Terör örgütü elebaşı sanık Abdullah Öcalan’ın yargılandığı davanın 8 Haziran 1999 tarihinde yapılan duruşmasında, Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Cevdet Volkan ile Cumhuriyet Savcısı Talat Şalk tarafından mütalaa okundu.
MÜTALAANIN TAM METNİ ŞÖYLE
Tutuklu sanık Abdullah Öcalan hakkında, devletin hakimiyeti altında bulunan toprakların tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin hakimiyeti altına koymağa veya devletin istiklalini tenkise veya birliğini bozmağa veya devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmağa yönelik hareketlerde bulunmak suçundan yargılanması ve cezalandırılması talebiyle 26.04.1999 gün ve hazırlık 1997-514 hz.1999-1998 es. ve 1999/78 id. sayılı iddianame ile kamu davası açılmış, aynı sanık hakkında daha önce açılan kamu davaları ile mahkemenizin 1999/21 esas sayılı dava dosyası ile birleştirilmiş İmralı Adası’nda başlatılan ve süreklilik arzeden 04.06.1999 günlü yargılaması sırasında da esas hakkında mütalaamızı hazırlamamız için süre verilmiştir.
Sanık hakkında son davaya ait iddianamede yapılan soruşturma, 15 yıldır terör faaliyetlerini aralıksız sürdüren ve sanığın başında bulunduğu PKK örgütünün kuruluşu, amacı, programı, stratejisi, yapılanması ve genel faaaliyetleri ile gerçekleştirdiği eylemleri ve bunların nitelikleri ve hukuki değerlendirilmesi konularında geniş bilgi verildiğinden, tekrarında yarar görülmemiş, sanık Öcalan’ın değişik aşamalardaki savunmaları ve yargılama sırasında ortaya çıkan fiili ve hukuki durum değerlendirilerek, esas hakkındaki mütalaamız hazırlanmıştır.
Sanık Abdullah Öcalan, 31.05.1999 günlü oturumundaki sorgusunda da belirtilen ve kendisinin verdiği talimatlar üzerine örgüt elemanları tarafından gerçekleştirilen bütün eylemlerden birinci derecede sorumlu olduğunu, hatta ölümlerin, iddianamede belirtilenden daha da fazla olması gerektiğini, 01.06.1999 günlü oturumda da hazırlık soruşturması sırasında Jandarma ve Devlet Güvenlik Mahkemesi cumhuriyet savcılarınca alınan ifadeleri ile Ankara Devlet Güvenlik Mahkmesi yedek üye hakimliğince tespit olunan ilk sorgusunun doğru olduğunu, herhangi bir baskıya maruz kalmadan serbest iradesi ile verdiğini kabul etmiştir.
Yine sanık Abdullah Öcalan, Ankara 2 No’lu DGM Başkanlığı’na sunduğu yazılı savunmasının 69. sayfasında, PKK örgütünün eylemlerdeki sorumluluğunu açıkça ikrar etmiştir.
TCK’nın 125. maddesinde yazılı, devletin hakimiyeti altındaki bir takım topraklar üzerinde müstakil bir Kürt devleti kurma amacıyla Türkiye toprakları üzerinde sürekli faaliyet göstererek binlerce terör eylemi gerçekleştiren, onbinlerce insanımızı acımasızca öldüren, bir o kadarını da sakat bırakan silahlı çete PKK’nın kuruculuğunu yapan, uzun süre üstlendiği ve örgütünü yönettiği Suriye’den ayrılmak zorunda kalan, sığındığı ülkelerden iltica talebinde bulunmasına rağmen kabul görmeyen ve sonunda Kenya’da yakalanıp güvenlik birimlerimize teslim edilen bu tarihe kadar fiilen yakalandıktan sonra da yasadışı silahlı ve bölücü terör faaliyetinde bulunan PKK’nın başlangıçta, “genel sekreter” daha sonraki dönemlerinde “önder” ve “genel başkan” sıfatını kullanan sanık Abdullah Öcalan’ın 22 Şubat 1999 günü Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılarına verdiği ifadesinde:
“PKK örgütünün kurucusu olduğum doğrudur. Yine bu örgütün önderliğini yaptığım, benim önderliğimde Türkiye toprakları üzerinde silahlı bir mücadele başlattığım da doğrudur. Başlangıçta gerçekten Kürdistan devleti kurmak gibi bir kavramımız da vardır. Bu da doğrudur. Ancak gelişen süreç içerisinde, müstakil bir Kürt devleti kurmak değil de Kürtler’in de cumhuriyetin kuruluşunda rol almış bir halk olarak, özgür olduğu bir ortam içerisinde birleştirilmesi sonucuna vardım. Bu temelde ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel özgürlüğünü elde etmiş olarak birarada yaşayabileceğimiz sonucuna vardım…”
Kendi isteğiyle ikinci kez verdiği 03.04.1999 verdiği ifadesinde de;
“…Bildiğiniz gibi PKK’nın da kurucusu benim. PKK kurulurken programını da yaptık. O zaman Kürtler’in bağımsız bir Kürdistan kavramı da vardı. Marksist temele dayalı yeni sistem getirecektik. Ancak değişen olaylar ve zaman, bize bu programın hayali olduğunu gösterdi… Kürt devleti kurmanın mümkün olamayacağı, ilmen de sabittir. Gerekli de değildir. Mevcut Türkiye Cumhuriyet devleti içerisinde de demokratik ortamda her şeyin gerçekleşmesi mümkündür. Ben sonuca vardım.” demiştir.
