ülkelerin liderlerinin resimleri ellerde taşındı, binalara asıldı.

Bu meydanın tarihe mal olmuş adının bile değiştirilmesi için, “1 Mayıs Meydanı” dedirtmek için az mı çaba sarf edildi? Milletin reaksiyonundan çekinmeselerdi onu da yapacaklardı. Eğer 12 Eylül Harekatı yapılmasa ve onlar bu Harekatı yapsalar ve muvaffak olsalardı, bu meydanın ismi ne olacaktı biliyor musunuz sevgili vatandaşlarım? “Kızıl Meydan” olacaktı. Bu meydanda az mı vatandaş kanı akıtıldı? Bir tarihte, 1 Mayıs’ı kutlayalım derlerken, 36 vatandaşımızın kanları bu meydana aktı. Artık o günler geride kaldı. Onlara sebep olanlar, bugün adil Türk mahkemeleri önünde hesap vermektedirler.

Sevgili vatandaşlarım, söz buraya gelmişken, dün Almanya’nın Köln şehrinde cereyan eden o müessif olaydan bahsetmek istiyorum. Burada emellerine muvaffak olamayacağını anlayan mel’unlar, biliyorsunuz yurt dışına kaçtılar.

Bunların bir kısmı, bir haylisi de içimizde dolaşıyor, merak etmeyin. Yedi bin küsürü halen dışarıdadır. Bunlardan bir grup, Dev – Sol denilen bir grup, dokuz kişilik bir grup Köln Başkansolosluğumuzu bastılar, biliyorsunuz. Saat dörtbuçukta. Sabaha karşı teslim oldular. Ama beş – altı vatandaşımızın yaralanmasına sebep oldular.

Şimdi Sevgili vatandaşlarım, bunların rakamı 2583’tür. Bunlardan 1811 kişi hakkında dava açılmıştır. Bu 1811 kişiden 651’i adam öldürmekten idam talebiyle yargılanmaktadır.

Sevgili İstanbullu Kardeşlerim, Vatandaşlarım,

Bunlar bazı tavizler istediler bizlerden. Oradaki vatandaşlarımızı rehin aldıktan sonra. Biz bugüne kadar hiçbir taviz vermedik. Bundan sonra da vermeyeceğiz, bunu bilsinler. Eğer bütün milletler aynı tutum içinde olsalar, zaten bu uluslararası terör de, durmasa da azalır. Yavaş yavaş yok olur. Şunu burada ifade etmek istiyorum ki, eğer böyle terörist kişiler 50 kişiyi rehin alsalar ve “Bir kişiyi oradan salıverin, biz de karşılığında burdan salıvereceğiz” deseler, biz, o bir kişi için bile bu tavizi vermeyeceğiz.

Çünkü bir devlet, bağımsız bir devlet, hele bu Cumhuriyet olursa, böyle 5 – 10 kişiye, 300 – 500 kişiye, bin kişiye papuç kaptırmaz. Taviz vermez. Verirse o zaman o devlet olmaz. Devletlik vasfı kalkar ortadan. Biz Türkiye Cumhuriyeti Devletiyiz. Böyle kişilerle pazarlık yapamayız.

Sevgili vatandaşlarım,

Bugüne kadar muhtelif şehirlerimizde yaptığım konuşmalarımda, Anayasamızın önemli gördüğüm bazı hükümleri üzerinde açıklamalarda bulundum. İstedim ki, böylece Türk milletinin her ferdi, bu Anayasa neymiş, bize ne getiriyormuş, daha evvelki, yani 1961 Anayasası ile arasında ne gibi farklar varmış, öğrenmiş, bilgi sahibi olmuş olsun.

Vatandaş madem ki bu Anayasaya (Kabul) veya (Ret) diyecek, O halde bu Anayasa nedir ki (Kabul) veya (Ret) diyebilsin ve üzerinde düşünsün ve vicdanının sesine uyarak oyunu kullansın. Gerçi bizlere inandığınızı ve güvendiğinizi biliyorum ama, belki inanmayanlar da vardır. O halde, onlara da bu Anayasayı anlatmak lazımdır. İşte ben bu görevi yapıyorum. Bazıları şöyle düşünebilir “Bir Devlet Başkanı da bu görevi yüklenir mi ?”. Yüklenir sevgili vatandaşlarım, yüklenir… Madem ki en son bizim elimizden geçerek bu son şeklini aldı, o halde bunun savunuculuğunu yapmak da bize düşer.

Dünyada artık krallıklar, padişahlıklar devrindeki devlet başkanlığı anlayışı değişmiştir. Bugünkü devlet başkanları, babadan oğula intikal eden bir görev değildir. Bugünün devlet başkanları da halkın arasından gelen bir kişidir. O halde, halkın arasından geldiğine göre, halkla beraber olması, halkına bazı bilgileri şahsen vermesi normal bir olaydır. İşte bunun içindir ki, ben günlerdir halkımın arasında dolaşarak bu görevimi yerine getirmekteyim ve bundan da büyük bir zevk duymaktayım.

Sevgili hemşehrilerim,

Türk basınının merkezi durumunda bulunan İstanbul’da basın hürriyeti mevzuuna değinmemek olmaz. Onun için, az da olsa basın hürriyeti üzerinde duracağım. Bugüne kadar bu konuya hiçbir yerde temas etmedim, buraya sakladım.

Hepinizin takdir edeceği gibi, basın hürriyetinin kullanılmasında çeşitli şekilde etkilenecek olanların sayısı, diğer herhangi bir hürriyetin kullanılmasından etkileneceklerden daha geniştir ve bunun tesirleri daha da anidir.

Kötü maksatlarla kullanılan basın hürriyetinin menfi etkilerinin, toplum üzerinden silinmesi ve bu hürriyetin kötü kullanılmasının önüne geçilmesi, basın mensuplarımızca da kabul edileceği gibi, son derece zordur. Hatta bazen imkansızdır.

Yeni Anayasanın Basın Hürriyetini titizlikle ve teferruatlı olarak düzenlemesinin, bizim seçkin basın organlarımızı rahatsız etmemesi gerektiğini evvelce de işaret etmiştim. Basın kesimi Anayasa ve kanunlardaki bu boşluklardan araya sıkışmaya çalışanların nasıl yararlanabildiklerini, hele süreli yayınların bazı türlerinde anarşist ve bölücülerin basın hürriyetini ne derece kötüye kullanmaya muktedir olduklarını bizlerle beraber görmüşler ve yaşamışlardır.

Bu sebeplerle, Anayasada basına ilişkin hükümleri tartmak ve tartışmakta, görüş açısının daha geniş tutulması ve basın hürriyetinin, bazı yayınlarla hangi noktalara kadar kötüye kullanıldığının gözden uzak tutulmaması, daha insaflı olunması lazımdır.

Basın hürdür sansür edilemez. Basına yayın yasağı da konulamaz. Sadece yargılama görevinin yerine getirilebilmesi için, zaruri durumlarda, hakim tarafından yasak konulabilir. Bu zaruri hususları kanun belirleyecektir.

Tedbir yoluyla dağıtım, hakim kararıyla, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de, kanunun açıkça yetkili kıldığı merciin emriyle önlenebilir. Dağıtımı önleyen bu yetkili mercii, bu kararını en geç 24 saat içinde yetkili hakime bildirecek. Yetkili hakim bu kararı en geç 48 saat içinde onaylamazsa, dağıtımı önleme kararı hükümsüz sayılacaktır.

Bu suçlar neler olabilir? Şunlar olabilir: Devletin iç ve dış güvenliği ve ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü tehdit eden veya suç işlemeye ya da ayaklanma veya isyana teşvik eder nitelikte olan veya devlete ait gizli bilgilere ilişkin bulunan her türlü haber ve yazı olabilir.

Bu gibi yazıları yazanlar veya bastıranlar ve aynı amaçla basanlar, başkasına verenler, bu suçlara ait kanun hükümleri uyarınca sorumlu olacaklardır.

Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de dağıtımından önce toplatılabilecektir. Ve 24 saat içinde demin söylediğim gibi hakime bildirilecektir.

Bu gibi suçlar ve bunların işlenmiş sayılma şartları, şekilleri ayrıca kanunda açıkça belirtilecek olmasına rağmen, bizi böyle bir hükmün Anayasaya konulmasını istemeye sevk eden geçmiş olaylardan misal vermek istiyorum.

Farzediniz ki bölücü bir örgüt yahut mezhep kışkırtıcısı, yahut şu veya bu anarşik veya ideolojik maksadın peşinde koşan bir başka kişi, taraftarlarına bir beyanname yayınlıyor.

Bu beyanname ile vatandaşlardan bir kısmını diğer bir kısmının üzerine saldırmaya teşvik ediyor. Yahut bir kısım vatandaşları devlete başkaldırmaya, isyana davet ediyor. Bu beyanname ya müstakilen basılmış veya bir gazetenin sütunlarında yer almıştır.

Sorarım sizlere, geçmişte bunlar olmadı mı? Her gün çeşit çeşit beyannameler sokaklarda dağıtılmadı mı? Hatta beyannameleri almak istemeyenler, bir yeri kırılıncaya kadar dövülmediler mi? Kapıların altlarından evlere atılmadı mı? Afiş olarak duvarlara asılmadı mı? Bombalı pankartlar caddelere, binalara konulmadı mı?

Ne yapalım şimdi? Böyle bir beyannamenin herhangi bir matbaada basılmakta olduğunu yetkili makam haber aldı. Yahut baskı bitmiş de beyanname veya onu ihtiva eden, dergi yahut gazete dağıtılmak üzere paketlenmiş, istif edilmiş. O makam bıraksın mı, dağıtılsın diye?

Yani hitap ettiği kişilerin ellerine geçsin, onları harekete geçirsin veya şurada burada müessif saldırı olaylarına yol açsın. “Ben bunun çaresine sonra bakayım” mı desin? Bu hal daha başlangıçta önlenmesin mi?

Sevgili vatandaşlarım, bir adamı elinde bir silahla, diğerine karşı saldırıyor görürseniz, siz de bu saldırıyı önleyebilecek bir durumda bulunursanız, kamu görevlisi olarak veya vatandaş olarak ne yapardınız? Adam bıçağını çekmiş, binisinin üzerine doğru koşuyor. “Dur bakalım, tam yanına varınca, bıçağını saplayacak mı, saplamayacak mı, şimdiden bilinmez ki” diye bekler misiniz? Yoksa elinizden geliyorsa atlayıp o adamı durdurup elinden bıçağını alır mısınız?

Aziz Vatandaşlarım,

Devlet ve hükümet, iki vatandaşın birbirine saldırmasını seyreden, üçüncü bir vatandaş gibi hareket edemez. Saldırının daha başlangıcını gördüğü anda, onu mutlaka önlemek devletin görevidir.

Devlet bir ihtilal beyannamesi, isyan beyannamesi basılırken veya basılmış, bitmiş de dağıtılmayı beklerken, oturup seyirci kalamaz. Eğer böyle yaparsa, sizler, böyle bir suça karşı seyirci kalan devleti affeder misiniz? Affetmezsiniz. Ama geçmişte bunlar yapıldı ve seyirci kalındı. Böyle beyannameler çok basıldı. Kimse elini süremedi. Neden? Çünkü henüz dağıtılmamış da ondan. Peki ama zaten dağıtıldıktan sonra, mesele kalmıyor ki. Mektup adresine varmış oluyor. Ben bunların onbinlercesinin, yüzbinlercesinin kimin eline geçtiğini teker teker tespit edip, onları bulup, onlardan mı toplatacağım? Bu mümkün müdür vatandaşlarım? Elbette mümkün değildir.

Devlet işlenmekte olan suçların seyrine bakamaz. Devlet suçların karşısına geçip seyretmeye mezun değildir. Devlet önlemekle görevlidir. Bu gibi basılmış beyanname veya yayınların bir de dağıtılmış olanını toplatma durumu var. Bu hakim kararıyla olabilir. Buna kimse ses çıkaramaz elbette. Fakat öyle haller düşününüz ki, basılmış olan bu broşür veya bildiri veya mecmua dağıtılıp duruyor sokakta. Bu, birkaç saatlik mesele olabilir. Eğer derhal harekete geçmezseniz, iş işten geçebilir.

Mahkemeye müracaat edecek zaman yoktur. Etseniz bile, bir hakimin karar verebilmesi bir tedbir kararı alabilmesi için asgari bir inceleme yapmaya ihtiyacı olabilir. Muhakkaktır ki, o zaman da atı alan Üsküdar’ı geçer.

Bunlar, bizim gibi suikastlere hedef olmuş milletlerin hayatında görülmemiş şeyler değildir. Böyle bir durumda idare olarak, bir yandan süratle mahkemeye başvurup, toplatma kararı isterken, öte yandan da o yayını toplatabilmelisiniz. Bu toplatma yetkisi hiç şüphe yok ki, sorumluluğunu idrak etmiş bir yüksek makama verilecektir. Bu makam en geç 24 saat içinde hakime başvuracaktır. Hakim de bu hususta 48 saat içinde kararını verecektir. Eskiden olduğu gibi, haftalar ve aylarca sürüncemede kalmayacaktır.

Bir de şu hususlar ileri sürülüyor: “Ya bu, yol olur da, yüksek idari amirler, sık sık ve olur olmaz toplatma kararı verirlerse, hakim sonradan o kararı kaldırsa bile iş işten geçer”.

