1. THKO Davasında Avukatların Ankara 1. Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ne Sundukları Yazılı Savunma

ANKARA 1 NUMARALI SIKIYÖNETİM MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA

Dosya No: 96/13

Özeti: Esas hakkında savunmadır.

Müvekkillerimiz Deniz Gezmiş ve arkadaşları haklarında, Türk Ceza Kanunu’nun 146. maddesine aykırı eylemde bulundukları iddiası ile Yüksek Mahkemenizde yukarıda esas sayısı yazılı dosya ile açılmış olan kamu davasına dair esas hakkında- ki savunmamızı aşağıda sunuyoruz:

GİRİŞ

Çağdaş ceza hukuku suçları, işleniliş koşulları içinde inceler, işleniş nedenlerini araştırır. Bireyi suçun işlenişine iten etkenleri, şartları inceler. Bunların nelerden ibaret olduğunu saptar.

Böylece, toplumda suç işlenmesine neden olan etkenleri ortadan kaldırmanın ve dolayısıyla da suçları ortadan kaldırmanın yollarını arar. Böyle bir inceleme, suçu ve suçluyu anlamaya yardım ettiği gibi toplum düzeni açısından da yararlı sonuçlar doğurur. Çağdaş ceza hukukunda uygulanan bu metod açısından olayımıza bakmakta, toplumumuz ve toplum düzenimiz bakımından yarar görmekteyiz.

Acaba sanıklar, yaptıklarını kabul ettikleri eylemleri neden yapmışlardır? Onları yasalarımızda suç sayılan bu eylemlere iten, götüren sebepler nelerdir? Sanıkların bu eylemleri, kişisel çıkarları için yapmadıkları dosya kapsamı ile anlaşılmakta olduğuna göre, kendilerini bu eylemlere iten toplumsal nedenler hangileridir?

Bu soruların cevapları olayımızı aydınlatacak ve gerçeğe uygun, doğru bir yargıya varmamıza olanak sağlayacaktır. Bunun için de biraz gerilere gitmemiz ve toplumumuzun geçirmiş olduğu ekonomik ve sosyal gelişmelere eğilmemiz gerekmektedir.

Savunmamızı sunmadan önce, bu savunmanın biçim, kapsam ve yöntemini kısaca açıklamakta yarar görmekteyiz.

Sayın iddia makamı, iddianamesine yazdığı bir giriş bölümünde, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyetten başlayarak birinci ve ikinci dünya savaşlarına ve daha sonra da Kurtuluş Savaşımız, Atatürk dönemi, Demokrat Parti iktidarı, 27 Mayıs ve 1960-1970 dönemine kadar büyük bir tarih bölümünü, 10 sayfa içinde tahlil ederek bazı sonuçlara varmaya çalışmıştır. Bilimsel açıdan yüzeysel ve doyurucu olmaktan uzak bu tahliller üzerinde durmakta yarar görmediğimiz gibi buna gereklilik de duymuyoruz.

Bizce, bu davada, olayların meydana geliş nedenlerini aydınlatabilmek için 27 Mayıs’ı doğuran nedenlerle, 27 Mayıs hareketi, 1961 Anayasası, bu Anayasa’nın getirdiği hak ve güvenceler, 1960-1970 dönemi ve nihayet 12 Mart muhtırası üzerinde kısaca durmayı yeterli ve gerekli buluyoruz:

Davamıza konu olan olayların meydana geldiği ülkemizi, dünyanın toplumsal ve ekonomik koşulları dışında, ele almak, yurdumuzu, dünyadan tecrit ederek incelemek bizi yanlış sonuçlara götürebilir. Dünya ulus ve devletleri toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda birbirleriyle sıkı bir ilişki zinciri içinde bulunmaktadırlar. Bir ülkenin, içinde bulunduğu koşullar, ancak, devletler ve uluslararası bu ilişkileri doğru bir biçimde incelemek ve değerlendirmek yolu ile gerçeğe uygun olarak tespit edilebilir. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerle, geri kalmış ülkelerin karşılıklı ilişkilerini saptamak bakımından bu düşünce doğrudur.

Bu nedenle faiz de yurdumuzdaki geçmiş dönemlerin incelemesini yaparken, doğru bir teşhise varabilmek için bu yönteme uymayı uygun bulduk.

TOPLUMSAL VE EKONOMİK GELİŞMEMİZ

İkinci Dünya Savaşı ve onun bitimi, sadece ulusların silahlı çatışmasının sona ermesi anlamına gelmez. Bu savaş ve onun bitimi insanlık tarihinin evrim seyrinde yeni bir aşamayı ve bu yeni aşamada geleceğe yönelik hareket noktasını da gösterir.

Bu dönemde teknoloji yeni bir düzeydedir. Uluslararası münasebetler değişmiş, sosyal sınıf ve tabakalar arasındaki ilişkiler de yeni bir nitelik kazanmıştır. Teknolojik gelişme otomasyona yol açmış, kapitalist toplumları yeni bir aşamaya itmiştir. Buna paralel olarak da toplumların bağımsız ve özgür yaşama istekleri daha hayati bir zorunluluk haline gelmiştir.

Çağımızı karakterize eden işte bu çizgilerdir. “İnsanlık tarihinin yeni bir aşaması”ndan bahsedilmesi buradan gelmektedir.

Genel ve oldukça kalın çizgilerle gösterilen tablo bu olunca, toplumsal olayların tahlilini eski ölçülerle değerlendirmek bizi mutlak bir yanılmaya düşürür. Örneğin, emperyalist devletlerin var olabilmesi için mutlaka geri kalmış ülkelerin de bulunması şartını düşünmemek, ya da düşünememek bizi büyük hatalara sürükler. Yine bunun yanında, “mazlum geri ülkelerin” yaşayabilmesi için, emperyalizmin çağımız dünyasından mutlaka silinmesi gerekliliğini kabul etmemek de yine bizi kaçınılmaz yanılgılara iter. Bunun açık anlamı şudur: bu iki dünya var oldukça, bu iki dünya arasındaki mücadele de var olacaktır. Ama bu sözlerimiz, sözkonusu ettiğimiz mücadelelerin sonsuzluğunu göstermez. Tam tersine, doğa yasaları ile ekonomik ve sosyal yasaların öğretisi, bize, bu mücadelelerin son bulacağını ve hem de “mazlum uluslar”ın kurtuluşları doğrultusunda son bulacağını haber verir.

Bundan tam 42 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk bu mücadelenin bayrağını açmıştı. Bugün de genç kuşaklar bu mücadelenin verilmesi gereğine inanmış bulunuyorlar. Burada bize düşen görev,gençlerin inançlarına dayanak olan maddi kaynakları tespit ederek saflarımızı tayin etmekten ibarettir. Huzurunuzda görülmekte olan dava, bundan ötürü tarihsel bir nitelik taşımaktadır. İşte bizim savunmamız bu kalın ve temel çizgiden yürütülecek ve hareket noktamız da, Mussolini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında bile görülmeyen, varsayımlara dayalı hayali sonuçlar değil, acı ve fakat ümit dolu gerçeklerin kalın çizgisine dayalı olacaktır. Kuşkumuz, emperyalizmin geri kalmış ülkelerde zinde güçleri karşı karşıya getirme oyunlarına Türkiye’de yeni bir alan bulma çabasıdır. Bunu yüksek mahkemenin gözden uzak tutmayacağı ümidi içindeyiz.

Türkiye ortamının, ağır bir bunalımın habercisi olan olaylar içerisine sürüklendiği kuşkusuz doğrudur. Yanlışlık, olayların nedenleriyle bu olayları sürdürmek isteyenlerin teşhisindedir.
Devlet, kendi anlamı ve kendi kuralları içinde var olur. Kimin ve hangi sınıfın elinde bulunursa bulunsun, kendisini yaşatan şartlarla vardır. Bu tür şartlar anayasaların bünyelerinden gelebilir, anayasalardaki temel özle sosyal ilişkilerin çatışmasından gelebilir ve nihayet anayasaların, anayasaya ters düşen kadrolar eline terk edilmesinden gelebilir, vb. Ama bütün bunların temelinde, sosyal realite ile, anayasayı uygulayacak olan siyasal kadroların anayasaya inanmayan sınıf ve tabakalardan oluşması ve dolayısıyla devletin hukuksal niteliğini yitirmiş bulunması önemli bir faktördür, ki bizde görüleni de işte budur. Yani anayasanın devrimci niteliği ile onu uygulamakla görevli olan siyasal iktidarın karşı-devrimci karakteridir!

Biz bu gerçeği, “12 Mart Muhtırası’nda da görüyoruz. Sayın savcının iddianamesinde de görüyoruz. Bizce anlaşılmayan nokta, doğru bir gözlemden (müşahadeden) sayın savcının yanlış bir sonuca varmasıdır. Örneğin iddianamenin 9-10. sayfalarında:

“… 27 Mayıs ihtilali gerçekte kimseyi karşısına almıyordu ama, menfaati haleldâr olan bir zümre ihtilalin kendilerine karşı yapılmış olduğunu DP taraftarlarına empoze etmekten, halkı Türk Silahlı Kuvvetleri’yle karşı karşıya getirmek için kışkırtmaktan bir an geri kalmıyorlardı. Bu nedenledir ki TSK içindeki huzursuzluklar 22 Şubat ve 21 Mayıs olaylarını doğuruyordu… İkinci genel seçimlerde DP sistemini yerleştiren AP, nispî temsil esaslarına rağmen, tek başına iktidar sağlayacak milletvekili çoğunluğu ile parlamentoya geliyordu. İhtilal yapanları suçlamalar, anayasayı değiştirerek DP mahkûmlarının affına matuf tasavvurlar ana programlarında yer alıyor, himayesinde bulundukları anayasa müesseselerini yadırgıyorlardı. TSK’ni yabancı gözü ile görüyorlar, zahiri tutumları, bu ocağa karşı yakınlıklarının cali olduğunu saklamaya yetmiyordu. Yine din istismarcılığı, yine enflasyonist politika, yine seçim kazanmak için türlü kurnazlıklar sürüyor, devletin ana kuruluşları ile hükümet politikası muvazi yürütülemiyordu… 27 Mayıs’ı doğuran kuvvetlerden biri üniversite ve yüksekokullar gençliği idi… Bundan ders alan ve ters yönde değerlendiren o zaman iktidar edenlerden birinin bu zaman iktidar edenlerine tavsiyesi kulaktan kulağa fısıldanıyordu: gençliği bölünüz!.. Yetkililer korkaklık, kurnazlık içinde seyirci kalıyorlar, yine söylentilere göre bir gruba yardımcı oluyorlardı. … Gençler artık kendi sorunları yanında memleket meseleleriyle de ilgileniyorlardı. Anadolu hâlâ aç, hâlâ kaynaklar tahrik edilemiyor, hâlâ fırsat eşitliği verilemiyor, hâlâ mirimiranlıktan kalma mütegallibe ve bir günde milyonlar vuranlar, mağara halkı ile aynı yurt sathında yan yana yaşıyordu. Pahalılık yine başıboş gidiyor, karşılıklı saygı tarihe karışıyor, az çalışıp çok kazanan kişiler türeten ülke oluyorduk. Halkın yarı nisbeti aydınlanmak şöyle dursun okuyup yazmayı bile öğrenememişti. İdareciler yine ‘nurlu ufuklar’ nutukları ile karın doyurmaya devam ediyorlardı”

denildiği halde, ki bunlar doğrudur, bu politikacıları, bu yöneticileri bir yana itip de bütün bunları yapanlara, bunlara sebep olanlara karşı koyanların idamlarını istemesi gibi. Yanlış olan işte böyle bir sonuçtur.

O halde böyle bir sonuca varmak nereden geliyor?

Böyle bir sonuca varılması, sayın savcının varsayımlara, önyargı ve yanlış bilgilere dayanarak hareket etmiş olmasından geliyor.

Suçlu kim?

Bu konuda bir çözüme varabilmek için gençlerin istek ve amaçları ile ülke durumunun karşılaştırılması gerekiyor. Bu genç insanlar, ülkemizin bağımlılıktan kurtulması, halkımızın mutlu bir yaşantıya kavuşması, iç ve dış sömürüden kurtulması uğruna mücadeleye girdiklerini söylüyorlar ve bunu düşünce ve eylemlerinde hareket noktası olarak alıyorlar. Mücadele sloganları apaçık: önce emperyalizme ve onun yerli dayanağı olan işbirlikçi sermayedara ve ağaya karşı kurtuluş mücadelesi! Ve demokratik haklar ve Anayasamızın eksiksiz uygulanması!

Emperyalizmin ve yerli uydularının egemen olduğu bir ülkede “sosyalist düzen” düşünmeyi bile bir fantezi sayarak, emperyalizmden ye onun hain şebekesinden arınmış, bağımsız bir ulus olmanın şartlarını gerçekleştirmeyi ön plana alıyorlar.

İşte biz, önce bunların, doğru olup olmadığını kanıtlamak istiyoruz.

Bu davanın aydınlığa kavuşabilmesi için üç ana noktanın açıklığa kavuşmasında yarar vardır:

1.Türkiye bağımlı bir ülke midir?
2.Türkiye’nin gerçek yapısı ve
3.Siyasî iktidarın niteliği.

İddianame, dava konusu olayların devleti ortadan kaldırma, Anayasa’yı ihlal etme amacı güttüğü inancındadır. Oysa bugünkü şartlar içinde devlet ortadan kalkmaz. Hiç kimse de devletin ortadan kalkmasını ya da onun ortadan kaldırılmasını düşünemez. Ama, devlet soysuzlaştırılabilir. Devletin hangi hallerde soysuzlaştırılabileceğini de her vatandaş düşünür ve düşünmelidir de. Devlet anayasal kurallar içinde bulunsaydı, devleti devlet olmaktan çıkarma yani devleti soysuzlaştırma çabaları olmasaydı bu olaylar meydana gelir miydi? Bu sorunun cevabı çok açıktır: bu çabalar olmasaydı, elbette bu olaylar da olmazdı.
Demek ki, görülen olaylar devleti soysuzlaştırma, Anayasa- ’yı ilga ve ihlal etme çabaları değil; görülen olaylar, devletin soysuz laşması ve Anayasa’yı ihlal yönündeki çabalara karşı bir tepkidir. (Buradan yedi satır çıkarılmıştır. Bu satırlarla savunma avukatlarından Aske¬rî Savcıya hakaret ettikleri iddiasıyla dava açılmış ve 11 avukat Ankara S.Yön.K. 3 Nolu mahkemesi tarafından (3)’er ay hapis ve (500)’er lira para cezasına mahkûm edilmiş ve ertelenmemiştir.) 

Davamızı üç konu şeklinde ele almamız işte buradan geliyor. Ama hiç şüphesiz bu üç konu birbirinden ayrı, birbiriyle ilişkisiz olarak düşünülemez. Tam tersine, bu üç konu birbirleriyle sıkı sıkıya bağlı, iç içe ve birbirlerini şartlandıracak niteliktedir. Davayı somutlaştırma, kanıtları sergileyip yorumlama zorunluluğu bizi, esas konuyu şematize etmeye götürmüştür.

Türkiye Tam Bağımsız Bir Ülke Değildir

Önce bir noktaya dikkat etmekte yarar vardır: Bağımsızlık anlayışımızın Atatürk Türkiye’sinden sonra yurdumuza yabancı sermayenin girmesiyle ve ülkemizin emperyalizmin etki alanına kaymasıyla değişmiş olduğu ortadadır. Atatürk döneminde ve yabancı sermaye Türkiye’ye girmeden önce, bağımsızlık anlayışımız kesinlikle doğruydu. Bu anlayış, Atatürk’ün ölümünden sonra ve yabancı sermayenin ülkemize girişiyle değişmiş ve yozlaşmıştır.

Geçmiş iktidarın temsilcilerine de sorsak, sokaktaki şartlandırılmış vatandaşa da sorsak “Amerika olmazsa biz ölürüz” der. Demek ki, Türkiye’nin iktisaden bağımlılığı tartışma konusu olmayacak kadar açık ve seçiktir.

Biz, bundan ötürü, devlet başkanından sokaktaki şartlandırılmış vatandaşa kadar herkese şu gerçeği hatırlatmak isteriz: Tarihin hiçbir döneminde ve dünyamızın hiçbir bölgesinde, devlet kuruluşlarından bir kesimi bağımlı olduğu halde, bir başka kesiminin bağımsız kaldığı görülmemiştir. Bir toplumun iktisaden bağımlı olduğu halde, siyasî bakımdan bağımsız kaldığı; siyasî bakımdan bağımlı olduğu halde, kültür, eğitim vb. bakımlardan bağımsız olduğu görülmemiştir. Bu durum, devletin bir “bütün” olma niteliğinden gelir ve onun tabiî bir sonucudur. Atatürk’ün “istiklali tam” demesi de yine buradan gelir. Atatürk bağımsızlığı şöyle tanımlamaktadır:

“İstiklâli tam denildiği zaman, bittabi, siyasî, malî,İktisadî, adlî, askerî, harsî ve ilâh. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve memleketin, manayı hakikisiyle, bütün istiklâlinden mahrumiyeti demektir.” (Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1956, s.8.)

Bağımlılığın Somut Kanıtları

Ülkemizin bağımlılığı 1945 yıllarında başlar. Amerika Birleşik Devletleri’yle yapılmış olan basit bir İktisadî anlaşmaya dayanır. 4780 sayılı bir kanunla (“Resmî Gazete”, c. 26, no: 1285) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayından geçen bu anlaşmada “T.C. savunmasının, ABD savunması için hayati önemi haiz olduğu belirtilerek” Amerika bize 10 milyon dolarlık bir kredi açmıştır. Bu kredi ile Amerika’nın Avrupa ve Kuzey Afrika’da kalan yarı kullanılmış, demode ve savaş artığı harp malzemesi kiralanacaktır. Bu malzemelerin ne tür ve ne nitelikte bulunduğu ve şartlardaki ayrıntıları tespit yetkisi, Amerika Birleşik Devletleri başkanına aittir.

Anlaşma, 11 Mart 1941 tarihli ödünç verme ve kiralama kanununa göre yapıldığından, Amerika her istediği anda, bu kredi ile verdiği malzemeyi bizden geri alabilecektir. Bu anlaşmanın başlığı “23 Şubat 1945 tarihli Türkiye Cumhuriyeti ile ABD hükümeti arasında imzalanan 11 Mart 1941 tarihli ödünç verme ve kiralama kanunundan yararlanmak için yapılan anlaşma”dır.

Bu anlaşmayla 10 milyon dolarlık bir kredi sağlanmıştır. Yani 10 milyon dolarlık bir borç altına girilmiştir. Ve borçlanma yoluyla aldığımız malzemenin mülkiyet hakkı bize ait değildir. Buna karşılık T.C. hükümetinin bir görevi vardır: “T.C. hükümeti, sağlayabilmek vazifesinde bulunduğu ve müsaade edebileceği maddeleri, hizmetleri, kolaylıkları veya bilgileri, Amerika Birleşik Devletleri’ne temin edecektir.”

Tabiî, T.C. hükümetinin sağlayabileceği “bilgiler, hizmetler ve maddeler” ABD’ni tatmin etmeyeceğinden, bu vazifeler için ilerde Amerikalı görevlilerin Türkiye’ye akını başlayacak, üs ve tesislerin ardı arkası kesilmeyecek ve 40 bin civarında uzman, teknisyen, müşavir vb. personel yurda sokulacaktır.

Amerika’yı Bizimle Böyle Bir Anlaşmaya Zorlayan Faktörler Nelerdir?

İkinci Dünya Savaşı sona erdiği zaman, ABD, başlıca iki sorunla karşı karşıya kalmıştır:

1.Savaş sonu elde kalan stoklar,
2.Savaş sanayii üretiminde sürat temposunun kısıtlanması zorunluluğu.

İkinci Dünya Savaşı süresince, Amerikan sanayiine yapılan yatırımın tutarı 42 milyar 500 bin dolardır. Normal barış döneminde böyle bir sanayi genişlemesi mümkün değildir. Sadece ile 1943 yılları arasında büyüyen üretim hacmi yüzde yirmidir. Toplam Amerikan işçilerinin 1939’da altıda biri işsiz ve çalışanların büyük bir çoğunluğu da haftada ancak 37,5 saat çalışabilmektedir.

Tarımsal alanda ise, üretim artışı, 1942-1944 yıllarında, 1935-1939 yıllarındaki üretim hacmini, yüzde yirmiyedi geçmiştir. 1945’te sanayide emeğin verimliliği yüzde yirmibeş bir artışa ulaşırken tarımda bu verimlilik yüzde yirmisekiz olmuştur. 1945 yılında tüm müttefiklerinden ödünç verme ve kiralamadan alacağı, 41.751 milyon dolardır, daha sonra sadece İngiltere’nin Amerika’ya olan borcu 24 milyon doları bulmuştur.

Askerî ve politik bakımdan da ABD, ön plana geçmiştir. Üstelik bir de atom bombası yapabilen tek ülkedir.

Böylece ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan en kârlı ülke olarak çıkmış ve sonunda yeni bir yayılma ihtiyacı duymaya başlamıştır. Bu, kendisi için yeni bir aşama sayılmıştır.

Amerika’nın bu oranda güçlenmesi, kendi tekelci sermayesinin dünya ölçüsünde ekonomik, sosyal ve politik egemenliğinin sağlanması sonucunu doğurmuştur. En büyük kapitalist şirketlerin yöneticileri, aynı zamanda, Amerika’nın siyasî ve İdarî kuruluşlarının da başına geçmişlerdir. Silahlanma programı önemlidir. Bunun başında, büyük mağazaların direktörü Donald Nelson ile General Motors’un direktörü Charles Wilson vardır. Millî savunmanın teçhizat işini bankacı Snyder ile deniz ikmal servisinin direktörü “Kuhn Locb And Co.”nun başlıca idarecilerinden biri olan Lewis H. Strauss almıştır. Millî savunma siparişlerinden en büyük hisseye sahip olanlar, devletin yönetimini de ellerine geçirmişlerdir. Daha küçük işletmeler savaş sonunda birer ikişer sahneden çekilmişler, yerlerini daha güçlü tekelci kuruluşlara bırakmak zorunda kalmışlardır. 1939-1945 arasında Amerikan işletmelerinin net kârı 60 milyar dolara yükselmiştir. Oysa bu kâr 1931-1938 arasında sadece 9,5 milyardı. Hammaddelerin dağılımı tekelleştirilmiştir. Çelik üretimi 1945’te 95,5 milyon tona yükseldi. Petrol sanayii rafinerilerinin gücü % 20 artmıştı. Bilimsel araştırmalara ayrılan yıllık gider (atom giderleri hariç) 300-400 bin dolardan 800 bin dolara çıktı. Amerikan hükümeti 1.300 milyon doları donatım kuruluşuna olmak üzere, atom bombası yapımı için 2 milyar dolar harcamaktaydı.

Amerika’da makine ve fabrika binası gibi sabit sermayenin değeri 1944’te 74,6 milyar dolardır. Halbuki bu değer 1939’da 49 milyar dolardı. Toplam sanayi içinde teknik gelişme, her emekçinin verimini % 25 arttırmıştı. Savaş öncesi, yaklaşık olarak 9 milyon olan daimî işsiz ordusu, savaş seyri boyunca büyük ölçüde emilmişti.

ile 1945 yılları arasında, vergiler düştükten sonra sadece tekelcilerin net kârı ise 51,7 milyar dolara çıktı. Oysa, 1939’da bu kâr, sadece 14.6 milyar dolardı. Bütün ülkede üretim kapasitesinin % 65’ini 250 işletme kontrol ediyordu. Bu anda en büyük sorun, bu üretim gücünü sürdürebilmekteydi. Bunun için de biriken sermaye ile üretilen ürünler için pazar lazımdı. Özellikle mevcut stoklar için!

Kapitalist bir ülke, ürettiği malları satacak pazarlar bulmak, kendi ülkesinde artık yatırım alanı kalmayan fazla sermayesini dışarıya çıkartmak, bu suretle üretim fazlası problemini halletmek zorundadır. Bunun içindir ki, bazı ülkeleri kendi pazarı ve sermayesi için yatırım alanı haline getirmek mecburiyetindedir.

Bu kural kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmiş bir ülkenin yaşaması için, yani emperyalist niteliğini koruması için zorunlu olan bir şarttır. İşte bu konu önemli bir endişe kaynağı olarak gözlerde gittikçe büyümeye başladı. Hayat sahası olarak dünyanın her tarafına sahip olmak ihtirasına kapılındı. Ve yine dünyanın neresinde olursa olsun emtia ve sermayelerine mutlaka pazar bulunmalıydı. Zaten İkinci Dünya Savaşı’na da bu amaçla girilmişti.

Bu durum, ABD’ni yeni bir koloni yağmasına itti, ve kendiliğinden bize 10 milyon dolarlık malzeme kredisi açması en başta bu nedene dayanır.

Buna dair yapılan anlaşma da, sonradan yapılacak olanlar gibi, tek taraflıdır ve inisiyatif Amerika cumhurbaşkanınındır. Bunun en ilginç yanı da; “Türkiye’nin sağlayabilmek vazifesinde” bulunduğu ve müsaade edebileceği maddeleri, hizmetleri, kolaylıkları veya bilgileri Amerika Birleşik Devletleri’ne “temin etme” görevinin sonradan “mecburiyet”e dönüşmesidir ve bununla da yetinmeyerek, bundan sonra ABD’nin sağlayacağı bütün imtiyazlar bu gerekçeye dayandırılacaktır. Tıpkı, kapitülasyonlarda karşılaştığımız imtiyazlar örneği!..

ABD’nin Türkiye’den arazi kapatmasında, bu anlaşmadan çıkış yapılacaktır. Büyük elçisinin başkanlığında, dördü Türk, dördü Amerikalı olmak üzere Türkiye’nin eğitim politikasını belirleyecek olan “Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkındaki anlaşma” (“Resmî Gazete”, 1950, no: 7460) bu gerekçeye dayandırılacaktır. Amerika ile ortak kuruluşların kadrolarını tespit de yine bu gerekçeye dayandırılacaktır. İhtiyaç fazlası tarımsal maddeler ticaretinin geliştirilmesi yine bu gerekçelere göre yapılacaktır.

Sözün kısası, Türkiye, artık, Amerikan emperyalizminin gönüllü bir “öncü karakolu”, gönüllü bir “açık pazarı” olmuştur.

Söz hakkı ve şartları tayin etme hakkı da daima Amerika’nındır. İnanılacak gibi değil ama, ne yapalım ki, bu bir gerçektir!

Yukarda açıklanan ve ilerde daha da açıklanacak olan “İkili anlaşmalar”la, sokaklardan üniversite ve Büyük Millet Meclisi kürsülerine kadar yapılan tartışmaların ışığı altında, bağımsızlığımıza koyu bir gölgenin düştüğü gerçeğini kabullenmek zorunluluğu vardır. O halde bizi bugünkü sonuca götüren etkenlere yönelmek zorunluluğu ile karşı karşıya bulunuyoruz. Mustafa Kemal Türkiye’sinde utanç duymadan bu konuya değinmenin zorluğu meydandadır. Belki de bu konuda sayın savcı ile sanık gençler arasındaki fark, sadece mücadelenin yönetimindedir. Sizleri, mazlum ulusların tarihinde “emperyalizme” karşı ilk kurtuluş savaşını veren ve onu başarıyla sonuçlandıran bir ordunun mensupları olarak selamlamak ve sizlere öylesine bir güven duymak isteriz. Atatürk’ten bu yana, Türk aydınının ve onu bağrından çıkaran sağduyu sahibi Türkiye halkının, başında ne zaman karabulutlar dolaşsa gözleri umutla kendi ordusuna dönmüştür. Bir kurtuluş savaşı söz konusu olduğu vakit, kendi ordusunun, kendi yanında olacağından hiçbir zaman kuşkuya düşmemiştir. Ve bilir ki, onun iç hizmet talimatnamesinde şu gerekçe vardır: (Bir an için 1920’lere dönüyoruz.) “Türkiye halkı -diyor, halkçılık beyannamesinde Mustafa Kemal- emperyalizmin ve kapitalizmin tahakküm ve zulmü altındadır. Büyük Millet Meclisinin (o zamanki) tek ve kutsal emeli, Türk halkını emperyalist ve kapitalist tahakkümünden kurtararak kendi irade ve hâkimiyetinin sahibi kılmaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (o zamanki) bu maksatla kurulmuş bir ordusu vardır.” Ordu iç hizmet talimatnamesinin gerekçesi ve kökeni bu halkçılık beyannamesidir. Ordunun bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da bu gerekçeye ters düşmeyeceğine inanıyoruz.