Hazırlık tahkikatı ve son tahkikat aşamasında, silahlı çete PKK’nın kurucusu ve yöneticisi olduğunu, birinci derecede sorumlusu olduğunu, PKK’nın başlangıçta bağımsız Kürdistan devleti kurmak için kurulduğunu söyleyen ve suçunu ikrar eden Sanık, yazılı savunmasında silahlı çete ve PKK, kendi yargılanmasıyla ilgili:
SANIĞIN YAZILI SAVUNMASINDAN
“PKK, Cumhuriyet’in 50 yıllık alt ve üst yapısının ortaya çıkarttığı objektif temel üzerinde, dünyadaki fırtınalı devrin ve karşı devrimin pratik ve teorik incelemesini ütopik ve teorik bir durumun öncelikle 1970-1980 arası ideolojik isyan hareketi, 1980-1999 arasında da siyasi ve eylemsel hareketi olarak doğup gelişmiş, gerçekten de son büyük Kürt isyan hareketi… PKK tarihinde, ayrılık ve birlik sorununda iki önemli aşamayı ayırt etmek büyük önem taşır.
Çıkış sürecinde bir zamanların dil yasağına kadar varan baskı ve inkar, diğer yandan o dönem soruna hakim sorunlara sloganvari ütopik yaklaşım, yine Kürt milliyetçiliğinde korku ve kuşkuya dayanan ayrılıkçılıkla birlikte dünya çapındaki ulusal kurtuluş hareketlerinin ayrı devlet kurmak biçiminde anlaşılması…
Devletin 1990 başlarında dil yasağını kaldırması, dil ve kültür alanına getirilen sınırlı özgürlük ve üst düzey yetkililerin sorunu kabul edip çözüme yönelik çalışmaları en son benim Mart 1993 ateşkes yaklaşımımım, aslında özgür birlikteliğe giderek vurgu yaptığımız dönemi açıkca ortaya koyuyordu. Bu yıllardan itibaren, özgür birlik propagandası hakimdir. (Yazılı savunma, sayfa 19-20)
Özellikle Sovyetler’in çözülüşü, Körfez Savaşı sonrasında Türkiye’yi yakından ilgilendiren meseleler, Kürt meselesine çözümü hayati kılıyor ve bunun yolu da, gerçekten geçikmiş temel ihtiyaç olan kapsamlı bir demokratikleşmeden geçiyordu. PKK burada direndi, kendini geliştirmekten ziyade, aşırı tekrarlayarak direndi… Halbuki reel sosyalizmin çözülüşünden, demokratik çözüm tarzını çıkarabilmeliydik. ’Ulusların kaderlerini tayin hakkı’ ilkesinin artık geçerliliğini yitirdiğini, bilimsel tekniğin değiştiğini, aslında 17. yüzyıldan itibaren gelişmenin ürünü olan ulus devlet anlayışını çözdüğünü, aynı çözümün daha gerçekçi olduğunu görmeliydi.
Kısaca 70’ler programını bırakıp yeni bir programa ulaşmalıydı. Bunun pratik dili, kendini, giderek yozlaşan ve çok acılara, kayıplara yol açan şiddet yerine siyasal, demokratik faaliyete yoğunlaştıran bir eylem çizgisine ulaşmalıydı. (Savunma, sayfa 26)
Benim pratiğim yakinen incelenirse, şu çok açık görülecektir ve kitap dolusu belgelerle kanıtlanacaktır. En iyi, anlamlı, mümkün olan özgürlük ve bağımsızlık, bu yer Kürdistan da olsa, ancak Türkiye’nin genel Misak-ı Milli sınırları içerisinde mümkündür. Bilimsel olarak kanıtlamak zor değildir. Ayrılmış bir Kürdistan ve bitmiş bir gücün kuklası, işbirlikçilerin malikanesinden öteye gidemeyecek bir Kürdistan’dır. Ayrılmış bir Kürdistan, halkın değil yabancı ve işbirlikçilerin olabilir, ki bu ağırlıklı olarak hayaldir. Ancak çıkar güçlerinin oyunu olarak sık sık tekrarlanır. Tarih, bütün oyunların isyanlarda nasıl oynandığını, nasıl felaketleri halkın yaşadığını çok iyi ortaya koymaktadır. Kendi isyanımızda da bunu gördük. Eğer dış oyunlardan bahsedeceksek, temel amacım bu dönemeçte yüz geri yapmak istedikleri ve Kürt sorununu da araç olarak kullanmakla bunu başaracaklarına inandıklarıdır. Tarihin en kritik döneminde bu oyunlar oynanmıştır. Çözümsüz kaldığında başarıyla oynanmıştır da… O halde sorunu kendi ellerimizle çözmek, oynamak isteyenlere karşı kendi güçlü silahımız haline getirilmektir. Savunmamda, bunun oldukça mümkün ve tek çaremiz olduğunu ortaya koydum. Bizzat tecrübemiz buna en iyi kanıt oldu. O halde ’ilk defa özgür irade ile gerçekleştireceğimiz bu kardeşlik çözümü, yeni bir tarihi süreç olacak’ derken haklıyız… Kendi yargılanmamı olumlu barışın gerekçesi yapmak, en temel demokratik idealimdir. Savunmam, temelde bu amacımla bağlantılıdır…” gibi görüşlere yer vermiştir.