Yüksek idare amirleri böyle bir yola girecek ve bu yöndeki yetkilerini sorumsuzca kullanmaya başlayacak olurlarsa, bir hükümet var. Hükümetin de denetleyicisi olan bir Meclis var. Nihayet hepsinin de üzerinde bir millet var.

Kamu görevlileri ve hatta yüksek idare amirlerinden bazıları zaman zaman başka türlü kendilerine verilen yetkileri suistimal edebiliyorlar. Böyle birkaç kişi, bu yetkileri suistimal ediyor diye, o kamu görevlilerinden veya idare amirlerinden o yetkileri almak mı gerekir? Kaldı ki, basın gibi bir müesseseye karşı bu türlü yetki suistimalleri oldu mu, bunun sorumlusundan elbette hesap sorulur ve başka yol kalmadıysa hükümler değiştirilir.

Basın daima haklıdır ve basının karşısında kim varsa, o da daima haksızdır gibi bir kaideyi nereden ve niçin çıkarıyoruz. Ne için Anayasa da veya kanunlarda bu husustaki hükümleri bilmeden bir basın düşmanlığı havası içinde uygulanacağını esas olarak kabul ediyoruz.

Basın hürriyeti gibi bir hürriyet, sadece basın mensuplarının değil, vatandaşların da, milletin de, hükümetin de, devletin de bir meselesidir.

Basın hürriyetinden yararlananların sadece basın mensupları olduğu söylenebilir mi? Basının menfaatleri ile milletin basın hürriyetinden olan menfaati aynı şey değil midir? Bir tarafta idare, öte tarafta basın, demokratik bir yönetimde durmadan çarpışan birer kuvvet olarak görülmemelidir.

Kamu görevlileri yetkilerini kötüye kullanabilirlerse, basın da haiz olduğu hak ve hürriyetleri asla ve hiçbir zaman ve hiçbir sebeple kötüye kullanamaz mı? “Basın, kendisini kontrol etsin, en iyi şekil budur” diyerek, vaktiyle 1961’den sonra (Basın Ahlak Yasası ve Basın Şeref Divanı) kurulmuş. Bakınız, bütün basın şu taahhütte bulunmuş o zaman. Taahhütnameyi okuyorum:

“Hürriyete liyakatın başta gelen şartının hürriyet içinde, kendi kendini kontrol edebilmek olduğuna inanan Türk basın müesseseleri, demokrasinin temel unsurlarından olan basın hürriyetinin topluma ve demokratik düzene en yararlı bir yolda işlemesini sağlamak için tespit ettikleri ‘Ahlak Yasasına’ ve bu yasayı yürütmekle görevli ‘Basın Şeref Divanının’ kararlarına uymayı kabul ve taahhüt ederler”.

Bugüne kadar işlediğini gördük mü bu taahhütnamenin? Maalesef göremedik.

Basın Ahlak Yasası’nda 10 madde vardır uyulması gereken. Yani taahhüt ettikleri 10 madde vardır. Ben bunlardan birkaçını okuyacağım şimdi sizlere. Bir tanesi şöyle der:

“Yazı, haber, fotoğraf vesair şekillerle yapılacak yayınlarda şu hususlara riayet edilir:

Ahlaka aykırı veya müstehcen yayında bulunulamaz”. Bulunan basın yok mu? Hani kendi kendini kontrol edecekti? Bugüne kadar niye buna mani olmadı?

İkincisi, “Şahıs, müessese ve zümreleri hedef tutan galiz yazılar, galiz kelimeler kullanılamaz, şeref ve haysiyetlere karşı haksız yayın yapılamaz”.

Başka bir fıkra, “Amme menfaatini ilgilendirmeyen hallerde, fertlerin hususi hayatları, küçük düşürücü şekilde teşhir edilemez. Şahıslar, müesseseler veya zümreler aleyhine iftira ve isnatta bulunulamaz”.

 Başka bir fıkra “Din istismar edilemez”. Edilmedi mi bugüne kadar basında?

Yine başka bir fıkra “Gazetenin ve gazetecinin şahsi veya taraf tutan kanaatlerine metinde yer verilemez”.

Başka bir fıkra “Amme menfaati mutlak lüzum göstermedikçe mahrem kaydıyla verilen malumat yayınlanamaz”.

Daha 10 tanedir bu. Ben size, dört beş tanesini okudum.

Şimdi sevgili vatandaşlarım. Niçin, bütün basını bir tutuyoruz? Farzediniz, vatandaşların şu veya bu hareketleri için ceza hükümleri öngördüğümüz zaman, maksat bir fırsatını bulup, bu cezaları bütün vatandaşlara tatbik etmek midir? Yoksa, belli suçları önlemek midir?

Basın için de, “Şu veya bu hareketler suç olur. Dağıtımın önlenmesini gerektirir. Yahut toplatmayı gerektirir” dediğimiz zaman, bunu, bu hareketleri yapmamış, bu suçları işlememiş bir basına karşı da mutlaka uygulamak için mi çırpınıyoruz?

Sevgili vatandaşlarım, 12 Eylül’den evvel birçok gazeteler vardı, isimlerini vermiyorum, bilirsiniz siz onları.

Bundan Isparta ve Burdur konuşmalarımda bilhassa bahsettim. Bu gazete ve mecmualar, her gün polisin, emniyet mensuplarının, MİT mensuplarının, hatta, vatan savunması için hazırlanan bir teşkilatımızın mensuplarının fotoğraflarını, adreslerini, telefon numaralarını verirdi. Ve bunlardan birkaç tanesi, verilen bu adreslerde bulundu ve öldürüldü.

Ondan sonra Jandarma Genel Komutanlığımızın kişiye özel, çok gizli kaydıyla yayınladığı bir emri, gazete sayfalarında yazdı. Hani yapmayacaktı mahrem olan şeyleri. Bunları kimse önleyemedi.

Biz, böyle basına karşı, bu kısıtlamaları getirdik. Basın hürriyeti konusunda sevgili vatandaşlarım, en son olarak şunu söylemek istiyorum.

Biz hiçbir zaman kanunlara saygılı, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü ilke edinmiş, Atatürk ilke ve inkılaplarına gönülden bağlanmış ve onu saptırmaya çalışmamış, şerefli Türk basınının hak ve hürriyetlerini kısıtlamadık, onlara dokunmadık.

Biz, şimdiye kadar saydığım ve geçmişte çok örnekleri görülmüş, bugün kapatılmış, ertesi gün aynı kadrosuyla, başka bir isim altında tekrar yayınlanmaya başlanmış, vatanı parçalamak, milleti bölmek için her türlü gayretin içinde bulunmuş, aşırı uçlarla aynı paralelde olmuş, olanlara yataklık etmiş basına kısıtlama getirdik.

Basının haiz olduğu yeri bütün milletçe takdir ediyoruz. Ama bunu kötüye kullananlara da aynı hakları vermemizi herhalde sizler de ve kıymetli basın mensuplarımız da istemezler. Aralarına böyle kişilerin sızmasını onlar da istemezler.

Sevgili vatandaşlarım, şimdi biraz da derneklerden bahsetmek istiyorum.

İnsanların meydana getirdikleri birliklerin en yaygın olanı derneklerdir. O kadar yaygın bir hale gelmiş ki, Türkiye’de hatırımda kaldığı kadar 46 bine yakın dernek meydana çıkmış. Dernek kurmak serbest ya, önüne gelen kurmuş, kurmuş ama bugüne kadar hiçbir dernek, devlet tarafından denetlenememiş. Nasıl denetlensin 46 bin tane dernek.

Bu dernekler kuruluş maksadına uygun mu faaliyette bulunuyor, yoksa memleketi yıkmak, parçalamak için, gizlice planlar mı hazırlıyor? Derneğin ismini bir paravan olarak mı kullanıyor belli değil. Yeni Anayasamızda da dernek kurmayı serbest bıraktık. Bir kısıtlama getirmedik. Anayasada dernek kurmak hürriyetleriyle ilgili madde şöyle başlamaktadır:

“Herkes, önceden izin almaksızın dernek kurma hakkına sahiptir”

Sevgili vatandaşlarım, derneklerin kuruluş maksatlarının dışında faaliyet göstermemeleri lazımdır. Zira, başka maksatlara hizmet eden birlikler de vardır. Mesela ticaret yapıp para kazanacaksanız, şirket kurarsınız. Siyasetle uğraşmak istiyorsanız, parti kurar veya partiye girersiniz. İşçi – işveren ilişkilerinde mesleki hak ve menfaatleri koruyacak, toplu görüşmeler, toplu sözleşmeler, grev yapacak iseniz, parti değil, sendika kurarsınız.

Bu bütün dünyada böyledir. Bizde de yakın yıllara gelinceye kadar böyleydi. Fakat sosyal hayatımızı, milli hayatımızı, hukuk ve devlet düzenimizi alt – üst etmek isteyenler, bu alanlarda da rahat durmadılar. Bütün bu teşekkülleri birbirlerine karıştırdılar.

Bu keşmekeş, bu maksatlı kargaşa, bilhassa mesleki dernekler ve meslek teşekküller alanında bütün fecaatiyle kendisini gösterdi.

Esasında bu mesleki derneklerin kuruluş maksadı, o hizmette çalışanların fikri, manevi, mesleki gelişmelerine elbirliği ile yardımcı olmak, bu masum gayeyi elbirliği ile gerçekleştirmektir. Ama gelin görün ki, bu maksat bir tarafa bırakılmış, o kamu hizmetinin personelini siyasi ve hatta ideolojik bir örgüt halinde toplamışlardır. Her dereceden kamu görevlisini içine almak suretiyle o kamu hizmetini ele geçirmişler. Sanki Devlet, o kamu hizmetini düzenlememiş, teşkilatını kurmamış, personelini tayin etmemiş, bunları amirler ve memurlar olarak tertiplememiş gibi, bu mesleki dernekler, kamu hizmetindeki personeli mümkün olan azami nispette kendi içlerine almışlar, aralarına katılmayanlara o hizmette barınma ve çalışma hakkı tanımamışlar. Ondan sonra da derneğin içinde genel başkan, genel sekreter, yönetim kurulu üyeleri, çeşitli faaliyet kollarının başkan ve üyeleri diye tertiplenerek kendi idarelerinin, hatta hükümetin, hatta devletin karşısına dikilmişler.

Bir genel müdür mü var, karşısında da Der’li, Bir’li veya başka isimde bir dernek başkanı var. Ama bunun birisi genel müdür, diğeri, belki onun emrinde çalışan bir memur. Hakikatte ise hükmeden, emir veren o derneğin başkanı. Genel müdür değil.

1961 Anayasası’nda olduğu gibi dernekler, devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amaçlarıyla, bu Anayasamızda da sınırlamalara tabi tutulabilmektedir.

Ayrıca, yeni Anayasaya şunları da koyduk:

— Dernekler siyasi amaç güdemezler,

— Siyasi faaliyette bulunamazlar,

— Siyasi partilerden destek göremezler,

— Onlara destek olamazlar,

— Sendikalar, kamu kurum niteliğindeki meslek kuruluşları ve vakıflarla bu amaçla ortak hareket edemezler.

Bu şartlara riayet etmeyen, kuruluş amaç ve şartlarını kaybeden yahut kanunun öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmeyen dernekler, kendiliğinden dağılmış sayılırlar.

Ayrıca, Silahlı Kuvvetlerle, kolluk kuvvetleri mensuplarıyla kamu hizmeti görevlilerinin dernek kurmak haklarına da sınırlama getirilebilecektir.

Elbette Silahlı Kuvvetler mensupları dernek kuramaz, emniyet mensupları da kuramaz. Kamu görevlilerini de bazı sınırlamalara tabi tuttuk. Bu bakımdan Anayasaya bu hükmü getirdik.

İşte sevgili vatandaşlarım, eskiden dernekler siyaset dahil her türlü kirli işlerle uğraşırken, şimdi bir nizam içine girince ve doğrusu yapılınca, bundan mutazarrır olanlar tenkitlere başladılar. Neden siyasetle uğraşmayı yasaklamışız?

Arkadaş, siyaset yapacaksan git parti kur veya mevcut bir partiye gir. Sen bir kamu görevlisisin, siyasi faaliyette bulunamazsın.

Sen bir hayır derneği kurmuşsun, hayır işleriyle uğraş.

Sen bir yurt yaptırma derneği kurmuşsun, siyaset ile uğraşacağına, yurt yapmakla uğraş.

Sen siyasi partilere yardım yapacağına üyelerine yardım sağlamaya çalış. Sen sendikalarla işbirliği yapacağına, aynı maksatla, senin gibi maksatla kurulmuş derneklerle işbirliği yap. Sendikacılığa hevesleniyorsan gider işçi olursun, seçilebilirsen sendika yöneticiliğine gelirsin, yoksa dernek kurup da sendikacılık yapamazsın.

Sevgili İstanbullu hemşehrilerim, İstanbul biliyorsunuz bir üniversite şehridir. Üniversitelerimiz üzerinde de birkaç noktaya kısaca değinmek istiyorum. Üniversitelerimiz birer ilim ve irfan müesseseleridir. İleride devletin üst kademelerine onlar geçecek ve devletin idaresini ellerine alacaklardır. Devlet idaresi kolay değildir. En küçük görevlisinden en büyüğüne kadar büyük sorumlulukları olacaktır. Bunu dış güçler çok iyi bildiklerindendir ki, vaktiyle bu göz bebeğimiz üniversitelerimize el attılar. Oraları birer anarşi yuvası haline soktular. Birçok fakültemiz  o hale geldi ki, okumak isteyen fakülteye can korkusundan gidemez oldu veya o anarşistlere uymak zorunda kaldı, başka çaresi yoktu. Sınıf geçmek bile bilgiye değil, kaba kuvvete dayandırıldı. O zaman öğretim görevlileri tekme tokat kürsüden indirildi ve dershaneden çıkartıldılar.