Bizim Ülkemiz

İkinci Dünya Savaşı, ülkemizi, bir yönüyle tam bir geri kalmışlık ve bir yönü ile de savaş vurguncusu bir sınıfın siyasî iktidarı ele geçirme hırsı içinde, tarih sahnesine çıkarmıştır.
1945’te ülkemizin nüfusu 18 milyon 790 bin 174’tür. Malî durumumuz perişandır. 1938’e bakarak geçim sıkıntısı % 400 artmıştır. Ağır bir enflasyon bütün hışmıyla baskısını hissettirmekte, vurgun, karaborsa, ihtikâr alabildiğine sürdürülmektedir. Endüstriyel donatım yıpranmış, üretim hızı düşmüş, mal yokluğu, işsizlik nedeniyle ulusun çoğunluğunca hayat, çekilmez bir dert haline gelmiştir. Savaşa girilmemesine rağmen içinde bulunulan savaş ekonomisi, ülkeyi kasıp kavurmaktadır. Savaş yılları içinde, memur ile işçi sınıfı ve köylünün satın alma gücü 1938’e oranla % 36’ya düşmüştür.

Avrupa ülkeleri kalkınma çabalan içinde, ABD de yıkılan Avrupa ülkeleriyle onlara ait kolonilere sahip çıkmak peşindedir.

ABD, bu arada, bizimle birisi iki adet ek anlaşma ve diğeri yeni olmak üzere iki anlaşma daha yapmıştır.

Birincisi, yani ek anlaşmalardan Aralık 1946 ile 10 Şubat 1947’de yapılanlar, Amerikalıların Türkiye’den, sahipleriyle anlaşarak, diledikleri yerde, diledikleri kadar arsa alabileceklerine dair; diğeri ise 27 Aralık 1949 tarihli olup “Türkiye ve ABD hükümetleri arasında kurulan (Eğitim Komisyonu)” hakkındadır.

Her ikisinde de Amerika dilediği şartları kabul ettirip uygulama inisiyatifine sahiptir, ve bu yürekler acısıdır, Türkiye’de eğitim politikasını bu komisyon belirler ve kesin söz sahibi Amerika misyon başkanı büyükelçidir. Ama, bütün masraflar Türkiye’ye aittir. Yeni yapılan anlaşma, ilk anlaşmanın 3. kısmına dayanır ve oradan çıkış yapar. Amerika’nın Türk parası olarak alacakları, Merkez Bankası’nda açtırılmış olan kendisine ait hesaba yatırılacaktır.
Siyasî iktidar Halk Partisi’nin elinde olmakla beraber, karşısında, kendisinden ayrılmış, savaş vurgununun su yüzüne çıkardığı sermaye sahibi, vurguncu tüccar, ağa, eşraf ve tefeciden oluşmuş bir parti vardır.

Yıl 1950. Bu sınıf ve tabakalar “Demokrat Parti” adıyla iktidardadır. Ülkede hummalı bir faaliyet başlamıştır. 1946 yıllarında başlatılan devletçiliği yıpratma çabaları, devlet kuruluşlarını kapışma hazırlığına dönüşmüştür. Özel sektöre yardımı esas alan Marshall Planı ve Truman Doktrini’nin amaçları, Demokrat Parti tarafından içtenlikle benimsenmiştir. Ve 6 ay sonra “Küçük Amerika” olacağımız iddia edilmektedir.
DP, ekonomide liberalizmi uygulayacağını ilan etmiştir. Oysa ülkemizde, liberal ekonominin uygulanması 1923-1933 yılları arasında denenmiş ve 1933 tarihinden itibaren de bu yolun tıkanıklığı anlaşılarak, planlı döneme girilmek suretiyle kamu sektörüne yani devletçiliğe ağırlık verilmek istenmiştir, ve bütün ümitler bundan böyle bir süre ona bağlanacaktır. Başarılı sonuçları ise, hâlâ ekonomimizin başlıca dayanağı olmak kabiliyetini muhafaza etmiş olmasında görülmektedir.

Buna rağmen, ABD’nin telkini doğrultusunda, savaş vurguncusu bir ticaret burjuvazisi ile toprak ağalığı ortaklığında siyasî iktidarı eline geçiren DP, devletçiliğin yerine liberal ekonomiyi ikame etti. Artık dış ticaret serbestti. Özel sektörde teşebbüsü sınırlayan engellerin ortadan kaldırılması bahanesi gerisinde, dış destek lerden teşvik gören ekonomik bir mücadele, bütün hızıyla başlamıştır. İlk hedef 300 milyon civarında bulunan altın ve dövizleri kullanmaktadır.

“1950 yılında devlet kuruluşlarının geliri 930 milyon, 1954’te 1.605 milyon, 1959’da ise 6.069 milyon liradır. Sabit sermaye tutarı ise: 1950’de 43, 1954’te 179 ve 1959’da ise 164 milyon liradır. Çalışan işçi sayısı 1950’de 76.033, 1954’te 86.161, 1959’da 123.144’tür.
1950 sanayi sayımına göre, nüfusu 2.000’den yukarı olan bölgelerde tespit edilen işyeri sayısı 81.000’dir. Bunun % 19,2’si küçük işyeri kalanı da büyük sayılabilecek işyeridir.
Her iki grupta çalışan işçi sayısı 312 bindir. Ve bunun % 72’si özel sektörde, % 18’i de kamu sektöründe çalışmaktadır. Burada da egemen olan küçük işletmeciliktir.

Tümü ile sanayi sektörü içinde yaratılan değerin % 54’ü devlet sektörüne aittir, ve görüldüğü gibi devlet sektörünün sanayi dalında millî gelire katkısı, özel sektörün katkısından çok fazladır.

Ülke ekonomisinde böylesine önemli bir yer tutan sanayi sektörünün yok edilmesini amaç edinen bir sosyal sınıfın, siyasî iktidarı eline geçirmesi ve bunu güçsüz bırakmakta elinden geleni yapması ve bunda da başarı göstermesi, ulusumuz için ve bugün içinde bulunduğumuz şartların ağır yükünü çeken halk tabakaları için büyük bir talihsizliktir. İhanet kanatlarından birisinin kökü de işte buradadır.

Güdülen bu politika sonucu, ağır sanayi gelişmemiş, küçük sanayi doğal olarak tüketici sanayi olma karakterini değiştirememiş (yenememiş) ve sonradan, bunlar arasında “montaj sanayii” de yerini alınca, bugünkü istihdam tıkanıklığı ile açık pazar niteliğinde kalma zorunlu olmuştur.

Tarımsal Sektör

Ülkemizde tarımsal sektör ağır basmaktadır. Millî gelirin % 42’si ekonominin bu kesiminden gelmektedir. Yine aynı dönemlerde (1950 ve daha sonrası) çiftçi ailesi yekûnu genel nüfusun üçte biri kadardır. Tarıma elverişli arazi miktarı 25 milyon hektar civarındadır. Burada da küçük mülkiyet egemendir. Devlet Planlama Teşkilatı’nın “1962 yılı program tasarısı”na göre Türkiye’de çiftçi ailelerinin % 75’i tarıma elverişli arazinin % 29’una, geri kalan çiftçi ailelerinin % 25’i de tarıma elverişli arazinin % 71’ine sahiptir.

Böylesine akıl dışı adaletsiz bir mülkiyet oranının feci durumu, aile fertleri arasında anlaşmalı bir dağılıma uğramakla beraber, durum, özü itibariyle çok ağırdır. Küçük işletmecilik çoğunluktadır. Ve ağırlık karasapandadır.

Gerek İkinci Dünya Savaşı öncesinde dostumuz faşist Almanya’nın ve gerekse daha sonra dostumuz Amerika’nın “tarım ülkesi” olarak kalmamızı önermesine ve bizim de bu tavsiyelere uygun bir İktisadî politika uygulamamıza rağmen, her sene binlerce ton tarım ürünü ithal etmekten kurtulamadık. Özellikle 1950’den sonra bütün gücümüzü tarımda toplamaya özel bir dikkat sarf ettik. 1950’de ülkemizdeki traktör sayısı 11.729, 195l’de 23.280, 1952’de 31.340, 1956’da 43.727’dir. Bunların donatımları sayı itibariyle az olsa da, hemen hemen aynı oranlardadır. Çok kısa bir süre sonra parça yokluğu yüzünden bunların büyük bir çoğunluğu işe yaramaz hale gelecek ve yurdumuz bir traktör mezarlığına dönecektir. Oysa, bunların alımında, yeni iktidar özel bir gayret sarf etmişti. Döviz imkânlarımızın çok sınırlı olduğunu bildiği halde… Bunlara ve lüks tüketime sarf edilen 322 milyon dolarlık dış ödeme imkânımız, kısa sürede 12 milyona düşmüştür.

Çok büyük ihtiyaçları, çok dar imkânlarla karşılama mecburiyetinin karşısına, sorumsuz bir siyasal iktidarın sınırsız ihtirasları dikiliverince, ülkemiz “Kırkharamiler”in talan alanına dönüvermiştir. Bu politikanın uygulanması, “tarımı teşvik” gerekçesine dayatılmıştır.
1953’te çok bol olan tarımsal ürünlerin fiyatları, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir fazla fiyatla pazarlanıyordu. Ve bunun tek alıcısı da Toprak Mahsulleri Ofisi idi. Ziraat Bankası gibi, o da kasalarını “yeni usul yağma”ya açık tutuyordu. Bir süre sonra onun da imkânları, Ziraat Bankası’nda olduğu gibi, tükendiğinden o da Merkez Bankası’na borçlandı. Ve tabiî ki, o da borcunu ödeyemez hale geldi. Mevcut döviz miktarı eritilmiş, devlet hazinesi sonuna gelmiş ve devlet ağır bir sıkıntının içine yuvarlanmıştı.

“Nurlu ufuklar” uğruna girişilen bu yağma hovardalığı, yatırımları da tehlikeye sokmuştu. Ama, devletin iflası pahasına da olsa tarihte ilk defa olarak köylünün eline para geçmişti, ve o, bu dönemi hiçbir zaman unutmayacaktır. Bundan dolayı çekeceği bütün sıkıntılara rağmen! Karşılığını seçimlerde gösterdi ve her seçimde de 1953’ün özlemini çeke çeke oylarını verdi. Önemli olan, siyasal iktidarın seçimleri kazanması idi. Ondan sonrası “Allah kerim!”

Artık Amerika da eskisi kadar cömert görünmüyordu. Giderek gıda maddesi ihtiyacı baş gösterdi. Yatırımların sonunu getirebilmek için yeni kredilere ihtiyaç duyuldu. Ümit iyiden iyiye yabancı sermayeye bağlanmıştı.

Yıl 1954. Zamanın Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ABD’nin konuğudur. Amerikalı işadamlarının, şerefine verdikleri bir ziyafette şöyle konuşmaktadır:

“… Sizlere bütün sahalarda, her çeşit konulara açık bir pazar sunuyoruz. Hem de en müsait şartlarla…”

Bu sözler, konuşmasının son sözleridir. Dinleyicileri şaşırtmıştır. Birbirlerinin yüzüne şaşkın şaşkın bakmakta ve bu sözlerin, kendi ülkesine ihanetinden mi, yoksa iktisat biliminden nasipsiz oluşundan mı? geldiğini kestirememişlerdir.

Yine Amerikalı gazete sahipleriyle yaptığı bir toplantıda aynen şunları söylüyordu:

“Türkiye’ye yapılan İktisadî yardım zaten yükselmekte olan ekonomik bünyeye kuvvetli bir müzahir olarak gelmiştir. Türk milletinin satın alma kudretinin artması ve hayat standardının yükselmesiyle, memleket mamul maddeler, istihlak maddeleri için büyük bir pazar haline gelmiştir. Yeni kabul edilen kanun (6224 sayılı kanun) yabancı sermayenin Türkiye’ye en müsait şartlar altında akmasını mümkün kılacaktır. Hülasa, denilebilir ki, Türkiye’de sarf edilen her dolar mümbit bir toprağa ekilmiş refah ve bereket filizleri verecek bir tohum gibidir.”

Bu sözler gerçekten ibret vericidir. Ve bu adam yıllarca iktisat bakanlığı ve başbakanlık yapmıştır. Şimdi de Türk ekonomisini bir sömürge ekonomisi haline getirme çabası içindedir.
Amerika’da bu konuşmalar yapılırken, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de bir kanunun “ivedilikle” müzakeresi yapılıyordu. Adı “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu”dur. (6224-18.1.1954 sayılı kanun, “Resmî Gazete”, no: 8615, 23.1.1954) Sayın İnönü; Amerikalı uzman C.B. Randal’ın hazırladığı bu kanuna “kapitülasyon kanunu” demişti.
Bu kanunun 10. maddesi şöyledir: “Yerli sermaye ve teşebbüslere tanınan bütün haklar, muafiyetler ve kolaylıklardan, aynı sahalarda çalışan yabancı sermaye ve teşebbüsler de aynı şekilde, aynı şartlar dahilinde istifade eder.”

Bu kanunun kabulünü takiben, ilk iş olarak “Amerikan-Türk Dış Ticaret Bankası” kuruldu ve buna paralel olarak da “montaj sanayii” hazırlıklarına girişildi. Bilindiği gibi montaj işlemi, bir sanayi değil, bir “ithal” konusudur. Kurulan banka, dünyanın en büyük bankalarından birisi olan ve 500 milyon dolar sermayeli, 13 milyar dolar yıllık mevduatı olan Bank of America’dır. Her türlü bankacılık işlemlerine açıktır ve her türlü iştiraklere katılma yetkisi vardır. Ünlü Amerikalı uzman M. Ball’ın hazırladığı petrol kanunu da, bu dönemde çıkmıştır, ve yine 46 Amerikan firmasının ülkeye yerleşmesi de bu döneme rastlar.

Hülasa, Petrol Kanunu, Maden Kanunu ve derken tümü ile ülkenin ekonomik kaynaklan Amerikalı işadamlarının eline geçmiştir. Bunun yanında, toprakaltı ve topraküstü servetlerle birlikte iç ve dış ticaret de Amerikan kontrolü altına girmiştir.

Burada ince bir metot uygulamasına dikkati çekmek yerinde olacaktır.

1- Devletin bütün İktisadî, İdarî, eğitim vb. kuruluşları Amerikalı uzman müşavirlerin kontrolü altındadır.

2- O kuruluşların yerli yönetmen (idareci) kadroları, uzman müşavirlerce seçilerek “görgü ve bilgilerini arttırmak üzere sık sık Amerika’ya gönderilirler ve ülkeye dönüşlerinde, yine aynı kaynakların tavsiyeleriyle yönetici kadrolara atanırlar”. Osmanlı döneminde bu kadrolaşma özel okullar açmak ve oralardan çıkanlardan seçilmek suretiyle olurdu. Şimdi ise düpedüz beyin yıkama metotlarıyla yapılmaktadır.

3- Yönetici kadro, uzman müşavirlerin ilhamı ile (direktifleri ile) bağlı bulundukları devlet kuruluşları adına, Amerika’dan ithal edilmek üzere ihtiyaç listelerini tanzim edip ithalat yapmaya da yetkilidirler. Yalnız, ithal edilecek malların listesi önceden Amerikalılar tarafından hazırlanır ve bu konuda aracı kuruluş. Dışişlerine bağlı, milletlerarası İktisadî işbirliği teşkilatıdır, ve Türk hükümeti adına hareket etmeye selahiyetlidir.

4- Amerika’dan ithal edilen mal sadece Türkiye’de tüketilir. Aynı çeşit mal, anlaşmalar gereğince başka pazarlara ihraç edilemez, ve de Amerika ile rakip duruma girilemez. Bazı mallar Amerika’nın müsadesi olmadan pazara sürülüp, Amerika’nın istemediği ülkelerde satışı yapılamaz (zeytinyağı örneği).

5- Amerika’dan gelen malların Türkiye’de satışı da Türk hükümetinin vazifeleri arasındadır.
Birleşik Amerika’nın içine düştüğü 1953-1954 yeni bunalım, evvelkilerden bir hayli farklıdır ve bu farklılık bizimle olan ilişkilere belirli oranlarda yansır. Esasen ABD sürekli bunalımlardan kurtulamaz bir duruma gelmişti. Savaş sonrasının ilk bunalımı 1944-1946 yılları arasına rastlar.

İkinci Dünya Savaşı Avrupalılara bir hayli pahalıya mal olmuştur. Milyonlarca insan kaybı yanında 260 milyarlık da bir pasifleri vardı. Oysa Amerika Birleşik Devletleri hesaplarını 42 milyar tutan bir aktifle kapatmıştı. 1939’dan 1943’e kadar olan zaman süresinde üretim hacmi % 120 artmıştı. 1939’dan 1945’e kadar Amerikan sanayii üretim gücü, en azından % 41 bir kapasite artışına ulaşmıştı, ve bunun da ağırlığı savaş malzemeleri üreten kuruluşlarındaydı. Hemen hemen tarım dahil diğer sektörlerde de bu orana yakın bir artış vardı. 1945 Aralık ayı sonunda sadece ödünç verme ve kiralamadan, 11.141 milyonu Sovyetler Birliği’nden olmak üzere, 41.751 milyon alacaklıydı. Bunun yanında Almanya, İtalya ve Japonya tamamıyla çökmüş, İngiltere ile Fransa ise oldukça zebun hale gelmişti. Oysa, savaş sonunda Amerika’nın sabit sermayesi 1939’da 49 milyar dolarken, 1944’te 74,6 milyara, bütün sanayi dallarından işçi başına üretim 1940’ta % 13 iken, teknik gelişme sayesinde 1944’te % 25’e yükselmiştir.

Böylece Amerika, emperyalizmin yeni bir aşamasına varmış oluyordu. Başkan bir süre sonra şöyle konuşacaktır:

“ABD öylesine güçlüdür ki, ondan daha güçlüsü düşünülemez. Bu güçlülük bizi dünyanın yeniden kuruluşunda liderlik görevini yüklenmeye mecbur etmektedir.”

Oysa bu durumda Amerika yukarda da işaret ettiğimiz gibi başlıca şu sorunlarla karşı karşıya idi:

1- Elde kalan milyarlar tutarında çeşitli mal stoklarım eritmek,
2- Üretimde sürat temposunun hızını kesmek.

Bu sorunların çözümü ancak biriken sermaye için yatırım alanları, stoklar için de, onları eritecek açık pazarlar bulmakla mümkün olacaktı. Aksi takdirde, 1929 bunalımından kurtulun- muştu, ama, 1945 bunalımından kurtulunacağı çok şüpheli idi. Bu anda kendisi için çıkar yol o zamanki deyimi ile “kan aldırmak”tı, “hayat sahaları” bulmaktı.

1944’te Dışişleri Bakanı Müsteşarı Dean Acheson, dış ticaret temsilcilerine karşı yaptığı bir konuşmada:

“Bizim problemlerimizin readaptasyonu, dünyanın diğer bölgelerindeki ekonominin yeniden kurulup geliştirilmesini hızlandırmakla olacaktır. Bunun için de öyle bir yol bulmalıyız ki, dışarıya yapılacak olan yatırım, hem sermaye akımını ve hem de yatırım yapılan ülkelerde Amerikan ürünlerinin satışım sağlasın ve böylece de yabancı ülkelere yapılacak yatırımlarımız Amerikan ekonomisine ferahlık getirsin.”

Bunun anlamı şudur: Yatırım yapılan ülkeler ekonomisinin yeniden düzenlenmesi, Amerikan ekonomisinin ihtiyaçlarına göre olmalıdır.

Bu nedenle az gelişmiş yarı bağımlı ülkelere yapılan ilk yatırımları maden, petrol vb. alanlara yapmak ve bu ülkelerin işletmelerini kontrol için şube şirketler kurmak, evvelce var olan şirketlerin hisse senetlerini satın almak ve yerli sermaye ve sanayi kuruluşlarıyla ortaklıklar vb. gibi tedbirler gerekiyordu. Böylece, hem rakiplerden kurtulacak, hem ucuz emekten yararlanacak ve hem de petrol ve benzeri madenlerde kendi rezervlerini saklı tutacaktı.

1944’te Amerikan dış politikasının ana hatları, Dean Acheson tarafından işadamlarına aşağı yukarı bu konuşmada açıklanmıştı.

Fakat, bu politika bazı ülkelerde tuttu, bazı ülkelerde de tutmadı. Özellikle bir kısım az gelişmiş ülkelerde bu politika tutmuştu. Bu arada bizde de tuttu.

Bu politikanın uygulanmasında benimsenen taktik ve strateji, “soğuk harp” sloganında ifadesini bulan, sosyalist ülkelerle, demokratik halk cumhuriyetlerini tecrit etmeye ve Trumann Doktrini ile de bağımsızlık mücadelesi veren diğer ülkelere müdahale şartlarını hazırlamaya dayatılmıştı.

Sürekli bir savaş havası yaratmak, hem stokların eritilmesinde ve hem de savaş ekonomisinin sürdürülmesinde yararlı yol olacaktı. Aksi takdirde ürün fazlasından boğulmak mukadderdi.

Amerika 1944-1946 yılları arasında ağır bir bunalımın içine girmişti. 12 Mart 1947’de Trumann “olayların hızlı gelişmesi omuzlarımıza ağır sorumluluklar yükledi” derken, Dışişleri Bakanlığı’na getirilen General Marshall da 5 Haziran 1947’de: “Dünya durumunun çok ağır olduğunu” itiraf edecektir.

Trumann 12 Mart konuşmasında, kendi adını taşıyan “Doktrininin” esprisi olan Amerikan ürünlerinin ve bunun yanında savaş stoklarının eritilmesiyle emperyalist sömürüyü sürdürme uğruna, başka ülkelerin iç ve dış politikalarına müdahale amacı güdüyordu. Bizde “devletçiliğin görünür biçimde arka plana, özel sektörcülüğün de ön plana itilmesi” bu döneme rastlamıştır.

Marshall Planı’nın amacı ise, önceden bahsettiğimiz “Avrupa’nın kalkındırılması” yolu ile Avrupa ve Asya ülkelerini kendi kontrolleri altına almasında idi.

Yoksul ülkede sanayi mi kurulacak? Amerikalılara rakip olmayacak, kendi mevcut düzenlerine zarar vermeyecek ve kendi sermayelerinin ortaklığında yerli ortaklık görünümünde ve kendilerinin kontrolü altında kurulacaktır. Borç dolar mı verilecek? Aşırı faiz ve çeşitli giderlerle arzu ettikleri iş alanlarına yatırılmak şartıyla kendi ocaklıklarında ve aklın alamayacağı şartlarla, kendilerinin kontrolünde sarf edilmek üzere özel şirketlere verilecektir. Bunu da, binbir ipotek yolları ve en kısa zamanda, en fazla vurgun ve çeşitli imtiyazlar koparmak suretiyle uygulayacaklardır.

Kredi ya da istikraz politikasında olduğu gibi ticarî ilişkilerde de Amerika’dan mal almak suretiyle borçlanan, ülkeler, Amerika’dan mal ithal ettikçe kendi malî imkânlarım kaybetmeyi, malî imkânlarını kaybettikçe de Amerikan kredilerine muhtaç duruma düşmeyi göze almalıdırlar. Bu konuda banka işlemlerinin rolü de önemlidir. Sonuç: Amerika ile bu ilişkilere giren ülkeler için bağımlı duruma düşmektedir.

Şüphesiz Amerikalılar hesabına vatanseverlik olan bu ilişki, az gelişmiş ülkeler için kendi yurtlarına ihanetten başka bir şey değildir.

Marshall Planı Batı Avrupa’ya ne getirmiştir? İngiltere ve Fransa’ya hâlâ yakalarını kurtaramadıkları tâbiiyet ve onların kolonilerini kendi üzerine geçirmek. Fransız Başbakanı Ramadier, 1947’de: “Her aldığımız borçla bağımsızlığımızdan biraz daha kaybediyoruz” demektedir. Az gelişmiş ülkeleri ise, bağımlı duruma sokmak, onların imkânlarını kurutmak ve gelişmiş ülke olmalarının yollarını tıkamak suretiyle kendilerine ölesiye muhtaç bırakmak!

General Marshall 15 Ocak 1948 tarihli Pittsburg konuşmasında şöyle diyor: “Amerikalılar, olayların kendilerine bugüne kadar görülmedik sorumluluklar yüklediğini biliyorlar. Hiç tereddüt etmeden derim ki, milletin içinde hiçbir grup bu rolü, bu sorumluluğu işadamları kadar kararlılık ve ciddiyetle yerine getirmeye azimli değillerdir.”

Yine bu nutuk dolayısıyla “harcama ve her türlü zararların topluma ve kârların da işadamlarına ait” olacağını öğrenmişizdir. Emperyalizmin bu veciz sloganı Marshall Planı’nda “zararların sosyalizasyonu, kârların ferdileştirilmesi” biçiminde ifade edilmektedir. Bizdeki somut örneği: “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Amerika Birleşik Devletleri arasında yapılan 30,5 milyon dolarlık (Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş. Türkiye) adlı anlaşmasıdır. (“Resmî Gazete”, no: 12978, 31 Mayıs 1968)

Bu anlaşma hakkında Sayın Haydar Tunçkanat “İkili Anlaşmalar” adlı kitabında şöyle diyor:

“1- Bu kredi ile sadece Amerika’dan pahalı olarak mal ve hizmet satın alınabilecektir.

“2- Türk hükümeti, kredinin verilmesi için Karadeniz Bakır İşletmeleri A. Ş. adlı özel teşebbüse ait ve Amerika’nın kontrolü altında, fakat Türk hükümetinin hiçbir surette kontrol edemeyeceği bir şirket kuracaktır.

“3- Verilecek 30.5 milyon dolarlık kredi Türk hükümeti tarafından kurulacak bu yeni özel teşebbüse ait özel şirkete devredilecektir.

“4- Etibank’ın elindeki bütün bakır kuruluşları (Ergani hariç) ve bakır madenleri bu yeni şirkete devredilecektir. (Ergani’deki zengin tenörlü bakır cevheri aslında tükenmiştir.)

“Anlaşmanın ikinci maddesi, kredinin şartlarına aittir. Ve 40 yıl sürelidir. Ek ve ana mukavelenin ağır şartlarını Türkiye 40 yıl çekecektir. Şayet Türkiye’nin ekonomik durumu bir gün düzelse ve Türkiye bu krediden doğan borçlarını da erken ödemek istese, bu ödeme ancak şöyle yapılabilecektir: Önce vadesi gelmiş bütün faiz ve ana paralar ödenecek, sonra da tersten yani en son anapara taksidinden aşağıya doğru erken ödeme yapılabilecektir. Yapılacak erken ödemelerin sondan başlayarak sadece ana para taksitlerine uygulanması şartı çok ağırdır.”