Sanık Abullah Öcalan tarafından 5. kongre sırasında sunulan politik raporda,
“…1993’te biraz da geçiş arzeden o dönemi bir ateşkesle lehimize çevirmek istedik ve bu çok önemli bir adımdı. Hiç olmazsa bunu fırsat bilirler, canlanırlar diye düşündük. Aslında biraz da hem uzun soluk alma, hem de hazırlık yapma imkanı idi. Bazıları bu hazırlığı yaptı. Ama yine komuta yapımızca, bu layıkiyle değerlendirilemedi.’ (Kls38)
Yine, ’PKK parti önderliği’ adı altında, 08 Ekim 1998 tarihinde tüm partililer ve ARGK savaşçılarına gönderdiği telsiz emrinde, ateşkesle ilgili “…çoğunuz görev alacaksınız. Görev bu temelde olabilir. Tabii düşmanın kısa bir süre için şöyle bir hedefi de var. Kök kazımaktan bahsediyor… Bizim bunlara misilleme hakkımız makbuldür. Yani kendimizi iyi düzenleyerek, bu 10 kat değişmiş, dönüşmüş bir temelde cevaplandırma görevimiz var. Biz, ateşkes olayını tek taraflı da olsa düzenlemeyi, sadece biraz daha hazırlık düzeyimiz, siyasi diplomatik olarak da hamle imkanı kazanmak için yaptık. Bu başarılı olmuştur. Ama yetersizdir. Daha da yapılacak işler vardır. Düşman bunları bilerek çok sert davranıyor.” (Kls19)
Sanık Abdullah Öcalan’ın 16.10.1998 günlü sözde Botan Eyalet sorumlularına yönelik telsiz talimatında
(Nasıl ki Ankara’dan çıkış partileşme anlamına geldi ise yine Ortadoğu’ya açılıp bir ordulaşma başarıldıysa, uluslararası alana da fazlasıyla açılmak kesinlikle devletleşme anlamında ciddi bir adım olarak değerlendirilmelidir. İnanıyorum ki, yeni dönem bundan epeyi güç olacaktır… Gerilla tarzında yenilik, ustalık… en etkili cevabı verecektir)
şeklindeki sözleri asıl niyetini ortaya koymaktadır.
Burada talimatın tarihine dikkat edilmesi gerekir. Talimat 16 Ekim 1998 tarihinde verilmiştir. Bu tarihte Abdullah Öcalan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Suriye’yi sıkıştırması sebebiyle Suriye’den çıkma ve Avrupa’ya gitme hazırlığı içindedir. 16 Ekim 1998 günlü sözde Botan Eyaletine yönelik talimatta Abdullah Öcalan, çıkışını uluslar alanına açılışın kesinlikle devletleşme anlamında ciddi bir adım olarak değerlendirmiş ve alan sorumlularına da böyle anlatmıştır.
Örgütüne gelir sağlama ve karşı gelenleri yıldırma ve sindirme amacıyla Hatay alan komutanına 1995 yılı içinde verdiği telsiz talimatında
(Şimdi onlara özgün yaklaşırsınız. Yani zaten dostane ilişkilerimizi söylersiniz ve mutlaka kazanmaya çalışırsınız. Fakat faşist Türk kesimini de yıldırırsınız sanırım. Sanırım o başlangıçta yaptığımız eylemler önemli. Fakat genelleştirmemek kaydıyla. O yoksulları kazanmak, fakat tehlikeli olan elebaşları da ezin. Tabi hiç acımadan çıkarlarını darbeleyin. Ve yine dediğim gibi, bu ara zengin bir alan aslında. Birçok şeyini de haraca bağlayabilirsiniz, o zenginlerini. Bundan sonra hissederlerse epey gelir imkanımız da artar)
şeklinde acımasızlığını ve amacını sergileyen sözleri dikkat çekicidir.
Sanık Abdullah Öcalan savunmasında samimi değildir. Silahlı çete PKK’nın kuruluş amacı olan müstakil Kürdistan’ı kurmak amacından vazgeçmemiştir. Abdullah Öcalan’ın tek taraflı ateşkes ilan etmesi, örgütün biraz daha iyi hazırlanması, siyasi ve diplomatik hamle imkanını kazanmak içindir.
Abdullah Öcalan’ın 5. Kongreye sunduğu ve telsiz çözümlerinden yukarıya alınan alıntılar, kendisinin ateşkeste samimi olmadığını, tek taraflı da olsa ateşkesin, örgütün hazırlık düzeyini artırmak, uluslararasında diplomatik hamle imkanını kazanmak ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne örgütünü muhatap kabul ettirmek için uyguladığını göstermektedir.
Başlangıçta bağımsız Kürdistan’ı kurmak amacına yönelik eylem yaptıklarını, sonuçta pratiğin kendilerini bağımsız Kürdistan’ı kurmanın mümkün olmadığını gösterdiğini, bu sebeple cumhuriyetin kuruluşunda rol almış bir halk olarak demokratik cumhuriyet içerisinde özgür bir ortamda, eşitlik temelinde birlikte yaşamayı hedef aldıklarını, bağımsız Kürdistan’ı kurma hedefinden vazgeçtiklerini söyleyen Abdullah Öcalan’ın bu yöndeki savunmasına ve öne sürdüğü görüşlerine itibar edilmemiş ve PKK’nın ve örgütün sorumlusu durumundaki sanık Abdullah Öcalan’ın içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulma çabası olarak değerlendirilmiştir.
MÜDAHİLLERİN SÖZLERİ
Müdahil Yusuf Aydemir, (Ben Kürdüm ve ana dilim Kürtçedir. Benim oğlum 3 yıl Güneydoğu’da görev yaptı. Üzerinde Yaşadığım ülke Türkiye, benim bayrağım da Türk bayrağıdır…),
Müdahil Jale Atav, (Ben kardeşimi şehit verdim. Yazdığımı okumak istiyorum. Ben Kürt kökenli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Asker kızı ve asker annesiyim. Babam Kürt, annem Türk’tür),
Müdahil Vekili Kazım Ayaydın, (Ben Türkçe’yi ilkokulda öğrenen Kürt asıllı Türk vatandaşıyım. Bu davanın ne pragmatik açıdan ne de bilimsel açıdan Kürtler’le bir ilgisi yoktur. Tarih boyunca buna benzer hadiselerle karşılaşmışız, isyanlar olmuş. Osmanlı’nın son zamanından itibaren bu isyanlar araştırıldığında, her isyanın arkasında bir ülkenin menfur emellerinin çıktığı görülmüştür. Evliya Çelebi’nin Erzurum ile ilgili izlenimlerinde, Ben Erzurum’da aileler gördüm. Dede Türkçe konuşuyor. Oğul hem Türkçe, hem Kürtçe konuşuyor. Torun Kürtçe konuşuyor. Annem ve babam sadece Kürtçe konuşurlar. Ben hem Türkçe, hem Kürtçe konuşuyorum. Oğlum sadece Türkçe konuşuyor. Bu döngü 300 yıllık zaman içindedir… Bu ülkenin birlik ve beraberliği için herkes topyekün mücadele edecektir. Bunun içinde Kürt de vardır) demişlerdir.