Bunları oralarda okuyanlar ve evlat sahibi olanlar çok iyi hatırlarlar. Silah deposu olan, silah eğitiminin yapıldığı üniversitelerimiz vardı. İsimlerini vermiyorum. Oraya devletin güvenlik kuvvetleri giremezdi. Giremediği için rahatlıkla silah eğitimi yapılabilirdi. Giremezdi, çünkü orası Türk toprakları değildi, başka bir ülkeydi. Biz ülkeyi muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarabilecek nitelikte ve bilgiye sahip gençler mi yetiştireceğiz, yoksa birer anarşist mi?

İşte bunu dikkate alarak yeni Anayasamızda üniversitelerimize yalnız bilimsel özerklik tanıdık, idari özerkliği tanımadık.

Ayrıca şunu da Anayasaya ilave ettik. Gerçi üniversiteler devlet eliyle kurulacaktır, ama birçok Batı ülkelerinde olduğu gibi kazanç amacına yönelik olmayan ve diğer devlet üniversitelerinde olduğu gibi devletin gözetim ve denetimi altında olmak şart ve kaydıyla vakıflar tarafından da üniversiteler kurulabilecektir.

Bu vakıfların kuracağı üniversitelerin nasıl kurulacağı, usul ve esasları kanunla düzenlenecektir.

Bunu, şunun için kabul ettik sevgili vatandaşlarım: Devlet bugünkü mahdut imkanlarıyla bu kadar üniversitenin, orta öğrenim, ilk öğrenimin altından kalkamıyor. Eğer hayırsever vatandaşlarımız tarafından kurulacak bir vakıf kar gayesi gütmeden bir üniversite kurmak istiyorsa, müsaade edilecektir. Bu şekilde kurulan üniversiter, Batılı ülkelerde de vardır, hatta oralarda kar gayesi güden üniversiteler dahi mevcuttur.

Biliyorsunuz, bizde üniversitelerimiz ile meşgul olacak Yüksek Öğretim Kurulu vardır. Onu da Anayasaya koyduk. Bunun sebeplerini başka yerlerde çok izah ettim. Burada değinmeyeceğim. Bu müessese lüzumlu bir müessesedir. Anadolu’nun birçok yerlerinde üniversiteler açmışız, sevgili vatandaşlarım. Gerçi sizler İstanbul’da olduğunuz için belki bunların arzusunu çekmiyorsunuz, fakat oradaki öğrenciler öğretim görevlisi olmadığından, laboratuar bulunmadığından birçok vazifelisi olmadığından, doğru dürüst öğretim göremiyorlar.

İşte Yüksek Öğretim Kurulu’nun görevi bu olacaktır. Üniversiteler arasında paralellik sağlayacak, oraların da yönetim görevlisini temin edecek ve gönderecektir.

Sevgili vatandaşlarım, bugün Eskişehir’e gidip orada da Eskişehirli vatandaşlarıma hitap ettikten sonra Ankara’ya dönecek ve yarın da radyo ve televizyonda son konuşmamı yapacağım.

Bugüne kadar, radyo ve televizyondan, muhtelif şehirlerde yaptığım konuşmalarımı da izlediniz, iki gün sonra Anayasa oylaması için sandık başına gideceksiniz. Benim için, bizim için oy vermeyiniz. Anayasayı düşünerek oyunuzu kullanınız. Bundan evvelki bir konuşmamda da değindiğim gibi, bugün biz varız, yarın yok olabiliriz. Ancak, Anayasa bu milletin temel direği olacaktır. Onu çok iyi okuyun. Gerçi ben size bugüne kadar bunların önemli kısımlarını izah ettim, ama o Anayasayı çok iyi okuyun, okumadan akıllı bildiğiniz kişilerin telkinlerine kapılarak oylarınızı kullanmayınız. Çok akıllı insan vardır, ama onun aklı kendine kalsın, kendi aklınızı ve vicdanınızı kullanınız.

Ve eğer sevgili vatandaşlarım, hiçbiriniz o geçmiş ateşli, kanlı, ölümlü, ıstıraplı, üzüntü ve ümitsizliklerle dolu, can korkusu altında ve memleket elden gidiyor çırpınışlarıyla kendiniz, evlatlarınız, ananız, babanız, eviniz ve vatanınız için endişe ve korkulan içinde yaşadığınız o kara günleri bir daha yaşamak istemiyorsanız, bunları yaratan sebepleri daima hatırlayınız.

O geçirdiğimiz, kara günleri unutmayınız. O ümitsizlikle dolu felaketli günleri, o her gün bombaların, silahların patladığı, kahvelerin, lokantaların, bankaların, sokakların, evlerin makineli tüfeklerle, tabancalarla tarandığı, o her gün ortalama 20 anarşi kurbanının cenazesinin kaldırıldığı günleri unutmayınız ve o günleri hatırlayarak oylamada oylarınızı kullanınız.

Sevgili İstanbullu kardeşlerim, sizlere Anayasa ile ilgili olmamasına rağmen kamu görevlileri hakkında bazı şeyler söyleyecektim. Kamu görevlilerine bazı nasihatlerde bulunacaktım. Ama vaktim müsaade etmiyor. Bunu başka bir gün radyo ve televizyondan sizlere ulaştıracağım. Bu bakımdan, bugün iki yerde konuşma yapacağım için, burada sizin izninizi isteyeceğim.

Bize karşı gösterdiğiniz bu büyük sevgiye, bu büyük tezahürata ve bizi teşçi eden bu gösterinize candan teşekkür ediyorum. Hem şahsım adına, hem Konsey üyesi arkadaşlarım adına, hem de Başbakan adına hepinize candan teşekkür ediyorum ve sizlere mutlu yanınlar diliyorum. Sevgiler, saygılar sunuyorum. Allahaısmarladık. 

Eskişehir konuşması (4.11.1982)

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” ile ilgili yurt gezisi çerçevesindeki son konuşmasını 4 Kasım 1982’de Eskişehir’de yaptı. 
 
Devlet Başkanı Orgeneral Evren’in Eskişehir konuşmasından…


 “Ailenin, milletimizin temeli olduğu hakikati, bizi, milletimizi, millet varlığımızı korumak için onun temelini teşkil eden Türk ailesini korumaya sevk eder. Madem ki, aile Türk Milletinin temelidir, o halde, Türk Milletini korumak ve ebediyete kadar sürdürmek, Türk ailesini korumakla, yani milletin temelini teşkil eden bu “ilk birliği” korumakla mümkün olur.”

 “Bu ilk birlik, Türk Milletinin temelini teşkil eden ilk birim ne kadar kuvvetli olursa, Milletin temeli de o kadar kuvvetli olur. Temelleri kuvvetli, yani aile varlığı sağlam olan milletler de o nispette kuvvetlidirler.”

 “Milletimizi yıkmak isteyenler işe temelden başlamak gerektiğini görerek, evvela Türk aile tipini yıkmaya yönelmişlerdir. Yetişmekte olan gençlerimizi, ailelerinin ellerinden almaya, onları çalmaya yönelmişlerdir.”

 “Türk ailesini her yönü ile ve yeni yetişen nesillerin fikri ve manevi eğitimleri itibariyle koruyamaz ve gençlerimizi Devlet ve millet düşmanlarının ellerinden kurtaramazsak, milletimizi huzur ve sükuna, milletimizi refah ve mutluluğa kavuşturamayız.”

 “Türk evlatlarını yabancı odaklara, sapık ideolojilere, vatan ve millet düşmanlarına çaldırtmayacağız. Türk Gençliğine el atan bütün hainlerin ellerini tutacak ve kıracağız.”

 “Bir vatandaş bana telgraf çekmiş, ‘Sayın Devlet Başkanım, Kendini çok yoruyorsun, kendini üzme, bu memleket, bu millet, eğer pazar günü vereceği oylarda yüzde 100 çıkmaz da yüzde 99 çıkarsa, o yüzde bir’ diyor, ‘Yanlışlıktan’ olmuştur. ‘Kendini yorma’ diyor.”

 “Biliyoruz ki, bizim karşımızda olan gruplar da var. Menfaatleri haleldar olmuş, hapsedilmiş, bu memleketi bölmeye çalışmış, başka ideolojilerin gelmesi için çaba sarf etmiş bir sürü insan var. Elbette biz bunlardan olumlu oy beklemiyoruz. Fakat, Türk Milletinin sağduyusuna güveniyoruz. “

 “Eğer, böyle bir çoğunlukla Anayasa kabul edilirse, hem yurt içindeki bu menfi tutum içerisinde olanların ağızları kapanacak, dilleri tutulacak, hem de Avrupalı dostlarımızdan bazılarının sesleri kesilecektir.” 
 

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” çerçevesinde Eskişehir’de yaptığı konuşma şöyle: 

Sevgili Eskişehirli Hemşehrilerim,

Biliyorsunuz 1980 senesinin 19 Kasım günü yine sizlere kısa da olsa hitap etmiştim. O gün, iki üç yerde konuşma yaptıktan sonra buraya geldik ve hakikaten çok yorgunduk: Sizinle fazla konuşamamıştım ve çok üzülmüştüm. Ama bu sefer, bütün Türkiye’de geniş bir tur yaptıktan sonra, Anayasa konuşmamızın sonunu burada noktalayacağız.

Trabzon’da başladık, Eskişehir’de tamamlıyoruz. Ben şimdi sizlerden bir şey rica edeceğim. Şu pankart taşıyan arkadaşlara teşekkür ediyorum. Fakat o pankartların arkasında bulunanlar görmediği için pankartları indirelim. Hepsini okuduk, teşekkür ederiz. Ama arkadaki vatandaşlar göremiyor. Ben de onları göremiyorum.

Sevgili Eskişehirli kardeşlerim, 19 Kasım 1980’de yorgun olduğumu söylemiştim. Ama bugün o yorgunluk üzerimde yok. Çünkü sizlerden aldığımız güç bize güç katıyor ve biz yorgunluklarımızı unutuyoruz. Bir çokları bana soruyor, “Paşam o kadar yer dolaşıyorsunuz, yorulmuyor musunuz?” diye. Ciddi olarak söylüyorum ki, yorulmuyorum. Çünkü büyük bir görev yapıyorum. Bu görevi yapmanın huzuru içindeyim ve sizlerden gördüğümüz bu geniş ilgiden dolayı da bütün yorgunluklarımızı unutuyoruz.

Bu şehirlerde yaptığım konuşmaları burada noktalıyoruz ama, yarın biliyorsunuz son konuşmamı radyo ve televizyonda yapacağım ve bir gün sonra da Anayasa oylamasına bütün vatandaşlar gidecek. Burada da Anayasa üzerinde bir iki nokta üzerinde duracağım. Bunlardan birisi aile ve diğeri de özel mülkiyetin korunmasıdır. Şimdi sizlere bu konuda bilgiler takdim edeceğim sevgili vatandaşlarım.

Büyük Atatürk, millet dediğimiz varlığı şöyle tarif eder:

“Millet öyle bir topluluktur ki, bunu meydana getiren fertler zengin bir hatırat mirasına sahiptirler.Yani müşterek ve zengin bir geçmiş onların ortak malıdır, ortak hatıralarıdır. Böyle ortak hatıralar mirasına sahip olan bu insanlar, bu hatıraları korumakta azim ve irade sahibidirler ve ortaklaşa hayatı sürdürmek hususunda kesin kararlıdırlar.

Yine bu insanlar geçmişteki sevinç ve kederlerde nasıl ortak iseler, gelecekteki sevinç ve kederlerde de ortak olmayı, kalmayı kabul etmişlerdir. Bu insanların ortak ümitleri, ortak idealleri vardır”.

İşte böylece Atatürk’ün söylediği gibi, aynı dili konuşan, bu dille anlaşan, bu dil sayesinde ortaklaşa bir kültürü geliştiren ve hayatlarını bu “Ortak kültür” içerisinde birleştiren insanlar, toplumların en gelişmiş, en yüksek ve en kuvvetlisi olan milleti oluştururlar.

Gerçekten insanların şu veya bu şartların zorlamasıyla veya rastgele bir araya gelmiş bulunmaları ile bir millet teşekkül etmez. Millet, geçmiş hayatta ortaklık ister. Millet yaşanmakta bulunulan hayatta da ortaklık ister. Millet gelecek için fikir, ideal ve isteklerde de ortaklığı icap ettirir. Böylece de insan toplumlarının en güçlü, en kuvvetli, en mükemmel şekli olan millet teşekkül eder. Fakat unutmamak gerekir ki, bir millet doğrudan doğruya fertlere dayanmazdan önce, fertlerin meydana getirdikleri aileye dayanır.

Aile, insanların meydana getirdikleri ilk ve en esaslı toplum birimidir. Aile, insanın ilk sığınağıdır ve ilk “Dayanışma şeklidir”.