“Bu suretle yapılacak erken ödemelerde, faiz yükünden kurtulmak olanakları ortadan kaldırılmış olmaktadır. Osmanlı borçlarının ödenmesinde bile, bu ölçüde ağır şartların kabul edilmediği hatırlanacak olursa, anlaşma ile sağlanmak istenen asıl amacın niteliği daha kolay anlaşılacaktır.”

Anlaşmanın 3. maddesi ile, paranın Amerika veya AID tarafından ödenebilmesi için “Türk hükümetince yerine getirilmesi gerekli önşartlar 4 bölüm altında toplanmıştır.” Bunlar şöyle sıralanabilir:

1) Kredinin kurulacak özel şirkete devredileceğine ilişkin anlaşma ve bu anlaşmayı imzalayacak kişinin AID’ce makbul sayılması. Yani Türkiye hükümeti adına imza koyacak kişiyi Türk hükümeti değil de Amerikan hükümeti seçmiş olacak.

2) Özel teşebbüsçü şirketin kuruluş mukavelesi, hükümetle şirket arasında yapılmış olan mukavelenin bir suretinin ve yönetici personelin isimlerini bildirecek bir listenin AID’ye yani Amerika’ya verilmesi ve personelin Amerikalılarca kabul edilmesi, vb.

İç işlerimize böylesine bir müdahaleden sonra ve müdahaleyi gık demeden kabul eden insanların bulunmuş olması ve bu biçim bir mukavelenin kabulüne itiraz etmenin Türk siyasî iktidarınca suç sayılması ve sonra da Türkiye’nin bağımsızlığından söz edilmesi…

Türk hükümeti krediyi alıyor. Türk hükümeti ağır şartlarla aldığı bu krediyi Amerika’nın tasvip edebileceği bir şirkete devretmek mecburiyetinde bırakılıyor… Şirket sermayesinin % 73’ü Türk devletine ait oluyor, Türk hükümeti bu kurulan özel şirketi denetleyemiyor!.. Ve üstelik bu kuruluştan gelecek olan döviz de Amerika’nın kontrolü altına giriyor.

Burada Amerika ile gayri-millî özel teşebbüse dikkati çekmek isteriz.

“Türk hükümetleri 40 yıl süre ile bu şirkete hiçbir müdahalede bulunamayacak ve sermayesinin % 73’üne sahip olduğu bu şirketi kamu yararı gerekçesiyle devletleştiremeyecektir.” Oysa % 73 hissesi zaten devletindir. Böyle bir şirket özel teşebbüs diye esasen düşünülemez. Bu yönden de Anayasa’ya aykırı bir anlaşma karşısında bulunmaktayız.

İşte görüldüğü gibi, bu özel teşebbüs gayri-millî bir nitelik kazanmıştır, ve onun adına yapılan yabancı ülkelerle olan anlaşmalar yabancıların iç işlerimize karışıp devlet olma haysiyetimizi iki paralık etmesini tahrik ediyor ve giderek bağımlılığımızın şartlarını yaratıyor.

Bu şartlara karşı direnmek acaba kimlere ve hangi devlet kuruluşlarına düşerdi? Yukarda sadece ufak bir pasajını aktardığımız bu anlaşmanın arkadan gelen “ek anlaşmaları” var ki, insan sadece “Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş.” üzerine yapılan anlaşmayı incelemekle, hem Türkiye devletinin bağımlılığını öğrenir ve hem de Amerikan emperyalizminin ne menem şey olduğunu! Fabrika zarar ederse o zararı devlet karşılayacaktır. Fabrika kâr ederse, o kâr, Amerika ile mukavele süresince ortak olduğu Karadeniz Bakır İşletmeleri AŞ.’ne ait olacaktır.

İşte yukarda işaret ettiğimiz Marshall Planı’nda mevcut “zararların sosyalizasyonu, kârların ferdileştirilmesi” dediğimiz şey budur.

Dünyanın her tarafında uygulanan bu Amerikan planı yine de Amerika’yı başaşağı gitmekten kurtaramadı. İhracatı 1947 Mayıs ayında 1.503 milyon dolara kadar çıktıktan sonra gerisin geriye inmeye başladı. 1948’de 1.086 milyon dolara ve nihayet, Amerika’dan ithalat yapan ülkelerde dolar kıtlığı arttıkça, mahsul bollaşıp ithalat kesildikçe düşüş hızlandı ve nihayet 11 milyona kadar düştü.

Bu düşme Amerika’yı telaşlandırmıştı. Bu ana kadar aldığı tedbirler üzerinde daha ciddi yollar aramaya koyuldu. Avrupa’ya ayrılan yardım tutarı 5.300 milyon dolardı. Oysa, 1947’de Amerika’nın elde ettiği ürün miktarı 230 milyon doları ancak bulmuştu. Aradaki fark çok büyüktü.

General Marshall, 17 Mart 1948’de Dışişleri Komisyonu önünde şunları söylüyordu:

“Bir yıldan beri durum çok vahimdir. Kesin karar alma zamanı gelmiştir.”

Yeni teşvik yolları yanında, hem Avrupa’da gelişme kabiliyeti gösteren bazı toplumsal hareketlerin sınırlarını daraltmak için demokratik güçleri yola getirmek ve hem de, daha tesirli bir baskı yolu bulmak gerekiyordu. Bunu bulmakta fazla bir zorluk çekmediler. Bu gerekçe ile kendi ülkesi başta olmak üzere, kendilerine bağlı bütün ülkelerde yeni bir faşistleştirme hareketine paralel olarak “askeri yardımı” hızlandırmak yolunu tuttular.
Basın bu temayı bütün gücü ile işlemeye koyuldu. Mc Cartyzm başlamıştı. Sendikaların ufalanması, ilerici kuruluşların basılması vb..

1948 yılının Şubat ve Mart aylarında yeni planın askerî yönü başlıyordu. 27 Şubat’ta General Marshall Kongre’den yeni yardımlar istedi. Bu defa Türkiye ile Yunanistan’dan başlamayı tercih ettiler. Yunanistan ve Türkiye için 275 milyon dolarlık bir askerî teçhizat kredisinin Kongreden oylanması talep edildi. Bunun yanı sıra başkan Trumann da 1948-1949 askerî manevraları için 11 milyar dolara ilaveten 3.375 milyon dolar daha istedi. 18 Mart’ta Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg Brüksel’de toplanarak Sovyetler Birliği’ne karşı askerî bir “savunma paktı” kurmak karan aldılar. Böylece, “Kuzey Atlantik Paktı” Marshall Planı ve Trumann Doktrininin bir sonucu olarak sahneye çıkmıştı.

NATO’yu Meydana Getiren Şartlar

NATO’nun başlangıç halkası, Trumann Doktrini’dir. Savaş bitimini izler. Savaş ekonomisinden barış ekonomisine nasıl geçileceği ve savaş stoklarının nasıl eritileceği henüz bilinmemektedir. 1929-1933 bunalımının kâbusu, kazanılan zaferin şenliklerine zehir katmaktadır. Trumann Doktrini bu döneme rastlar.

Savaş bitimini izleyen sürede, Amerika’da “stok halinde bulunan malların genel tutarı 35 milyon dolar”dır. Umumî mağazalardaki stokların topyekûn tutan, “Şubat 1946-Şubat 1947 arasında % 57 oranında bir yükseliş gösterir. Halbuki aynı dönemde satış oranı, ancak % 5’tir.” Amerikan halk yığınları, memurlar dahil, savaş bitiminden önceki döneme bakarak % 25 oranında daha az besin vb. maddeleri satın alabilmektedir. Savaş bölgelerindeki milyarlar tutarındaki malzeme stokları ise, bu hesapların dışında kalmaktadır.

Trumann, fiyatların düşürülmesi için tekellere ardı kesilmeyen ricalarda bulunmaktadır. Ticaret Bakanı Harriman, “Birleşik Amerika dünya ticaretinin başında bulunmalıdır!” tarzında beyanlar vermektedir.

Öteki dünya pazarları da Amerika için aynı ölçüde tıkalıdır. Avrupa pazarlarının ödeme kabiliyeti yoktur. Sosyalist ülke pazarları, Amerika için yasak bölgedir. Barış ekonomisine geçme eğilimi, tekellerce tehlike işareti sayılmaktadır. Savaş süresince Amerikan tekelleri hem kendi ülkelerinde ve hem de öteki kapitalist ülkelerde tam bir egemenlik kurmuşlardır. Amerika sınırları içinde General Motors’a bağlı işletmelerin sayısı 102, sınırdışı, özellikle Batı Avrupa ülkelerinde 33’tür. Buralarda çalıştırdığı işçi sayısı ise, yaklaşık olarak 1 milyon civarındadır. Savaş süresince Amerikan tekellerinin sağladıkları kârlar bir hayli kabarıktır. 1945-1946 arasında üretim % 28’e düşünce, Amerika’da panik başlamıştır. Marshall Planı’nın, yani devlet eliyle tekel sermayesinin ihracının başlaması bu zamana rastlamıştır. Trumann Doktrini’nin esasını, stok malzemelerinin eritilmesi, ülkelerin iç işlerine karışma, Marshall Planı’nın esasım ise, tekel sermayesinin devlet eliyle ihracı teşkil etmektedir. İşte Birleşik Amerika, 1945 ila 1950 arasında böylesine dar bir alanda ve böylesine dar bir boğazda sıkışıp kalmıştı. Tıpkı, tel bir kafese hapsedilen maymun misali… Tek arzusu ve aynı zamanda, kapitalist bir sistem içinde tek kurtuluş yolu, bu tel örgünün dışına çıkıp rahat bir nefes alabilmektir. O zamanki deyimi ile Amerika, “kan aldırmak” zorundaydı. “Bolluk hastalığına” tutulmuştu. “Avrupa’ya yardım, geri ülkelere yardım, komünizme karşı direnme, karşılıklı dayanışma ve soğuk harp” gerekçelerinin ve bir yığın saldırgan antlaşmanın temelinde işte bu, kan doğmasından kurtulmanın çaresi olarak görülen “kan aldırma zorunluğu” yatmaktadır!

Faşizm Sivilce Çıkarıyor

Savaştan sonra yapılan ilk seçim kampanyası bu gerekçe üzerine oturtulmuş, iç ve dış politika aynı açıdan ele alınmıştır. Amerikan tekelleri, dünya egemenliğini kurabilmek için, işe kendi ülkelerinin, yani Amerika’nın iç politikasından başladılar, 1945-1950 arası, faşist hareketin şaşırtıcı hiçbir yanı olmadı. Tekellerin diktasına paralel olarak, ilk kez düşünce alanına saldırdılar. Sinema, radyo ve basın ön hedefi teşkil etti. Seçimler, hiçbir demokratik ülkede eşine rastlanmayan aşağılık bir baskı halinde geçti. Henry Wallace’ın İlerici Partisinin başına gelenler bugün ülkemizde ilerici hareketin başına örülmesi düşünülenlerin hemen hemen aynıydı. Parlamentodaki maskaralıklar hâlâ hatırlanır. Sendikalar da bu dönemde hizaya getirildi. Tıpkı bugün bizden olduğu gibi “Lobbist”ler türemişti. Bunlar, yüksek devlet memurlarıyla düşüp kalkmaktan, onlarla yüksek toplantılarda bir arada görünmekten dört köşe olan, yaptıkları harcamaların kaynak ve gerekçeleri kendilerinden sorulmayan, toplumsal sorunların, partilerüstü bir baskı organı haline gelmek suretiyle çözülebileceğine herkesi inandırmaya çalışan, acayip tip sendikacılardı. İktidarı etkilemek suretiyle bir şeyler koparabileceklerine ve toplumsal sorunların bu yoldan çözülebileceğine inanır görünerek, sendikaları bu espri içinde şartlandırmaya koyulmuşlardı. (Bu girişim öylesine etkili oldu ki, bizde bile örneği türedi.)

Sözün kısası, bu dönemde iç politikada bütün şer kuvvetleri seferber edilmek suretiyle ülke sus pus haline getirilmiş ve tekellerin tam egemenliğiyle kapitalizmin yeni bir aşamasına ulaşılmıştı: Tekelci devlet kapitalizmi! Ve buna bağlı olarak da politik iktidarı, devlet kademelerini ve hükümet üyeliklerini en ünlü tekellerin yöneticilerine bırakarak, yeni bir devlet örgütlenmesine koyulmak…

Faşizm denilen sistem kapitalizmi kurtarma pahasına kurulan dikta rejiminden başka bir şey değildir, ve iç politikada faşistleşme, dış politikada saldırganlık basamadığıdır. Buna da, kendi peyki olan irili ufaklı kapitalist devletleri, tam anlamıyla bağımlı duruma getirmek ve onları kendine karşı olan devletleri, muhtemel savaşta öne itmekle başladı. Avrupalı tekelcileri de kendi tekelcileriyle işbirliğine zorluyordu. Marshall Planı bunu sağladı, ve arkasından da Sosyalist ülkeleri hedef alan NATO’nun kuruluş hazırlıklarına koyuldu. Marshall Planı’nın yerini alan Kuzey Atlantik Paktı’nın gerekçesi, “karşılıklı yardım ve güvenlik”tir. Bunun aslı ise, Amerikan savaş sanayiini sürdürmek ve yeni bir savaşın hazırlıklarına girişmektir. Bu konuda sağır bir senatör (H. Taft) senato tartışmalarında şöyle der: “Kanaatimce dünya barışını korumak verine bir üçüncü dünya savaşını getirecek olan böyle bir anlaşmaya (Kuzey Atlantik Paktı) oy kullanmam.” Bir yandan soğuk savaş körükleniyor, bir yandan da tekelci yöneticilerin kışkırtısında sıcak savaş alanları tespit ediliyordu. Derken, Kore savaşı başladı. Birleşik Amerika rahat bir nefes almış, klasik devrî bunalımın son basamağı olan “hamle” durumuna girmişti. NATO’nun somut meyveleri toplanıyordu.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitimini izleyen yıllarda NATO paktını hazırlayan maddî şartlar kısaca bunlardır. Bugün NATO içinde görülen çatlamalar, dirilip kendine gelen emperyalistler arasındaki klasik çelişkilerdir. Ortaya çıkan tek gerçek, NATO’nun bir savunma paktı olmadığı ve devrini tamamlayıp başka bir kılığa bürünme dönemine girdiğidir.

Türkiye’ye yapılacak olan askerî yardım ilk değildi. Daha önceden de bilindiği gibi bazı anlaşmalar yapılmıştı. Bunlardan en önemlisi 12 Temmuz 1947 tarihli olan yardım anlaşmasıydı. (“Resmî Gazete”, 5 Eylül 1947.) Bu anlaşmalar daha çok Truman Doktrini çerçevesinde oluyordu ve hemen hemen daima bir önceki anlaşmalardan ve onların da yardım görecek ülke için en aleyhte olan maddesinden çıkış yapıyorlardı. Yapılacak yardım veriliş amacına uygun olarak kullanılacaktı ve yine kredi açmak suretiyle her sene yenileşen askeri teçhizat arasında en modası geçmiş olanı konu ediliyordu. Bu malzemeler başkalarına devredilemez, satılamaz ve istendiği anda da geri verilmek üzere teslim edilmesi şartına dayanıyordu. Bir de en ufak malzeme için de olsa, gelen her yardım konusunun AB Devletleri’nden hibe edildiğine dair basın sürekli yayın yapmak mecburiyetinde. Sonra bütün bunların ne anlama geldiği bir Kıbrıs çıkarma teşebbüsünde ortaya çıkacaktı. Oysa bu yardımlar, yani kredi açıp demode malzemenin Türkiye’ye aşırı fiyatlarla satılması sıralarında NATO falan yoktu ortalarda. Sanırız, Türk Ordusu o dönemin anılarını çok iyi hatırlayacaktır.

Bu yardımlar sadece askerî alanlarda kalmıyor, Türkiye’nin kalkınacağı ve hatta küçük bir Amerika olacağı da iddia edilip tartışılıyordu.
Brüksel Anlaşması’nı takiben, askerî yerleşmeler de başlayacaktır. Buna, Marshall Planı’na dahil ülkelerde askerî üslerin kuruluş dönemi de diyebiliriz. Birleşik Amerika bundan böyle, dünya uluslarının özellikle bizim hamimiz, koruyucumuz ve kurtarıcımız olmuştur! Babıâli basını bu temayı yıllarca böyle- sine işleyecektir.

12 Temmuz 1947 tarihli anlaşma imzalandığı zaman Cumhurbaşkanı İnönü bir bayram sevinci içinde idi. Başkan Johnson’un 17 yıl sonra gönderdiği ünlü mektuba muhatap olduğu zaman İnönü başbakandı. Tarihin ibret verici olaylarından ders aldığını sanmak fazla nikbinlik olacaktır.

Bu “askerî anlaşmalar”la ilgili gelişmeleri, yine olaylara tanık olan bir askerden, Sayın Haydar Tunçkanat’tan dinleyelim:

“Amerikalılar ilk iş olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin silahlarını, teşkilatını, eğitimini değiştirerek, Amerikanlaştırmayı ele aldılar ve uygulamada da ufak birkaç direnmenin dışında, başarıya ulaştılar.

“Türkiye’nin NATO’ya (Kuzey Atlantik Antlaşması) kabulü 13 Şubat 1952 tarihinde olmuştur. Bu antlaşmanın ünlü maddesi (ki, daha sonra yapılacak ikili anlaşmalar hep buradan çıkış yapacaktır) şöyle der: İşbu anlaşmanın gayelerinin daha müessir bir şekilde tahakkukunu temin için taraflar, kendi hususî (vasıtalarını geliştirmek ve birbirlerine karşılıklı yardımlarda bulunmak suretiyle, münferiden ve müctemian, devamlı ve fiil olarak hareket edip, bir silahlı tecavüze karşı münferiden ve müşterek mukavemet kudretlerini idame ve tezyit eyleyeceklerdir.” (Haydar Tunçkanat, ikili Anlaşmaların içyüzü, s.200.)

“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra milliyetçilik akımlarının kuvvetlenmesi, kurtuluş savaşlarının yayılması, bir kısım sömürge ve yarı-sömürge ülkelerinin bağımsızlık kazanmaları karşısında, eski usul sömürgecilik de biçim değiştirerek İktisadî, askerî, teknik vb. yardım adlan altında ikili anlaşmalarla az gelişmiş ülkelere dost görünerek sızmaya başlamıştır. Yeni Türk devleti geçmişin acı ve kanlı tecrübeleri sebebiyle yabancı sermaye, dış yardım ve borç alma konularında çok tedbirli hareket etmiştir.
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türk hükümetleri Atatürk’ün, devletin temeli olarak tavizsiz uyguladığı bu ilkelerden yavaş yavaş fakat imzalanan her yeni ikili anlaşmada biraz daha fazla olmak üzere uzaklaştıkları bir gerçektir. Başlangıçta değişik adlar altında yapılan ikili anlaşmaların sayıları az olduğundan bağımsızlığımızı kısıtlamaları ve yabancıların iç işlerimize karışmaları da az hissedilmiştir. Fakat zamanla anlaşmaların sayılan ve getirdikleri ağır şart lar arttıkça bozulan İktisadî durumun da etkisiyle Türkiye, yardım perdesi arkasındaki yabancı dolarına, buğdayına, silahına, yedek parçasına, kredisine, teknik elemanına, aklına muhtaç bir duruma gelerek, siyasî, İktisadî, adlî, askerî ve kültürel bağımsızlığını bir hayli yitirmiştir.

“Uzun yıllar önce yenerek, yurdumuzdan kovmuş olduğumuz kapitülasyonların ve emperyalizmin yıllar sonra yalnız ABD ile yapılmış olan ikili anlaşmalar yoluyla yurdumuza nasıl geri gelmiş olduğu yakın tarihimizde açıktır.” (Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, s.17, 18, 19.)

İkili Askerî Temel Uygulama Anlaşmaları

Bu konuya, NATO (39) adlı kitaptan aktaracağımız bir paragrafla gireceğiz. “Yunanistan’da da Türkiye’de olduğu gibi Amerikan yardım kurul personeli ve diğer bir deyişle Amerikan yardım kurulu misyonu bulunmaktadır. Buradaki Amerikan personeli (MİLİTARY FACİLİTİES AGREMENT) ahkâmına tabidirler.” Bu paragrafta sözü edilen ASKERÎ KOLAYLIKLAR ANLAŞMASI (MÎLİTARY FACİLÎTİES AGREMENT), Türk ve Amerikan hükümetleri arasındaki askerî anlaşmaların temel belgesidir ve 23 Haziran 1954 tarihini taşır. Bir bakanlar kurulu kararından alınan yetkiye dayanılarak yapılmış olan bu anlaşma, bakanlar kurulunun ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onaylarından da geçirilmemiş olduğundan Anayasa’ya göre; yürürlüğe de konulmaması gerekirdi. Fakat zamanın hükümeti, bu askerî anlaşmaya dayanarak, Amerikalıların, Türkiye’de müşterek savunma tesisleri adı altında, üs ve kolaylıklar kurmaları için değişik tarihlerde uygulama anlaşmaları yapmakta bir sakınca görmemiştir. Bu anlaşma da diğerleri gibi NATO anlaşmasının maddesine dayanılarak yapılmıştır.

Askerî kolaylıklar anlaşması Dışişleri Bakanlığı tarafından yapıldığı halde, uygulama anlaşmalarının yapılmasında, Amerikalılar, değişik yollardan yaklaşmayı daha uygun bulmuşlardır.

“Örneğin: hava teknik anlaşması ile muhabere elektronik anlaşmaları, Dışişleri Bakanlığı tarafından; Kara Ordusu için Harp Başlığı Desteği ve Hava Kuvvetleri Atom Atma (Head Dress) tesisleri anlaşmaları ise, MSB tarafından yapılmışlardır. Ayrıca herhangi bir anlaşmaya dayanmayan Amerikan askerî posta servisi Dışişleri Bakanlığı’nın sözlü müsaadelerine dayanarak Türkiye’de çalışmaya başlamıştır. Bu teşkilatın mektup veya postaya verilen küçük paketlerle uğraştığı sanılmasın, bu servis çok iyi ambalajlı büyük sandıklarla, Türkiye’den dışarıya ve dıştan da Türkiye’ye büyük ölçüde bir eşya ulaştırma servisi gibi çalışmaktadır. Bu ambalajlı sandıklar kontrol de edilmediği için içindekileri öğrenmek zordur. Yalnız Türkiye’deki Amerikan kaçak eşya mağazalarının beslendiği kanallardan biri olduğuna şüphe yoktur. Aynı zamanda tarihî eser kaçakçılığının da bu kanaldan yürütüldüğüne ilişkin kuşkular mevcuttur. Yalova Hava Alanının Amerikalılara verilmesi ise, Genelkurmay Başkanlığı’nın yazılı müsaadeleriyle olmuştur. Bu örnekler de gösteriyor ki, bir elde toplanarak oradan yönetilmesi lazım gelen çalışmalar, kasten dağıtılmak suretiyle kontrol dışına çıkarılmış ve sorumluluktan kaçınılmıştır. Bu gibi çalışmaların tümü Dışişleri Bakanlığı ile, ABD hükümeti arasında yapılacak konuşmalar sonunda ilgili bakanlık ve dairelerden katılacak sorumlu uzmanlarla birlikte tespit edilecek ilkelerden sonra bir anlaşmaya bağlanmalıydı. Fakat Amerikalılar Türkiye’de işlerini süratle yürütebilmek için Türklere yaklaşabildikleri her yolu denemişler ve hangisinden sözlü, yazılı bir vaad koparabilmişlerse onu hemen oldubittiye getirerek bir anlaşma haline sokmayı becermişlerdir. Amerikalıların bu çeşit hareketlerini hoş görmeyip onlara karşı çıkanlar da, Amerikalıların şikâyetleri üzerine, ‘Türk-Amerikan ilişkilerini bozuyor’ gerekçesiyle görevlerinden uzaklaştırılmışlardır.

“Bu sayede, Amerikalılar her alanda geniş imtiyazlar koparmışlar ve koparamadıklarını da, elde etmiş gibi göstererek uzun zaman ilgilileri kandırabilmişlerdir. Em. Orgeneral Refik Tulga, konu ile ilgili şu açıklamayı yapıyor: Genelkurmay, bir anlaşmaya dayanmadan kullanılan Sinop ve Yalova hava alanları için, Amerikalılara ‘çıkın buradan’ diyordu. Amerikalıların karşılığı, ‘Bize müsaadeyi hükümet verdi’ oluyordu. ‘Peki, gösterin anlaşmayı’ denilince, Amerikalılar ‘anlaşma yok’ demekten başka cevap bulamıyorlardı.

“Bu da gösteriyor ki, ilgili ve sorumlu Türk makamlarının Amerikalılarla yapılan gizli anlaşmaların anlam ve kapsamını iyice bilmemelerinden ve kimlerin ne gibi yazılı veya sözlü müsaadeler verildiğinden habersiz bulunmalarından, Türkiye’de diledikleri gibi at oynatmışlardır.

“27 Mayıs 1960 devriminden sonra, bu durumun düzeltilmesi için, Amerikalılarla yapılan gizli anlaşmaların nelerden ibaret olduğunun incelenmesi maksadıyla anlaşmaların bir araya toplanması Dışişleri Bakanlığı’ndan istenmiştir. Yapılan uzun araştırmalardan sonra yukarda açıklanan gerekçeler birer birer su yüzüne çıkmış ve Amerikalıların ellerinde bulundurduklarını söyledikleri ikili anlaşmaların, ilgili Türk makamlarının dosya ve arşivlerinde olmadığı anlaşılmıştır. (Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, s.304, 305, 306, 307.)

“23 Haziran 1954 tarihli askerî kolaylıklar anlaşmasına göre Amerikalıların Türkiye’de uygun bulacakları yerlerde kuracakları üs ve tesislerin yerleri, Türk hükümeti tarafından sağlanacaktır. Yani bunların istimlak bedelleri Türkiye’nin bütçesinden ödenecektir. Bugüne kadar bu maksatla Türk topraklan üzerinde Amerikalılara verilen arazi 32 milyon metre kareye yaklaşmıştır. Üs ve tesislerde bulunan Amerikan Kuvvetleri de NATO’ya değil, Amerika’ya bağlıdırlar ve ondan emir alırlar. Adana’da bulunan İncirlik hava üssü gibi müşterek kullanılan bazı tesisler 2 Ocak 1957 tarihli Türk ve Amerikan garnizon komutanları için müşterek talimata göre yönetilir. Fakat, Türkiye’de mevcut Amerikan birliklerinin anlaşmalar dışı kullanılmasından Türkiye için doğabilecek mahzurları zamanında önleyebilecek hukukî ve fiili bir teminat mevcut değildir. (Haydar Tunçkanat, ikili Arılaşmaların içyüzü, s.309.)

“Savaş halinde Amerikalılar, Türk hava meydanlarından bazılarıyla, Karadeniz’deki tesisleri kullanabileceklerdir.” (Aynı kitap, s. 310.)

“Türkiye’de müşterek savunma kolaylıkları adı altında kurulmuş olan tesislerin arazisi ve üzerindeki taşınmaz malların Türkiye’nin mülkiyetinde kalacağı kabul edilmişse de, NATO Andlaşmasının devamı süresince, bunları kullanma hakkı Amerikalılara verilmiştir. Bu kullanma hakkını kısıtlayan bir şart veya sınır da konulmamıştır. Bu nedenle Türkiye’deki Amerikan üs ve tesislerin ulusal çıkarlarımıza aykırı olarak kullanılması halinde, Türk başbakanı, Amerika’ya; ‘siz bu müşterek savunma kolaylıklarını veriliş amaçlarının dışında kullanıyorsunuz, 23 Haziran 1954 tarihli Askerî Kolaylıklar Anlaşmasına göre, bunu yapamazsınız’ diyemeyecektir. Anlaşmada, müşterek savunmadan ne anlaşıldığı da tanımlanmamış ve Amerikalıların yorumuna bırakılmıştır.

