Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Anadolu’nun kırsalında filizlenen bir eğitim devrimi, Türkiye’nin modernleşme sürecine damgasını vurdu. Köy Enstitüleri, sadece bir öğretmen yetiştirme projesi değil, aynı zamanda köylünün bilimle, sanatla ve üretimle buluştuğu bir kalkınma hareketiydi. 17 Nisan 1940’ta yürürlüğe giren 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu, bu hareketin hukuki temelini oluşturdu. Peki, bu enstitüler nasıl kuruldu, nasıl işledi ve neden kapatıldı? İşte belgesel tadında bir anlatı…
İçerik Başlıkları
Bir Devrin İhtiyacı: Köy Enstitülerinin Doğuşu
1930’lu yılların Türkiye’sinde nüfusun %80’i köylerde yaşıyordu, ancak köylerin yalnızca %2’sinde okul vardı. Okuma yazma oranı köylerde %6 civarındaydı. Bu tablo, Mustafa Kemal Atatürk’ün “asıl savaş cehalete karşı olacaktır” sözünü haklı çıkarıyordu. Köy Enstitüleri, işte bu cehaletle mücadele etmek ve köylüyü “kendi kendine yeten” bireyler haline getirmek amacıyla doğdu.
1936’da başlatılan “eğitmen projesi”, askerliğini çavuş veya onbaşı olarak yapmış gençlerin kısa süreli eğitimlerle köylere öğretmen olarak gönderilmesini öngörüyordu. Bu proje, 1940’ta Köy Enstitüleri Kanunu ile kalıcı bir modele dönüştü. Enstitüler, köy çocuklarını hem öğretmen hem de ziraatçı, marangoz, sağlıkçı olarak yetiştirecek; onları yeniden köylerine göndererek Anadolu’nun aydınlanmasını sağlayacaktı.
“Yaparak Öğrenmek”: Enstitülerin Eğitim Modeli
Köy Enstitüleri, klasik eğitim anlayışının çok ötesinde bir sistemi benimsedi. Öğrenciler, ders kitaplarının yanı sıra tarlada, atölyede, inşaatta çalışarak öğrendi. Her enstitü, kendi elektriğini üretiyor, sebzesini yetiştiriyor, hatta binalarını inşa ediyordu. Örneğin, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde öğrenciler, okulun amfisini kendi elleriyle yaptılar. Bu sistem, John Dewey’in “learning by doing” (yaparak öğrenme) felsefesinin canlı bir örneğiydi.
Ders programları sadece matematik ve Türkçe ile sınırlı değildi. Öğrenciler, mandolin çalmayı, tiyatro yapmayı, arıcılığı, hatta balıkçılığı öğreniyordu. Kız öğrenciler için dikiş, hemşirelik ve çocuk bakımı dersleri vardı. Enstitülerdeki kütüphaneler, dönemin en seçkin eserleriyle doluydu. Öyle ki, bir köy çocuğu Tolstoy’u, Hemingway’i okuyor; Beethoven dinliyordu.
21 Enstitü, 20 Bin Öğretmen
1940-1954 yılları arasında Türkiye’nin dört bir yanında 21 Köy Enstitüsü kuruldu. İşte o enstitülerden bazıları ve unutulmaz hikâyeleri:
-
Kızılçullu (İzmir): Bir Amerikan kolejinin binasında açıldı. Öğrenciler, Ege’nin bereketli topraklarında narenciye yetiştirmeyi öğrendi.
-
Hasanoğlan (Ankara): Yüksek Köy Enstitüsü burada kuruldu. Mezunları, köylerine döndüklerinde tarımda devrim yarattı.
-
Cılavuz (Kars): Kışın sıcak sohbetlerin yapıldığı, Doğu Anadolu’nun ilk aydınlık yüzü oldu.
-
Aksu (Antalya): Portakal bahçeleriyle çevrili bu enstitü, köy çocuklarına Akdeniz’in bereketini öğretti.
14 yılda 20 bine yakın öğretmen yetiştiren bu okullar, köylere sadece okuma yazma değil, modern tarım tekniklerini, sağlık bilgisini ve sanat sevgisini de götürdü.
Neden Kapatıldılar?
Köy Enstitüleri, başarılarına rağmen siyasi tartışmaların odağındaydı. Eleştiriler şu noktalarda toplanıyordu:
-
Karma eğitim: Kız ve erkek öğrencilerin aynı ortamda bulunması muhafazakâr çevrelerde tepki çekti.
-
“Komünist” suçlamaları: Üretim odaklı eğitim modeli, bazı kesimlerce “sosyalist propaganda” olarak yorumlandı.
-
Siyasi malzeme: Çok partili hayata geçişle birlikte, Demokrat Parti’nin CHP’yi eleştirmek için kullandığı bir sembol haline geldi.
1954’te çıkarılan 6234 sayılı kanunla Köy Enstitüleri kapatıldı ve “İlköğretmen Okulları”na dönüştürüldü. Kapatılma kararı, dönemin aydınları tarafından “karşı devrim” olarak nitelendirildi.
Toplumsal Bellekte Yaşayan Bir Miras
Köy Enstitüleri, kısa ömürlerine rağmen Türkiye’nin eğitim tarihinde derin izler bıraktı. Mezunları, köylerde sadece öğretmen değil, birer “aydınlanma neferi” oldu. Bugün bile enstitülerden geriye kalan hikâyeler, kitaplar ve anılar, “köyden kente bilgi taşıma” idealinin ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor.
Tahsin Yücel’in dediği gibi:
“Köy Enstitüleri, bir daha kolay kolay ele geçmeyecek bir fırsattı. O fırsatı kaçırdık.”
Belki de bu hikâyenin en acı yanı, “yaşayabilecekken” yok edilen bir umut olmasıdır. Ancak Köy Enstitüleri, toplumsal hafızada yaşamaya devam ediyor; çünkü onlar, sadece bir eğitim projesi değil, bir Cumhuriyet aşkının hikâyesidir.