Millet kavramının henüz teşekkül etmediği çağlarda ve toplumlarda, insanlar aileden sonra, ailelerin birleşmesiyle oluşan kabile veya aşiret gibi üst toplumları oluşturuyorlardı. Millet kavramı henüz teşekkül etmediği için kabile ve aşiret gibi aile üstü toplumlar, kendi aralarında ancak siyasi bağlarla birleşerek ilkel tipte devletler kurabiliyorlardı. Fakat millet ve milliyet kavramları gelişince, ailelerle millet arasındaki topuluk çeşitleri eridi, ortadan kalktı. Ve fertler teşkil ettikleri ailelerle, doğrudan doğruya millet dediğimiz o üstün insan topluluğunun unsurlarını, parçalarını meydana getirdiler.

Onun için bugün Türk Milletinde fertler, bunların teşkil ettiği aileler ve sonra bizzat millet vardır.

İşte bu sosyolojik gerçek karşısındadır ki, yeni Anayasamızın 41’inci maddesi, “Aile Türk Milletinin temelidir” demektedir.

Ailenin, milletimizin temeli olduğu hakikati, bizi, milletimizi, millet varlığımızı korumak için onun temelini teşkil eden Türk ailesini korumaya sevk eder. Madem ki, aile Türk Milletinin temelidir, o halde, Türk Milletini korumak ve ebediyete kadar sürdürmek, Türk ailesini korumakla, yani milletin temelini teşkil eden bu “ilk birliği” korumakla mümkün olur.

Ailenin temeli ise evlenmekle, yani evlilik birliği ile atılır. Bu evlilik birliği içinde meydana gelecek yavrulara, yani milletimizin yeni fertleriyle aile tam şeklini ve kuvvetini kazanır. Ana – baba ve çocuklardan meydana gelen bu ilk birlik, Türk Milletinin temelini teşkil eden ilk birim ne kadar kuvvetli olursa, Milletin temeli de o kadar kuvvetli olur. Temelleri kuvvetli, yani aile varlığı sağlam olan milletler de o nispette kuvvetlidirler.

Kaldı ki, Türk toplumunda bilhassa köy hayatımızda ve kısmen de kasabalarımızda aile aynı zamanda bir üretim birimi de oluşturur. Köylerimizde ve bir dereceye kadar da kasabalarımızda, gerek tarımda, gerek hayvancılıkta, gerek el sanatlarında olsun ailece çalışılır. Ailenin bütün fertleri cinsiyetlerine, yaşlarına ve güçlerine göre, bu üretim faaliyetine katılırlar. Bu tipteki üretici aileler, şehirlerimizdeki diğer ailelerden daha kalabalıktırlar. Birlikte çalışmak ve birlikte üretici olmak, bu ailelerin fertleri arasındaki bağları daha da kuvvetlendirir. Çünkü hayatları, geçimleri, refahları daha ahenkli, daha sıkı şekilde, elbirliği etmelerine bağlıdır. Daha fazla dayanışma göstermelerine bağlıdır.

Türk ailesi, ister köy hayatında, ister şehir hayatında olsun, aslında kuvvetli bir ailedir. Çünkü sadece biyolojik ve hissi dayanışma içinde değildir. Sadece kanunların ve hukukun düzenlemesine de bağlı değildir. İslam dini, aile hayatını da tanzim eden kurallar getirmiştir. O halde aile fertleri bütün diğer bağlara ilaveten, dini emirler ve dini duygular sebebiyle de birbirlerine bağlılık gösterirler.

Aile bir milletin temelini teşkil ettiğine ve Türk ailesi de bu türlü bağlarla, fertlerinin birbiri ile kaynaştığı kuvvetli tip, kuvvetli bir milli temel teşkil ettiğine göre, milletimizi yıkmak isteyenler işe temelden başlamak gerektiğini görerek, evvela Türk aile tipini yıkmaya yönelmişlerdir. Yetişmekte olan gençlerimizi, ailelerinin ellerinden almaya, onları çalmaya yönelmişlerdir. Türlü sapık fikirler ve ideolojiler aşılanarak aile bağlarından, aile görenek, gelenek ve töresinden çalınan, adeta aile hayatını hissi bakımdan terk ederek, dışarıda millet ve devlet düşmanı örgütlerin eline düşürülen gençlerimiz, maalesef şimdi o alçak liderlerinin kendilerine işlettikleri suçların cezasını çekmekte, hesabını vermektedirler.

12 Eylül öncesinde memleketimizin içine düşürüldüğü durumu, gözler önüne getiriniz. Sevgili vatandaşlarım, bizzat bazı olayların şahidi olmamış bulunabilirsiniz. Fakat, onları da basından takip ettiğiniz ve öğrendiğiniz gibi, televizyon ekranlarında da korkunç faciayı kendi gözlerinizle gördünüz, seyrettiniz. Körpe dimağlar esir edilmiş, yeni yeni yetişmekte olan aile fertleri, temiz Türk evlatları, bazı okullarda ve ne yazık ki bizzat örgütçülük yapan bazı öğretmenlerin ve idarecilerin ellerinde, bir kısım yayınlar kendilerine verilerek, şurada – burada, irili-ufaklı gruplar halinde toplanıp, okulda ders görür gibi, derslere tabi tutulup eğitilerek, sonra yeraltı örgütlerinde görevlendirilip, ellerine silah tutuşturularak, kendi vatanlarını bölmeye, kendi devletlerini yıkmaya çalışanların hizmetinde hatta bazen bizzat kendi aile fertlerinin dahi üzerine sevk edilmişlerdir.

Bunlara para verilmiş, silah verilmiş, bir mağarada veya yeraltına kazdıkları ve üstünü örttükleri sığınaklarda yaşayabilmeleri için yiyecek, giyecek eşya ve malzeme tedarik olunmuş ve ailelerini terk edip, kırlara çıkan bu gençler, evlenmeyi reddeden, aile mefhumu tanımayan, yalnızca şehevi hislerini tatminini düşünen gözü kanlı birer eşkıya haline getirilmişlerdir. Bunlar, normal evlenmeyi de reddetmişler, kendilerine göre bir evlenme türü icat etmişlerdir. Ve ismine de “Devrim nikahı” demişlerdir. Kanuni evlenmeyi de kabul etmezler, evlenmeyi de reddederler. Bu hale getirilmişlerdir.

Bunlar memleketin bir tarafından öte tarafına gruplar halinde veya teker teker sevk edilmişler, hatta komşu bazı ülkelere kaçırılarak orada terörist ve anarşist olarak yetiştirilmek üzere, eğitime tabi tutulmuşlar ve kendi ailelerinin ve kendi milletlerinin üzerine saldırtılmışlardır.

O halde görüyorsunuz ki, Türk ailesini her yönü ile ve yeni yetişen nesillerin fikri ve manevi eğitimleri itibariyle koruyamaz ve gençlerimizi Devlet ve millet düşmanlarının ellerinden kurtaramazsak, milletimizi huzur ve sükuna, milletimizi refah ve mutluluğa kavuşturamayız.

Bu sebeple yeni Anayasamızın pek çok yerinde aile ve gençlerin korunması için tedbirler öngörmeye yöneldik.

Anayasadaki işimiz sadece ailenin korunmasına ilişkin bir tek hükümle bitmiyor. Anayasamızın çeşitli maddelerinde genel ahlakın korunması yolunda yer alan hükümlerin başlıca hedefi Türk ailesinin ana, baba ve evlatlar olarak sağlamlığını korumaya yöneliktir.

Bunun içindir ki, gençliğin korunması için Anayasaya özel hükümler koyduk.

Atatürk’ün Türk İstiklal ve Cumhuriyetini en kutsal görev olarak kendisine emanet etmiş bulunduğu Türk gençlerini ve gençlerimiz yoluyla Türk ailesini korumak için Devlet, elinden gelen her fedakarlığı gösterecek, hiçbir gayreti ve tedbiri esirgemeyecektir.

Çünkü, milletimizin geleceği, gençlerimizin yetişme tarzlarına bağlıdır. Gençlerimizi müspet ilim anlayışı içinde yetiştireceğiz. Atatürk ilkelerini bilir, tanır ve uygulamaya yetenekli bir biçimde yetiştireceğiz.

Gençlerimizi milli kültürümüz içinde yetiştireceğiz. Gençlerimize milli tarih şuurumuzu mutlaka vereceğiz ve onlara tarihi ile iftihar etme duygusunu aşılayacağız. Başkalarının tarihi ile değil, kendi tarihi ile övünmesini öğreteceğiz ve yine gençlerimizi Türk töresi içinde yetiştireceğiz. Türk geleneklerine göre yetiştireceğiz. Yani onları, yabancı kültürlere, yabancı törelere çaldırmayacağız.

Sevgili vatandaşlarım, Türk töresi ve gelenekleri içinde yetişecek gençlerimiz, Türk toplumunun uyumlu ve bu toplumun istikbal, refah ve saadetine doğru sürükleyici ve sevk edici birer unsuru olacaklardır ileride…

Milletinin bütün özelliklerini bilen, milli tarihini bilen, o tarihin acı ve tatlı bütün olaylarıyla şuuruna varan, böyle köklü, böylesine eski ve köklü bir tarihin evlatları olmanın şuur ve iftiharı içinde gençlerimiz, Türk İstiklal ve Cumhuriyetinin hakkıyla koruyucusu, savunucusu ve yücelticisi olacaklardır.

Yine, gençlerimizi istisnasız her türlü kötü alışkanlıktan kesinlikle koruyacağız. Alkolizmden, uyuşturucu ve keyif verici madde kullanmaktan, seks manyaklığından, kumardan, cehaletten, kültürsüzlükten, saygısızlık eğilimlerinden kurtaracağız. Her ne pahasına olursa olsun, gençlerimizi yurdumuzun çevresini saran ve içeriye nüfuz etmeye çalışan ve yavaş yavaş maalesef nüfuz etmekte olduğunu gördüğümüz bu afetlerin hepsinden, hepsinden mutlaka koruyacağız.

Türk gençleri boş zamanlarını beyhude geçirmeyeceklerdir. Boş zamanlarını beden ve fikir gücü ve sağlığı kazanacak şekilde geçireceklerdir. Onlara her yönde bilim, sanat ve beceri öğretmenin yollarını ve okullarını açacağız. Onlara her türlü fedakarlığı göstererek, eğitim ve öğretim hayatlarında her yönden koruyacağız.

Türk evlatlarını yabancı odaklara, sapık ideolojilere, vatan ve millet düşmanlarına çaldırtmayacağız. Onları biz yetiştireceğiz, biz koruyacağız. Onları, tertemiz ailelerine ve asil milletimize her bakımdan layık insanlar olarak bu topluma kazandıracağız. Bu kutsal gaye uğruna, Devlet olarak ailelerle, ana – babalarla sıkı işbirliğine gireceğiz. Türk Gençliğine el atan bütün hainlerin ellerini tutacak ve kıracağız. Bu hususların hiçbirinde ihmale müsamaha etmeyeceğiz.

Geçmiş yıllardaki ihmallerin acısını ne kadar ağır çekmekte olduğumuzu hepimiz biliyoruz. Yanlış yollara sapmış ama kurtarılması mümkün görülen gençlerimiz, evlatlarımız var. Onları kurtaracağız. Sayıları az da olsa, kurtarılmasına imkan kalmamış gençlerimiz var. Onlar için yalnız aileleri gözyaşı dökmüyor, Milletçe hepimiz gözyaşı döküyoruz. Fakat ne çare ki, hiçbirimizin elinden artık yapılabilecek bir şey gelmiyor. Milletimizin, memleketimizin, Devletimizin varlığı ve bütünlüğü her şeyden üstündür diyoruz.

Geçmiş yıllardaki aldırmazlıkların, hainlik derecesine varmış bazı yersiz ve gereksiz hoşgörülerin, ihanet noktasına kadar gelmiş ihmallerin ziyan ettirdiği gençlerimize şüphesiz acıyoruz. Fakat ne çare ki, bazı gençlerimizi artık kurtaramıyoruz. Onun içindir ki, bundan sonra milyonlarca Türk evlatlarının bir tekini bile çaldırtmamak, kaybetmemek, ziyan etmemek için imkanlarımız ve gücümüzün üstüne çıkan her şeyi yapmak mecburiyetindeyiz. Onları koruyacak, çaldırtmayıp yetiştirecek, Türk Milletinin temeli olan ailelerine ve Türk Milletine mutlaka kazandıracağız.

Bu konuda serhat şehrimiz Edirne’de de söylediğim gibi, kıymetli öğretmenlerimizin ve çok kıymetli ailelerin ve ana – babaların Devlete yardımcı olmalarını istiyoruz. Elbirliği ile bu çocuklarımızı kurtaracağız. Bu konuda yalnız Devletin gücü yetmeyebilir. Ama elbirliği yaparsak, devlet – aile ve öğretmen elbirliği yaparsa, bu çocuklarımızı muhakkak kurtarmış oluruz.

Sevgili hemşehrilerim, biraz da size Anayasamızda mülkiyet ve miras haklarına dair yer alan esaslardan bahsetmek istiyorum.

Bildiğiniz gibi, mülkiyet kutsal bir haktır. Değil yalnız insanlarda, fakat başka yaratıklarda bile mevcut bulunan bir histir, duygudur. İçgüdüden gelme olsa bile bir kavrayıştır. Bilirsiniz leylekler gider, ertesi sene gene aynı yuvasına konar. Kırlangıçlar gene gelir yuvasını bilir. Demek ki, mülkiyet onlarda da var.