“Buralara girecek veya çıkacak her türlü malzeme, teçhizat ve personel ihtiyaçları vergi muafiyetinden yararlanacak ve gümrük kontrolü yapılmayacaktır.

“Türkiye’de bulunan Amerikan personelinin, disiplin, sağlık, rahatlık ve ihtiyaçlarını Amerika’nın sağlaması yine bu anlaşmayı Amerikalıların istediği yönde yorulmayarak genişletmelerine sebep olmaktadır. Türk telsiz kanununa aykırı olarak yayın yapan Karamürsel ve Adana’daki Amerikan radyoları, Lozan Anlaşması’na ve 625 sayılı Özel Okullar Kanunu’na aykırı olarak Balgat’ta kurulan Amerikan Lisesi hep bu tür yorumların uygulamalarıdır.

“Bir savaş halinde ve barışta Türklerin elinde bulunan hava meydanları ile Karadeniz’deki bazı tesisleri de Amerikalılar kullanabileceklerdir. Buradaki savaş sözünden bölgesel bir savaş mı, bloklararası bir savaş mı, sadece NATO’nun katılacağı bir savaş mı, yoksa Türkiye’nin içinde bulunmayıp, Amerika’nın katıldığı veya müdahale ve yardım edeceği, yani savaş ilan etmeden sürdürülecek bir savaş mı olduğu da tanımlanmadığı için, her an bu meydanlarla tesislerde Amerikalıların kontrolüne geçebilecektir. Bu anlaşmaları Türk hükümetine kabul ettiren Amerikalılar, İktisadî ve askerî yardım vaatleriyle, yine bu anlaşma hükümlerine dayanarak isteklerini o kadar ileriye götürmüşlerdir ki; Genelkurmay Başkanlığı, hükümetin ilgisizliği karşısında, aşağıda örneklerini verdiğimiz bildirileri Silahlı Kuvvetlere duyurarak taviz verilmemesini ve karşı durulmasını istemek zorunda kalmıştır.

GİZLİ
MÜŞTEREK SAVUNMA TESİSLERİYLE İLGİLİ PRENSİPLER

“1- Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni arazi talepleri kabul edilemez.
“2- Halihazır tesislere ilaveten yeniden tesis kurulmasına müsaade edilemez.
“3- Tesisin statüsünü değiştiren fakat artışları ve evsafı değişiklikleri kabul edilemez.
“4- Tesisler için ayrılmış, arazi içinde ve tesisin işletmesini aksatmayacak çapta en geniş tenis kortu olmak üzere bazı spor tesislerinin her defasında izine tâbi olmak üzere müsaade edilebilir. Fakat bunun dışında umuma açık hazine veya şahıs malı yerler için müsaade verilemez.

CEMALTURAL
Orgeneral
Genelkurmay Başkanı

MİLLÎ SEFERBERLİK VE ANTLAŞMALAR DAİRE BAŞKANLIĞI ŞUBESİ İÇİN PRENSİPLER

“Müşterek savunma tesisleri içinde kurulmuş ve faaliyette bulunan ABD okullarının genişletilmesi ile ilgili gelecek talepler kabul edilmeyecektir.

“Müşterek savunma tesisleri içinde kurulmuş ve faaliyette bulunan ABD okullarının tesisler dışında ve 625 sayılı kanunun hükümlerine göre vazife görmeleri hususunun tahakkukuna çalışılacaktır.

“ABD askerî posta hizmetleri kaldırılacak, ABD personelinin posta hizmetleri PTT’ce karşılanacaktır.

“Radyo ve televizyon servislerinin kuruluş ve faaliyetleri Türk millî mevzuatına uygun olacaktır.

CEMALTURAL
Orgeneral
Genelkurmay Başkanı”

(Haydar Tunçkanat, İkili Arılaşmaların İçyüzü, s.323, 325.)

1964’te Kıbrıs buhranından sonra, başkan Johnson’un başbakan İnönü’ye yazdığı malum mektup üzerine, Türk kamuoyunda Amerikan aleyhtarlığı genişlemiş ve nihayet Türk Genelkurmayında ikili anlaşmaların yurt çıkarlarına aykırı hükümlerinin değiştirilmesi yönünde bir çalışma başlamıştır. Bu çalışmalarla ilgili olarak Türk Genelkurmay Başkanlığı, Avrupa ülkelerindeki Türk ataşelerine birer gizli yazı göndererek, bulundukları ülkelerde mevcut Amerikan üslerinin hangi şartlarla verilmiş olduğunun öğrenilip bildirilmesini istemiştir. Bu çalışmanın amacı, Türkiye’deki Amerikan üsleriyle Avrupa’da kurulu Amerikan üslerinin farklarını, niteliklerini tespit ederek yapılacak çalışmaya yön vermekti.

İşte Türk Genelkurmayının bu gizli çalışmasını haber alan Amerika, eklice sunulan “İstihbarat Başkan Yardımcısı Ofisi Ordu Karargâh Dairesi – kısa vadeli istihbarat ihtiyaçları” başlıklı gizli belge ile Avrupa’daki üslerle ilgili bilgilerin Türk Genelkurmayı’nda kimler tarafından istenildiğini ve bu çalışmanın kimler tarafından desteklendiğini araştırmıştır. Bu belgeyi okuyalım:

Bu araştırmadan sonraki durum hakkında Haydar Tunçkanat şöyle diyor:

“Bu hareketi Genelkurmay’da kimin veya kimlerin başlattığı ve kimler tarafından desteklendiği sorusunun cevabında, Waşington Genelkurmay’dan hangi general ve subayların adlarını götürmüş olduğunu bilmiyoruz. Fakat, Genelkurmay’da da bu değişiklikle uğraşan veya destekleyen kimseler üzerinde nötralize edici veya onları tesirsiz hale getirici bazı işlemlerin yapılmış olduğu anlaşılmaktadır.”

1965’te, AP’nin tek başına iktidara gelmesinden sonra Amerika, hem bu iktidarın durumunu kuvvetlendirmek ve hem de Kıbrıs buhranı dolayısıyla sarsıntı geçiren Türk-Amerikan ilişkilerini yoluna koymak amacıyla 1954 tarihli Askerî Kolaylıklar Anlaşmasında esası etkilemeyecek bazı değişiklikler yapılmasını kabul ettiğini Türkiye’ye bildirmiştir. Türk Genelkurmayı’nın, bu teşebbüsü ciddi olarak ele alması karşısında, bundan kuşkulanan Amerika, bu tutumun kendi çıkarlarına zarar vereceğini düşünerek müzakerelere 1967 yılına kadar oturmamıştır.

Türk Genelkurmayı’nın bu konudaki ciddi tutumunu yukarda sözü geçen “istihbarat” ile öğrenmiş olan Amerika’nın bundan sonraki davranışını yine Haydar Tunçkanat’ın kitabından okuyalım:

“… Bu şartlar altında Türk hükümetinin, yapılacak değişikliklerde, Genelkurmay’ın tarafını tutacağı da belliydi. O halde, önce Cemal Tural’ın Amerikalılara ve ikili anlaşmalara karşı sert tutumu yumuşatılma lıydı. Genelkurmay Baş- kanı’nın bu konuda, Silahlı Kuvvetleri uyaran ve Amerikalıların Türk kanunlarına uymayan hareket ve faaliyetlerde bulunduğunu ve bunların önlenmesini isteyen emirleri de vardı.
“Amerikalılar bunun çaresini bulmakta gecikmediler ve planlarını yaptılar. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural Amerika’ya davet edilerek güzel bir gezi ve karşılama programı hazırlandı.

“Daveti kabul eden Cemal Tural’m Amerika’da karşılanışı ile ilgili olarak Emekli Orgeneral Refik Tulga şu bilgiyi veriyor: ’ABD’de bir cumhurbaşkanı gibi karşılanmıştı. Tural’ın protokole göre, 19 pare topla selamlanması gerekmekteydi. Oysa Amerikalılar Tural’ı 21 pare top atarak selamladılar ve böylece onu geleceğin başkanı saydıklarını belli ettiler. Bu Amerika gezisinden sonra Tural, ikili anlaşmalar konusunda farklı düşünmeye başladı.’

“İkili anlaşmaların karşısına dikilen önemli bir engel de böylece nötralize edilmiş oluyordu.

“’Karargâhtaki diğer subayların da (Türk-Amerikan ilişkilerini zorlaştırıyorlar) şikâyetleri üzerine; yerlerinden alınmış veya emekli olmaları muhtemeldir.

“Amerikalılar Türkleri, hele yöneticileri, gayet çabuk ve iyi tanırlar, onların nelerden hoşlandıklarını, eğilimlerini hemen öğrenirler.

“Türk devlet adamlarının, parti ileri gelenlerinin, Genelkurmay başkanlarının, kuvvet komutanlarının Amerika’ya davet edilerek ağırlanmaları ve gezdirilmeleri bir çeşit beyin yıkama ve nötralize ameliyesidir. Amerikalılar, telkin etmek istedikleri fikirleri ve istedikleri tavizleri bu gezilerde ustalıkla aşılar ve alırlar.

“Cemal Tural’ın da, diğerleri gibi, bu gezilerden bir hayli etkilenmiş olduğu anlaşılıyor.”

Bu konular üzerinde devrimci basın ve 27 Mayısçı devrimcilerin, ve Büyük Millet Meclisi’nde yapılan tartışmaların ışığı altında söylenmedik söz, yapılmadık yorum kalmadığından ve Amerika’nın ülkemizdeki kudretinin tamamen gün ışığına da çıkmış olması, bizi daha fazla konuşmaya gerek olmadığı kanısına vardırıyor. Neticeyi yine bir General’in, Sayın Fahri Özdilek’in sözleriyle bağlayalım:

“… Üzerinde büyük tartışmalar açılan ulusal ordu kavramı hakkındaki görüşlerimizi de açıklayalım. Herhangi bir konuda yabancı modelleri alıp kullanmak elbette gayri-millilik işareti sayılmaz. Ancak, bunun yabancı modellerin idamesi için gerekli ihtiyaç maddeleri hemen ve tamamen yabancı kaynaklara bağlı kalırsa o zaman millî sayılmayacak bir tutum içinde bulunuyoruz demektir. Model yabancı da olsa onun idamesi için imkânlar milli kaynaklara dayalı olmalıdır. Aksi halde bu modeli kullanmak ve ondan yararlanmak için inisiyatifin elimizde olamayacağı açıktır. Ordumuzun teşkilat, eğitim ve donatımı hemen tamamen yabancı patentlidir. Bu patent imkânlar ölçüsünde millileştirilmedikçe; karar vermede, kararı uygulamada ve en önemlisi uygulamanın devam ettirilmesinde inisiyatif ve güç sahibi olmalıyız. Bu bakımdan ordumuzun gayri-millî bağlantılar ve imkânlar içerisinde olduğunu bilmezlikten gelmenin pratik hiçbir faydası yoktur.

“Diğer bir husus emir ve komutanın millî olup olmadığı hususudur. Eğer orduların tümü veya büyük çoğunluğu üzerinde tam bir emir ve komuta yetkisine sahip değilseniz, bunun anlamı gayri-millî bir komuta sistemine bağlı olduğumuz demektir. Türk kuvvetlerinin enterge emri ve komuta yetkisi silahlı kuvvetlerin kumandasında değil, NATO Komutanlığı emrindedir. Bu durumda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin manevî şahsiyetinde mündemiç Başkomutanlık yetkisinin, NATO anlaşması gereğince, büyük mikyasta devredilmiş olduğu gözden uzak tutulamaz. Hem teşkilat, eğitim, donatım ve ikmal konuları ve hem de emrü komutadaki inisiyatif sahibi olmamızı özlemek, üzücü bir tartışma konusu olmalı idi. Biz bu konuya ehemmiyetle eğilineceğini bekliyorduk.”

İşte ordumuzun bugünkü durumu. Yukardaki sözler Sayın General Fahri Özdilek’in 1969 bütçesi dolayısıyla Cumhuriyet Senatosu’nda Millî Birlik Grubu adına yaptığı konuşmadan alınmıştır. İktisadî bir çıkmaz içine giren bir ülkenin çıkar yol arama endişesinden doğan bir antlaşma, çıkar yol ararken kendisiyle beraber olanları da kendisini de böylesine bir çıkmaz içine sokmuştur.

Şimdi bir an için 27 Mayıs’ın eşiğine dönelim.

Bizde 1950’den sonra uygulanan tarımda makineleşme ve kredi politikası doğrudan doğruya tarımda kapitalistleşme, sanayide kapitalist yaratma amacı gütmektedir ki, bu espri “her mahallede bir milyoner yaratma” sloganıyla ifade edilmiştir. Ve bu politika devlet hazinesinin yağma edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bunun bir anlamı da Cumhuriyet döneminde “kapitalist yaratma” politikasının ikinci defa fiyasko ile neticelenmesidir. Bilindiği gibi, ilki 1923-1933 denemesiydi. Vazgeçilerek devletçiliğe ve planlı kalkınmaya dönülmüştü. İkinci kademe sayılabilecek olan DP’nin 1950-1960 denemesi ise, ekonomik bağımlılığa vardı.

İktidar kadrosu tam bir ihanet içindeydi. Bu ihaneti, kalkınmanın esas maddelerini yabancılara yağma ettirmekle, ülkeyi açık pazar haline getirmek ve seçimi kazanmak uğruna devlet hazinesini yağma ettirmekle yapıyordu.

1950’den sonraki siyasî iktidarın bağımsızlığımıza mal olan büyük ihaneti, ekonomimizin gelişme doğrultusunu kendi ihtiyaçlarımıza göre değil de, onu emperyalist ülke ihtiyaçlarına göre ele almış olmasındadır.

1954’ten sonra ekonomik gelişme başaşağı dönmüştü. Ağır bir enflasyon ve onu takip eden devalüasyon ülkeyi çoraklaştırmış, yabancı ülkeler Türkiye ile olan ticarî münasebetlerinde Türk devletinin değil, yabancı bir bankanın kefaletini istiyorlardı. İşte bu iktidar devleti böylesine itibarsız kılmıştı. Bu durum, giderek sosyal alanda homurdanmalara, siyasî iktidarı ürküten direnmelere sebep olmuştur. Gittikçe şaşkına dönen siyasî iktidar çıkar yolu yasaları ağırlaştırmakta, asker-sivil aydın ve üniversite gençliğinin öncülüğünde gelişen muhalefeti sindirme gayretiyle birtakım sunî kuruluşlar yaratma çabasında aramıştır. “Tahkikat Komisyonu”, vatan cepheleri, sıkıyönetimler vb…

Ama bütün bu tedbirler, ihanet içindeki şaşkın iktidarı “ihanet sandalyesi “ne oturtmaktan kurtaramamıştır.

Yıl 1960, ülkemizde gençlik hareketlerinin başlangıcı, parti kışkırtmaları dışında ilk defa bu dönemlerde başlamıştır.

27 Mayıs 1960

Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde, kurtuluş ve Mustafa Kemal hareketinden sonra yeni bir döneme girmiştir. Kurtuluş vadeden, mutluluk vadeden yeni bir dönem! Ordunun Atatürkçü doğrultuda kendi halkının, kendi ulusunun yanında olduğunu kanıtlayan bir dönem!
27 Mayıs hareketi Türk ulusunun, Türk halkının ve Türk ordusunun yurtseverliğini, temizliğini kanıtlayan bir hareket! Bilinen kurallar dışında, ihtilali hatırlatan bir “ihtilal”.
Gençlerimiz bayram yaptı, yaşlılarımız sevinçten göz yaşı döktüler. Bir ihanet şebekesi bir gece içinde toplanıvermişti.

Sonra… bekledik. Hiç değilse devletin “ihanet şebekesi” ağlarından arındırılmasını, girişilen hareketin kendi amaçları doğrultusunda yeni bir devlet kuruluşuna yönelmesini bekledik.
Kısa bir sürede anlaşıldı ki, romantik özlemlerden, tertemiz bir yurt sevgisinden başka bir şeyleri yok yüreklerinde, Babıâli basını da bunu çok çabuk anladı. Ve her devirde olduğu kendi melanetinin kapılarını aralamaya başladı. Sonra, sonra da başladı dişlerini göstermeye. Geçmiş iktidar kadrosu yabancı uzman müşavirleri de dahil, olduğu gibi yine iktidardaydı, ve bunlar devrimin düşmanıydılar. Devrimin getirdiklerini götürmeyi başlıca ödev sayan karşı-devrimci güçleri muhafaza edip örgütlemekle yükümlü idiler.

27 Mayısçıların tecrübesiz, siyasî eğitimden yoksun, tertemiz yurtseverliklerinden başka bir güvenceleri yoktu. Ülkenin ihtiyaçlarına göre Atatürk’ün kendilerine öğrettiği doğrultuda, özlemi çekilen bir anayasayı tüm heyecanlarıyla birlikte kendi uluslarının bekçiliğine terk ederek sessiz sedasız, geldikleri gibi iyi niyetlerle çekiliverdiler.

Yeni dönemin dayanak sosyal sınıfı bilinçsizdi. Yeni dönemin kadrosu yoktu. Ama Türk aydınına 10 yıl sürecek okuma, düşünme ve konuşup örgütlenme, özgürlüğünün heyecanını yaşatan bir Anayasa bırakmışlardı ya!

İşte biz, bugün Türk gençleri, Türk aydınları tüm Türk devrimcileri olarak, sosyal mücadelede bize olumlu deneyler kazandıran bu özgürlüğün hesabını vermek zorunluluğunda bırakıldık.

“Nurlu Ufuklar” ve “Küçük Amerika” Edebiyatının Arkasındaki Gerçekler

27 Mayıs hareketinden sonra, karanlığın ardından çıkan ülke panoraması, gün ışığına çıktı.
Yıl 1960. Türkiye’nin nüfusu 27 milyon 800 bin. Ve nüfus artış oranı % 3. “1950’de çalışma yaşındaki 100 erkek nüfusa çalışma yaşında 100 kadın ve bakılma çağında 143 çocuk ve ihtiyar düşerken, 1960’ta çalışma yaşındaki 100 erkeğe, çalışma yaşında 100 kadın ve bakılma çağında 173 çocuk ve ihtiyar düşer hale gelmiştir.” (Türkiye’nin Ekonomik ve Sosyal Durumu, Türk- İş Yayınları, no: 24.)

Aynı yılda çalışma çağındaki insan yekûnu 14 milyon 900 bin. Genel nüfusa oranı % 53,6. Çalışamayacak çağda insan yekûnu, 1 milyonu ihtiyat olmak üzere 11 milyon 900 bin. Genel nüfusa oranı: % 46,2.

Toplam nüfusun % 74,8’i (20 milyon 800 bin kişi) köylerde, % 25,2’si (7 milyon) şehirlerde yaşamaktadır. Beslenmenin ağırlığı yine hububattadır. Et, süt ve yağ gibi ana proteinli madde tüketimi azdır, ve bu yüzden de beslenme yetersizliği vardır.

Mesken durumu yürekler acısıdır. 1960’ta köylerde oturanlar, her türlü sıhhi tedbirlerden yoksundur. Genel olarak şehirlerde de, köylerde de mesken ve su durumu aşırı derecede yetersizdir. Nüfusun % 2,16’sı (600 bin) veremli, % 7,2’si (2 milyonu) trahomlu, 20 bini cüzzamlı, 35 bini firengilidir. 4 bin kişiye bir doktor, 460 kişiye bir yatak düşmektedir.

Ülkemizde okur-yazar olmayanların oranı % 61, ilkokul çağında olup da okula gidemeyenlerin oram % 59,6’dır.

Bu yıl da ilkokul çağında bulunup da okula devam edebilenlerin oranı % 73, ortaokul çağında olup da okula gidebilenlerin oranı % 19, lise çağında olup da liseye gidebilenlerin oranı % 9, yüksekokul çağında olup da okula devam edebilenlerin oranı % 3’tür.

Yıl 1962. Yine bu dönemlerde çalışma çağında bulunanların sayısı 15 milyon 700 kişidir. Bunun 12 milyon 750 bini ancak iş mevsimlerinde iş bulup çalışabilmekte, büyük çoğunluğu yılın uzun süresini işsiz geçirmekte, 1 milyon 500 bini ise daimi işsiz ordusunu teşkil etmektedir.

Çalışabilen nüfusun 9 milyon 860 bini (% 77,4) tarımda, 1 milyon 250 bini (% 8,8’i) sanayide, 1 milyon 630 bini (% 12,8) hizmetler sektöründe çalışmaktadır.

Oysa gelişmiş ülkelerde çalışma çağında olanların çok büyük bir kısmı sanayide çalışır ve bir bakıma bu oran gelişmişliğin ölçüsüdür. Ekonomik ağırlığı tarımda olan az gelişmiş ülkemizde gizli işsiz sayısı 8 milyondur. Toplam millî gelir 42 milyon liradır. Fert başına düşen millî gelir senede 1.500 liradır.

Çalışan nüfusun % 70’i millî gelirin % 20’sini Çalışan nüfusun % 28’i millî gelirin % 35’ini Çalışan nüfusun % 2’si millî gelirin % 45’ini2 alır.

Sektörlere göre millî gelirin kaynakları:

1961’de tarımın millî gelire katkısı % 42, aynı yılda sanayiin millî gelire katkısı % 23, aynı yılda hizmetlerin millî gelire katkısı % 35’tir.

Vergi dağılımı da son derece adaletsizdir. Yıllık geliri 1.100 lira olan küçük gelir grubuna dahil vatandaş % 6,1, yıllık geliri 8.550 lira olan orta gelir grubu % 9,7, yıllık geliri 47.260 lira olan yüksek gelirliler ise % 12,5 oranında vergi öderler.

Yıllık geliri 5.210 lira olan işçiler, ücretliler ve küçük iş sahibi vatandaş topluluğu % 23,4, yıllık geliri 9.430 lira olan yüksek gelirliler ise % 27,1 vergi ödemektedirler.

Görülüyor ki işçinin dahil olduğu grup % 23,4 vergi öderken, “yüksek gelirli ziraat erbabı, gelirinin ancak % 12,5’i kadar vergi ödemektedirler.”

Bütün bunların yanında 1948-1961 arasında “millî gelir 100’den 187’ye çıktığı halde fert başına gelir 100’den ancak 127’ye yükselebilmiştir.” Yine aynı yıllara bakarak geçim sıkıntısı % 300 artmıştır.

İhracatımız, tütün ve zeytinyağı piyasasında, ekseriya oynanan Amerikan oyunlarının zararım hariç tutarsak, hemen hemen 1950’den bu yana bir değişiklik göstermez. Fakat ithalatımız sürekli bir artış göstermiştir. Avrupa ve az gelişmiş ülkeleri kalkındırma planlarından hiçbirisi Amerika’dan başka hiç kimsenin işine yaramamış, beklenenin tam tersi bir sonuç vermiştir. Biz daima hammadde ihraç eden, işlenmiş madde ithal eden bir ülke olarak kalmışızdır. Bunun da ekonomide değişmez bir kuralı vardır: İşlenmiş maddenin fiyatı, hammadde fiyatından çok fazladır. Dostlarımız bizi bu durumda bırakmanın yolunu arar ve bulurlar. Ekonomilerini bu kurala uygun düşecek biçimde planlarlar. Bu durum, esasen satın alınmış olan paramızın köleliğine varır, hem bizi döviz kıtlığına mahkûm eder ve hem de sanayimizin gelişme ve ülkemizin istihdam alanlarını tıkar. Bunlardan dolayı da bizde dış ticaret açığı müzmin ve öldürücü bir hastalık halinde sürer gider.

1850 ile 1960 yıllan arasındaki ithalat, ihracat ve dış borçlarımızın cetvelini aşağıda göstermeyi gerekli görüyoruz:

İşte 27 Mayıs 1960 hareketi, Türkiye’yi bu platformda bulmuştur: Kırk haramilerin “nurlu ufuklar”ı! Devlet kasası tamtakırdır.

“1950-1960 arasındaki Türkiye’de para hacmi 2 milyar 133 milyon liradan 12 milyar 059 milyon liraya çıkmıştır. İktisadî devlet teşekkülleriyle hazinenin Merkez Bankası’na borcu olan 5.317 milyon lira bu yekûnun % 53,5’ini, yalnızca İktisadî devlet teşekküllerinin borcu olan 4.225 milyon lira da bunun % 42’sini teşkil etmektedir. Bu rakamlar DP iktidarının İktisadî devlet teşekküllerini nasıl enflasyonist bir politikanın aracı yaptıklarını açıkça göstermektedir.” (Bkz: Dr. Dündar Sağlam, Türkiye’de Kamu İktisadî Teşebbüsleri, 1967, s. 124.)

27 Mayıs’tan sonra İktisadî alanda görülenler, 27 Mayıs öncesi görülenlerin planlı şeklinden başka bir şey değildir. Gerçekten Anayasa’nın kabulünü takiben bazı kuruluşlar çıkmıştı ortaya. Fakat, bu kuruluşları ayakta tutacak en önemli unsur olan toplum ve bu toplumun ortaya çıkarabileceği bir kadro oluşamamıştı.

Anayasa’nın kabulü ile Millî Birlikçiler çekilip gittikten sonra “aynı tas aynı hamam” kalmıştı sahnede. Muhafazakâr bir Amerikan senatörü, Türkiye’nin yeni durumu hakkında rapor vermek üzere ülkemizi gelip gezip gördükten sonra bir rapor hazırlamıştır. Bu raporda: “Hükümet, planda öngörülen reformlar dolayısıyla gerek sağ kanat ve gerekse sol kanattan gelecek bazı güçlüklerle karşılaşabilir. Sol kanat parlamentoda rakam itibariyle güçlü olmamakla beraber, büyük gürültü yaratan bir sese sahiptir. Öğrenciler, aydınlar ve genç subaylar tarafından gittikçe daha fazla desteklenmektedirler. Sol kanat, reformları, yeteri kadar şümullü ve müessir olmadığı için tenkit etmektedir. Diğer taraftan sağ kanadın feodalist ve zengin unsurları 27 Mayıs devriminden hemen hiçbir zarar görmeden kurtulmuşlardır, ve parlamentoda temsil edilen 5 siyasî partinin hepsini sıkıca avuçlarının içine almışlardır.”

Bu raporu hazırlayan Alaska senatörü sağcı Gvvenning’dir.

Tarih sosyal mücadeledeki hataları affetmez. Bugünkü siyasî partilerin, devrim sonu yaptıkları ilk iş, yıkılan DP’nin oy mirasını paylaşma gayretine koyulmak oldu. Hem de arsızca.. Onun sloganlarına ortak çıkarak! Düpedüz karşı-devrimciliklerini ilan ederek. Yurtsever insanlar bu durumu endişe ile karşılıyordu. Sosyal tabandan yoksun, kadrodan yoksun “beyaz devrim” ! Sonra da yaptıklarını kaşarlanmış politikacıların eline bırakarak ayağının altındaki sandalyeye vurmalarını bekle!

Bugün biz, olup bitenlerle, karşı karşıya kaldığımız olaylara şaşkınlıkla bakmıyoruz. Ve bu hal bizim için bir sürpriz de değildir. Ülkenin başbakanını, cenaze merasiminden dönmesini bile beklemeden tepetaklak ettiklerine tanık olduğumuz zaman da hiç şaşırmamıştık.

Karşı-devrim hareketi hızla gelişip örgütleniyordu. Emperyalizm tecrübeli ve olup bitenleri değerlendirmeyi biliyordu. Amerika’dan eli boş dönerken “Rusya’ya yapacağı seyahatten” bahsederek işi tatsız şantajlara dökmeseydi belki de Menderes hâlâ başbakandı. Meselenin burasında karanlık noktalar var. ABD, 27 Mayıs hareketini bildiği halde, neden müdahale etmemişti? Şimdilik dediğimiz gibi karanlık bir mesele.