Müdahillerin yukarıya alınan konuşmalarında da Türkiye’de Türk-Kürt ayırımının yapılamayacağı, Kürt ve Türk’ün iç içe yaşadığı, aralarında kan bağı oluştuğu, suni olarak Türk ve Kürt ayrılığı yaratılmaya, millet ve vatan bütünlüğünün bölünmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır.
Türk ve Kürt beraberliği için sanık Abdullah Öcalan da savunmasında,
(Türklerin özellikle hakim tabakadan koparak gelen Türkmen akınlarının 11. yüzyılda Kürtlerin yaşadığı coğrafyaya akın etmeleri, iki halk arasında yoğun bir kaynaşmaya yol açtı. Kürtlerin nispeten yerleşik konumları, bu yüzyıllarda daha çok Türkmen boylarının erimelerine yol açıyordu. Siyasallaşmada Türkler, sosyalleşmede de Kürtler nispeten hakim bir konumdaydılar. Türk üst tabakaları yerel siyasal kültür ile bütünleşip çoğunlukla hakim olurken alt tabaka daha çok Kürtler içerisinde erimeyi yaşıyordu. İki halkın aynı sosyoekonomik ve kültürel ve dini benzerlikleri yaşaması bu kaynaşmada önemli rol oynar… Tarihe baktığımızda özellikle Büyük Selçukluların İran, Irak, Suriye ve Kürt illerinde kurulan imparatorluk ve daha sonra da özellikle Mervaniler, Artukoğulları, Eyyubiler, Ak ve Karakoyunlular da ve birçok küçük beyliklerde Kürt ve Türk üst tabakaları ve dolayısıyla dağlı halk, ortak halk ve ortak devleti iç içe yaşamak gibi bir olguyu temsil ediyor. Ortak devlet anlayışı hiçbir kavimle birlikte ne Araplar ne Acemler ne Ermeni ne Bizansllılarla böyle yaşanmıyor. Türk Kürdü ve Kürt Türkü böyle oluşuyor… Bu olgunun en çarpıcı ve üst boyutta ifadesini Osmanlı Kürdistan ilişkilerinden Yavuz Selim ile başlayan dönemde görebiliriz. Öyle ki, ağırlıklı Kürt beylikleri Yavuz’un istemine rağmen ayrı devlet olarak değil kendisinin göndereceği beylerbeyi sorumluluğunda ortak devlet çatısı altında kalmayı çıkarlarına da uygun buluyorlar…
Abdullah Öcalan’ın yukarıda alınan ifadelerinden de açıkca anlaşılacağı gibi 11. asırdan itibaren Türkler ile Kürtler birlikte yaşamaya başlamış birçok Türk boyu Kürt boylarının arasında erimiştir. Yine Abdullah Öcalan’ın ifadesiyle iki halk arasında tabii bir kültür erozyonu yaşanmış kan bağı da oluşmuştur. Tarihi gerçekte budur.
PKK çetelerine karşı savaşırken şehit düşen Kürt asıllı vatandaşların sayısı yukarıya konuşmaları alınan müdahil çocuklarının sayısı ile sınırlı değildir. Müdahil olup da duruşmada konuşmayan çok sayıda Kürt asıllı Türk vatandaşının çocukları PKK çetelerince şehit edilmişlerdir. Halen de PKK çetelerine karşı güvenlik kuvvetleri içinde mücadele eden çok sayıda Kürt asıllı Türk vatandaşı vardır. Ayrıca, güvenlik kuvvetlerimizin yanında PKK çetelerine karşı yer alan geçici köy korucuları Kürt asıllı vatandaşlarımızdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Kürtler’e yapılmış ne bir baskı ne de Kürtler’in inkarı vardır. Cumhuriyet kurulduktan sonra 1925’de patlak veren Şeyh Sait isyanı çoğunlukla Kürtlerin katıldıkları bir isyandır. Ancak devletten ayrılmayı hedefleyen bir Kürt isyanı değildir. Abdullah Öcalan da, Şeyh Sait isyanı için ayrılıkçı bir isyan dememiş, isyanı başlatanlar ve isyana katılanlar için (Onlar ulusal kurtuluştan Cumhuriyet’in değil, saltanat ve hilafetin geri geleceğini sanarak önce destek vermişler. Bu gelişmeyince isyana yönelmişlerdir…) demiştir.
Devlet, isyanı şiddetle bastırmış, isyan edenleri cezalandırmıştır. Devlete karşı başlatılan silahlı bir hareketin güç kullanılarak bastırılması isyan edenlerin de cezalandırılması uluslararası hukukta da kabul edilmiş bir kuraldır. İsyanların dışında Kürtler’e karşı hiçbir baskı yapılmamıştır.