Mülkiyet hakkı hiçbir zaman ortadan kaldırılamaz. Yok edilemez. Mülkiyeti ortadan kaldırmak için yola çıkan rejimlerin hepsi, zaman içinde az veya çok mülkiyete dönmek ve onun zaruret ve mecburiyetlerini kabul etmek durumunda kalmışlardır.

Ancak şu var ki, çağdaş dünyamızda mülkiyet, insanların canlı veya cansız mallar üzerinde sınırsız, mutlak bir hakimiyeti şeklinde kabul edilmemektedir. Eski toplumlarda mülkiyet öylesine sınırsız bir hak olarak tanınırdı ki, mal sahibi malını isterse kullanır, dilerse kullanmadan bırakır ve hatta o malın değeri ne olursa olsun onu yakıp, yıkabilir, bütünü ile tahrip edebilir ve ortadan kaldırabilirdi. Bugün artık böylesine mutlak ve sınırsız bir mülkiyet anlayışı mevcut değildir. Zira her mal artık milli servetin bir parçası haline gelmiştir.

O mal, ya başka malların üretilmesine yarar, o halde o yolda kullanılmalıdır. Yahut o mal, insan emeği ile veya insanların ihtiyaçlarını giderecek biçimde, kendiliğinden meydana gelmiştir. Bu takdirde de insanların ihtiyacı için kullanılmalıdır.

Mesela hiç kimse keyfi öyle istediği için kendi öz malı da olsa evini barkını, çiftini, çubuğunu, bahçesindeki tarlasındaki ürününü yakamaz, yıkamaz, “Mal benim değil mi, canım öyle istedi” diye otomobilini bir uçurumdan aşağıya salıveremez. Denizdeki teknesini keyif için batıramaz. Çünkü bunların hepsi, milli servetimizin bir parçasıdır, milli üretimimize bir katkıda bulunmaktadır. Ama, bunun için bizde, kişilerin özel mülküne el koyup o mülkü onun elinden çekip almak yoktur.

Bizim koyduğumuz kural şudur; mülkiyet hakkının kullanılması, toplumun yararına aykırı olmamalıdır. Yani herkes kutsal saydığımız mülkiyet hakkını topluma yararlı biçimde kullanmalıdır. Hiç kimse ben “Şu memleketin, şu kadar verimli, şöylesine geniş toprağını aldım; burada çok ürün yetişir ama ekmeyeceğim, kimseye de ektirmeyeceğim, öyle olduğu gibi bırakacağım, herkes kendi başının çaresine baksın” diyemez.

Böyle bir durumda mal sahibi malını toplum yararına aykırı kullanmış olur. Halbuki toplumun o maldan elde edilecek ürüne ihtiyacı kesindir. Mal kalır. İnsan ise gelip geçicidir. Ne demiş Yunus Emre, “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?” diye soruyor. İlk sahibi bu dünyayı, bu kainatı, yaratandır. Yarattığı malın mülkün onlardan istifade edecek kullarının ihtiyaçlarına yöneltilmesini, Yaratan istememiş mi? Sizlere en çok bilinen bir hususta misal vereyim Dinimizde tarımsal bakımdan bir mecburiyet yokken, meyve veren bir ağacı kesmek haram değil midir? Bu haramdır, günahtır. Çoğu zaman da bir suçtur. Hatta bir düşman toprağı ele geçirilse, o topraktan düşmana ait bulunan meyveli ağaç bile kesilmez. Meyveli olduğu takdirde düşmanın malına bile dokunulmaz. Dinimiz bunu böyle emretmiyor mu ?”

İşte sevgili vatandaşlarım, bütün bu düşünceler ve zaruretlerdir ki, milli serveti korumak ve milletin ihtiyacı olan bu ürünlerin her türlüsünü bu milli servetten almak, yahut bir malı başka bir milli ihtiyacın giderilmesine tahsis etmek için Anayasamız, bundan evvelki Anayasanın da söylediği gibi, mülkiyetin toplum yararına aykırı olarak kullanılmasını yasaklıyor. Mülkiyet hakkını kutsal olarak kabul etmekle beraber, kamu yararı gerektirdiğinde bu hakkın sınırlanabileceğini de tabiatıyla kabul ediyor.

O halde toplum yararına aykırı olarak kullanılmadıkça, bir kimsenin malına dokunulamaz. Mülkiyet hakkına da ilişilemez.

Fakat toplum yararı gerektirdiği takdirde bir mala ancak karşılığı verilmek şartıyla ve toplum yararı için kullanılmak üzere el atılabilir. Buna kamulaştırma denir. Kamulaştırma çok eski bir usuldür ve bir zarurettir.

Bizim bir de toprak meselemiz var. Nüfusumuz artıyor, o halde tüketim ihtiyacımız da artıyor. Toprağımız ise bellidir ve sabittir. Toprak artmaz. üstelik bizde, ormansızlık veya bitki örtüsünün tahribi sonucunda rüzgar, yağmur ve sellerle toprağımız erozyona uğruyor. Yani aşınıyor. Topraklarımızın üzerindeki verimli tabaka, tarıma elverişli olan kısım, sellere kapılarak derelere, çaylara, ırmaklara, nehirlere sürüklenip gidiyor.

Ormanı bol ve tahrip edilmemiş olan, toprağının üzerinde bitki örtüsü bulunan memleketteki ırmaklara, nehirlere bakarsanız, onların suları berrak akar. Dönüp bizim memleketimizdeki ırmaklara, nehirlere bakarsanız, hepsi çamur halinde akar. İşte o nehirde akıp giden çamurun sebebi, ormansızlıktan dolayı topraklarımızın yağmur ve sel suları önünde denizlere sürüklenip gitmesi ve kaybolmasıdır.

Nüfusumuz çoğalıyor, toprağımız belli, topraksız köylümüz var. Bu durumda biz, topraklarımızı en çok verim alabilecek bir şekilde işletmeli, ekip biçmeliyiz. Birinci maksat budur.

Bunun için Devlet kendi eliyle, topraksız çiftçiye toprak dağıtacak ve her zaman için de bütün çiftçilere topraktan daha çok, daha değerli, ürün almak için gereken bütün yardımları yapacaktır.

Eğer toprak dağıtmak için kamulaştırma yoluna gidilirse, toprağı kamulaştırılacak olan mal sahiplerine verimli şekilde işletilecek ölçüde toprak bırakılacaktır. Yoksa birine toprak verirken, ötekini topraksız hale getirmek yoktur. Buna bilhassa dikkat edilecek, toprak sahibine bırakılan toprağın verimli bir şekilde işletilmesini engelleyici bir durum yaratılmayacaktır. Kendisine toprak verilen çiftçi bu toprağı bölemeyecektir. Toprakların memleketin muhtelif bölgelerindeki verimlerine ve özelliklerine göre, değerince işletilebilmesi için en küçük birimlerin ne miktarda olacağı tespit edilecektir. Kendisine toprak verilen çiftçinin de aldığı bu topraktan geçinebilmesi için gereken ölçüde dağıtım yapılacaktır.

Hiç kimsenin toprağına karşılıksız el atılmayacaktır. Hiç kimse kendiliğinden kalkıp da bir başkasının toprağında hak iddia edemeyecektir. Dağıtım Devlet eliyle tespit edilen asgari verim ölçüleri içinde, şartları, usulleri kanunlarla belirtilmek suretiyle yapılacaktır.

Toprak sahibini de koruyacağız. Topraksız çiftçiyi de toprağa kavuşturacağız. Fakat asıl mesele, bundan sonra topraktan en uygun ürünü, en bol şekilde almak meselesidir. Bunun için Devletin ne türlü yardımlarda bulunacağını, nasıl bir teşkilat ile bu yardımı çiftçinin ayağına götüreceğini tespit edeceğiz. Mesele yalnız topraktan alınabilecek azami ürün meselesi de değildir.

Türkiye’de büyük bir iktisadi güç ve imkan olan hayvancılık da geliştirilmelidir. Bu hayvancılık konusuna da Edirne’de değindim. Meralarımızı, çayırlarımızı tarla haline getirmeyelim. Ondan sonra biz de başka ülkelerden hayvan satın almak zorunda kalırız. Bizden sonra gelen nesiller, eğer hayvan almak zorunda kalırsa, bizlerin hepimize beddua ederler.

Bu alanda da, bu hayvancılık alanında da Devletin planlı ve programlı bir biçimde ve istikrarlı bir surette yardımları tespit edilecek ve gerçekleştirilecektir.

Sevgili vatandaşlarım, sizlere, bir milletin esasını teşkil eden, temelini teşkil eden aile ve mülkiyet hakkı üzerinde de bu bilgileri vermiş bulunuyorum.

Başlangıçta da söylediğim gibi, böylece şehirlerimizde yaptığımız konuşmayı da burada bitiriyorum. Ancak, bir noktaya temas edeceğim. Gerçi bugün öğleden evvel İstanbul’da buna değindim amma, burada da buna kısaca değineceğim.

Bir vatandaş bana telgraf çekmiş, uzun uzun. Çok geldi ya, bunlardan bir tanesi, “Sayın Devlet Başkanım” diyor, “Kendini çok yoruyorsun, kendini üzme, bu memleket, bu millet, eğer pazar günü vereceği oylarda yüzde yüz çıkmaz da yüzde doksandokuz çıkarsa, o yüzde bir” diyor, “Yanlışlıktan” olmuştur. “Kendini yorma” diyor. Ben o vatandaşıma bu iyi niyetinden bu hüsnüniyetinden dolayı sizlerin huzurunda teşekkür ediyorum. Ama, yine biliyoruz ki, bizim karşımızda olan gruplar da var. Menfaatleri haleldar olmuş, hapsedilmiş, bu memleketi bölmeye çalışmış, başka ideolojilerin gelmesi için çaba sarf etmiş bir sürü insan var. Elbette biz bunlardan olumlu oy beklemiyoruz. Fakat, Türk Milletinin sağduyusuna güveniyoruz. Türk Milletinin, bu memlekete sahip olacağına inanıyoruz ve bu inancımızla Anayasamızın da çoğunlukla kabul edileceğini düşünüyoruz.

Eğer, böyle bir çoğunlukla Anayasa kabul edilirse, hem yurt içindeki bu menfi tutum içerisinde olanların ağızları kapanacak, dilleri tutulacak, hem de Avrupalı dostlarımızdan bazılarının sesleri kesilecektir. Gerçi bugüne kadar, biz, koparılan bunca fırtınalara ses vermedik. Doğru bildiğimiz yolda yürüdük. “Filan ülke bunu diyormuş, falan ülke bunu diyormuş” diye kendimizi bu gibi şeylere kaptırmadık. Ama, onların seslerinin de kesilmesi lazım.

Şimdi biraz da Sayın Valinizden il’in problemleri hakkında bilgi alayım. Ondan sonra da uçağımıza binip Ankara’ya dönelim.

Ben bu geceyi burada geçirmek istiyordum. Fakat, sabahleyin saat 10.00’da Ankara’da bulunmak zorundayım. Onun için burada kalamıyorum. Başka bir zaman gelip kalacağım. Eğer biraz daha konuşacak olursam, yarın radyo ve televizyon konuşmasında sesim çıkmaz sonra, anlayamazsınız.

Hepinize, bu içten tezahüratınız ve samimiyetiniz için şahsım, Konsey Üyesi arkadaşlarım ve Başbakan adına teşekkür ediyorum. Size mutlu yarınlar diliyorum. Ve hepinize Allahaısmarladık diyorum. Sağolun… 

Radyo televizyon konuşması (5.11.1982)

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı”nı 5 Kasım 1982’de radyo-televizyon konuşması ile tamamladı. 
 
Devlet Başkanı Orgeneral Evren’in konuşmasından…


 “12 Eylül öncesinin ıstırabını, kalpleri bir tek kalp gibi birlikte atan Türk Milleti, bütünüyle ve hep beraber yaşadığı gibi, her Türk vatandaşı o feci, elemli ve kederli hayatı, bir de kendisi tek başına yaşamıştır. “

 “Ya 12 Eylül öncesinin felaketlerinden şahsı veya aile fertleri bakımından onun da hissesine bir felaket düşmüş, yahut muzdarip bir milletin ferdi olarak, elem, keder, ümitsizlik, güvensizlik ve can korkusu içinde bir “Milli ıstırabı” nefsinde duymuştur.”

 “Şimdi 7 Kasım’da sandık başına giderek bu Anayasa için oy kullanacaktır. Her biri ayrı ayrı, fevkalade değerli ve önemli olan bu vatandaş oylarının sonucunda kendinizin, aile ve evlatlarınızın ve memleketimizin kaderini tayin edeceksiniz…”

 “Bu ülkenin 12 Eylül öncesine tekrar gelmesini istiyor muyuz? İstemiyor muyuz? Bütün sorular, bütün meseleler, işte bu bir tek soru içinde toparlanmakta. Bu bir tek soru içinde çözülmektedir.”

 “7 Kasım günü, kabul ve tasvibinizle, bu Anayasa, bizzat Türk milletinin kendi eliyle koyduğu bir Anayasa halini alacak, doğrudan doğruya sizlerin kendi eseriniz, kendi iradenizin mahsulü olacaktır.”

 “Bu Anayasanın bütün hükümleri, Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı içinde ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda yorumlanıp uygulanacaktır.”

 “Bu Anayasanın bütün hükümleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet refahı, maddi ve manevi mutluluğu ve çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde yorumlanıp uygulanacaktır.”