İnönü düştükten sonra başbakanlığa Süleyman Demirel getirildi. Ve iktidar, DP’nin mirasçısı, muvazaa ile kurulmuş olan Adalet Partisi’ne teslim edildi.

“Muvazaalı” partinin başına gelen kişi de garip bir şekilde, Amerikalı bir generalin “yeni bir başbakan aradığı” lafından sonra, yine garip bir şekilde politika sahnesine çıkıveren bir adamdı. Süleyman Demirci, AP’nin başına geçmişti. Sonra başbakan oldu.

AP’nin Konyalı bir doktor sözcüsü: “III. Selim’den sonra yapılmak istenen bütün reformları” “bolşevik hareketleri” olarak nitelemiş ve Türk halkını uyanmaya çağırmıştı. Hem de TBMM’de yaptığı bir konuşmada.

Demirel ise, yaptığı ilk konuşmasında “200 bin kişilik bir halk ordusundan” söz ediyordu. Bunun kimlere karşı çıkarılmak istendiğini herkes anlamıştı ve anlamayan da kalmamıştı.
Devletin bütün sorumluluğunu yüklenmek üzere iktidar olmuş bir siyasî parti, temsil ettiği devlete ve devletin güvenlik kurum ve kuvvetlerine düşman, kendi sorumluluğunda bulunan devlete düşman! Düşünülmesi bile imkânsız bir durum!

Kimdir Bu Demirel?

İslam köylü, 41 yaşında, devlet okullarında okumuş, başbakan olduğu zaman senelerce Amerika’da kalarak “bilgi ve görgüsünü arttırarak!” yurda dönmüş bir Anadolu çocuğu. Adalet Partisi başkanlığı için ortaya çıktığında, o zamanın Amerikan cumhurbaşkanı olan Johnson’la kolkola resimleri de çıktı, propaganda olsun diye. Resim, Amerika’da çekilmiş. Zamanını iyi değerlendirdiği anlaşılıyor!

Demirel, bir süre Devlet Su İşleri Genel Müdürü olarak çalıştıktan sonra oradan ayrılarak “… İş hayatına atılmış bir müteahhit ve yabancı firma mümessilidir. Morrison ve diğer bazı şirketlerin, kendi ifadeleriyle, 15 bin lira aylıklı müşavirliğini yapmıştır. Morrison şirketinden aldığı ücret 9 bin liradır. Ankara Çimento Sanayii A.Ş.’nin eski müdürü, yüksek mühendis İlalan’ın açıkladığına göre, Demirel, İtalyan (Revizione Constructione Machine) firmasının Türkiye mümessili, Altay firmasının komisyoncusu olarak, Çimento Sanayii’ne boru fabrikası makineleri satmak istemiştir. Demirel’in ileri sürdüğü 9 milyon lira fiyatla satış, fabrikanın içerde ve hem de 3 milyon liraya mal edebileceği gerekçesiyle reddedilmiştir. Basında (Çoban Sülü) diye tanıtılan Demirel, yabancı firma komisyonculuğunun yanı sıra müteahhitliğe başlamıştır. Hürriyet gazetesinde, müteahhitlik için gerekli parayı (banka kredisi ile ve kendi ailesinin gücü ile) sağladığını açıklamıştır. Demirel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Ereğli Demir Çelik’teki müteahhitlik işlerinden zarar ettiğini söylemektedir. Fakat Ortadoğu İçme Suyu Tesislerinden, müteahhitlik mesleğinin niteliklerinden yararlanarak açıktan 1 milyon lira kâr sağlamıştır. Mesela ihale, inşaat için gerekli ithal malzemesinin vergi ve gümrük resmine tâbi olacağı belirtilerek yapıldığı halde, Demirel, Üniversite muafiyeti gerekçesiyle vergi ve resmi geri almıştır. Hazineden alınan bu para, üniversiteye değil, Demirel’e gitmiştir.

Demirel’in iktidara gelişinde, başta Mobil müdürlerinden “Üstad-ı Azam” Necdet Egeran olmak üzere, mason iş çevrelerinin desteği önemli rol oynamıştır.

Demirel’e iktidar yolu, İnönü hükümetinin düşürülmesiyle açılmışta Dikkat çekici bir rastlantı olarak, Kıbrıs işinde Amerika’ya karşı çıkan ve Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya çalışan Türk ve Yunan hükümetleri aynı zamanda iktidardan düşmüşlerdi. Bundan başka (düşen) her iki hükümet de yabancı sermaye aleyhine birtakım tedbirler almaya başlamışlardır. İnönü hükümeti yabancı petrol şirketleriyle mücadeleye girişmiş, Türkiye Petrolleri ile Etibank’ın çıkarlarını yabancı şirketlere karşı korumaya yönelmiş bulunmaktaydı. Bu sebepledir ki, iktidar değişikliği ile yabancı şirketler yakından ilgilenmişlerdir. Mobil Genel Müdürü Frieker, Londra merkezinden şirket sorumlusu Solomon’a gönderdiği ve basma yansıyan Ağustos 965 raporunda “Türkiye’de seçimleri mutlaka AP’nin kazanacağını, petrol şirketlerinin endişeye kapılmasına sebep bulunmadığını” belirtmiştir. (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, 1968, Ankara, s.360).
Amerika’nın muteber çevreleri Demirel’e olan güvenlerini hiçbir vakit kaybetmemişlerdir. İşte Demirel’in çok kısa da olsa hayat hikâyesi ve başbakanlık arifesindeki serüveni.
Olaylara ve yeni bir “nurlu ufuklar” edebiyatına girmeden malî durumu ve dolayısıyla ülkenin içinde bulunduğu ağır şartları yansıtan birkaç rakama değinelim.

“Merkez Bankası Bülteni” 1971 Ocak-Şubat sayısı, s.60’tan:

“1955’te 10.169.000.000 TL olan bütçe borçlan 1970 sonunda 17.424.000.000 TL’ye yükselmiştir. 1965’te dövizle ödenecek dış borçlar 9.729.000.000 iken, 1970 sonunda 29.930.500.000 TL’ye yükselmiştir. Türk parasıyla ödenecek borçlar da 1965’te 3.175 milyon TL iken 1970 sonunda 4.172.600.000 TL’ye çıkmıştır.”

Yetkili bir maliyecinin dediğine göre: Demirel iktidarının 3 senede dışarıya yaptığı borcu geçmiş iktidarlar 34 senede yapmamıştır. Bu borç toplamı, Osmanlı İmparatorluğu’nun bıraktığı Dûyun-u Umumiye’nin 6 mislidir.

27 Mayıs Anayasası Karşısında Adalet Partisi İktidarı

27 Mayıs Anayasası, anayasa uzmanlarınca da kabul edildiği gibi bir tepki anayasasıdır. Yani 10 yıllık Demokrat Parti iktidarının yurt çıkarlarına, insan haklarına aykırı tutumu ve anayasayı ihlal eylemlerine karşı bu tutum ve davranışları önleyici tedbirleri getirmiştir.

Gerçekten bu anayasa; “hukuk-dışı tutum ve davranışları ile meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkım kullanarak 27 Mayıs 1960 devrimini yapan Türk milleti” tarafından “insan hak ve hürriyetlerini, millî dayanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukukî ve sosyal temelleriyle kurmak için” kabul ve ilan edilmiş ve milletin hürriyete, adalete ve fazilete aşık evlatlarının uyanık bekçiliğine emanet edilmiştir.

“Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.” (Anayasa, madde: 2.)

Yani yürütme organı, yasama organı, yargı organları, idare makamları ve kişiler bu Anayasa’da yazılı kuralları uygulamak zorundadırlar. Bu, onların başta gelen görevleridir ve ancak bu kurallara uyulduğu takdirde bir “Hukuk Devleti”nden söz edilebilir: Bu temel kuralın ışığı altında özellikle son yılların uygulamalarına baktığımız zaman “manzara-i umumiye”yi şöyle görmekteyiz:

1- Anayasa 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin “laik bir devlet” olduğunu söylüyor. Bu laiklik ilkesi AP iktidarı tarafından çiğnenmiş ve hiçe sayılmıştır. AP iktidarının bu tutumunu birkaç örnekle belirtelim:

A) 4 Mayıs 1969 tarihinde gerici güçler, Yargıtay Başkanı Sayın Ümran Öktem’in cenazesine saldırdılar. Olay sırasında İnönü, bir tuğgeneralin silahlı müdahalesiyle ölümden zor kurtuldu. Olayı protesto için Yargıtay, Danıştay, Yüksek Hâkimler Kurulu, Sayıştay, adliye, baro ve diğer resmî daire üyeleri ve gençlik yürüyüş yaptılar. Bu yürüyüşe 50 bin aydın kişi katıldı. Askerî Yargıtay ve Danıştay saldırıyı kınadı.

B) Yurt sathında açılan Kuran kurslarının adedi 40 bini aştı.

c) 24.7.1968 tarihinde Konya’da Amerika’yı telin için yapılan miting esnasında gerici güçler ellerinde sopalarla yürüyüşe geçtiler, ilerici kuruluşlara ait binaları, gazete idarehanelerini, kulüp ve pavyonları ve kitapevlerini tahrip ettiler. Olaylar hakkında 2. Ordu Komutanı Orgeneral Nazmi Karakoç:

“Olaylara karışanlar arasında yeşil sarıklı kişiler görülmüştür. Bu kılıktaki kişilerin özellikle sol eğilimli yerleri aramak istemeleri ve davranışları bu hareketin gericilerin eseri olduğu sonucunu açıkça ortaya koymaktadır. Gazete binalarını, kütüphaneleri ve öğretmen kuruluşlarını basmaları da bunu doğrulamaktadır” demiştir. İnönü bu konuda verdiği demeçte: “Konya olaylarının mahiyetine doğru teşhis konmazsa memleketin huzuruna, tamiri artık mümkün olmayacak felaketler gelebilir” dedi.

D) 9.7.1969 tarihinde Kayseri’de öğretmenler tarafından yapılan genel kurul toplantısı gerici güçler tarafından saldırıya uğradı. Bir sinema binası, bir kütüphane ve bir lokanta tahrip edildi. Bu güçler, öğretmenleri benzin dökerek yakmaya teşebbüs etti. Öğretmen olduğu zannedilen bir kadın cadde ortasında elbiseleri yırtılarak soyuldu ve yerlerde sürüklendi. Bu saldırıya Türk Hukuk Kurumu “bir tertiptir” dedi. Öğretmenler ordunun müdahalesiyle ölümden zor kurtarıldı.

E) 10 Şubat 1969 tarihinde 6. Filo’nun bir kez daha İstanbul’a gelmesini protesto için vilayetin izni ile Taksim alanında toplanan ve mitinge hazırlanan 25-30 bin kişilik vatandaş topluluğuna, camilerdeki cihat çağırışından sonra sağcı, ırkçı güçler ve komandolar ellerinde sivriltilmiş demirler, cop haline getirilmiş sopalar ve muştalarla saldırdılar, ellerinden kaçıp dükkân ve evlere sığınanları şişlediler ve Taksim alanını kana buladılar. Basında buolaya “Kanlı Pazar” adı verildi. Toplum polisi olaya seyirci kaldı ve hatta yardım etti, köşede bucakta kalanları yakalayarak gericilere teslim etti. Cihat avazeleriyle yapılan bu saldırıda Duran Erdoğan ve Ali Turgut Aytaç öldürüldü ve yüzlerce kişi yaralandı. Hastanelerde yaralı olarak tedavi görenler suçlu gibi karakollarda işkence gördü.

F) İmam Hatip Okullarında Atatürk büstünün gözleri oyuldu. AP militanları, Anadolu’ya, Atatürk’ün sünnetsiz olduğunu yaydılar. 21.4.1968 gününde Fethiye kursu öğrencileri Atatürk’ün resimlerini parçaladılar. 10.11.1970 gününde Atatürk’ün ölüm yıldönümünü törenlerle anan devrimci öğrenciler, sağcı gruplarca tabanca ve sopalarla saldırıya uğradı. 10 kişi yaralandı. Sağcılar “Atatürk’ü de sizi de tanımıyoruz” diye bağırdılar.

11.1970 gününde, Ülkü Ocaklarına bağlı 10 kadar komando İktisadî ve Ticarî İlimler Fakültesini bastılar ve Atatürk’ün resim ve pankartlarını yırttılar. Yurdun birçok yerlerinde Atatürk heykelleri tahrip edildi.

G) 5 Mart 1971 gününde Kırıkhan Hamidiye camiinde meçhul şahıslar tarafından atılan bomba olayını telin vesilesiyle düzenlenen mitingde, cuma namazından çıkanlarla birleşen civar ilçe ve köylerden getirilen bir topluluk, ilerici kuruluşlara ait binaları, bir eczaneyi tahrip ettiler, üç kişi öldürüldü. Gaziantep’e gitmekte olan 27 AH 756 plakalı bir otobüsü durdurarak yolculara saldırdılar. Bıyıklı, favorili ve top enseli kişilerin ve bu arada Tahtaköprü bölük komutanı Teğmen Sezai Şirin’in saçlarını kestiler. Bu saldırıda iki kişi öldü, 17 kişi yaralandı. Olay, ilçeye gelen bir istihkâm taburu tarafından zor önlendi.

H) 28.1.1971 gününde İzmir’de Çiçekli köyü Kuran kursu öğrencileri, yeşil takke ve yeşil sancaklarla ilahiler söyleyerek Kırık köyüne yürüyüş yaptılar ve yürüyüş esnasında, “şapka giyenler kâfirdir” narasıyla yollarda gördükleri şapkalı köylülere tecavüz ederek şapkalarını yaktılar. 29.10.1969 gününde Cumhuriyet’in 46. yıldönümünün kutlama törenine Komünizmle Mücadele Demeği, Arap harfleriyle yazılı levhalarla katıldı, olaylar çıktı. 27.8.1967 tarihinde AP milletvekili Mevlüt Yılmaz Haydarçavuş camiinde cuma namazından önce kalabalık bir cemaate vaaz verdi.

I) Birçok resmî dairelerde mescitler açıldı ve TBMM’de bir cami yapılması için genel bütçeden tahsisat ayrıldı.

J) Devrin başbakanı, laik devletin başı olduğunu unutarak, Hacıbayram camiinde başında beyaz takke olduğu halde cuma namazı kıldı ve dini iğrenç politikasına alet etti.
K) 2.6.1969 gününde MTTB Genç Kuvayı Milliye Teşkilatı ve Komünizmle Mücadele Demekleri tarafından düzenlenen “Millî Şuurun Sesi” mitinginde 4 mehter takımının da iştirakiyle: “İslam geliyor, Müslüman Türkiye, Ayasofya açılsın” nidalarıyla tempo tutuldu ve Anayasa değişikliği istendi.

Temmuz 1970 gününde Milliyetçi Öğretmenler Konfederasyonu, Esnaf ve Sanatkârlar Demeği’nce düzenlenen “Millî Şahlanış” mitinginde pantolon giyen bir kız tartaklandı ve göstericiler: “Allah bizimledir, Anayasa değişmelidir, ana sebep Anayasa” pankartlarıyla yürüdüler. 25.8.1969 gününde Genç Ülkücüler Teşkilatı ile Kuran kursu öğrencileri tarafından Samsun’da düzenlenen konferansta konuşan Necip Fazıl Kısakürek:

“Memleketimizde mutlaka hilafet ve şeriat uygulanmalıdır” dedi.

L) 5 Mart 1971 gününde, bazı öğrencilerin davalarını takip etmek üzere Gaziantep’ten İslahiye’ye gitmekte olan Gaziantep baro başkanı ve Türkiye Barolar Birlim Yönetim Kurulu üyesi Avukat Orhan Barlas ve iki avukat arkadaşının özel otomobiline kömürlük mevkiinde saldıran 200 kişilik bir gerici grup, avukatları linç etmek istediler ve tabancalarıyla ateş ederek her üç avukatı ağır surette yaraladılar ve taşlarla otomobilin camlarını kırdılar. Avukatlar olay yerine yakın bir jandarma karakoluna sığınarak ölümden kurtuldular.
İşte Anayasanın laiklik ilkesi böyle çiğnendi. Yukarda verilen örnekler, yüzlerce olaydan birkaç tanesidir.

“Hukuk Devleti” İlkesi Karşısında Adalet Partisi İktidarı

Anayasamız 2. maddesinde: “Türkiye Cumhuriyeti… bir hukuk devletidir” diyor. İktidar bütün işlem ve eylemlerinde hukuk devleti prensiplerine uymakla yükümlüdür. Yürütme organı başta Anayasa olmak üzere yasaları uygulayacak, yasa dışı eylem ve işlemlere müsaade etmeyecek ve yasama ve yargı organlarının çıkardığı kanun ve kararlara saygılı olacaktır. Kamu hukuku, tarihteki devlet şekillerini başlıca ikiye ayırmaktadır: Hukuk devleti ve polis devleti. Yasalarla idare edilen ve yasalara saygılı devlet, hukuk devletidir. Yasalara saygı duymayan, keyfî olarak yönetilen devlet ise, polis devletidir.

Adalet Partisi iktidarı “hukuk devleti” ilkesini bütün iktidarı boyunca çiğnemiş ve devleti bir “polis devleti” haline getirmiştir. 12 Mart muhtırası, Adalet Partisi iktidarının bu tutumunu tarihe tescil etmiştir. Sözü geçen iktidarın bu tutumunu bazı örneklerle açıklıyoruz:
Anayasamızın 114. maddesi: “İdarenin hiçbir eylem ve işlemi, hiçbir halde yargı denetimi dışında bırakılamaz” demekte ve bu temel yasanın 132. maddesi de: “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez” demektedir. İdarî yargının, hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olduğu bütün önemiyle ortadadır. Hukuk devletinin gerektirdiği sınırlamalar, ancak iptal davalarıyla bir anlam kazanmaktadır.

“Gerçekten, yasama organının aksine olarak yürütme organı kanununun kendisine yüklediği işleri yerine getirmemekten hukuken sorumludur. Bu sorumluluk idari kazada tecelli etmektedir. (Bkz. Kâzım Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Ankara, 1986, s. 1146.)

“Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin temellerinden biridir. Bu bağımsızlık, Türk milleti adına verilen kararların, kararın alınmasından uygulanmasına kadar tüm bağımsız olması; yargısal aşamalarda, yargı dışı güçlerin, bu kararların alınmasında ve uygulanmasında, kararın özünü zedeleyecek işlem ve eylemlerde bulunmaması demektir. Kararın alınmasını güçleştirici ya da kararın yerine getirilmesini önleyici bütün davranışlar öncelikle ‘kaynağını Anayasadan almayan’ bir ‘yetki’nin ‘Türk milleti’ adına değil, kesinlikle fiili (eylemsel) nitelikte bir devlet yetkisinin hukuk dışı olarak kullanılması anlamındadır. ‘Türk milleti adına egemenlik yetkisini kullanan bir yetkili’ organ kararı ‘kanunlar çerçevesinde’ görev yapmakla ‘görevli’ bir organca uygulanması, Anayasanın 132. maddesi ile çelişen bir fiili (eylemsel) tutumdur.” (Bkz. Uğur Mumcu, Türk Hukukunda İptal Kararlarının Yerine Getirilmesi ve Sorumluluk, 1971, s. 103.)

İşte Anayasa’nın emirleri ve anayasal doktrin.

Hal böyleyken bir anayasa kuruluşu olan Danıştay’ın en önemli kararları uygulanmamıştır. Örneğin devletin en yüksek kademesinde bulunan kamu görevlileri hakkında Danıştay’ca verilen kararlar dolaylı veya dolaysız yerine getirilmemiştir. Sayın İhsan Topaloğlu, Tahsin Yalabık, İhsan Çandar, İbrahim Ünal, İdris Küçükömer ve İhsan Uzunhekim haklarındaki yürütmenin durdurulması kararları uygulanmadığı gibi, yüksek denetleme kurulu üyeleri hakkında verilen kararlar da yerine getirilmemiştir. Yine cumhuriyet savcıları Hasan Basri Akgiray, Mehmet Feyyat ve Şiar Yalçın haklarında verilen kararlar da uygulanmamıştır. Öte yandan sayısız öğretmen hakkında verilen Danıştay kararları yine uygulanmamıştır.

Danıştay’a bu nedenlerle yüzlerce tam kaza davası açılmış ve hazine, iktidarın bu hukuk dışı tutumu yüzünden tazminata mahkûm olmuş ve ağır maddi külfet altına girmiştir.

İktidarın çıkardığı sayısız kanunlar, anayasaya aykırılıkları nedeniyle anayasa mahkemesince iptal edilmiştir. Anayasa’ya aykırı ve partizan bir zihniyetle çıkarılan çok sayıda kanunun arka arkaya Yüksek Mahkemece iptal edilmesi karşısında, AP Milletvekillerinin anayasa mahkemesine dil uzatarak: “Dünyada parlamentosuz demokrasiler yoktur, ama anayasa mahkemesiz demokrasiler vardır” demeye cür’et etmeleri bu iktidarın hukuk devleti anlayışının ve anayasa kuruluşlarına saygı derecesinin tipik örneğidir.

Görülüyor ki bu iktidar, bir hukuk devleti olmaktan çıkmış keyfi bir idarenin temsilcisi durumuna düşmüştür.

“Sosyal Devlet” İlkesi Karşısında Adalet Partisi İktidarı

Anayasamız 2. maddesinde: “Türkiye Cumhuriyeti … sosyal bir hukuk devletidir” demektedir.

Bu maddenin gerekçesinde şöyle denilmiştir: “… ‘Sosyal devlet’ fertlere yalnız klasik hürriyetleri sağlamakla yetinmeyip aynı zamanda, onların insan gibi yaşamaları için zarurî olan maddî ihtiyaçlarım karşılamalarını da kendisine vazife edinen devlettir. Modem anayasa, asgarî geçim şartlarından, sıhhi bakımdan, öğrenim imkânlarından ve hele barınacağı konuttan yoksun bir kişinin gerçek anlamda hür olmayacağını kabul eden zamanımızın hukuk ve siyaset ilmine ve devlet görüşüne uygun olarak fertlere ve vatandaşlara sosyal birtakım haklar tanımak zorundadır. Her sınıf halk tabakaları için refah sağlamayı kendisine vazife edinen zamanımızın devleti (refah devleti), iktisaden zayıf olan kişileri, bilhassa işleri bakımından başkalarına tâbi olan işçi ve müstahdemleri, her türlü dar gelirlileri ve yoksul kimseleri himaye edecektir. Bu suretle hem insan şahsiyetine, hürmet etmek vazifesini yerine getirecek, klasik hürriyetlerin gerçeklerle alay eden bir mahiyet almasına mani olacak, hem de çalışan geniş halk tabakalarının refaha kavuşması sayesinde toplum hayatı için daha verimli olmaları hedefine de ulaşacaktır. Gerçekten, maddî (mali ve iktisadi) imkânlardan, yaşama için zaruri olan gelir kaynaklarından ve varlıktan mahrum olan halk tabakaları için, klasik hürriyetler yalnız kâğıt üstünde kalan parlak fakat boş laflardan başka bir değere sahip olamaz.” “Zamanımızın medeni memleketlerinde hemen hemen ittifakla kendini gösteren temayül, (sosyallik) istikametindedir. Sosyal olmayan demokrasi, toplum hayatının gerçekleri karşısında cevherini kaybetmeye ve neticede yıkılmaya mahkûmdur… Bu sebepledir ki (sosyal zihniyet), yalnız fertlerin refah ve saadeti için bir teminat değil, aynı zamanda toplum hayatının geleceği bakımından da demokrasinin en şaşmaz garantisidir.”

Anayasamız “sosyal devlet” amacını gerçekleştirebilmek için şu hükümleri getirmiştir:

“Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” (Anayasa, madde: 36)

“Devlet, toprağın verimli olarak işletilmesini gerçekleştirmek ve topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçiye toprak sağlamak amaçlarıyla gereken tedbirleri alır… kanun… toprağın genişliğini gösterebilir.” (Anayasa, madde: 37)

“İktisadî ve sosyal hayat, adalete, tam çalışma esasına ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre düzenlenir.” (Anayasa, madde: 41)

“Devlet, çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının kârlılık içinde gelişmesi için, sosyal, İktisadî ve malî tedbirlerle çalışanları korur ve çalışmayı destekler; işsizliği önleyici tedbirler alır. Angarya yasaktır.” (Anayasa, madde: 42)

“Çalışanlar ve işverenler, önceden izin almaksızın, sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten ayrılma haklarına sahiptirler.” (Anayasa, madde: 46)

“İşçiler, işverenle olan münasebetlerinde, İktisadî ve sosyal durumlarını korumak veya düzeltmek amacıyla toplu sözleşme ve görev haklarına sahiptirler.” (Anayasa, madde: 47)

“Halkın öğrenim ve eğitim ihtiyaçlarını sağlamak devletin ödevlerindendir.” (Anayasa, Madde: 50)

Adalet Partisi iktidarı Anayasa’nın bu emirlerini yerine getirmek şöyle dursun, bu reformlara açıkça cephe almıştır. Şöyle ki:

Bu iktidar, yurdumuzun önde gelen ihtiyacı toprak reformunu yapmamış, tam aksine, iktidarın başı: “Türkiye’de dağıtacak toprak yoktur. Kimin toprağını alıp kime vereceksiniz?” demek suretiyle Anayasa’nın bu hükmünü ihlal etmiş ve ülkemizin çoğunluğunu teşkil eden topraksız ve az topraklı köylünün karşısına geçmiştir.

Yine bu iktidar işsizliği önleyici hiçbir tedbir almamış, işsizlik sigortasını gerçekleştirmemiş ve yurtta sayısı milyonları bulan bir işsizler ordusunun doğmasına sebebiyet vermiştir. Ülkemizin kalkınmasında en önemli rolü oynayacak olan yarım milyon işçiyi yabancı ülkelere ihraç etmiş ve yurdumuzun kalkınmasında zorunlu olan en kaliteli emek gücünü yabancı ülkelere ihraç ederek kalkınmamızı baltalamıştır.

Bu iktidar işçilerin sendikal haklarını kısıtlayan kanunlar çıkarmış büyük işçi direnişlerine imkân hazırlamış ve 16 Haziran olaylarının meydana gelmesine sebep olmuştur. Grev kırıcılığının büyük örneklerini vermiştir.

Eğitim reformunu gerçekleştirememiştir. Her yıl 10 binleri bulan lise mezunları yükseköğrenim yapamadıkları için protesto yürüyüşleri yapmışlar ve sokaklara dökülmüşlerdir. Bu yıl bu rakam 100 bini bulmuştur. Hükümet, Anayasa’ya aykırı olarak çıkardığı kanunlarla özel okullar açtırmış ve eğitimi bir ticaret ve sömürü müessesesi haline getirmiştir. Bu alanda o kadar ileri gidilmiştir ki, hükümete özel harp okulu açmak teklifleri yapılmıştır. Ve nihayet Anayasa Mahkemesi özel okulları Anayasa’ya aykırı olduğuna karar vererek bu tutumun Anayasa dışı olduğunu tescil etmiştir. Bugün açılmış olan özel okullar, çözüm bekleyen bir sorun halindedir. Yurdumuzda okuma-yazma bilmeyenlerin oranı % 60’ın üstündedir. Ve on binlerce köy, okulsuz ve öğretmensizdir. Atatürkçü öğretmen kıyımı da sürdürülmektedir.

İşte sosyal devlet ilkesi de böyle çiğnenmiştir.