Erzurum ve Sivas kongrelerinde benimsenen Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nca da kabul ve ilan edilen Misak-ı Milli’nin bir maddesinde de, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 günü (Mütareke sınırlarının içinde dinsel, kültürel amaçlı ve amaç bakımından birlik oluşturmuş ve birbirlerine karşı saygı ve fedakarlık duygularıyla dolu, ırkı ve toplumsal hakları ile coğrafi konumlarına bütünüyle saygılı Osmanlı İslam çoğunluğunun yerleşik bulunduğu bölümlerin tamamı gerçekte ve yasal olarak hiçbir nedenle ayrım yapılması mümkün olmayan bir bütündür) hükmü kabul edilmiştir. İstiklal Savaşı’nda Misak-ı Milli’nin bu hükmü aynen benimsenmiştir. İstiklal Savaşı iyi incelendiğinde Atatürk’ün, Misak-ı Milli’nin çizdiği sınırları içinde yaşayan halkın tamamını bir bütün olarak gördüğü, bölgesel güçleri birleştirmeye çalıştığı ve düşmana topyekün milletin gücüyle karşı koyma çalıştığı görülür. Amasya Genelgesi’nde; (Milletin bağımsızlığını yine milletin kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır) denmiştir.
Bu genelgede, Mondros Mütarekesi’nde kabul edilen sınırlar içinde yaşayan halkın tek bir millet olarak görüldüğü açıktır.
Erzurum Kongresi’nde de Atatürk, Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile Süleyman Nazif tarafından kurulan Doğu Vilayetleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ni bir çatı altında birleştirmiştir. Erzurum Kongresi’nde, (Trabzon ile Canik Sancağı ve Doğu İlleri adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis ve bağımsız livaların hiçbir sebeple, bahaneyle birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu) kararı alınmıştır.
4 Eylül 1919’da başlayan ve 12 Eylül 1919’a kadar devam eden Sivas Kongresi’nde ise (Bütün yurttaki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri birleştirilmiş. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında kurulmuştur. Erzurum Kongresi’nde kararlaştırılan her türlü işgal ve müdahaleye karşı toptan direnme kararı perçinlenmiş, Mondros Mütarekesi sırasında sınırlarımız içerisinde kalan ve ezici İslam çoğunluğu tarafından yerleşik bulunan Osmanlı ülkesi unsurları birbirinden ve Osmanlı camiasından bölünmesi mümkün olmayan ve hiçbir sebeple ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Adı geçen ülkelerde yaşayan bütün İslami unsurlar birbirlerine karşı saygı ve fedakarlık duyguları ile dolu ve ırkı toplumsal ve coğrafik haklarına bütünüyle saygılı özkardeşlerdir) hükümleri kabul edilmiştir.
Ne Erzurum Kongresi kararları, ne Sivas Kongresi kararları, ne Misak-ı Milli hükümleri ayrıca Kürtlerden bahsetmemektedir.
Türkiye’de PKK tarafından başlatılan ve giderek yaygınlaştırılan tedhiş eylemleri bir bağımsızlık hareketi olarak kabul edilemez. Çünkü bağımsızlık mücadelesi içinde olan milletler, kendi egemenliklerini ülkesi içinde etkili kılmaya çalışır. Bu amaçla da, hukuka aykırı biçimde o toprak parçası üzerinde egemenlik iddiasında bulunan güçlerle savaşmak, ancak bağımsızlık mücadelesi sayılabilir.
Yaygın terör eylemlerine başvuran PKK yasadışıdır. Gerçekleştirdiği tüm terör hareketleri hukukdışı ve insanlıkla bağdaşmayan, yasalara göre her biri ayrı ayrı suç teşkil eden eylemlerdir. Bunların hedefi ise devlet düzenine karşı gelmektir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milletinin bütünlüğü, devletin siyasi yapısı ile korumakla görevli olduğu kişi güvenliği, özgürlüklerin korunması, sosyal refahın sağlanması, ülkenin kalkınması ve büyümesinin önlenmesine yönelik olduğu çok açıktır.
PKK terör örgütünün hedef olarak gösterdiği toprak parçası, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği altındadır. Ayaklanma, başkaldırı ya da isyan şeklini alan, gerek Türkiye çapında gerekse ve özellikle siyasi yönden Batı Avrupa ülkelerinde yaygınlaştırılan bu hareket, devlete ve devlet güçlerine yöneltilmiş ve devletin otoritesini zayıflatmak, düzeni sarsmak amacıyla başlatılmış zaman içinde genişletilmiştir. Bununla amaçlananın ise yaratılacak terör ortamından yararlanıp, ülke topraklarının ve milletin bütünlüğünün parçalanmasıdır.
Yaratılmak istenen ve alınan iç ve dış desteklerle planlanıp yürürlüğe konulan bu durum, başlangıçtan beri Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3’üncü maddesindeki (Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür) ilkesi, 14’üncü maddesinde belirtilen hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmaması prensibi ile bağdaştırılamaz ve TCK’nın 125’inci maddesinde müeyyidesini bulan devletin birliğini bozmaya veya devletin hakimiyeti altında bulunan topraklarda bir kısmının devlet iradesinden ayırmaya kalkışmak suçunu oluşturur.
3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu hükümlerine göre, PKK terör örgütü, gerçekleştirdiği eylemler terör suçu, bu eylemleri planlayan, silahlı çetenin amir ve kumanda görevini üstlenen ya da örgüt adına faaliyet gösteren veya bilerek ve isteyerek yardımda bulunan herkes terör suçlusu sayılmıştır. Bu nedenle TCK’nın 125’inci maddesi de terör suçu olarak kabul edilmiş, bu suça bakma görevi ise aynı yasa ile 2845 Sayılı Kanunun 9’uncu maddelerine göre Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevleri arasında sayılmıştır.
Bu suç bir tehlike suçudur. Teşebbüs safhasında kalsa bile suç tamamlanmıştır.