 “Bu Anayasanın bütün hükümleri, millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu, kimsenin, hürriyetçi demokrasi ve onun icapları ile belirlenmiş olan hukuk düzeni dışına çıkmayacağı yönünde yorumlanıp uygulanacaktır.”

 “Yeter ki, 12 Eylül öncesine bir daha dönülmesin… Yeter ki, 12 Eylül öncesi, kesinlikle tarihe karışabilsin ve yeni bir Devlet ve Hukuk düzeni içinde, sadece, zaman zaman aklımıza gelebilecek bir acı hatıra olarak kalsın… Bunu sağlamak, sizlerin elinizdedir.”

 “Hepimiz, gelip geçiciyiz… Kalacak ve yaşayacak olan ise yalnız Türk milletidir… O halde sandık başında, bu milletin geleceğine karşı olan borcumuzu yerine getirelim.”

 “Bu Anayasanın memleketimize “Sağlam bir demokratik rejim” getireceğine, vatandaşlarımızı her türlü hak ve hürriyet içinde mutlu kılacağına, Türkiye Cumhuriyetini gerektiği gibi güçlendireceğine inanıyorum.”

 “24 Ekim akşamı, sizlere ilk hitabımda söylediğim gibi ben, bu Anayasaya kefil oluyorum. Bunu tasvip etmenizi, Devlet ve memleketimizin geleceği ve evlatlarımızın, Türk milletinin istikbali için sizlerden istiyorum.” 
 

Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in, “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma Programı” çerçevesinde radyo ve televizyondan yaptığı son konuşma şöyle: 

Yeni Anayasamızı tanıtmak üzere, sizlere ilk olarak 24 Ekim akşamı televizyondan hitap etmiştim. O günden bu yana, memleketimizin doğusundan batısına; kuzeyinden güneyine muhtelif illerimizden sizlere hitap ettim. Bu akşam, yeni Anayasamıza ilişkin olarak, halkoylamasından önce, sizlerle son konuşmamı yapıyorum.

Aziz vatandaşlarım,

12 Eylül öncesinin ıstırabını, kalpleri bir tek kalp gibi birlikte atan Türk Milleti, bütünüyle ve hep beraber yaşadığı gibi, her Türk vatandaşı o feci, elemli ve kederli hayatı, bir de kendisi tek başına yaşamıştır. Ya 12 Eylül öncesinin felaketlerinden şahsı veya aile fertleri bakımından onun da hissesine bir felaket düşmüş, yahut muzdarip bir milletin ferdi olarak, elem, keder, ümitsizlik, güvensizlik ve can korkusu içinde bir “Milli ıstırabı” nefsinde duymuştur.

Şimdi 7 Kasım’da sandık başına giderek bu Anayasa için oy kullanacaktır. Her biri ayrı ayrı, fevkalade değerli ve önemli olan bu vatandaş oylarının sonucunda kendinizin, aile ve evlatlarınızın ve memleketimizin kaderini tayin edeceksiniz…

Bunun ne kadar önemli ve kutsal bir görev olduğunu her Türk vatandaşının ayrı ayrı bildiğinden ve vereceği oyun mes’uliyetini vicdanında hissetmekte olduğundan şüphe edilemez.

Konuşmalarım boyunca, Anayasa ve memleketin geleceği üzerinde zihinlerinizde oluşan bütün suallere cevap verdiğimi tahmin ediyorum. Fakat bilmenizi isterim ki, zihinlerinizde uyanan ve bir kısmını benim cevaplandırdığım, bir kısmına da kendiniz, gereken cevapları bulduğunuz sorularınızın. arasında, bunların hepsini içine alan ve hepsini toparlayan, Türk varlığının geleceğini, üzerinde yazılı bir tek kelimelik oylarınızla cevaplandıracağınız asıl soru şudur:

Bu ülkenin 12 Eylül öncesine tekrar gelmesini istiyor muyuz? İstemiyor muyuz?

Bütün sorular, bütün meseleler, işte bu bir tek soru içinde toparlanmakta. Bu bir tek soru içinde çözülmektedir.

Eğer, 12 Eylül öncesine dönmeyi ve o felaketli günleri ve yılları tekrar ve bu sefer belki de daha da feci bir şekilde ve kurtuluş ümitleri kaybedilmiş bir surette yaşamayı istemiyorsak, öbür gün sandık başında beyaz oy kullanarak, Anayasaya kabul diyecek ve böylece Anayasayı kabul edeceğiz..

7 Kasım günü, kabul ve tasvibinizle, bu Anayasa, bizzat Türk milletinin kendi eliyle koyduğu bir Anayasa halini alacak, doğrudan doğruya sizlerin kendi eseriniz, kendi iradenizin mahsulü olacaktır.

Bu Anayasanın bütün hükümleri, Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı içinde ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda yorumlanıp uygulanacaktır.

Bu Anayasanın bütün hükümleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet refahı, maddi ve manevi mutluluğu ve çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde yorumlanıp uygulanacaktır.

Bu Anayasanın bütün hükümleri, millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu, kimsenin, hürriyetçi demokrasi ve onun icapları ile belirlenmiş olan hukuk düzeni dışına çıkmayacağı yönünde yorumlanıp uygulanacaktır. Bu Anayasa ile, Devlet organları arasında 12 Eylül öncesi gördüğümüz çekişme ve çatışma sona ermektedir. Organlar arasında üstünlük mücadelesi kesilmiştir. Üstünlük, yalnız Anayasada ve kanunlarda aranacaktır.

Bu Anayasa, Türk milli menfaatlerini her şeyin üstünde tutar. Hiçbir düşünce ve mülahaza, Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesi ile bölünmezliği esasının karşısında himaye göremez. Hiçbir düşünce ve mülahaza, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliğinin, ilke ve inkılaplarının ve medeniyetçiliğinin karşısında, korunma isteyemez. Kutsal din duyguları Devlet işlerine ve politikaya karıştırılamaz.

Bu Anayasa, temel hak ve hürriyetlerden, eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak, milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde, onurlu bir hayat sürdürmeyi, maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirmeyi her Türk vatandaşının doğuştan sahip olduğu bir hak olarak tanır.

Her vatandaşın, bir fert olarak, doğuştan sahip bulunduğu bu hakkın yanı sıra, Türk vatandaşlarının bir bütün olarak sahip bulundukları bir hak daha vardır ki, o da, birbirinin hak ve hürriyetine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla, yurtta da, cihanda da sulh isteyerek, huzurlu bir hayat talebidir… Sevgi ve kardeşlik duyguları, fertler arasında kader birliği, hayat birliği ile gerçekleşebilir. Vatandaşlar, milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve milli hayatın her türlü tecellisinde ortak olmalıdırlar. Hak ve hürriyetlere saygıyı, sevgi ve kardeşliği, huzur içinde bir hayatı, ancak bu suretle temin edebilmek mümkündür. Hala bazı vatandaşlarımızın zihinlerinde, bazı meseleler çözülmemiş olarak kalmış olabilir. “Acaba Anayasanın şurası şöyle, burası böyle olsaydı daha iyi olmaz mıydı ?” diye düşünebilirler.

Anayasanın ileride belirecek milli ihtiyaçlara göre değiştirilmesi elbette mümkündür. Nitekim bu değişiklik işlemi için Anayasa metninde bir hüküm yer almıştır.

Bu meseleler çözülür. Bütün soruların cevabı verilir. Daha güzel, daha mutlu günler için gerekebilecek bütün çareler bulunur ve bütün tedbirler alınır. Yeter ki, 12 Eylül öncesine bir daha dönülmesin… Yeter ki, 12 Eylül öncesi, kesinlikle tarihe karışabilsin ve yeni bir Devlet ve Hukuk düzeni içinde, sadece, zaman zaman aklımıza gelebilecek bir acı hatıra olarak kalsın…

Bunu sağlamak, sizlerin elinizdedir.

Sizler, bugün aziz Türk milletinin fertleri, yaşayan nesillerisiniz.

Fakat unutmayınız ki, Türk milleti, bugün yaşamakta olan Türk nesillerinden ibaret değildir. Bu büyük millet, bu köklü millet binlerce yıldan beri mevcuttur ve ebediyen yaşayacaktır.

Geçmiş Türk nesilleri, görevlerini gereği gibi yaptılar. Biz, bugün, o geçmiş nesillerin sayesinde varız, onların sayesinde mevcut bulunuyoruz, onların kanları, canları, hayatları ve emsalsiz fedakarlıkları sayesinde yaşıyoruz.

O halde, şimdi bizlerin, yani yaşayan Türk nesillerinin de, gelecek Türk nesillerine,  “Türk milletinin müstakbel varlığına” karşı yerine getireceğimiz borçlarımız vardır. Ecdadımız nasıl bizleri bugün yaşatabilmek için, kendi kanlarını kendi canlarını tereddütsüz feda etmişlerse, bizim de Türk milletinin genç kuşaklarına, gelecek nesillerine ve ebedi varlığına karşı, aynı namus ve fedakarlık borcu içinde olduğumuzu bir an dahi hatırınızdan çıkarmayınız.

İşte, Türk milletinin kaderini sandık başına gittiğinizde, bu borcun vebal duygusu, ağır mesuliyeti ve idraki içinde tayin edeceğinizden eminim..

Hepimiz, gelip geçiciyiz… Kalacak ve yaşayacak olan ise yalnız Türk milletidir… O halde sandık başında, bu milletin geleceğine karşı olan borcumuzu yerine getirelim.

Biz, bundan bin yıl önce, bu aziz topraklara gelerek burayı yurt edinmiş ve vatan yapmışızdır.

Atalarımız tarihin bilinen en eski devirlerinden beri nasıl daima kendi bayrağı altında, kendi Devleti ile hür yaşamışsa, onların ahvadı olan bizler de ebediyen vatan edindiğimiz bu kutsal topraklarda da daima, öylece hür bir yaşam sürdürmek mecburiyetindeyiz.

Öz vatanımız olan, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi, sadece iki büyük kıta arasında bir köprü değil, üç kıtanın düğümlendiği bir yerdir; onların birleşme noktasıdır; üç kıtanın da kilididir. Onun içindir ki, bu vatana sahipliği devam ettirmek kolay değildir. Batıdan doğuya, kuzeyden güneye, doğudan batıya, şu üç kıtanın ifade ettiği alemlerin bütün hayat damarları, bizim vatanımızdan geçer.

Bu sebepledir ki, bizim, kimsenin yurduna karşı gözümüz ve isteğimiz olmadığı halde, Misak-ı Milli ile çizdiğimiz anavatan topraklarımız üzerinde, çeşitli yönlerden gelen isteklerin, arzuların, hırsların, hala ardı arkası kesilmemiştir.

Bizden önce birçok kavimler, şimdi Türkiye dediğimiz bu vatanı kendilerine yurt edinmek, vatan yapmak istemişler, bunu denemişler, ama muvaffak olamamışlardır. Biz muvaffak olduk. Fakat bunu gerçekleştirebilmek için bitmez, tükenmez sonsuz fedakarlıklara katlandık. Bunu milli birliğimiz ve bütünlüğümüz sayesinde başardık. Onun için, bundan sonra da bu vatanın ve milli varlığımızın korunması, bizden sürekli fedakarlık ve uyanıklık isteyecektir.

Bizler, dünyanın ıssız bir köşesinde, unutulmuş bir kıtanın sakin bir kıyısında yaşamıyoruz. Gücümüz ve kuvvetimizle, öyle bir noktada, öyle bir yerde, bir mekan ve vatan tutmuşuz ki, milli birliğimizin bir parça zayıfladığı herhangi bir anda sadece “Yaralanmakla” kalmayız, fakat bütün milli varlığımızı topyekün kaybederiz. Düşmanlarımızın tek hedefinin Türklüğü ortadan kaldırmak, milli varlığımıza son vermek ve haritadan silmek olduğu daima hatırda tutulmalıdır.

Nitekim, Birinci Cihan Savaşı sonunda biz bu korkunç tehlikeyi yaşadık. O savaşta mağlup olan müttefiklerimizden hiçbiri, bizim uğratılmak istenildiğimiz akıbete düşürülmeye çalışılmadı. Fakat sıra bize gelince, düşmanlarımız bizi sadece yenmiş olmakla kalmadılar, Türk varlığını ortadan kaldırmaya, bizi tarihten silip çıkarmaya teşebbüs ettiler…

Bu sebepledir ki, milli birlik, milli bütünlük, milli beraberlik dediğimiz zaman, bu kavramlar biz Türkler için, diğer herhangi bir millet hakkında geçerli olabilenden çok daha yüksek, çok daha kutsal, çok daha hayati milli değerleri ve milli mecburiyetleri ifade eder..

Türk milletinin var olması, onun milli bütün bağlarda, bütün değerlerde ve milli dayanışmalarda, çok sağlam ve kuvvetli bulunması ile kaimdir…

Yurtta sulh cihanda sulh ilkesi içinde, hiçbir komşumuzun topraklarında, yurdunda, varlığında ve menfaatlerinde gözümüz ve niyetlerimiz kesinlikle yoktur. Fakat kendi milli varlığımızı muhafaza edebilmemiz, bizim, her yönden çok güçlü olmamıza bağlıdır.

Dış düşmanlarımıza karşı kesinlikle çaydırıcı olabilmemizle kaimdir.