Kişi Dokunulmazlığı ve Özellikle İşkence ve Eziyet Yasağıyla İlgili Anayasa İlkesi Karşısında Adalet Partisi İktidarı

Anayasamızın 14. maddesi aynen şöyle demektedir:

“Herkes yaşama, maddî ve manevî varlığını geliştirme haklarına ve kişi hürriyetine sahiptir.”

“Kişi dokunulmazlığı ve hürriyeti, kanunun açıkça gösterdiği hallerde, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça kayıtlanamaz.”

“Kimseye eziyet ve işkence yapılamaz.”

“İnsan haysiyetiyle bağdaşmayan ceza konulamaz.”

Aynı maddenin gerekçesinde ise şöyle denilmektedir:

“Temel hak ve hürriyetlerin en başında geleni, bir şahsın kendi kaderi üzerinde sahip olduğu hak ve fizik hürriyetidir. Can emniyeti ve vücut bütünlüğünün masun olması, bütün hürriyetlerin ilk şartıdır. Can masun olmadıkça ve beden üzerinde fizik hürriyeti sağlanmadıkça ferdin iç huzura kavuşmasına ve diğer birçok hürriyetlerin fiilen gerçekleşmesine imkân yoktur. Bütün anayasalarda ve bu arada eski anayasamızda da yer alan bu hürriyet, her türlü şüphe ve münakaşanın üstündedir.

“Toplum hayatının zarurî kıldığı hallerde şahıs hürriyetinin kısıtlanması bahis konusu olunca, bu kayıtları dahi sınırlama lüzumu kendisini gösterir. Kanun koyucunun şahıs dokunulmazlığını istediği gibi kayıtlayabilmesi, modem hukuk ve devlet anlayışına uygun düşmez. İşte bu sebeple şahıs hürriyetini kayıtlayan hükümlerin iki istikamette sınırlanması gerekir:

“1) Hangi hallerde şahıs hürriyetinin kayıtlanacağı kanunda belirtilmelidir.

“2) Bu hallerde dahi bir kimsenin fizik hürriyeti ve şahıs dokunulmazlığı, ancak hâkim kararıyla sınırlandırabilmelidir.

“Tasarıda diğer modern anayasalara uygun olarak bu iki kayda yer verilmiştir.

“Tevkif ve yakalama ile ilgili 30. madde hükmü dahi, şahıs hürriyetini sağlayan garantilerdendir.”

AP iktidarı, Anayasamızın bu maddesini de çiğnemiştir, buna dair birkaç örnek vermekle yetiniyoruz:

11 Mart 1971 tarihinde Akbank Selami Çeşme Şubesi’ni soymaktan sanık olarak yargılanan Selman Kaya adlı öğrenciye İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde 6 gün devamlı olarak işkence yapılmış ve bu işkence nedeniyle iki ay iki gün hastanede tedavi görmüş ve kendisine 2,5 aylık bir rapor verilmiştir. Bu işkence olayı birçok kuruluşlar tarafından protesto edilmiş, savcılar da olayla ilgili olarak polisi yasa dışı hareketle suçlamışlardır. Ayrıca son günlerde, Selman Kaya’nın, yapılan mahkemesinde bu soygun olayı ile ilgisinin bulunmadığı anlaşılmış, kendisi tahliye edilmiştir.

3 Mart 1971 tarihinde Ankara polisi tarafından nezarete alman Hıdır Altınay, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde feci şekilde dövülmüş ve kendisine elektrik işkencesi yapılmıştır. Fakat voltajın yüksek olması dolayısıyla Hıdır Altınay’ın kalbi patlamıştır. Bunun üzerine kendisi, Emniyet Sarayının üst katından polislerce atılarak olaya intihar süsü verilmek istenmiştir. Daha sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi doktorları tarafından verilen raporda, bir şahsın kalbinin patlaması için o şahsa ancak yüksek voltajlı akım verilmesi gerektiği, bunun dışında ne kadar yüksekten olursa olsun bir düşme olayının bu çeşit bir ölüme sebep olamayacağı açıkça belirtilmiştir. Hıdır Altınay’ın işkence sonucu öldürülüşü, birçok kuruluşlar tarafından protesto edilmiştir.

24.7.1969 tarihinde bir tiyatro topluluğu olan Halk Oyuncuları “Pir Sultan Abdal” isimli oyunu oynamak üzere gittikleri Tunceli’de tutucu güçler tarafından saldırıya uğramışlardır. Olaydan sonra sanatçılar Tunceli emniyetine götürülmüşler ve burada kendilerine çok ağır işkenceler yapılmıştır. Erkek sanatçıların hatırı sayılır bir şekilde dövülmelerinin yanı sıra saç ve bıyıkları yolunmuş, kadın sanatçılara ise tecavüz edilmiştir. Olayı birçok kuruluşlar şiddetle kınamışlardır. Türkiye Barolar Birliği, oyuncuları savunacak avukatların görev yapmasına Tunceli emniyetince engel olunması üzerine İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne telgraflar çekmiş; Türk Hukuk Kurumu ise oyunun yasaklanması ve sanatçıların insanlık dışı olaylara maruz bırakılması dolayısıyla sansür rejiminin yaratıldığını bildirmiştir.

24.1.1971 tarihinde Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Yurdu’na yapılan polis baskını sırasında yakalanan öğrencilere, yurt içinde, yolda ve emniyette ağır baskı yapılmış, dövülmüş ve hakaret edilmiştir. Kızlardan bazılarına sarkıntılık eylemleri yapılmış, bunlardan birinin mahkemede de bizzat anlattığa gibi polis, elini pantolonuna sokarak kızın kalçalarını yokladıktan sonra “bana göre değil, ufak” gibi laflar etmiştir. Devlet güçlerini çapulcu sürüsü haline getirmeye matuf bu hareketlerde kamuoyunda geniş tepki yaratmış, olay protesto edilmiştir. Bu olayla ilgili olarak yüzlerce kişinin aldığı rapor mahkeme dosyalarına girmiştir.
Birkaç ay önce duvara bildiri asmak istedikleri gerekçesiyle yakalanan Dilber Ağca ve Serpil Çalışlar isimli iki liseli genç kıza Ankara Emniyet Müdürlüğü’nce feci şekilde dayak atılmış, coplanmış, ayrıca işkence sırasında kendilerine “siz kız değilsiniz”, “devrimci kızlar seks olmadan yaşayamazlar”, “sizin yanınıza 20 tane er verip Atatürk Orman Çiftliği’ne göndereceğiz” gibi ilkel ve sadistçe hareketler yapılmıştır. Sanık kızlar, bu hususları avukatlarına anlatmışlar, ancak duydukları elem ve utanç yüzünden mahkemede açıklayamamışlardır.

Nail Karaçam ve İlker Mansuroğlu’nun pusu kurularak öldürüldüğü siyasî komplodan yaralı olarak nasılsa kurtulan Mehmet Demir’i sırasıyla dayaktan geçiren ajanlar arasında yüksek makam sahiplerinin de bulunduğu ifade edilmiştir. Bazı kimselere suç yükletilmek için önceden hazırlanmış ifade tutanaklarını imzalamadı diye Mehmet Demir’e uygulanan işkenceler arasında kollarından ve ayaklarından tavana asmak, tenasül organına cereyan bağlamak, iradeyi felce uğratıcı ilaçlar içirme, makatına cop sokma… türünden, 20. yüzyıl insanının yüzünü kızartacak nitelikte olanları vardır.

Yukarda sözünü ettiğimiz Siyasal Bilgiler Fakültesi Yurdu’nda yapılan arama esnasında ve daha sonra yolda öğrenciler emniyete götürülürken ve emniyette toplum polisi tarafından öğrencilere yapılan işkence ve sarkıntılıklar ve davanın devamı esnasında öğrencileri savunan avukatlara karşı aynı polis görevlilerince yapılan tecavüzler karşısında Ankara Barosu, İstanbul Barosu, İstanbul Üniversitesi 92 kadın öğretim üyesi ve yardımcısı, Cerrahpaşa, Çapa ve Fen Fakültesi öğretim üyeleri ve İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyeleri Sendikası tarafından ayrı ayrı bildiriler yayınlanarak tecavüz olayları kınanmış ve olay protesto edilmiştir.

Ankara Barosu Yönetim Kurulu, duruşma sırasında avukatların bazı toplum polislerinin hakaret ve saldırılarına maruz kaldıklarını öne sürerek bildirisinde şöyle demiştir:

Sanıkların kimlikleri ve kendilerine yükletilen suç ne olursa olsun savunma görevi her türlü gölge ve baskıdan uzak kalmalıdır. Adaletin her türlü şüphe den kurtulması ancak bağımsız savunma sayesindedir. Bu itibarla Baromuz savunmayı güçleştirecek her türlü baskının karşısındadır ve bu konuda sonuna kadar direnmeye kararlıdır. Böyle bir baskının tanık olarak dinlenen birtakım kamu görevlilerince yapılması hiçbir suretle hoş görülemez.” (Cumhuriyet, 30.1.1971)

İstanbul Üniversitesi kadın öğretim üyeleri tarafından yayınlanan bildiride de özetle şöyle denilmiştir:

“… daha vahimi genç kızlarımıza elle ve dille tasallutta bulunarak ırz güvenliğinin de artık polise emanet edilemeyeceğini ispatlamışlardır.” (Cumhuriyet, 30.1.1971.)

Atatürkçü, devrimci gençlere reva görülen dayak, işkence, baskı, suikast olaylarında, sakıt AP iktidarı, toplum zabıtasından başka Kuran kurslarıyla, Türkeş’in komandolarıyla, Ülkü Ocaklarına mensup beyinleri yıkanmış gençlerle, şeriatçı ve ümmetçi cahillerle ve tüm gerici kuruluşlarla işbirliği halinde çalışmıştır.

Düşük başbakan Süleyman Demirel’in orduya karşı da bir tehdit silahı olarak kullanacağını ima ettiği “200 bin kişilik silahlı halk ordusu” işte bu unsurlardan meydana gelmektedir.
Suç ve cinayetlere batık insanların ve kadroların eski suç ortaklarına yönelmesi, onları ele vermesi, elbette ki beklenemezdi. Sadece birkaç örnek vermekle yetindiğimiz dayak ve işkencelerin devamlı olarak tek taraflı işlemesi, şeriatçı, ümmetçi, ülkü ocakçı olanlara da uygulanmak şöyle dursun, onların kanunsuz saldırılarının himaye ve destek görmesi, gençliğin körpe dimağlarında zulme karşı isyan duygularını besleyip geliştirmiştir.
Sayın Senatör Haydar Tunçkanat’ın C. Senatosu’nda açıkladığı, öldürülecek gençlere ait listenin korkunçluğu, siyasî cinayetler faillerinin ve bunları kuran ve koruyan mihrakların meydana çıkarılmaması, gençliği silahlanmaya, canlarım koruma tedbirleri almaya zorlayan amillerden olmuştur.

Kanunları eşit uygulaması gereken iktidara karşı can güvenliğini korumak zorunluğuyla bu yollara başvuran, kaba kuvvete karşı koyan, hatta ölmemek için silahlanan, bağımsızlıktan yana gençleri suçlamanın manevî zorluğu, sayın mahkemenin dikkatinden herhalde kaçmayacaktır.

NOT: Kısa bir özetini sunduğumuz işkence olayları, düşük iktidarın Anayasamızın 14. maddesinin emirlerini çiğnediğini ve bu yolla da hukuk devletinin temellerinden birini ortadan kaldırdığını göstermektedir. Bu baskı, işkence olaylarına ait yüzlerce fotoğraftan bazıları, savunmamıza ekli olarak sunulmuştur. Ayrıca Siyasal Bilgiler Fakültesi olayında toplum polisi tarafından yapılan tecavüz ve müessir fiile dair Ankara Tıp Fakültesi Hastanesinden alınmış 33 adet rapor örneğini sunuyoruz.

GENÇLİK VE GÖREVİ

Gençlik ve özellikle bugünkü üniversite gençliği toplumun en bilinçli, ülkücü ve yürekli bölümü, en aktif ve dinamik gücüdür. Bunun içindir ki yurdumuz, bütün kişisel çıkarlardan uzak bu genç insan kitlesine emanet edilmiştir. Atatürk’ün deyimi ile o, “inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna ve doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Rejimi ve inkılapları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve hareket duydu mu, bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır demeyecektir. Hemen müdahale edecek ve kendisi eserini koruyacaktır.” (Atatürk’ün Bursa Nutkundan.)

Bu sözlerden, gençliğe sadece yurdun emanet edilmediği, onunla birlikte devrimlerin ve özellikle rejimin de emanet edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde Türkiye Cumhuriyeti ve yurdun bağımsızlığı gençliğe emanet edilmiştir.

Niçin yurdumuz, cumhuriyetimiz, bağımsızlığımız politikacıya, toprak ağasına, sermaye sahiplerine, tefeciye, bezirgana emanet edilmemiş de gençliğe emanet edilmiştir? Çünkü gençlik; her türlü kişisel çıkarların dışında ve üstündedir, korumayı düşündüğü özel sermayesi, fabrikası, çiftliği yoktur. O, bütün bu çıkarların üstünde yurt çıkarlarını, halkımızın iç ve dış sömürüden kurtulmasını, “çağdaş uygarlık düzeyine” varmasını ve “istiklali tam”a yani tam bağımsızlığa kavuşmasını amaç edinebilecek niteliktedir ve edinmiştir. Gençlik bir sınıf değildir ama toplumda etkin bir güç sahibidir. Gençlikteki bu doğal yetenek ve birikim, yurt sorunlarına yöneldiğinde onu cömert atılımlara itmektedir. Gereğine inandığı an yurdun bağımsızlığı için hayatını tehlikeye atmakta ve feda etmektedir. Ekonomik ve sosyal çıkarların dışında gelişen, yoğunlaşan, gençlik dinamizmi çağdaş bilim ve düşünüş açısından toplum sorunlarına yöneldiğinde gerçekten önemli bir güç niteliği kazanmaktadır.

İşte cumhuriyet ve bağımsızlık bu nedenlerle ona emanet edilmiştir.

Gençliğin görevi konusunda bir noktanın aydınlığa kavuşma sında yarar vardır:
Bazı çevrelerce deniliyor ki: Gençlik okulunda okusun, derslerini öğrensin, onun görevi budur ve bunun dışında herhangi bir şeyle ve özellikle politika ile uğraşmasın. Yine bu çevreler diyorlar ki: Askerler, memurlar, dernekler, sendikalar ve işçiler kooperatifler de politika ile ilgilenmesinler, politika ile yalnız politikacılar uğraşmalıdırlar.

Acaba böyle bir düşünce doğru mudur? Böyle bir tutum, yurt çıkarlarına uygun mudur? Yoksa bu düşünce temelde egemen çevrelerin çıkarlarım korumak isteyen bir düşünce ve bir tavsiye midir? Böyle bir tutum kabul edildiği zaman, toplumun en aydın, en bilinçli ve örgütlü güçleri politika dışına itilmekte, bir robot haline getirilmekte yurt sorunlarından, bu sorunların çözümünden uzak tutulmakta ve siyaset meydanı politika madrabazlarının elinde kalmaktadır.

Oysa demokratik rejimle yönetilen ülkelerde, demekler, sendikalar, fikir kulüpleri, barolar, kooperatifler, odalar ve özetle bütün toplumsal kuruluşlar demokratik düzenin vazgeçilmez unsurlarıdır. Bunlara “baskı grupları” adı verilmektedir. Bu rejimlerde baskı grupları demokratik düzenin köşe taşları, vazgeçilmez unsurlarıdır.

Nitekim tarihimizde ordu, gençlik kuruluşlarının da desteği ile zaman zaman yönetime müdahale etmiş, sivil iktidarların, politikacıların yurda zararlı tutumları karşısında idareye el koymuş ve böylece politikaya karışmıştır.

Kimdir bu politikacılar, bu adamlar? Bunlar, türlü seçim hileleri ve oyunlarıyla, eğitimsiz bırakılmış bilinçsizliğe terk edilmiş, köylü ve işçilerin sözde oylarını alarak sandıktan çıkan çıkarcılardır. Toprak ağalarının, sermaye çevrelerinin, çıkarlarını, kârlarını savunan, bu sınıf ve tabakaların temsilcisi politikacılardır. Sayın Sadi Koçaş bunlar için şöyle diyor:

“Halktan yana olmak sözle olmaz. Türk vatandaşı bugün, dört yıl evvel kendisine huzur ve refah vadederek oylarını alan KIRAT’ın tekmesini yemiş, perişan bir durumdadır.

“Huzur yerine, kanlı pazarlar, kanlı cumalar, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay gibi en yüksek yargı organları mensuplarını cübbeleriyle sokaklarda yürüyüş yapmak mecburiyetinde bırakan şenî tecavüzler gelmiştir. Bu ülkeye, Konya olayları ile bizzat hükümet irticadan, kara kuvvetten yardım dilenmiş ve adil Türk Mahkemesi, bu hareketi (KONYA’DA HÂKİMLER VAR) diyen bir kararla suçlamıştır.

“Refah yerine, vatandaşın en zaruri yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını dahi temin etmesine imkân bırakmayan, köylüsü ile, kentlisi ile, işçisi ile, memuru ile, hatta tüccarı ile bütün vatandaşları perişan eden ve yarınları için en ufak bir ümit bırakmayan bir İktisadî çöküntü gelmiştir bu ülkeye. Ve modem devri-Süleyman’da Türkiye, asayişsizlik konusunda celali isyanları devrini bile aratır hale gelmiştir.

“Bu durumu yaratan ve muayyen bir zümre çıkarına, yürütmekte devam eden bir iktidar elbette ki, HALKTAN YANA olmaktan söz edemez.” (Sadi Koçaş, Bir Seçim Böyle Geçti, s. 13.)

“Bu sistemin -yani seçim sisteminin- halka, halkın kendi kanaatine hiç değer vermeyen bir avuç insanın şu veya bu düşüncelere tâbi olarak layık olanları değil, en zengin olanları veya çeşitli yollara başvuran kişileri parlamentolara gönderen bir yol olduğu, sekiz yıldır birçok tecrübelerden sonra kesin olarak anlaşılmış bir gerçektir.” (Sadi Koçaş, Bir Seçim Böyle Geçti, s. 14.)

Sayın Sadi Koçaş’ın suçladığı bu politikacılar, zorunluluk duyunca “bağımsızlık” demagojisi yapmaktan çekinmezler, ama yurdu kişisel çıkarları ve temsil ettikleri sınıfların çıkarları uğruna bağımlı hale getirmekte tereddüt de etmezler. Vatan satarlar, bağımsızlık satarlar, sömürgen iktidarlarını sürdürebilmek için mebus pazarları kurarlar, mebus alır, mebus satarlar. Ağızlarındaki bağımsızlık, millet, vatan sözleri kişisel ve sınıfsal çıkarlarını gizleyen ve maskeleyen bir aldatmacadır. Ve bu kavramlar, onların ağızlarında soysuzlaşır, demagojik hale gelir ve kirlenirler.

Yurtseverler, onların bu oyunlarını demaske etmeye yeltenince maskeleri düşen bu yüzler, yurtseverleri siyasî faaliyet yapmakla, yasalara karşı çıkmakla, kamu düzenini bozmakla suçlarlar. Bu onların eski oyunlarıdır. Onların bu tutumları her şeyden önce Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi”ne, “Bursa Nutku”nda ortaya koyduğu devrimci düşüncelere aykırıdır.
Gençlik, kendisine emanet edilen bağımsızlığı ve cumhuriyeti elbette ki koruyacaktır, eğer buna politika deniliyorsa o bu politikayı kutsal bir görev sayacaktır. Bu onun tarihsel görevidir. Gençlik bu yurt görevini yapmazsa, işte o zaman suçlanmalıdır. O, ülkeyi, ülkenin bağımsızlığını, cumhuriyeti, bir avuç çıkarcının eline terk etmeyecektir. Sanıyoruz ki, bu konuda hiçbir yurtsever başka türlü düşünemez ve bu düşüncelere karşı çıkamaz. Şayet çıkarsa o da, bu bir avuç çıkarcıya destek olmuş ölür.

Mücadele Nasıl Başladı?

Üniversite gençliği başlangıçta, kendi eğitim ve öğretim sorunlarına eğildi. Üniversite yönetiminde söz ve oy sahibi olmak istedi, yönetmelikler üzerinde değişiklikler istedi, doçent ve profesör ayırımının, kürsü ağalığının kaldırılmasını, öğretim üyeliği unvanı ticari bir meta olmadığından bunun üniversite dışı bir kazanç aracı haline getirilmemesini, eğitimin ulusal çıkarlara uygun yürütülmesini, özel teşebbüslere kazanç sağlayan müesseselere kiralanmamasını, vs. istedi. Bunları elde etmek için mücadele etti. Bu amaca erişmek için bildiriler yayınladı, yürüyüşler yaptı bir sonuç alamadı. Bu kez boykotlara, işgallere başladı. 1967-68 ve 1969 yıllan bu mücadelelerle geçti. Yine sonuç alınamadı, aksine öğrenciler coplandı, karakollarda dayak yedi, işkence gördü, tutuklandı. İktidar ve tutucu yöneticiler bu isteklerin hiçbirisini yerine getirmediği gibi aksine öğrencileri okuldan uzaklaştırdı ve onları yasalara karşı gelmekle suçladı. Çünkü iktidar hâkim sınıfların iktidarıydı, bu reformları yapmak onların sınıfsal çıkarlarına aykırı düşüyordu. Onlar gençliğin, halkın uyanmasını, bilinçlenmesini, kendi çıkarlarına uygun bulmuyordu. Çünkü uyanan, bilinçlenen gençlik ve halk kendi davalarına sahip çıkmaya başlayacak, bu iktidarların halka karşı, halkın çıkarlarına karşı tutumlarını anlayacak, öğrenecek ve sonunda onları çıkarlarından yoksun bırakacaktı. İktidar bindiği dalı kesemezdi. Bu mücadelelerin olumsuz sonuçları gençliği acı acı düşündürdü. Gençlik zamanla, üniversite eğitim ve öğrenim sorunlarının bağımsız sorunlar olmadığını, bu sorunları toplum düzeninden ayırmanın, soyutlamanın ve tek başına çözmenin mümkün olmadığını, eğitim sorununun çözümünün, düzen sorununun çözümüne bağlı olduğunu iyice anladı ve bunun bilincine vardı.

Emperyalizmin etki alanında, bakanlıklarında yabancı uzmanlar, topraklarında yabancı üsler, 40.000’e yakın askeri personel, köylerinde barış gönüllüleri adı altında casuslar, yeraltı ve yerüstü servetlerinde sömürücü yabancı sermaye, yurdun bağımsızlığını tehlikeye düşüren ikili anlaşmaların hüküm sürdüğü yarı-bağımlı bir ülkede üniversite sorunu tek başına çözülemezdi. Yurt sorunlarının çözümü bir bütündü. Dava yalnız üniversite sorunu değil, bağımsızlık ve düzen sorunu idi. Bunlar birbirine bağlı sorunlardı. Bu bilince varan gençlik, eylemini antiemperyalist bir yöne doğrulttu, artık hedef bağımsızlıktı, halktan yana, bir hukuk devletinin kurulmasıydı.

Sayın Adalet Bakanı İsmail Arar’ın, “Atatürk’ün Halkçılık Programı” adlı kitabının, “Büyük Millet Meclisi’nin Halkçılık Beyannamesi” başlıklı bölümünden şu satırları okuyalım:

“Büyük Millet Meclisi, 18 Kasım 1920 günü, Halkçılık Programı diye anılan Anayasa Kanun Tasarısı’nı görüşmeye başlarken, özel komisyon raportörü Burdur Milletvekili İsmail Suphi Soysallıoğlu” Komisyon adına yaptığı, konuşmada: “Efendiler, Hükümetin bize gönderdiği Halkçılık Programı, birisi maksat ve meslek, birisi mevaddı esasiye, diğeri de idare namı altında üç kısma münkasem idi. Bunu iki kısma ayırabiliriz: Birisi maksad ve meslek, diğeri mevaddı esasiye ve idariyedir. Maksad ve meslekte, birinci maddede meclisi Alinizin yemin ettiği ve esas teşekkülü teşkil eden gayeden bahseder. İkinci maddede, Türkiye Büyük Millet Meclisi emperyalizm ve kapitalizme düşman olarak ancak bunlarla mücadele sayesinde idare ve hâkimiyetin sahibi olmak gayesine vasıl olacağı kanaatini söyler. Üçüncü maddede dahi, yine orduya zarurî istinaddan, sırf emperyalizm, kapitalizmle mücadele ederek kendisinin sahip olduğu orduyu yaşatmaktan bahseder.”

Birinci Büyük Millet Meclisi’nin halkçılık anlayışını gösteren bu bildiri aynen şudur:

“Emperyalist devletlerin, devlet ve milletimizin hayatına açıkça kastetmeleri neticesinde müdafaayı meşrua için toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi şimdiye kadar muhtelif vesilelerle sarahaten veya zımnen ilan ettiği maksad ve meslekini bir kerre daha bütün cihana arz için şu beyannameyi neşreylemeye lüzum görmüştür: “Türkiye Büyük Millet Meclisi, millî hudutlar dahilinde hayat ve istiklalini temin ve hilafet ve saltanat makamını tahlis ahdi ile teşekkül etmiştir. Binaenaleyh hayat ve istiklalini yegâne ve mukaddes emel bildiği Türkiye halkını, emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hâkimiyetinin sahibi kılmakla gayesine vasıl olacağı kanaatindedir.

“Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin hayat ve istiklaline suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzatına karşı müdafaa ve bu maksada münafi hareket edenlerin tedip azmiyle müesses bir orduya sahiptir.”

Demek ki, bağımsızlık, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele, bir görevdi. Bu, başta Türk Ordusu’nun göreviydi. Yurdumuzun iktidarlar tarafından nasıl bir yan-sömürge yarı- bağımlı hale getirildiği, yukarıda belirtilmiş olduğu gibi, çok açıktı ve iktidarlar, özellikle AP iktidarı bu durumu kendi sınıfsal çıkarlarına uygun buluyor ve bu yolda azimle yürüyordu. O halde mücadele, bağımsızlık mücadelesi, anti-emperyalist mücadele ve ülkeyi yarı-bağımlı hale getiren güçlerle mücadele idi.

İşte gençlik, toplumumuzun bilimsel bir tahlili ve geçirdiği deneylerle bu sonuca ulaştı. 20.6.1968 gününde yayınlanan “İstanbul Üniversitesi Genel Reform Tasarısı ve Fakültelere Özgü İstekler” adlı broşürde şöyle denilmektedir:

“Üniversitemizde gerçekleştirilmesi zorunlu görünen değişimlerin sadece, üniversitelerin kuruluş ve işleyiş sistemiyle ilgili olmayacağı açıktır. Üniversite düzenini; bu müesseselerin kuruluş ve işleyiş biçimlerinden öğrencilerin ekonomik ve sosyal durumlarının düzenlenmesine kadar varan bütün sorunları içine alan bir şekilde anlamaktayız. Eğitilmenin özellikle yüksek eğitim yapabilmenin bir şans, bir imtiyaz durumunda olduğu ülkemizde, üniversite sorununun tüm eğitim sorunundan ayrılamayacağım, eğitim sorunlarının ise temel düzen sorununa bağlı bulunduğunu bilmekteyiz.”

Gençlik bu düşüncelerinde haklı idi, samimi idi. Bu, onun için bir yurt görevi idi, o bu görevi yapmaya hazırdı ve böylece antiemperyalist eylemler başladı.

Emperyalizmin az gelişmiş ülkelerdeki çıkarlarının, kurduğu sömürü sisteminin ve üslerinin bekçisi 6. Filo yurda gelmemeliydi!