Uluslararası hukuk terörizmi her koşulda yasaklamış ve ciddi bir insan hakları ihlali olarak kabul etmiştir.
ULUSLARARASI BELGELER
Uluslararası belgelerden olan ve bağlayıcılığı bulunan:
-1989 AGİK Viyana Kapanış Belgesi’nde; katılan ülkelerin terör suçları yöntemlerinin ve uygulamalarının kınanacağı, hiçbir şart altında teröre hak verilmeyeceği, bu konularda kararlı davranılacağı, suçluların iadesi ve takibatını emniyet altına almak için gereken tedbirlere buşvurulacağı,
-1990 Paris Şartı’nda, devletlerin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü ihlal eden faaliyetlere karşı demokratik müesseseleri savunmada işbirliği yapılacağı ve terörün her ülkede suç sayılacağı,
-1992 Helsinki Bildirisi’nde, terör hareketlerinin kayıtsız şartsız kınanması, terör tehdidinin ortadan kaldırılması için işbirliği yapılacağı,
-1993 Viyana İnsan Hakları Dünya Konferansı Deklarasyonu’nda, egemen ve bağımsız ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini tamamen veya kısmen tehlikeye sokacak her türlü hareketin makul karşılanmayacağı, tevşik edilmeyeceği, terörden korunma ve mücadelede işbirliğini geliştirmek için gerekli tedbirin alınacağı, hususlarında karşılıklı anlaşmaya varıldığı kaydedilmiş ve uluslararası hukuk kuralı haline getirilmiştir.
Çok sayıda yasadışı silahlı terör eylemlerini yaygın şekilde gerçekleştiren, gerek iç ve gerekse dış hukuk açısından terör örgütü olduğu konusunda hiçbir tereddüt bulunmayan, eylem ve faaliyetleri nedeniyle Avrupa ülkelerince de terör örgütü ve terörist sayılan PKK’ya ve elebaşısı Abdullah Öcalan’a, uluslararası hukuk açısından ve yargılama yönünden ayrıcalık tanınması, siyasi kişilik tanınarak statü kazandırılmak istenmesi hukukdışıdır.
Tutuklu sanık Abdullah Öcalan, yasalar karşısında bir terör suçu sanığıdır. İnsan hakları ve usul yargılaması hükümleri dışında kendisine bir ayrıcalık da tanınamaz. Terör suçu sanığı sayıldığından 3713 Sayılı Kanunu’nun 16’ıncı maddesi uyarınca ve güvenliği nedeniyle bu tür tutukluların tabi olduğu rejime tabi tutulmuştur. Aksini ileri sürmek gerçeklerle bağdaştırılamaz.
Cenevre Sözleşmesi hükümlerine göre savaş suçlusu statüsü verilmesi yönündeki taleplerin hiçbir hukuki dayanağı da bulunmamaktadır.
PKK’nın başlattığı ayrılıkçı terör eylemlerini önlemek, yakalandığında yargılamak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel görevidir. PKK terör örgütüne uluslararası antlaşmalara göre bir taraf statüsü tanınması da sözkonusu olamaz. Aksi takdirde Helsinki Konferansı Son Belgesi ile kabul edilen ve diğer antlaşma ve sözleşmelerde de yeralan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemen eşitliğine ve egemenliğinin niteliğindeki haklarına saygısızlık olacaktır.
Anayasa’nın 10. Maddesi’ne göre, herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşitttir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, aynı zamanda insan haklarına saygılı, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bölge ve ırk ayrımı yapılmaksızın, konuştuğu dile bakılmaksızın, herkese yasalar eşit şekilde uygulanır. Anayasa ve yasaların tanıdığı hak ve özgürlüklerden herkes yararlanır. Yeter ki şans tanınsın.
Kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da içine alan ve herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğu, Anayasamızın 12. maddesinde kabul edilmiş, 13. maddesiyle de temel hak ve özgürlüklerin, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğinin, Cumhuriyet’in, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının korunması amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği kabul edilmiş, bunun ise Anayasa’nın sözüne ve ruhuna uygun olarak yapılabileceği, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayağı hüküm altına alınmıştır.
Anayasa ile güvence altına alınan kişinin temel hak ve özgürlükleri ve bunların kısıtlanması, ülkemizin de taraf olduğu tüm uluslararası sözleşme ve antlaşmalarda yer almaktadır.
Uluslararası hukuka uygun şekilde, Anayasa ile düzenlenen ve diğer yasalarla uygulamaya konulan bu hukuki durum karşısında, PKK terör örgütünün ve örgütü fiilen kuran, gizli ve açık şekilde verdiği yazılı ve sözlü talimat ve emirleri ile sevk ve idare eden, yöneten sanık Abdullah Öcalan’ın fiil ve hareketi, Türk Ceza Kanunu’nun ayrı ayrı bölümlerinde her biri ayrı suç sayılan, şahıslara karşı işlenen, mal, kamunun düzeni ve güvenliği ile geleceği, adliyenin şahsiyeti, devlet idaresi ve hürriyet aleyhinde işlenen suç kapsamında olduğu gibi, bunların tamamını içine alan ve devletin şahsiyetine karşı cürümler başlığı altında düzenlenen ve Türk Ceza Kanunu’nun en ağır ve ilk özel ceza maddesi olan 125. maddesindeki suçun unsurlarını oluşturmaktadır.