Ancak, unutmamalıyız ki, günümüzde dış tehlikeler, geçmişte olduğu gibi, sadece düşmanın silahlı kuvvetlerinden ve silahlı tecavüzlerinden doğmuyor. Çağımız, “Gizli Savaş” devrini yaşamaktadır. Düşman, hudutlardan saldırmıyor. Hedefi olan toplumun içine nüfuz ederek, ayrılıkçı, bölücü, milli bağları ve dayanışmaları tahrip edici ve milleti içinden parçalayıcı mihraklar ve unsurlar halinde hedef – ülkenin, halkın ve Devletin içinde belirip ortaya çıkıyor.

60 yıl önce eşsiz kahraman Atatürk’ün önderliğinde şanlı ve şerefli bir İstiklal Savaşı sonucu, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, zaman zaman Devletimize, ülkemize, milletimize karşı bu tür saldırılar ve birtakım suikastler vuku bulmuştur. Fakat bunların en planlı, kökleri en derinlere inen ve emsali görülmemiş derecede yaygın ve korkunç bir şekilde tecelli edenine, milletimizi bir iç savaşın eşiğine getirenine ancak, 12 Eylül öncesinde rastladık.

Atatürk milliyetçiliğinde ırk, dil, din, mezhep, köken ayırımı olmaksızın, kendini samimiyetle Türk sayan, samimiyetle Türk olduğunu söyleyen her vatandaşımız, “Türk” addedildiği halde, asırlarca görülmemiş bir bölücülüğün tohumları, vatandaşlar arasına atılarak, bu aziz milletin evlatları birbirini kırmağa yöneltildi.

Misak-ı Milli sınırları ile çevrilmiş ve öz be öz Türk vatanı olan bu ülke, bölünerek “Kurtarılmış bölgeler”, müstakbel kukla Devletler için mıntıkalar, araziler belirlenmeye girişildi.

Kamu görevlileri “Ayrıcalıkçılığa ve bölücülüğe” düşürülerek kamu hizmetlerinin bütünlüğü parçalandı. Sokaklarda, polis, polisi kovaladı. Öğretmenler bölündü, okullar, öğrenci yurtları, üniversiteler bölündü. Memurlar bölündü. Devlet daireleri, kamu kurumları, birbirine düşman ellerce parsellendi.

Sınıf kavgası tahrik edilerek çalışma barışı ortadan kaldırıldı. Bir kısım işçi vatandaşlarımıza, çalıştıkları ve ekmeklerini çıkardıkları iş yerleri ve tezgahlar, makineler, tesisler tahrip ettirildi.

Anarşi teröre dönüştü. Memlekette can ve mal emniyeti kalmadı… Bütün bunlar yetmiyormuş gibi memleketin kaderi kendilerinin ellerine teslim edilmiş siyasetçiler, sonunun nereye varacağını bir an dahi düşünmedikleri kısır çekişmelerle, Devleti büsbütün aciz ve işlemez hale getirdiler.

Bu gidişin, ne zaman, nerede, hangi sebep ve mucize ile iyiye dönebileceği hususunda hiçbir vatandaşta ümit kalmadı…

Mesela, ne olur, nasıl olur, ne zaman ve hangi sebeple olabilir de, bu gidiş, bir iç savaş yerine, acaba  “Hayırlı bir yöne” dönebilirdi?

Bugün, aradan iki yıl geçti. Bütün vatandaşlarıma soruyorum Eğer 12 Eylül Harekatı olmasaydı, onun yerine acaba ne olur, nasıl olur, kimin tarafından olur da memleket kısa bir süre içinde bu korkunç iç savaşın kenarından kurtarılıp da selamete ulaştırılabilirdi? Bu, nasıl, hangi vasıta ve suretle olurdu? Bunu soruyorum. Bu sorudan kaçınılmaz… Bunu şimdi ben sormasam bir gün tarih mutlaka soracaktır.

Şimdi el altından propagandalarla, fısıltılarla, türlü saçma sapan mazeretler ileri sürenlere, çocukların bile inanmayacakları izahlarla kendilerini tarihin pençesinden kurtarmaya çalışanlara yarın, Türk milleti ve Türk tarihi ilk fırsatta bu suali soracaktır: “Memleket korkunç ve kanlı bir iç savaşa hızla giderken, sizler, kısır çekişmeler içinde, en basit görevlerinizi bile yerine getiremiyordunuz… Yasama organını çalışamaz hale sokmuştunuz… Anarşi ve terörü kesin şekilde bastıracak, yok edecek hiçbir kararı alamıyor, hiçbir kanunu çıkaramıyor, aylar ve aylarca türlü parlamento oyunları içinde, Devlete bir Cumhurbaşkanı bile seçemiyordunuz… Acaba ne bekliyordunuz? Ne umuyordunuz?… Hangi mucizenin meydana geleceğini ve neye dayanarak memleketin bu iç savaş eşiğinden dönerek selamet ve kurtuluş yoluna gideceğini zannediyordunuz.

O ahval içinde eğer, memleketi bölünmekten, parçalanmaktan ve milleti kanlı bir iç savaştan alıkoyacak ve çevirecek, Devleti yıkılmaktan kurtaracak olan, şayet bir türlü içinize sindiremediğiniz şekilde gene Türk Silahlı Kuvvetleri değil idiyse, acaba kimdi, neydi ve nerede idi ?”

Ama şimdi bu sorumlu siyasi kadro, el altından türlü propagandalar sürdürmektedir.

Anayasaya ret oyu verilmesi için sinsi kampanyalar açmışlardır. Hukuka, adalete ve demokrasiye olan inanç ve saygımız nedeni ile kendilerine gösterdiğimiz hoşgörüyü insafsızca sömürmektedirler.

Sinsice neler neler söylemiyorlar sevgili vatandaşlarım.

Atatürk’ün gözlerinin renginin mavi olup, mavi baktığından tutun da denizin mavi sularında serinleyen, gökyüzünün maviliklerinde huzura kavuşulacağına kadar mavi rengi ima ederek güya parlak buluşları ile “Ret” oyunu telkine yeltenmektedirler.

Bu arada bazı usta hainler, askeri yönetimin başarısını bir koz olarak kullanıp gayelerine ulaşabilmek için bakın ne diyorlar: “Asayiş ve huzuru sağlayan askeri yönetimin kalmasını istiyorsanız Anayasaya hayır deyin. 0 zaman askerler daha. uzun süre yönetimde kalırlar, böylece milletçe uzun süre güven içerisinde yaşamış oluruz”.

Böyle söyleyenlerin gayelerinin Silahlı Kuvvetleri uzun süre politikaya bulaştırmak, yıpratmak ve memleketin son dayanağı olan bu gücü de ortadan kaldırarak hedeflerine ulaşmak olduğu bütün vatandaşlarımca takdir edilecektir.

Aziz Vatandaşlarım,

Sizlere gelip, kulaklarınıza eğilip, Anayasaya mavi oy, ret oyu vermenizi söyleyenlerin yakasından tutunuz ve sorunuz : “Peki, bu Anayasa reddedilirse ne olacak ?”

Menfi propaganda yapanlara mutlaka sorunuz : “Bu Anayasa kabul edilmezse kendileri acaba ne yapabileceklerini sanmaktadırlar”.

Bu soruyu mutlaka sorunuz ve buna ısrarla cevap isteyiniz.

Size “Memleketi biz kurtarırız” mı diyeceklerdir? “Sizlerin ellerinize teslim edilmesini istiyorsunuz. Bu husustaki iddianız, hak ve talebiniz, Devleti çökertmek ve memleketi batırmaktaki becerinizden mi ileri geliyor?” deyiniz.

Onlara sorunuz : “Yüksek bir siyasi yönetim tecrübesinden, yönetim kabiliyetinden mi bahsediyorsunuz? Tecrübeniz, memleketi batırmak ve marifet ve kabiliyetiniz de, memleketin iç savaşa sürüklenişini seyretmek miydi ?” deyiniz…

Aziz Vatandaşlarım,

Ekonomik sıkıntılardan tamamen kurtulmak için de, memlekette anarşinin, terörün, bölücülüğün kökünü kazımak için de milletçe ve Devletçe çok kuvvetli olmaya mecburuz..

Bize bu kuvveti evvela milli birlik ve beraberliğimiz, sonra da, kabul ve tasvibinize sunduğumuz bu Anayasa verecektir. Kuvvetli olduğumuz müddetçe ekonomik sıkıntılarımızın da, anarşi ve terörün de üstesinden geliriz.

Fakat bilinmelidir ki, bu iki tür meselemiz de tıpkı her insanın bünyesinde mevcut mikroplar gibidir.

Bünye kuvvetli olduğu zaman, o mikroplar uyur halde kalırlar, faaliyete geçemezler, tesirlerini gösteremez, bünyeyi kemiremez ve onu yatağa düşüremezler. Ancak, gene, aynen insan bünyesinde olduğu gibi, bünye zayıf düşerse, sağlık şu veya bu sebeple haleldar olursa, mikroplara karşı muafiyet ve mukavemet azalır. O zaman sağlıklı bir insan, kendi sağlığını tahrip eden hastalıklara kendisi bile şaşar: “Bende bu rahatsızlıkların, bu hastalıkların hiçbiri yoktu. Şimdi nereden geliyor bunlar?” der.

Milletlerin bünyeleri de aynen böyledir. Milli bünye güçlü ve kuvvetli olduğu zaman kötülük mikropları, bu bünyede tahribat yapamazlar. Harekete geçemezler, bünyeyi kemiremezler.

İktisadi krizler ve çalkantılar, bütün dünya ülkelerini tesiri altına almıştır. Bugün, bu sarsıntılara tabi olmayan bir tek ülke yoktur.

Radyolardan, televizyondan, basından takip ediyorsunuz, anarşi ve terör de her memlekette mevcuttur ve değişik şekil ve derecelerde hükmünü yürütebilmektedir.

Görüyoruz ki ancak, kuvvetli milli bünyeler, bunlara karşı durabiliyorlar. Kuvvetli milli bünyelere dayanan devletler, gerek ekonomik kriz ve sarsıntılara, gerek anarşi ve teröre karşı koyarak, onların tesirlerini ortadan kaldırabiliyor, onların milli bünyelerindeki tahribatını önlüyor veya asgariye indirebiliyorlar.

İşte böyle, güçlü bir milli bünyeye ve buna dayanacak güçlü bir milli Devlete sahip olmak mecburiyetindeyiz.

Türk milleti en güç ve tehlikeli anlarda, üstün vatan sevgisi ve sağduyusu ile ve milli birlik ve beraberlik içerisinde en doğru yolu bularak benliğini ve bütünlüğünü korumasını bilmiştir. Güven dolu mutlu yarınlarımızın en sağlam teminatı budur. Bizim vatan sevgimiz ve sağduyumuzla tasvibinize sunduğumuz Anayasa üzerinde çok düşündük, çok çalıştık. Çok göz nuru döktük. Bu Anayasanın memleketimize “Sağlam bir demokratik rejim” getireceğine, vatandaşlarımızı her türlü hak ve hürriyet içinde mutlu kılacağına, Türkiye Cumhuriyetini gerektiği gibi güçlendireceğine inanıyorum.

24 Ekim akşamı, sizlere ilk hitabımda söylediğim gibi ben, bu Anayasaya kefil oluyorum. Bunu tasvip etmenizi, Devlet ve memleketimizin geleceği ve evlatlarımızın, Türk milletinin istikbali için sizlerden istiyorum.

Bütün vatandaşlarıma saygı ve sevgiler sunuyorum. 

Radyo televizyon konuşması (12.11.1982)

7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, 1982 Anayasası’nın halkoylaması sonucu kabul edilmesinden sonra 12 Kasım 1982’de radyo ve televizyondan konuşarak, vatandaşlara teşekkür etti.
Evren, “Vatandaşlarımızın gösterdikleri bu yüksek seviyedeki siyasi bilincin, Türk milletinin, hürriyet ve demokrasiye sahip olma azminin kesinliği yönünden, bütün dünyada derin bir saygı ve hayranlık uyandıracağından şüphe etmemekteyim” dedi. 
 

Cumhurbaşkanı Evren’in konuşmasından…

 “Bu oylama sonunda görülmüştür ki, oy kullanma hakkına sahip bulunan vatandaşlarımızın yüzde 91’i sandık başına gitmiş ve bu yeni Anayasayı oylamak gibi, siyasi haklarının en önde gelen bir hakkını, yargının mutlak denetim ve yönetimi altında büyük bir serbesti içerisinde kullanmıştır.”

 “Bu katılma oranı, gerek memleketimizde, gerek hür demokratik rejimle idare edilen diğer herhangi bir ülkede ender görülebilen çok yüksek bir orandır.”

 “Bu yüksek katılma oranı, hürriyetçi Türk demokrasisinin gelecekteki hayatiyetinde, güç ve kuvvetinde, fevkalade değerli bir dayanak olacaktır. “

 “Sizler, kabul ve tasvip ederek oylarınızla, Türk milletinin “milli irade tecellisi ve eseri” haline getirdiğiniz bu Anayasa ile, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sadece yeni bir dönem açmış olmakla kalmıyorsunuz; bu Anayasa ile, devletimize “düzeltilmiş yeni bir yapı”, yeni görevler, yeni bir işleyiş tarzı, yeni bir zihniyet, yeni bir enerji ve hayatiyet, milletimize de, yepyeni bir milli birlik ve beraberlik ruhu getirmiş bulunuyorsunuz.”

 “Bütün dünyanın, özellikle, 12 Eylül 1980’den bu yana yönetimimizi her fırsatta karalamaya ve içişlerimize karışmaya yeltenen Avrupalı bazı ülkelerin yüce milletimizin bu büyük karar ve iradesi karşısında bu olumsuz tutum ve davranışlarını terk ederek hürmetle eğileceklerini ümit ediyorum.”