Türk Donanması Kıbrıs’a çıkarma yapmak istediği zaman 6. Filo karşı koymamalı, bu çıkarmayı önlememeli, Amerika tarafından TÜRKİYE’ye verilen askerî araç ve gereçlerin ve silahların bu çıkarmada kullanılamayacağını ihtar etmemeli! ABD Başkanı Johnson devrin Başbakanı İnönü’ye hakaretamiz bir mektup yazarak bizi dünya halkoyunda küçük düşürmek küstahlığını göstermemeliydi!

Amerika’ya terk edilen üslerden Türk Hükümeti’nin haberi olmadan keşif uçakları kalkmamalı, komşu ülkelerde keşif uçuşları yaparak hükümetimizi protestolara muhatap kılıp ülkemizi zor durumlara sokmamalıydı!

Türk Hükümeti’nin haberi olmadan İncirlik Hava Üssü’nden Lübnan’a asker ve malzeme nakledilmemeli! Ülkemiz emperyalizmin bir basamağı, bir ileri karakolu olarak kullanılmamalı! İzmir’de, Samsun’da coni’ler Türk Bayrağına hakaret etmemeli! Yine İzmir’de Efes Oteli’nde Türk Bayrağı Amerikalılar tarafından paspas olarak kullanılmamalı! Samsun’da coniler tarafından Atatürk’ün resimleri yırtılmamak! Ankara’nın ortasında onbir Türk erini resmî arabayla çiğneyen Amerikalı subay, ikili anlaşmalar gereği Türk adliyesinde yargılanmaktan kurtularak Kapri’de yaz tatiline gidememeli! ve nihayet Türk kızlarına conilerin tecavüzleri önlenmeliydi!

Burada Yüksek Kurulunuza 3. Ordu Komutanı Refik Tulga’nın dilinden bir konuşmayı sunalım:

Sayın Refik Tulga, ziyaret etmek istediği bir Amerikan üssünde başına gelenleri şöyle anlatıyor:

“Üs Komutanı albay; kantin, kulüp, yemekhane, mutfak gibi tesisleri gezdirdi. Biraz ötedeki, etrafı demir kafesle çevrili gerçek üsse doğru ilerledik. Amerikalı albay yolumu kesti:
– Giremezsiniz! Buraya ancak Amerikan uyruklu yetkili kişiler girebilir.
– Ben ordu komutanıyım. Bulunduğunuz bölge giremeyeceğim yer olamaz!
– Emir böyle.
– Bu, hükümranlık haklarımıza tecavüz değil mi?
– Ama, İkili Anlaşmalar var… Bir viski almaz mısınız sayın Paşam?
– Hayır.
– Kıtayı denetleyecek misiniz?
– Hayır.

Orgeneral Tulga bu müdahale üzerine derhal Amerikan üssünü terk eder.

İşte kendi yurdumuzdaki halimiz!

O halde emperyalizm ye işbirlikçileriyle mücadele etmek bir görevdi. Ve gençlik bu mücadeleye girdi.

Şu olaylar bu mücadelenin küçük bir tablosunu vermektedir:

Gençliğin Mücadele Yolları

Gençliğin mücadele yolu, yasal mücadele imkânları var oldukça, bu yol, yöneticiler tarafından açık tutuldukça şüphesiz ki, yasal mücadele yoludur. Bir hukuk devletinde yasalar egemen olduğu için, yasa dışı uygulamalara imkân verilmeyeceği için, bu yasalar çerçevesinde mücadele etmek hukuk devleti olmanın bir gereğidir, bu açıktır. Ama eğer bir toplumda hukuk devleti ilkelerine saygı gösterilmiyorsa, Anayasa rafa kaldırılıyor ve ona açıkça cephe alınıyorsa, reformlar bir kenara itilip, bunlara karşı çıkılıyorsa, komandolar, sağcı güçler örgütlendiriliyor, silahlandırılıyor ve devrimci gençler üzerine saldırtılıyorsa, camilerde toplu namazlar kıldırılıyor, cemaat kışkırtılıyor, gençler üzerine saldırtılıyor, gençler öldürtülüyorsa, ve devrin iktidarı buna bir zabıta vakası süsü vermek çabası içine giriyor ve buna göz yumuyor, katilleri koruyorsa, 30’a yakın devrimci genç meydanlarda herkesin gözü önünde öldürtülüyor ve bunların katilleri bulunmuyorsa ve hatta bu katiller konmuyorsa, toplum polisi tarafsız bir güvenlik kuvveti görevlisi olmaktan çıkarılıyor, iktidardaki siyasi partinin bir baskı aracı ve vurucu gücü haline getirilip, gençlik üzerine saldırtılıyor ve bu yönde eğitiliyorsa, laiklik ilkesi çiğneniyor, irticaa yeşil ışık yakılıyorsa, Yargıtay Başkanı Sayın Ümran Öktem’in kâfir olduğu ileri sürülerek cenaze namazının kılınmasına engel olunuyor ve iktidarca buna göz yumulu- yorsa, köylere kadar “huzur planlan” gönderiliyor, gençlerin köylere girmesi önleniyor ve köylerden kovduruluyorsa, böylece devrimci gençliğin elinden alman yasal mücadele imkânları kalkıyor ve bu yol kapanıyorsa, bu takdirde devrimci gençliğin yasa dışı eylemlerinden, daha önce yasaları çiğnemiş olan iktidar yöneticilerinin sorumlu olduklarına şüphe var mıdır? Çünkü, önce yöneticilerin yasalara saygı duyması, yasaları uygulaması ve vatandaşa yasalar çerçevesinde eylem imkânları verilmesi ve ondan sonra da yönetilenlerden bu yasalara saygı beklemesi gerekir. Bu, karşılıklı bir anlaşmadır. Anlaşmayı bozan tarafın, karşı taraftan anlaşmaya uymasını istemeye hakkı yoktur.

Gençliğin yasal, yani legal mücadele olanaklarının ortadan kaldırılmasının tipik örneklerinden biri de ünlü “huzur planı”dır. Menteşeoğlu’nun başında bulunduğu İçişleri Bakanlığı önemli işler dairesi “çok gizli” bir plan hazırlamış ve “huzur planı” adını verdiği bu planı da 67 ilin valiliklerine göndermiştir. Bu plan kaymakamlıklara ve muhtarlıklara kadar ulaştırılmıştır. Huzur planı adı verilen bu broşür söze şöyle başlıyor: “Niye Gelirler?” Ve şöyle devam ediyor:

“Gelenler der ki: Köylümüzün derdi var, gidip deva bulacağız. Köyün toprak davasını köylüye anlatacağız. Nasıl anlatacaksın? Falanın toprağı çok, işgal edin diyeceğim. Niye ki? Elin malından bana ne? Yok der, öyle değil, onunki çok, seninki az, zorla alacaksın.

“Kadın da müşterek olsun. Aile de, ne demekmiş derler. İşte bizim köylerimizin davetsiz misafiri.

“Şöyle bir yol bakın memlekete. Fındık dediler, fıstık dediler, ama her bir yalanları yerde kaldı, devlet, hükümet tedbirini aldı, dertlere deva buldu.

“Unutmayın ki, sizin hakiki dostunuz sizlerin seçtiği hükümetlerdir. Bu delikanlılara kapınızı kapatın, onların milliyetinden, dininden şüphelenin ve kovun.”

İşte köylere giderek, köylülerimize toprak davasını, Anayasa’nın toprak reformu ilkesini yasal yollarla anlatmak ve ona ve dolayısıyla yurda hizmet etmek isteyen yurtsever gençliğe reva görülen muamele: kendi yurdundan, kendi evinden kovulmak! Bugünün Başbakanı Nihat Erim o günlerde şöyle diyordu:

“Üniversite öğrencileri, 18-25 yaşlarındaki çocuklarımız, eğer tıpkı bizim gibi düşünür olursa, o zaman memleket ilerlemez. Elbette ki, bizden yirmi ila 25 sene sonrasını temsil eden bu gençlerimiz, bizden daha ileri düşüncelere sahip olacaklardır. Bizim yadırgayacağımız düşünceleri ortaya koyacaklardır. Bunda şaşılacak, kınanacak bir nokta olmamak lazım.” “işgal suç mu değil mi diye sıkıştırıyorlar?

“Sayın arkadaşlarım, ben Hukuk Fakültesi’nde naçizane profesörlük ettim. Tek parti devri idi ve o tek parti devrinde kamu hukuku okuturdum. Derste şunu söylerdim: İdare edenler, idare edilenlere zulüm ederler ve bu zulüm devamlı bir hal alırsa, içtimai mukaveleyi idare edenler bozduğuna göre, idare edilenlerin ayağa kalkması bir hak olur. “Ben bunu tek parti devrinde Ankara Hukuk Fakültesi’nde söyledim, Kitaplarıma yazdım hiçbir takibata uğramadım.” (Nihat Erim, Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, 26.6.1968, sayfa 386-390.)

Sayın Nihat Erim, yine boykot ve işgal konusunda BMM’de şöyle diyor:

“Gençlerin hareketlerinde ayıplanacak hiçbir şey görmüyorum. Bu bir patlamadır. Genç kuşağın patlamasıdır. Gençliğimiz esasında yerden göğe kadar haklıdır. Üniversitelerimiz ve genel olarak bütün eğitim sistemimiz baştan sona reforma, düzeltilmeye muhtaçtır. Üniversitelerimiz reform istiyor. Bunda şaşacak, üzülecek bir nokta yoktur. Dünyanın her yerinde bu ihtiyaç duyulmaktadır. Rejim ve ortam farkı ne olursa olsun, gençler üniversite için istediklerinde birleşiyorlar. Diyorlar ki, Üniversitelerin yönetiminde biz de söz sahibi olalım. Profesörler Üniversiteye bütün vakitlerini versinler, imtihan usulleri ıslah edilsin, ders verme ve öğretme şekli modem teknik ve ilerlemeye ayak uydursun, sonra üniversiteyi bitirip hayata atılan gençlerin durumu var. Önümüzdeki yıllarda liselerden gelecek on binlerce gence yetecek imkândan üniversitelerimiz mahrumdur. Liseyi bitiren çocuklar ne yapsın? Dilediği Fakülteye giremez. Tüm eğitim sistemimiz ıslah edilmelidir. Şimdiki eğitim sistemi Fransa’nın Napolyon usulü liselerinin taklididir. Fransızlar kendilerini bundan kurtarmak için yıllardır çeşitli reformlar peşindedir. Eğitimde eşitliği henüz sözle sağladık. Uygulamada eşitlikten uzağız. Köylü çocukları ilköğretimden ileri pek ender gidebiliyor. Vakit kaybetmeden 8 yıllık ilköğretimi mecburi kılmanın acele tedbirleri alınmalıdır. Ve bu 8 yıl sonunda hayata atılan genç, bir meslek öğrenmiş olmalıdır. Kurtuluş bundadır. Keşke Köy Enstitülerine kıyılmasaydı, 25 yıl geri kaldık. Yine de o sisteme dönülmesi mümkündür.”

Askerî Yargıtay üyesi Hakim Albay Nahit Saçlıoğlu, Cumhuriyet gazetesinde “12 Mart öncesi durum nedir?” başlığı altındaki yazısında şöyle diyor:

“Gerçek Sorumlu Kimdir?”

“Bunun gerçek sorumlusu hiç şüphe yok ki, siyasi iktidardır. Meşruiyeti, teorik bakımdan, daha menşeinde kabili münakaşa olan bu siyasi iktidarın yönetici ve mensuplarından bir kısmı ile onlardan kopanlardan bazıları sanki Türkiye’de Müslüman’ım demek mümkün değilmiş de bunu kendileri temin ediyorlarmış havası yaratarak, toplu cihad namazlarına, kanlı pazar ve olaylara, öğretmene yular takılmasına süleymancılığa ve nur ayinlerine göz yumarak bir taraftan gericiliği, diğer taraftan devletin meşru kuvvetlerinin karşısına silahlanmış halkın çıkabileceğinden bahsederek, zabıta kuvvetleri dururken otobüs yolcularını gençlerle mücadeleye çağırarak ve çeşitli mücadele örgütleri kurarak veya kurulmasını görmezlikten gelerek anarşizmi; bir başka yönden de alevi-sünni meselesinin ve aslı olmayan etnik meselelerin yaratılmasına tedbir almayarak bölücülüğü; diğer bir yönden de endüstri devrimini tamamlayamamış, ihracatı ithalatından az, dış pazardan yoksun, kısacası iktisaden az gelişmiş memleketimizde kişilerin kısa zamanda fazlaca zenginleşmesi ancak ya devlet hâzinesini, ya da kendi vatandaşını sömürmesiyle mümkün olabileceği aşikâr olmasına rağmen, her mahallede bir milyoner yaratmayı politikasına esas alarak ve böylece orta sınıfı eritip zengini daha zengin, fakiri daha fakir yaparak ve ülkede sınıf ayırımını ve sınıf mücadelesini keskinleştirerek buna sebep olmuştur.

“Kanaatimiz odur ki, şimdiye kadar Türkiye’mizde komünist propagandası yaptığı söylenenlerden hiçbirisi komünizme, her mahallede bir milyoner yetiştirme politikasının mucitleri ve takipçileri kadar hizmet edememiştir. Acaba onlara bu şansı sağlayan nedir?

“Demagogların aksine hemen cevap verelim: Bunu sağlayan seçmenin serbest iradesi değildir. Aksine, bu iradenin kanunla baskı altında tutulmasına ve yönünün keza kanun zoruyla değiştirilmesine imkân veren politika statümüzdür. Çirkin politikacılar, politika statümüzün arıza ve boşluklarından faydalanmak ve rivayete göre icabında oy satın almak suretiyle seçimi kazanmaktadırlar.”

Başbakan Yardımcısı Sayın Sadi Koçaş, 9.12.1968 günlü Cumhuriyet gazetesinde “Anayasa Diyor ki” başlığı altındaki yazısında şöyle demektedir:

“Parlamentolara parmak sayıları bakımından hâkim olan siyasi iktidarlar, Anayasa Mahkemesine gönderilen hemen hemen her kanunun bozulmuş olması karşısında ellerini şakaklarına dayayıp düşünmek zorundadırlar. Çünkü, hüner, Anayasaya ay km kanun çıkarmamaktır. ‘Biz çıkaralım da isterse Anayasa Mahkemesi bozsun’ zihniyeti, parlamentolara, bilhassa siyasi iktidarlara itibar sağlayacak bir tutum değildir.

“Kanun çıkarmak konusundaki bu tutumu icraatta da aynen kabul etmek gerekir. İktidarlar açıkça Anayasaya aykırı işler yapar. Anayasaya aykırı tutumları destekler, teşvik eder veya en azından görmemezlikten gelirlerse, belki bir sınıf halkı geçici bir süre için memnun eder ve bundan kendi siyasi çıkarları yönünden faydalanabilirler. Ama, milletin sağduyu sahibi ve miktarları her Anayasa ihlalinde biraz daha artacak ve nihayet ezici çoğunluk haline gelecek olan büyük kısmının güvenini kaybederler.

“Bu hal, devlet olmak, devlet adamı olmak nitelikleri ile bağdaşamayacak yanlış bir tutumdur.”

Yine bu konuda Emekli General Sayın Kenan Esengin, Cumhuriyet gazetesinin 10 Haziran 1971 günlü sayısında: “Bilgi ve Zihniyet” başlığı altındaki yazısında şöyle demektedir:

“Görülüyor ki, Türk toplumunun acıları manevi güçten ve kişilikten yoksun, sakat bir zihniyetin sahibi olan güdücü kadroların tutum ve davranışlarından doğmaktadır. Tek yanlı, çıkarcı ve tavizci hareketler devlet organlarını kendi arzu ve emellerine göre kullanma heves ve çabaları, toplumun moral bağlarını çürütme bahasına iktidar sürmeye çalışmalar ve böylece bir sömürgeci zihniyeti ile çeşitli zümreleri birbirine düşürme, birbirine düşman etme politikası ile mevkilerinde uzun süre oturmak isteyenlerin taktikleri bugünkü durumu yaratmıştır.”

Yukarda yapılan açıklamalar ve muhtelif görüşlerden anlaşıldığı gibi yasal eylem yollan kapatılan devrimci gençliğin silahlanma nedenlerinden belki de en önemlisi komando saldırılandır.

Siyasal iktidar toplum polisini tarafsız bir güvenlik kuvveti olmaktan çıkarmış ve onu adeta kendi partisinin politikası yönünde bir baskı aracı haline getirmiştir. Öte yandan iktidarın ve toplum polisinin gözleri önünde sağcı ve gerici gruplar tarafından komando eğitim kampları kurulmuş, bu kamplarda eğitilen, örgütlendirilen, silahlandırılan gruplar devrimci gençler üzerine saldırtılmış ve birçok genç öldürtülmüştür. Bu olaylar toplum polisinin çok kere gözleri önünde cereyan etmiş, olaylar görmezlikten gelinmiş ve buna dolaylı olarak yardım edilmiştir. Böylece ortaya “faili meçhul” bir siyasi cinayetler listesi çıkmıştır.

18.2.1969’da Alpaslan Türkeş’in “34 ilde, 34 komando kursu açılacağını” söylemesine, 6.1.1969’da CKMP Genel Başkan Yardımcısı Yılanlıoğlu’nun, “Komando gençlerin motorize hale getirileceğini” bildirmesine, CHP Merkez Yönetim Kurulu’nun bir bildiri ile “faşist komando tertipleri ile yasaların çiğnendiğini” ihtar etmesine ve SBF öğrenci demeği başkanının sürekli komando baskınları karşısında “Bundan sonra biz bir hükümet kuvvetine inanmıyoruz, okulumuzu, yurdumuzu ve canımızı kendi bileğimizle koruyacağız” sözlerine rağmen, yasalara aykırı olarak kurulan komando kampları karşısında siyasal iktidar sessiz ve hareketsiz kalmıştır.

İşte böylece devrimci gençlik “meşru müdafaa” hakkını kullanarak, silahlanmak zorunda kalmıştır.

Toplum polisinin partizan tutumu ve komandoların baskınları sonucu öldürülen devrimci gençlerin tespit edebildiğimiz bir kısmının listesini mahkemenize sunuyoruz.

1) 25Temmuz 1963 gününde Vedat Demircioğlu öldürüldü.

Gençliğin demokratik mücadelesinin ilk şehidi Vedat Demircioğlu, 6. Filo’nun İstanbul’a gelişi dolayısıyla yapılan protesto gösterileri sonunda, İstanbul Teknik Üniversitesi’ni basan toplum polisi tarafından coplandıktan sonra, pencereden atılarak öldürüldü.

2) 28 Temmuz 1968 gününde Atalay Savaş can verdi.

Öğrenci sorunlarının hükümetçe görüşülmesini isteyen birçok gençlik kuruluşu TBMM önünde bir oturma grevi yapmış, pankart bile kullanılmayan bu oturma grevini basan toplum polisi çok sayıda öğrenciyi adliyeye götürmüş, toplum polisinin cobundan kaçmak isteyen Atalay Savaş bir minibüs altında kalarak can vermiştir.

3) 16 Şubat 1969 gününde Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan gericiler tarafından, kanlı pazar’da öldürüldüler.

Filo’nun gelişini protesto etmek amacıyla vilayetten izin alarak yürüyüş yapan gençliğe karşı Taksim alanında iktidarın desteği ile gericiler tarafından tezgâhlanan Kanlı Pazar’da Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan bıçak ve sopalarla öldürüldüler. Polis bu ölüme seyirci kaldı.

4) 1969 Ağustos ayında Tunceli’de Mehmet Doğan Klan Emniyet Müdürü tarafından öldürüldü.

Halk Oyuncuları sanatçıları tarafından, Tunceli’de “Pir Sultan Abdal” adlı piyesin oynanmasına engel olmak için, gerici bir grup olay çıkarmış ve sanatçılar gözaltına alınmışlardır. Sanatçılara işkence yapılmış ve bunlardan kadın bir sanatçıya ahlaka aykırı tecavüzlerde bulunulmuştur. Avukat Kemal Burkay sanatçıların serbest bırakılmasını istemek üzere emniyet binasına gitmiş, fakat o da gözaltına alınmıştır. Bu yüzden galeyana gelen halk emniyet binası önünde toplanmıştır. Toplanan gericilerin çıkarabileceği herhangi bir olayı önlemek için emniyet binasına doğru yürüyen Mehmet Doğan Klan, Emniyet Müdürü tarafından vurulmuştur.

5) 19 Eylül 1969 gününde Mehmet Cantekin vurularak öldürüldü.

Işık Mühendislik Özel Yüksek Okulu’nda bir komando baskını sonunda çıkan olay sonucu Mehmet Cantekin komandolar tarafından tabanca ile vurularak öldürüldü.

6) 23 Eylül 1969 gününde Mustafa Taylan Özgür polis tarafından tabanca ile öldürüldü.

Komandolar tarafından vurulan Mehmet Cantekin’in cenaze törenine katılan Mustafa Taylan Özgür polis tarafından bir süre kovalandıktan sonra tabanca ile vurularak öldürüldü. Vuran polisin üzerinde Amerikan Büyükelçisi’nin, Commer’in arabasını yakmaktan sanık olanların listesinin bulunduğu tespit edildi. Bu listede Taylan Özgür de vardı.

7) 10 Aralık 1969 gününde Mehmet Büyüksevinç gericiler tarafından kurşunlanarak öldürüldü.

Öğrenci hareketlerine engel olmak amacıyla, akşam namazından çıkan, şartlandırılmış bir grup gerici, Devlet Yüksek Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’ni sarmış ve dört kişiyi tabanca ile kurşunlamıştır. Bunlardan Mehmet Büyüksevinç ölmüş, diğerleri tedavi sonunda ölümden kurtarılmıştır.

8) 14 Aralık 1969 gününde Battal Mehetoğlu gerici bir grup tarafından tabanca ile öldürüldü.

Yıldız Camii’nde sabah namazını kılan ve imam tarafından yapılan vaızla tahrik edilen gerici bir grup, önce Devlet Yüksek Mimarlık ve Mühendislik Akademisi’ni kolaçan ettikten sonra, Akademi’nin kapısındaki gençlere tabanca ile ateş ederek Battal Mehetoğlu’nu öldürmüşlerdir. Yıldız Harp Akademisi’nden olup aynı camide namaz kılan iki yüksek rütbeli subay, gerici grubun hazırlamakta olduğu tertibi, Akademi tarafından nöbet bekleyen toplum polislerine haber verdikleri halde, bu polisler olayı önlememişler ve seyirci kalmışlardır.

9) 30 Aralık 1969 gününde işçi Şeref Aygün öldürüldü.

Topkapı’daki Gamak Elektrik Motorları Yapım Fabrikası’nda işten çıkarılan ve ücretlerini alamayan işçilerin işgalinde çıkan arbedede polisin ateş açması üzerine Şeref Aygün toplum polisinin kurşunuyla vuruldu.

10) 13 Nisan 1970 gününde Dr. Necdet Güçlü öldürüldü.

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Fikir Kulübü Başkanı olan bir öğrenciyi kantinden alıp bir arabayla kaçırmak isteyen komandoların bu hareketine engel olmak isteyen Dr. Teğmen Necdet Güçlü bu komandolar tarafından tabanca ile alnından vurularak öldürülmüştür. Komando baskınında yüz kadar merminin kullanıldığı, katilin Ülkü Ocaklarından İbrahim Doğan olduğu ve Necdet Güçlü’ye ateş edilen tabancanın Türkocağı binasında bulunduğu Ankara Emniyet Müdürlüğü’nce açıklanmıştır.

11) 30 Nisan 1970 gününde Yaşar Serpin öldürüldü.

Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni basan Komandolarla meydana gelen çatışmada Yaşar Serpin sivil polis olduğu söylenen bir kişi tarafından tabanca ile vurularak öldürülmüştür.
12) 16 Haziran 1970 gününde işçi Yaşar Yıldırım öldürüldü.

Mutlu Akümülatör Fabrikası işçisi.

13) 18 Haziran 1970 gününde işçi Mustafa Baylan öldürüldü.

Sendikalar Kanunu’nu protesto için direnişe geçen DİSK ve Türk-İş’e bağlı işçilerle polis arasında çıkan çatışmada Mustafa Baylan öldürülmüştür.

14) 12 Eylül 1970 gününde Necmettin Giritlioğlu vurularak öldürüldü.

İzmir Aliağa Rafinerisi’nde yapılan bir grev esnasında işverenin hazırladığı bir komplo sonunda işverenin şoförü tarafından vurulan Necmettin Giritlioğlu öldü.

15) 16 Ekim 1970 gününde Hüseyin Çapkan öldürüldü.

Oturma grevi yapan Gıslavet işçilerini, fabrikadan çıkarmak üzere geceleyin gelen toplum polisi ve komandolarla işçiler arasında çıkan çatışmada Hüseyin Çapkan toplum polisi tarafından öldürülmüştür.

16) 12 Aralık 1970 gününde Hüseyin Arslantaş komandolar tarafından öldürüldü.

İstanbul’da Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nu basan komandolar Hüseyin Arslantaş’ı tabancayla vurarak öldürdüler.

17)20 Aralık 1970 gününde İranlı Ziraat Fakültesi öğrencisi Firuz Mehmedî öldürüldü.

18) 25 Aralık 1970 gününde Nail Karaçam komandolar tarafından tabancayla vurularak öldürüldü.

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi önünde okuldan çıkarak arkadaşlarıyla birlikte kaldırım üzerinde yürüyen Nail Karaçam ve arkadaşlarına komandolar tarafından yaylım ateşi açılmış ve bunlardan Nail Karaçam öldürülmüş, Mehmet Demir ile Recep Sakın ağır yaralı olarak kaldırıldıkları Numune Hastanesi’nde ölümden zor kurtarılmışlardır.

19) 27 Aralık 1970 gününde İlker Mansuroğlu öldürüldü.

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi önünde komandolar tarafından kıstırılan İlker Mansuroğlu vurulmuş, komaya girerek 28.12.1970 gününde ölmüştür.

20) 29 Ocak 1971 gününde Şerafettin Atalay öldürüldü.

Amasya’da TİP İl Başkanı olan Şerafettin Atalay, gece yolda giderken pusuya düşürülerek meçhul kişiler! tarafından vurularak öldürülmüştür.

21) 3 Mart 1974 gününde Hıdır Altunay polis tarafından öldürüldü.

Polis tarafından Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne soruşturma yapılmak üzere götürülen Hıdır Altunay işkenceye tabi tutulmuş, vücuduna elektrik cereyanı verilmiş yüksek dozda verilen cereyan sonunda kalbi patlayacak ölmüştür. Olaya intihar görüntüsü vermek için emniyet sarayının 10. katından ölü olarak aşağıya atılmıştır. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden seçilen ve otopsi yapan doktorlar tarafından verilen raporda ne kadar yüksekten düşerse düşsün bir kişinin kalbinin patlamayacağı ve kalp patlaması olayının yüksek voltajlı elektrik akımıyla meydana gelebileceği bildirilmiştir.

22) 5 Mart 1971 gününde Erdal Şener öldürüldü.

ODTÜ’nün aranması sırasında çıkan çatışmada güvenlik, kuvvetleri tarafından vurulan Erdal Şener vaktinde hastaneye kaldırılmadığı için kan kaybından ölmüştür.

23) 5 Nisan 1971 gününde Niyazi Tekin öldürüldü.

Komandolar Balıkesir Öğrenci Yurdu’na yaptıkları baskın esnasında Niyazi Tekin’i tabancayla vurarak öldürdüler.

AP’nin babası DP de Anayasa’yı ihlal etmiş ve yasaları çiğnemişti; Yüksek Adalet Divanı onu mahkûm etti. Suçlular asıldı. Adalet Partisi de aynı yolu izledi.