Sanık, gerek hazırlık soruşturması sırasında, gerekse yargılamada yaptığı sözlü ve yazılı savunmasında, özetle;
PKK törer örgütünü kendisinin kurduğunu, örgütü sevk ve idare ettiğini, yakalandığı ana kadar örgütün kendisinin liderliği ve komutası altında faliyetlerini sürdürdüğünü, hareketin geçmişteki isyan hareketinden farklı yönlerinin olduğunu, iddianamede belirtilen olayları ve terör eylemi niteliğini ve bunlardaki sorumluluğunu kabul ettiğini,
1990’dan sonra tesadüfen eline geçen Leslie Lipson’un „Demokratik Uygarlık“ adlı kitabının etkisinde kalarak, İsviçre ve İngiltere gibi demokratik ülkeleri örnek vererek, başlatılan hareketin sorunları çözemeyeceğini, çözüm yolunun demokratikleşme alanında mesafe alan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, ülkesi ve milletiyle bütünlüğü içinde demokratik uygulamalar çerçevesinde mümkün olabileceğini anladığını ve bundan sonra demokratik sistem üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırdığını,
15 Mart 1993’de, bir başlangıç olarak tek taraflı silah bırakma eylemini başlattığını, daha sonra da bu yönde gayret sarfettiğini, 1 Eylül 1998 tarihinde de ateşkes girişimlerinde bulunduğunu, amacının daha fazla kan dökülmesini önlemek, terör hareketlerine son vermek, ölüp öldürmek yerine, yaşayıp yaşatmanın ya da daha doğru anlaşılacağına inandığını,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile birlikte barış içinde sorunlara çözüm yolu bulmak olduğunu, bu yönde basın ve yayın organlarında açıklamalarda bulunduğunu, gayri resmi olarak da bazı aracı kişilerle bu yönde girişimlerinin de olduğunu,
Türkiye’deki demokratik ve çağdaş gelişmelerin de vardığı sonucu olumlu yönde etkilediğini, devamlı bu yönde çıkış yolu aradığını,
Örgütü ve silahlı gücünü meşru savunma hudutları içine çekmek, saldırı olmadıkça karşılık vermemek için gayret sarfettiğini ileri sürmüştür.
“Demokratik Birlik Çözümü” ile adlandırdığı çözüm yolunun ise 1- Ülke bütünlüğünün ortak vatan gerçeğinin daha da güçlendirilmesi, 2- Demokratik Cumhuriyetin sosyal birlik ve bağımsızlık çerçevesinde olması, 3- Toplumdaki dil ve kültür özgürlüğü sorununun can alıcı özünü teşkil etmesi, 4- Askeri ve silahlı güç yaklaşımları çözüm için anlamını yitirdiğinden terkedilmesi, 5- Başta PKK olmak üzere yasadışı konumda olan birçok örgüt barışla birlikte normal siyasal ve yasal sürece kendini uydurması,
Başlıkları altında ileri sürdüğü tezlerin, Anayasa ve yasalarda yapılacak değişikliklerle ve uygulamalardaki aksaklıkların giderilmesiyle gerçekleşebileceğini iddia etmiş, konunun tamamen, mensubu olduğu örgütün amacını sağlayıcı nitelikte olduğu değerlendirilmiştir.
Ayrıca 1990 yılından sonra, sivil kesimlere karşı hiçbir saldırıda bulunulmaması talimatını verdiğini, bu yönde gelişen az sayıdaki olayların kendi insiyatifi dışında ve bölgesel sorumlularca geliştirildiğini, bu durumdan acı duymakla birlikte önleyemediğini savunmuştur.
Sanığın savunmasının bir an için doğru olduğu kabul edilse ve samimi düşüncesi olduğu varsayılsa bile yasa dışı olan ve silahlı faaliyetleri ile uzun süredir sürekli terörü canlı tutarak amacına ulaşmak isteyen, Türk ulusuna yurt içinde ve dışarıda acı veren PKK’nın çizelgesi dosya içinde mevcut bulunan resmi verilere göre, 15.02.1999 tarihine kadar gerçekleştirdiği eylemler bu savunmasını doğrulamamaktadır.
Kurulduğu tarihten yakalandığı güne kadar:
Düzenlediği 6 bin 36 saldırı olayından 4 bin 57’sinin, devlet güçleriyle giriştiği 8 bin 257 silahlı çatışmadan 6 bin 57’sinin, 3 bin 71 bombalama ve patlama eyleminden 2 bin 403’ünün, 388 gasp olayından 298’inin, 1046 adam kaçırma suçundan 934’ünün, 567 yasadışı gösteri olayından 529’unun, 1993 yılından sonra gerçekleştirilmiş olması,
Her biri ayrı ayrı suç teşkil eden ve insanlık aleyhine işlendiğinden hiçbir kuşku duyulmayan bu olaylar sonucu PKK terör örgütü tarafından öldürülen ya da şehit edilen 4 bin 472 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşından 2 bin 871’inin, 3 bin 874 rütbeli ve rütbesiz askerden 2 bin 778’inin, 247 polisten 148’inin, 1225 Geçici Köy Korucusundan (GKK) 960’ının, yaralananlardan 5 bin 620 vatandaştan 4 bin 9’unun, 8 bin 178 askerden 6 bin 192’sinin, 909 olan polisten 606’sının, 1655 GKK’dan 1373’ünün, 1993 yılından 15.02.1999 tarihine kadar geçen zaman içinde meydana gelmesi,
Örgüt tarafından kaçırıldığı tespit olunan 5 bin 51 kişiden 3 bin 279’unun, geri dönenlerin ise 2 bin 697’den 1848’inin bu döneme rastlaması,
Bu dönem içinde meydana gelen terör olayları nedeniyle, değişik yaşlardaki 120 çocuğun teröre kurban gitmiş ve 188’inin de yaralanması,
Sanığın savunmasının hangi gerçeklere dayandırıldığını ve ne derece samimi olduğunu ortaya koymaktadır.