 “12 Eylül yönetimini bir türlü içlerine sindirememiş olan içimizdeki bazı mihrak ve kişilerin de geçmişi geride bırakarak, milletin ittifakı olan milli iradeye hürmetkar olarak ve milletin emrine uyarak Anayasa’ya sadakat ve bağlılık mecburiyetlerini gönüllerinde duymalarını temenni ediyorum. Ancak böylece doğru yolu bulmuş olacaklardır.”

 “12 Eylül Harekatı’nı zaruri ve kaçınılmaz kılmış bulunan sebeplerin tahlil ve tespitinde, kardeşleriniz, evlatlarınız ve sizlerin ayrılmaz bir parçanız olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu hareketindeki isabeti ve vatanseverliği, milli bir ittifakla karara bağlamış oluyorsunuz.” 
 

7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in, 1982 Anayasası’nın halkoylaması sonucu kabul edilmesinden sonra radyo ve televizyondan yaptığı konuşma şöyle: 


Sevgili Vatandaşlarım,

Uzun zamandan beri, üzerinde çeşitli eleştiriler yapılan, müspet ve menfi görüşler ileri sürülen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yeni Anayasası 7 Kasım 1982 günü Türk milletinin onayına sunulmuş ve yapılan bu halkoylamasının sonuçlan da Yüksek Seçim Kurulu tarafından ilan edilmiş bulunmaktadır.

Bu oylama sonunda görülmüştür ki, oy kullanma hakkına sahip bulunan vatandaşlarımızın yüzde 91’i kucağında çocuğuyla, üzerindeki gelinliği çıkarmadan, hasta yatağından kalkarak, seyahatini yarıda keserek gayrimüsait hava şartlarına rağmen sandık başına gitmiş ve bu yeni Anayasayı oylamak gibi, siyasi haklarının en önde gelen bir hakkını, yargının mutlak denetim ve yönetimi altında büyük bir serbesti içerisinde kullanmıştır.

Bu katılma oranı, gerek memleketimizde, gerek hür demokratik rejimle idare edilen diğer herhangi bir ülkede ender görülebilen çok yüksek bir orandır. Aziz ve sevgili vatandaşlarımı, evvela, gösterdikleri bu yüksek siyasi sorumluluk fikrinden ve duygusundan dolayı gönülden kutlarım. Bu “yüksek katılma oranı”, hürriyetçi Türk demokrasisinin gelecekteki hayatiyetinde, güç ve kuvvetinde, fevkalade değerli bir dayanak olacaktır. Hürriyetçi demokrasi hayatına ve uygulamasına, bu rejimin dünyadaki tarihi itibariyle “yeni geçmiş” sayılabilecek ülkemizde, vatandaşlarımızın gösterdikleri bu yüksek seviyedeki siyasi bilincin, Türk milletinin, hürriyet ve demokrasiye sahip olma azminin kesinliği yönünden, bütün dünyada derin bir saygı ve hayranlık uyandıracağından şüphe etmemekteyim.

Böyle bir katılma nispetini gerçekleştirmekle, milletçe ne kadar iftihar etsek azdır.

Kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun surette kullanılmış olan geçerli oyların yaklaşık yüzde 91,5’ini teşkil eden oy ile, Türk milleti tarafından kabul ve tasvip edilmekle yeni Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Anayasa’nın başlangıç kısmında da ifade olunduğu gibi doğrudan doğruya Türk milletinin eliyle vaz olunmuş bir Anayasa maliyet ve hüviyetini kuvvet ve geçerliliğini kazanmış bulunmaktadır.

1982 Anayasası devletimize, memleketimize hayırlı, uğurlu ve aziz Türk milletine kutlu olsun…

Milletimiz, gerek Anayasa için yapılan halkoylamasına yüzde 91 gibi yüksek bir oranda katılmak, gerek kendisine sunulan bu Anayasa’yı yüzde 91,5 gibi bir oranla canı gönülden tasvip etmek suretiyle, dünya önünde demokrasi imtihanını emsalsiz bir başarıyla vermiş, böylece kendi genç ve taze demokrasi tarihine de her bakımdan övünülecek yeni bir sayfa daha ilave etmiş bulunmaktadır.

Kabul ve tasvip oylarının, memleketimizin dört bir tarafında, şehirlerimizde, kasaba ve köylerimizde alman neticeler itibariyle, önemli sayılabilecek hiçbir farklılık göstermemesi ve yurdun her yanında, yeni Anayasamızın, vatandaşlarımızca, “aynı nispet içinde” diyebileceğimiz oylarla, adeta bir tek ses halindeki milli iradeyle kabul edilip benimsenmiş olması, içeride ve dışarıda dosta, düşmana Türkiye’ye nasıl bakılması gerektiği hususunda örnek bir ders teşkil etmiştir.

Görülmektedir ki, Türk milleti, tarihi boyunca olduğu gibi bugün de milli birlik, milli bütünlük, milli dayanışma ve milli beraberlik içindedir ve bunu, gerektiğinde şaheser örnekleriyle bütün cihana ispat etmeye her zaman muktedirdir.

Türk milleti, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, ülkesine, devletine, yüksek milli haslet ve değerlerine, kısaca, bütünüyle milli varlığına karşı, tarihinin hangi anında ve safhasında, ne kadar vahim bir suikast, ne derecede korkunç bir tehdit, ne ölçüde büyük bir tuzak hazırlanırsa hazırlansın, milli birlik ve beraberliğiyle bütün tehlikeleri aşmasını bilmiştir.

Türk milleti, kökleri, tarihin binlerce yıl derinliklerine inmesine rağmen, hala genç, hala zinde, hala azim, irade, hayat ve enerji dolu taptaze ve büyük bir millettir.

Türk milleti, kendisini tarihin ve bugünün en büyük milletlerinden biri yapan çok yüksek ve emsalsiz bütün milli meziyet ve değerlerini her zamanki tazeliğiyle korumayı ve bunları yenileriyle taçlandırmayı milli ve tarihi bir görev olarak üstlenmiştir.

Ezeli ve ebedi olan, büyük Türk milletinin, bugünkü nesilleri, şanlı ecdadının bugünkü hayırlı ve şerefli evlatları olarak bizlerin de gelecekteki Türk nesillerine, hayırla yad edilecek şerefler ve iftiharlar bırakmakla mükellef bulunduğumuz hatırdan çıkartılmamalıdır.

Böyle büyük bir millete mensup olmanın, onun bir ferdi bulunmanın övünç, gurur ve iftiharı en büyük mutluluğumuzdur.

Aziz Vatandaşlarım,

Sizler, kabul ve tasvip ederek oylarınızla, Türk milletinin “milli irade tecellisi ve eseri” haline getirdiğiniz bu Anayasa ile, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sadece yeni bir dönem açmış olmakla kalmıyorsunuz; bu Anayasa ile, devletimize “düzeltilmiş yeni bir yapı”, yeni görevler, yeni bir işleyiş tarzı, yeni bir zihniyet, yeni bir enerji ve hayatiyet, milletimize de, yepyeni bir milli birlik ve beraberlik ruhu getirmiş bulunuyorsunuz.

Ayrıca, hak ve hürriyet azminizi, Türk milletinin hür ve demokratik rejimi ne kadar kuvvet ve içtenlikle benimsemiş olduğunun yeni bir örneğini ve bu husustaki millet iradesini göstermiş oluyorsunuz.

12 Eylül Harekatı’nı zaruri ve kaçınılmaz kılmış bulunan sebeplerin tahlil ve tespitinde, kardeşleriniz, evlatlarınız ve sizlerin ayrılmaz bir parçanız olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu hareketindeki isabeti ve vatanseverliği, milli bir ittifakla karara bağlamış oluyorsunuz.

12 Eylül öncesindeki anarşiyi, terörü, bölücülüğü ne derin bir nefretle telin ettiğinizi, memleketin o acı günlere sürüklenmesini bilerek veya bilmeyerek sebep olanlarla, felakete doğru gidişine lakayt ve sorumsuzca seyirci kalmış bulunanları kınayarak benim beyan ve taahhütlerime karşı türlü sevgi ve inanç tezahürleriyle daima göstermiş bulunduğunuz milli itimadı belgelendirmiş bulunuyorsunuz.

Türk Devleti’nin yalnız içteki güvenilirliğini değil, bütün dünya devletleri karşısındaki saygınlık ve itibarım da tazelemiş ve yüceltmiş bulunuyorsunuz.

Bundan böyle, ne içeride, ne dışarıda, hiç kimse, Türk milletinin hürriyet ve demokrasi azminden zerrece kuşku duymaya vesile olabilecek bir sebep göremeyecek, gösteremeyecektir.

Bütün dünyanın, özellikle, 12 Eylül 1980’den bu yana yönetimimizi her fırsatta karalamaya ve içişlerimize karışmaya yeltenen Avrupalı bazı ülkelerin yüce milletimizin bu büyük karar ve iradesi karşısında bu olumsuz tutum ve davranışlarını terk ederek hürmetle eğileceklerini ümit ediyorum.

12 Eylül yönetimini bir türlü içlerine sindirememiş olan içimizdeki bazı mihrak ve kişilerin de geçmişi geride bırakarak, milletin ittifakı olan milli iradeye hürmetkar olarak ve milletin emrine uyarak Anayasa’ya sadakat ve bağlılık mecburiyetlerini gönüllerinde duymalarını temenni ediyorum. Ancak böylece doğru yolu bulmuş olacaklardır.

Aziz Vatandaşlarım,

Kabul ve tasvip ettiğiniz Anayasa ile Türkiye Cumhuriyeti tarihinde açmış bulunduğunuz bu yeni dönemin eşiğinde, geçmiş acılarımızı unutmadan, fakat artık mecbur kalmadıkça o acı günlerin sözünü etmeyerek, tarihe ve cihana karşı bir kere daha ispatladığımız milli birlik ve beraberliğimizle, Türkiye’mizin mutlu ve nurlu geleceğine bakalım ve artık o geleceği hazırlayıp gerçekleştirelim.

Anayasamızda yer aldığı şekilde Türkiye Cumhuriyeti’ni, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinin sahip olması gereken bütün vasıtalarıyla teçhiz ederek milletimizi huzur, refah ve güven dolu bir toplum haline getirelim.

Birbirimizin hak ve hürriyetine, haysiyet, şeref ve şahsiyetine, aynı yuvada yaşayan ve yekdiğeri için her türlü fedakarlığa hazır bulunan, aynı ailenin evlatları ve fertleri gibi saygılı, birbirimize karşı samimi sevgi içindeki bir hayata hazırlanalım.

Anayasa’mıza, hürriyetçi demokrasimize, devletimize ve onun türlü müesseselerine sahip çıkalım ve onları koruyalım.

“Yurtta sulh, cihanda sulh” istek ve iradesiyle, milli haslet ve meziyetlerimizi kullanarak, iki gün evvel ölümünün 44.yıldönümünde tekrar içimizde yaşattığımız Cumhuriyet’imizin kurucusu ebedi önderimiz Atatürk’ün ilke ve inkılaplarının izinde, milli benliğimizi koruyarak, yurdumuzu “müspet ilimle” imar edelim, ecdadımızın bize can ve kan pahasına miras bıraktığı, bir günde dört mevsimi birden görebildiğimiz bu cennet vatanda, huzur, hürriyet ve güven için:e. müreffeh bir toplum olabilmek için bütün gayretimizi birleştirelim, el ele verelim, yalnız kendimiz için değil biraz da evlatlarımız ve gelecek nesillerimiz için çalışalım.

Sevgili Vatandaşlarım,

Bu dilek, özlem ve inançlar içinde, milletçe benimsediğimiz parlamenter demokrasiyi gerçekleştirme programımızın son aşaması olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, Anayasamıız hükümleri çerçevesinde oluşması hedefine yaklaşmış ulunuyoruz. Bu maksatla milletvekili genel seçimlerinin mühim ve makul bir sebep olmazsa ekim 1983 ayı içinde yapılmasına imkan vermek üzere gerekli kanunların hazırlanmasına başlanılmıştır.

Gelecek yıl bugünlerde, demokrasi düzeni içinde milletin yegane mümessili olacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin millet adına yasama yetkisini kullanmasını, yürütme yetki ve görevleri içinde bakanlar kurulunun oluşmasına zemin teşkil etmesini görmekten milletçe büyük bir bahtiyarlık duyacağız ve gerçek sevinç ve iftiharlarımızı devletimizin banisi yüce Atatürk’ün manevi huzurlarında yaşayacağız.

Anayasa’nın oylanması tarihinden evvel ve sonrasında yurtiçindeki ve yurtdışındaki binlerce vatandaşımdan Anayasa’yı tasvip eden ve kutlayan çeşitli telgraf ve mektuplar almaktayım. Bu büyük ilgi ve destek bizlerin gözlerini yaşartmaktadır. Bunların hepsini okuyor ve değerlendiriyorum. Kısa zamanda bu vatandaşlarımın hepsine ayrı ayrı cevap verme imkanının güçlüğünü bütün vatandaşlarım takdir edeceklerdir. Gerek bu vatandaşlarıma ve gerekse oylamaya iştirak eden tüm vatandaşlarıma şimdilik buradan teşekkür ediyor ve hepinize sevgiler ve saygılar sunuyorum. 

Exit mobile version