PKK’nın 5. Kongresi 08-27 Ocak 1995 tarihinde yapılmıştır. Kongrede PKK’nın faaliyet gösterdiği, Kuzey Irak ve Türkiye için planları olan güçlerin, PKK’nın desteğine ihtiyacı olabileceği değerlendirilmiş, bununla ilgili bir dizi kararlar alınmıştır. Alınan kararlarla Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi, AGİT gibi uluslararası kurum ve kuruluşlarla ilişkilerin geliştirilmesi ve PKK’ya siyasi bir hüviyet kazandırılması düşünülmüştür. Ancak PKK, bütün siyasallaşma çabalarına kendini siyasi bir kuruluş gibi göstermek istemesine rağmen bir terör örgütüdür.
Yine 5. Kongrede ajan ve GKK aileleri olarak tanımlanan şahıslara imha şeklinde yönelineceği, bu tür şahısların biribirleriyle olan çelişkilerin derinleştirilmesinin sağlanacağı, GKK’larının mal varlıklarına el konulacağı, güvenlik ve ekonomik yönden abluka altına alınarak imkanlarının kısıtlanacağı kararlaştırılmıştır.
5. Kongre’den sonra Şam yakınlarında bir örgüt kampında 01-05 Mayıs 1996 tarihlerinde yapılan PKK’nın 4. Konferansı’nda da il ve ilçe gibi kalabalık yerleşim birimlerine baskınlar düzenlenmesi, intihar eylemlerinin geliştirilmesi öngörülmüştür.
Sanık Abdullah Öcalan, silahlı çete PKK elemanlarına bilhassa GKK’nın barındıkları köyleri hedef göstermiştir. GKK, PKK örgütüne katılmayı kabul etmeyen kürt asıllı vatandaşlarımızdır. GKK’larının PKK’yı kabul etmemesi ve mücadele vermesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürtlere baskı yaptığı, Kürt halkının özgürlüğü için savaştığı propagandasını en iyi şekilde boşa çıkardığından Abdullah Öcalan’ın emriyle PKK çeteleri bir çok GKK ailelerini, çocuklarını yakınları ile birlikte yok etmişlerdir.
22 Şubat 1999 tarihi itibarıyla 1225 GKK şehit edilmiştir. Öldürülen 4 bin 472 vatandaşımızın büyük çoğunluğu Kürt asıllı vatandaşlarımızdır.
Antalya, İzmir ve İstanbul gibi batı şehirlerinde dahi PKK elemanlarının ferdi olarak işledikleri cinayetlerde öldürülenler Kürt asıllıdır. Öldürülenler ya ajan ya da işbirlikçidir. Yani PKK örgütüne katılmayan veya yardım etmeyenlerdir.
Belirlenen bu durum, PKK tarafından gerçekleştirilen olaylarla sabit olmuştur.
Alınan bu kararlar, PKK’nın uluslararası kurum ve kuruluşlarla ilişkiye girmesine, kendisini dünya kamuoyuna tanıtmak istemesine rağmen insanlığa karşı suç işleyen terörist bir örgütten başka bir şey olmadığını gösterir.
Abdullah Öcalan da yazdığı, „Kürdistan’da Zorun Rolü“ isimli kitabında (…Kürt halkı kuruluş mücadelesini bazı alanlarda eylem biçimleri ile sınırlayamaz.) demiştir.
Geçmişteki sorumluluklardan, yeni çözüm yolları ortaya atarak ve yeni tezler ileri sürerek kurtulmak mümkün değildir. Sanığın savunmasının temelini oluşturan bu durum, mevcut yasalar karşısında geçerli bir neden olamaz.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve ülkesi ideoloji ve bu doğrultuda harekete geçirilen terör odaklarına deneme tahtası yapılamaz. Buna kalkışanlar sonunda Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını karşısında bulur. Bundan kimsenin kuşku duymaması gerekir.
Anayasa’ya göre, Türkiye Cumhuriyeti bir cumhuriyettir. Toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Devletimizin bu temel ilkeleri, tutuklu sanık Abdullah Öcalan tarafından tohumu atılan PKK terör örgütü kurulmadan önce kabul edilmiş ve uzun zamandan beri de varlığını sürdürmektedir. Bunları değiştirmek, zedelemek, ortadan kaldırmak, hiçbir gücün, kuruluşun insiyatifinde olamaz. Bu nedenle de sanığın savunmasında Türkiye Cumhuriyeti’nin gücünün, demokratik yapısının ve işlerliğinin 1993’den sonra ya da yakalandıktan sonra farkına varmış olmasına bir anlam verilemez. Olsa olsa kendisinin psikolojik savunma mekanizması içine girmesi ile açıklanabilir.
Sanık tarafından geçmişte kullanılan ’Özgür birliktelik’ kavramı daima belli bir ırkın yaşadığı toprakları içine alan, ayrılıkçı, bölücülüğü çağrıştıran bir üslup olarak kullanılmıştır. Demokratik birlik kavramıyla da hiçbir ilgisi yoktur.
SONUÇ
Dosya içinde mevcut delillere, sanığın değişik safhalarda alınan ifade ve savunmalarına, yargılama sırasında gözlenen durumuna, mensubu bulunduğu silahlı ve bölücü terör örgütünün uzun süredir ve sürekli olarak gerçekleştirdiği, yurt içi ve yurt dışına da yaygınlaştırdığı eylemlerinin niteliğine, sanığın halen de örgütle olan bağlantısını kesmemiş bulunmasına göre üzerine atılan suç sabit görüldüğünden, eylemine uyan TCK’nın 125. maddesi uyarınca cezalandırılmasına, tutukluluk halinin devamına, emanete kayıtlı olan ve örgüte ait olduğu anlaşılan eşya ve paranın TCK’nın 36. maddesi gereğince müsaderesine karar verilmesi kamu adına talep olunur.”