Demokrat Parti iktidarına 27 Mayıs’ta Türk Ordusu’dur demişti. DP’nin devamı olan AP iktidarı yine 12 Mart Muhtırasıyla şöyle suçlandı:

“Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.”

AP’nin özellikle son altı yıllık iktidarı işte bugünkü şartları ve muhtırada açıklanan durumu hazırladı, ama bu iktidarın temsilcileri her nasılsa kendilerini kurtarmanın, ellerini kollarını sallaya sallaya gezmenin yolunu buldular. Aslında şu gördüğümüz sanık sandalyesinde onların oturması gerekti. Bu yer onların yeriydi ve ancak onlara yakışırdı. Babalarının daha önce oturdukları bu yerde onların oturması, olayların gelişiminin doğal sonucu idi. Ama ne gariptir ki, bugün sıkıyönetim mahkemelerinde vatan satıcıları yerine, yurtseverler yargılanmaktadır.

OLAYLARIN HUKUKSAL AÇIKLAMASI VE UYGULANMASI İSTENEN KANUN MADDELERİNİN TAHLİLİ:

Sayın Başkan, Sayın Hakimler!

Dava konusu, müvekkillerimize ait eylemler, iddianamede, iddia makamının kendi görüşüne göre tahlil edilmiş ve bu eylemlere TCK 146/1. maddesinin uygulanması istenmiştir. Bu bakımdan adı geçen maddenin tahlili yapılarak, müvekkillerimizin eylemlerinin, bu maddede yazılı suça ait kanuni unsurları taşıyıp taşımadığının incelenmesi gerekmektedir.

Dava konusu ile ilgili hukuki açıklama ve eylemlerin değerlendirilmesine başlamadan önce şunu belirtmek isteriz.

Esas hakkındaki mütalaa, 18 kişinin idam isteğiyle son bulmaktadır. Değil 18 kişinin, bir tek kişinin idam isteğini taşıyan esas hakkındaki mütalaalar bile, uygulanması istenen cezanın ağırlığı karşısında ceza hukukunun prensipleri açısından, hukuki ciddiyet taşımak zorundadır. 18 kişinin idamı ile son bulan Askeri Savcılığın Esas Hakkındaki Mütalaası, en basit hukuk ve adalet gereği olan bu ciddiyetten yoksundur. Bu hukuki ciddiyetsizliğin nedenleri, gerek uygulanması istenen TCK’nın 146/1. maddesinin tahlili ve gerekse müvekkillerimizin eylemlerinin değerlendirilmesiyle kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Bilindiği gibi, ceza müeyyidesi ile karşılanan ve suç adı verilen hareketlerin kanun tarafından belirlenmesi modem kamu hukukunun temel kurallarından birini teşkil eder. Sözünü ettiğimiz bu kurula ceza hukukunda kısaca “Kanunilik Prensibi” denir. Esas hakkındaki mütalaada bu temel kuralın varlığı unutulmuş ve suç hayali olarak yaratılıp ilgili kanun maddesine zorla uydurulmak istenmiştir.

Yukarda da belirttiğimiz gibi istenen cezaların ciddiyeti ile bağdaşamayacak bir sorumsuzluk örneği taşıyan esas hakkındaki mütalaanın, hukukun temel kurallarından ve kanunun aradığı şartlardan yoksunluğu, yeri geldikçe açıklanacaktır.

Müvekkillerimiz hakkında TCK’nın 146. maddesinin uygulanması istendiğine göre önce bu maddeyi okumak ve açıklamakta yarar görüyoruz:

TCK’nın 146. Maddesi

“Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun tamamını veya bir kısmını tağyir, tebdil ve ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisi’ni iskata veya vazifesini yapmaktan men’e cebren teşebbüs etmek…”

Görüldüğü gibi, TCK 146. maddesinin bu fıkrasında iki ayrı suç bir arada belirtilmektedir. Bunlardan birincisi Anayasa’nın tamamını veya bir kısmını tebdil, tağyir ve ilgadır. İkincisi ise, Teşkilatı Esasiye Kanunu ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisi’ni iskat veya vazifesini yapmaktan men etmektir.

Suçun önemini göz önüne alan Kanun Koyucu, bu maddede teşebbüs halini dahi tamamlanmış suç gibi cezalandırmıştır. Bunu da “cebren teşebbüs etmek” deyimiyle açıklamış bulunmaktadır.

Kanun sistematiği içinde, bu madde, “Devletin şahsiyetine karşı işlenen cürümler” babının “Devlet kuvvetleri aleyhine işlenen cürümler” faslında yer almıştır.

Maddede sözü edilen gerek Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ve gerekse bu fasıldaki Devlet Kuvvetleri deyiminin kapsamı hakkında doktrinde çeşitli görüşler ileriye sürülmüştür ve bu kapsamın nerelere kadar uzandığı konusunda herhangi bir ölçü yoktur.

Türk Hukukunda da bu konuda çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Buna rağmen genel olarak, “Devlet Kuvvetleri deyimi; yürürlükteki Anayasamız açısından, yasama, yürütme ve yargılama kuvvetlerini ifade eder. Devlet Hâkimiyeti, bu üç kuvvetin varlığı ile söz konusudur. Bu nedenle, fasılda yer alan Kanun maddeleri tüm olarak devletin kuruluş ve faaliyetlerini korumuştur.” (Mamak 1 numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi, Uyma kararı, s.27) Bu görüş uygulamada da kabul edilmektedir.

Anayasa’nın tamamını veya bir kısmını tebdil, tağyir ve ilga etmeye kısaca “Anayasa’yı ihlal” de denmektedir. Anayasa’nın ihlali ise, devletin temel kuruluşlarını cebren vazife yapamaz hale düşürmek veya bu konuda yakın ve ağır bir tehlike yaratmak şeklinde anlaşılmaktadır.
Anayasa’yı ihlal suçu icabî veya selbî şekilde işlenebilir. Bu konuda doktrinde hemen hemen birlik vardır. Memleketimizde 146. madde iki defa tatbik edilmiş ve bu tatbikat sırasında bu suçun icabî ve selbi olarak işlenebileceği görüşü kabul edilerek uygulanmıştır. Bu durumlardan birincisi Yassıada duruşmaları sırasında, İkincisi ise, 20-21 Mayıs olayları nedeniyle ortaya çıkmıştır.

SUÇUN UNSURLARI

A) Manevi Unsur

Suçun manevi unsuru Anayasa’yı ihlal kastıdır. Yukarıda açıkladığımız üzere Anayasa’yı ihlal, devletin temel kuruluşlarını, yani dar anlamda yasama, yürütme ve yargı organlarını vazife yapamaz duruma düşürmek veya bu yolda yakın ve ağır bir tehlike meydana getirmektir. O halde kastın da bu organlara ve bunların görevlerine, daha doğrusu görev yapamamalarına yönelmiş olması gerekmektedir. Yani 146. maddedeki suçun failinin iradesi, devletin adı geçen temel kuruluşlarını görev yapamama durumuna düşürmek ve böylece mevcut Anayasa düzeninin yerine yeni ve değişik bir biçimde bir Anayasa düzeni getirmek kastına dayanmalıdır.

Esas hakkındaki mütalaada sanıkların Anayasa’yı ihlal kastını taşıdıkları söylenmektedir. Ancak bu kastın varlığını belirleyen hususların neler olduğu açıklanmamaktadır.

Kastın varlığı, ancak failin fiilinin yöneldiği istikametin tayini ile değerlendirilebilir. 146. maddedeki suçla ilgili kast, Ana- yasa’yı ihlal etmeyi istemekle mümkündür.

Anayasa’yı ihlal kastının tezahürü ancak eylemlerin değerlendirilmesiyle tespit edilebilir. Zira kast derunî bir kavram olup onu belirleyen fiildir. Ayrıca sanıkların soruşturma sırasında eylemlerini hangi amaçla yaptıkları konusundaki beyanları da kastın niteliğini belirler. Şüphesiz failin beyanı tek başına kastın niteliği konusunda bir gerçeklik ifade etmeyebilir. Ancak bu beyan ile suç konusu fiillerin uygunluğu bir araya gelince failin kastı kesinlik kazanır.

Davamızda, sanıkların hangi amaçla eylemlere geçtikleri tam bir içtenlikle kendileri tarafından belirtilmektedir. Bu kastlarının tezahürü olan eylemleri ortadadır ve eylemler kastın tezahürü olduğuna göre, kast konusu beyanlarıyla tam bir uygunluk taşımaktadır.
Esas hakkındaki mütalaanın 27. sayfasının son paragrafında sanıkların kastları ile ilgili açıklamalar yer almaktadır. Bu açıklamalarda aynen şöyle denmektedir:

“… Amaçları ifadelerinde açıklanmaktadır.”

“- Bankayı para elde etmek ve sermayesini yok etmek için soymaktadırlar.”

“- Para, silah tedariki için, beslenmeleri için, diğer zaruri ihtiyaçlarını gidermek için gereklidir.”

“Görülüyor ki, iddia makamının kendi ifadesiyle bile ortaya çıkan kast, Anayasa’nın ihlali ve TBMM’nin iskatı ile uzaktan veya yakından ilgili değildir.”

İddia makamının kast konusundaki görüşlerine kaldığımız yerden devam edelim.

Silahlandıktan sonra kendi deyimleriyle köylüyü bilinçlendirmek ve örgütlerini güçlendirerek kırdan şehre doğru idari bir sisteme geçmek istemektedirler. Adam kaçırırken, araba çalarken, kişi hürriyetlerini kayıt altına alırken, zabıta kuvvetleriyle silahlı çatışmaya girerken polis memurlarını ve evinde huzur içinde bulunan bir kadını yaralarken kast budur.” (Esas Hakkındaki Mütalaa, sayfa 28.)

Yukarıda, iddia makamının tatbikini istediği cezaların ağırlığı bakımından, esas hakkındaki mütalaayı hukuki ciddiyetten yoksun olarak nitelendirmiş idik. 146. maddedeki suçla ilgili olarak kast konusunda söylenen sözler sadece bunlardan ibarettir. Bu durum bizim ciddiyet konusundaki görüşümüzün haklılığını göstermektedir. Zira birazdan açıklayacağımız gibi, Amerikalıların kaçırılmasındaki kast, esas hakkındaki mütalaaya göre Anayasa’yı ihlal ve TBMM’yi iskat kastı olarak gösterilmektedir.

Keza, eylemlerin yapılabilmesi için, eylemin niteliği icabı araba almaktaki kast, Anayasa’nın ihlali ve Meclis’in iskatı kastı olarak gösterilmektedir.

Ve hatta sanıklardan bazılarının saklandıkları eve bir rastlantı sonucu gelen kişilerin, sanıklar açısından zorunlu olarak ortaya çıkan, hürriyetlerini kayıt altına alma eylemindeki kast da gene, iddia makamınca Anayasa’nın ihlali ve Meclis’in iskatı kastıdır.

Gelelim iddia makamının kastla ilgili cümlesinin sonuna.. Burada gördüğümüz hukukî mantık, hukuk öğrenimine yeni başlamış bir kişiyi bile dehşete düşürecek niteliktedir. Çünkü iddia makamı ne şekilde yaralandığı ortaya çıkmış bulunan Assubayın eşinin yaralanmasındaki, kastı aşan fiili bile, Anayasa’nın ihlali ve TBMM’nin iskatı kastı olarak nitelendirebilmektedir.

Daha önceden belirttiğimiz gibi, kast deruni bir kavramdır. Onu belirleyen fiildir. Gerçek kastın ne olduğunu sanıkların beyanları ile, kastlarının tezahürü olan fiillerinin kıyaslanması ortaya koyacaktır. Bu bakımdan sanıkların kast konusundaki beyanlarının incelenip, bunun fiilleriyle uygunluk teşkil edip etmediğinin kıyaslanması gerekmektedir.

Müvekkillerimizin amacı, ifadelerinde kesin olarak belirlenmiştir. O da Amerikan emperyalizmine karşı olmak, Türkiye’nin tam ve gerçekten bağımsızlığını istemektir. Müvekkillerimiz, Amerikan emperyalizminin ve yerli işbirlikçilerinin ülkemizi ve halkımızı sömürdüğü inancındadırlar.

Dört Amerikalı çavuşu kaçırdıkları zaman, onlarla yaptıkları sorulu-cevaplı konuşmalar müvekkillerimizin bu amacını açık seçik ortaya koymaktadır. Dosyada geniş olarak yer almış olan bu konuşmaların incelenmesi, onların “tam bağımsızlık” konusundaki amaçlarını, bu olayda da ortaya koymuş olacaktır.

Sayın Başkan, Sayın Hakimler!

Denilebilir ki, halkı uyarmak ve onun insanca yaşama imkânlarına kavuşmasını istemek ve bu yolda çaba göstermek, kanunların öngördüğü usuller içinde yapılmak gerekir ve öyle de yapılmalıdır. Bu düşünce elbette doğrudur.

Günümüz toplumlarında ve bu toplumların Hukuk Devleti ilkesini benimseyen anayasalarında kişinin hak ve özgürlükleri ve bu hakların kullanılma biçimleri açıkça gösterilmektedir.

Ancak, bir hakkın Anayasa’da, sadece yazılı olması fazla bir şey ifade etmez. Aynı zamanda onun, bilfiil hayatta kullanılabilir, uygulanabilir olması gerekir. Eğer, anayasalarda ve kanunlarda gösterilen hak ve özgürlükler, fiilen kullanılamaz hale getirilmiş ise, o hakkın ve özgürlüğün varlığından söz edilemez. O anayasalara, tozlandırılmak üzere, “rafa kaldırılmış anayasalar” denir.
İşte bu açıdan 1961 Anayasa’mız ileriye ve halka dönük hükümler getirmesine rağmen, hak ve Anayasa düşmanı AP iktidarınca “rafa kaldırılmış bir Anayasa” olmaktan kurtulamamıştır.
Çünkü AP iktidarı halka karşı ve sömürü düzeninden yanadır. Halka karşı olunca, halktan yana hükümlerinden ötürü Anayasa’ya da düşman olmuştur. Bu nedenle Anayasa’ya ve halkın Anayasa’da öngörülen haklarına sahip çıkan yurtseverlere, Anayasa dışı, hukuk dışı, yasa dışı tertiplere girişmiştir.

Savunduğu sömürü düzenine karşı çıkanları, devletin polisini ve kendi kiralık adamlarını kullanarak, sindirme, yıldırma ve hatta yok etme planları uygulamaya başlamıştır. Bunun sonucu olarak, en büyük kentlerin, en işlek caddelerinde 20’den fazla genç kurşunlanıp öldürülmüş ve bunların katilleri bulunmak şöyle dursun, aranmamış ve hatta korunmuştur.

Kısaca, Türkiye’de sömürü düzenine karşı olmak ancak ölümü göze almakla mümkün olur hale gelmiştir. Yani, ya sömürü düzeninden yana olacaksın ve ona karşı çıkmayacaksın ve susacaksın ya da işbirlikçi iktidar tarafından yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacaksın. Bu şartlar altında, yurdunun bağımsızlığını ve halkının mutluluğunu her şeyden üstün tutan müvekkillerimiz dava konusu eylemlere girmek zorunda kalmışlardır.

Şüphesiz, bu eylemlerin şeklî ceza hukuku açısından suç olmadığını söylemek istemiyoruz. Ancak bu açıklamalarımızın nedeni müvekkillerimizin kastının ne olduğunu belirlemek içindir. Esasen müvekkillerimizin eylemleri ile ilgili kastlarını gösteren en önemli ve tek yazılı belge olan bildirileri de kast konusundaki bu düşüncelerimizin doğruluğunu ortaya koymaktadır.

Müvekkillerimizden bazılarını ilgilendiren; Sevim Onursal’ın evinde icra memuru ve yanındakilerin bağlanması olayı ile Gemerek’teki silahlı çatışma ve assubayın eşinin yaralanması olaylarındaki kastın, TCK’nın 146. maddesindeki Anayasa’yı ihlal ve TBMM’yi iskat suçundaki kastla ilişkisi bulunmadığını açıklamaya kalkmayı mahkemenin hukuk nosyonuna saygısızlık olarak görmekteyiz. Oysa iddia makamınca bu suçlardaki kast dahi, 146. maddedeki suçun manevi unsuru olarak gösterilmiştir. (Esas Hakkındaki Mütalaa, s.28.)

Kastın tahlili bakımından incelenmesi gerekli, şehirdeki eylemlerden, polis kulübesinin kurşunlanması olayına gelince: Bu suçla ilgili olarak sanıklar kastlarını şu şekilde açıklamışlardır: “Polis işbirlikçi iktidarın, Anayasa dışı, hukuk dışı tutum ve uygulamasının tatbikçisi olmuştur. Olaydan iki gün önce devrimci kardeşlerimizden ikisi polis kurşunlarıyla öldürülmüştür. Polis esasen, halkın güvenlik teminatı olması gerekir. Ancak yukarda belirttiğimiz gibi, polis emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı çıkan devrimcilerin katledilmesinde kullanılmaktadır. Polis kulübesini kurşunlamakla, bütün polislere aslî görevlerine dönmelerini, iktidarın Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarına alet olmamalarını ihtar etmek istedik.

“Ayrıca, polisin yıllardan beri bağımsızlık savaşı veren devrimci yurtseverlere karşı tutumu ve polis karakollarının birer işkencehane haline getirilişi bu ihtarımızı kaçınılmaz kıldı.”

Görüldüğü gibi, müvekkillerimizi kanunun suç saydığı fiile iten saik işbirlikçi iktidarın Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıdır. Üstelik bu tutum ve davranışlar devlet kuvvetleri aracılığıyla uygulanmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin sosyal ve politik olaylarını yakından izleyenler tarafından açık bir biçimde gözlenmiştir.

Saik, kastın hukuka aykırılığını ortadan kaldırmaz. Bunu biliriz, ancak saik, hangi şartlar altında fiilin ortaya çıktığını ve kastın ne olduğunu belirtebilmesi açısından son derece önemlidir. Esasen, sanıkların eylemlerinden önceki Türkiye’nin sosyal ve politik ortamını açıklamamız bu nedenden ileri gelmiştir.

Kırda Eylemlere Gelince

Kırlarda, 146. madde açısından ceza hukukunun suç sayabileceği ve cezalandırabileceği herhangi bir eylem meydana gelmemiştir. Bu bakımdan, herhangi bir eylem söz konusu olmadığı için sanıkların buradaki kastlarının, TCK’nın 146. maddesi açısından incelenmesi mümkün olamamaktadır. Esas hakkında- ki mütalaada; “Kırlarda da eylemlerini sürdürmektedirler” denmesine rağmen bu eylemlerin ne olduğundan tek kelime ile bahsedilmemektedir.

146. Madde’deki Kast, “Teşebbüs Kastı” mıdır?

Bilindiği ve daha önceden belirtildiği gibi, Kanun Koyucu 146. maddedeki teşebbüsü tamamlanmış suç gibi cezalandırmaktadır. Teşebbüsün netice olarak kabul edildiği veya teşebbüsün netice benzeri olarak nitelendirildiği konusunda doktrinde mevcut görüş ayrılıklarına dokunmakta, burada yarar görmemekteyiz.

Ancak, 146. maddede teşebbüsün dahi tamamlanmış suç ile aynı cezaî müeyyideye bağlanmış olması, bazı sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Kastla ilgili olarak, 146. madde açısından, teşebbüste aranan kast ile, suçu tamamlamaya matuf kast arasında bir fark olup olmadığı sorusu akla gelebilir. Hemen belirtelim ki, doktrinde ve uygulamada bu konuda tereddüt yoktur. Zira, aranan kast, icrasına başlanmış olan suçu teşebbüs derecesinde bırakmak kastı değildir. 146. maddenin düzenlendiği suçtaki kast, Anayasa’yı ihlal ve Meclis’i iskat suçunu tamamlamaya yönelmiş bir kasttır. (Ramieri) Şu halde bir teşebbüs kastından bahsetmek yersizdir; kast bakımından tamamlanmış suçla teşebbüs derecesinde kalmış suç arasında herhangi bir fark yoktur. (Manzini)

Bu esastan çıkan sonuç şudur ki, tamamlanmış suç nasıl bir kastla ika edilebiliyorsa, teşebbüs halinde kalan suçun da aynı kastla işlenmesi söz konusudur.

Görüldüğü gibi haklarında TCK’nın 146/1. maddesinin uygulanması istenen müvekkillerimizin tüm eylemlerindeki kastları, Anayasa’yı ihlal ve meclisi iskat kastı değildir.
Bu bakımdan haklarında tatbiki istenen 146. maddenin manevi unsuru olan kast, olayımızda bu maddenin öngördüğü ve varlığını şart koştuğu anlamda var kabul edilemez. Esasen müvekkillerimizin hiçbir eylemi, maddenin aradığı kastın varlığını gösterir nitelikte değildir.

Kastla ilgili açıklamalarımızı burada “şimdilik” kaydıyla bitiriyoruz. Gerek, müvekkillerimizin bildirileri ve gerekse iddia makamının da eğilimli göründüğü bir muhakeme şekli ve istidlal hakkındaki düşüncelerimizi savunmamızın son bölümünde ayrıca belirteceğimizi söylemek isteriz.

B) Maddi Unsur

Suçta kanunilik prensibinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, suçun mevcudiyeti için, işlenilen fiilin Kanunda açıklanan tarife uygun olması gerekir. Alman doktrininde “Tetbestant” (Mezger), İtalyan doktrininde “Tipicita” (Battaglini), denilen bu unsuru memleketimizde “tipiklik” deyimiyle ifade eden müellifler vardır (Kunter). Bu prensibe göre, bir fiilin suç teşkil edebilmesi için en başta gelen unsur, dış âlemde ika edilen fiilin kanundaki tarife yani model veya tipe uygun olması gerekir. Böyle bir uygunluk olmadığı zaman suçun kanuni unsuru mevcut sayılamaz. Suç tipinde yer alan bütün unsurlar bulunmayınca da suç’un varlığından bahsetmek mümkün değildir.

Ceza müeyyidesiyle karşılanan ve suç adı verileri fiil ve hareketler ancak kanun tarafından tayin edilir. Ayrıca, yasaklanmış fiil ve hareketlere sadece kanunların gösterdiği cezalar tatbik edilebilir. İşte bu prensip, “Keyfilik prensibi”nin karşıtı olarak modem kamu hukukunun temel prensiplerinden birini teşkil etmektedir.Bu prensibin genel olarak dayandığı temeller şunlardır:

Suç ferdin hürriyetini kısıtlayan bir emir veya yasak demektir. En büyük değer ve nimetin özgürlük olarak kabul olunduğu toplumlarda. Özgürlüğün kısıtlanması kaçınılmaz olan hallerde bile, bu kısıtlamanın kanun tarafından gerçekleştirilmesi gerekir. Yani, suçu ve unsurlarını Kanun tayin eder. Yargı gücü, aynı zamanda suçu yaratacak olursa, adaletin dağıtımında uyulması şart olan tarafsızlıktan ayrılmış olur.

Kanunilik prensibine uyulmadığı takdirde, ceza adaleti de rastlantılara, keyfî hislere ve ceza tatbikçilerinin ihtiraslarına terk edilmiş olur (Donnedieu de Vabres). Böyle bir halin sonucu kişi hürriyetinin ve kişi dokunulmazlığının yalnızca tehlikeye düşmesi değil ve fakat tamamen ortadan kalkmasıdır.

Kanunilik prensibinin tamamlanması ayrıca şu esasların da varlığını şart kılar:

Failin durumunu ağırlaştıran ceza kanunları makabiline şamil olamaz.

Maddi ceza hukukunda suç, kıyas yoluyla tayin ve tarif edilemez. Aynı şekilde cezaların tayin ve tatbiki bakımından da kıyas yolu uygulanamaz.

Ceza hukukunun en önemli prensiplerinden birini teşkil eden kanunilik prensibi hakkındaki kısa açıklamamızı burada bitirirken şu noktayı da belirtmekte yarar görmekteyiz. Bu prensip, günümüzde artık ceza hukukunun sınırlarını aşmış ve müşterek Anayasa Hukuku’nun vazgeçilmez bir kuralı durumuna gelmiştir. Aynı zamanda kanunilik prensibi hukuk devletinin en önde gelen unsurlarından birini teşkil etmiştir ve etmeye devam ede- gelmektedir.

Bu prensipten burada bahsetmemizin nedeni, esas hakkında- ki mütalaanın hazırlanışında ceza hukukunun temel noktalarından biri olan söz konusu prensibin unutulmuş olmasıdır. Bu husus, suçun maddi unsurları tek tek ele alındığında açıkça görülecektir.

Ceza Kanunu’muzun 146. maddesi, maddi unsurla ilgili olarak, “Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun tamamını veya bir kısmını tağyir, tebdil veya ilgaya… cebren teşebbüs edenler” hükmünü taşımaktadır.

Maddenin bu hükmü karşısında önce fiili, yani hareket ile neticeyi, sonra fiilin vasfı olan cebri, incelemek gerekmektedir.

Bilindiği gibi, bir suçun söz konusu olabilmesi için, kanuni tarife uygun bir fiilin bulunmasının şart olduğunu belirtmiştik. Demek ki, dış âlemde bir değişiklik meydana getirmeye yönelmiş olumlu veya olumsuz bir hareket bulunmadıkça, bir suçun varlığı da ileri sürülemez (Grispigni). İşte ortada kanuni tarife uygun bir fiilin bulunması şartına, suçun maddi unsuru denir.

Bu esasın mefhumu muhalifinden, çok mühim bir sonuç çıkar: Maddi unsuru bulunmayan bir suç olamaz. Bir fiil şeklinde tecelli etmeyen bir fikir veya niyet, ne kadar kötü olursa olsun, Ceza Hukuku’nun dışında kalır ve suç teşkil etmez (Petrocelli). Ayrıca bu fiilin kanundaki tipe uygun olması da şarttır.

146. madde, fiilin suç teşkil edebilmesi için gerekli olan bir “hareketi” belirtmiş değildir. Maddede sadece, “cebren teşebbüs edenler” deyimine yer verilmiştir. Bu nedenle, Türk Hukuk Doktrini’nde, suça ait maddi unsur olarak “teşebbüs etmek” gösterilmektedir.
Teşebbüs, esas itibariyle, hareketin veya neticenin tamamlanmamasını, suçun tamamlanmamış halini ifade eder. Halbuki, hareketin hukuki bir değer ifade edebilmesi için, belirli bir neticeye yönelmiş olması gereklidir. Hareketin teşebbüs durumunda cezalandırılabilmesi, onun tehlikeli olduğu düşüncesine ve hareketin belirli bir neticeyi doğurmaya uygun olması esasına dayanır (Petrocelli).

Bir teşebbüs durumunun mevcut olabilmesi için, failin, en azından icra hareketlerine başlamış fiili ika yönünde yol almış bulunması gereklidir. Bundan çıkan sonuç şudur: 146. maddedeki suçla ilgili hareket, belirli neticelere yönelmiş maddi bir hareketten ibarettir ve bunun neticeyi doğurmaya elverişli olması şarttır.
Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, 146. maddeye göre cezalandırılan hareket icra hareketleridir.
Hareketin diğer bir vasfı da, neticeyi doğurmaya uygun oluşudur. Neticeyi doğurmaya uygun olmayan bir hareket, 146. madde anlamında bir hareket sayılmaz. Zaten bir fiilin teşebbüs derecesinde kalabilmesinden bahsedebilmek için, hareketin neticeyi doğurmaya elverişli bulunması gereklidir (Petrocelli). 146. maddedeki suçun teşekkül edebilmesi için, teşebbüs hali dahi kâfi olduğuna göre hareketin uygunluğunu aramak zorunluğu vardır. Teşebbüs durumunda da bir ihlal mevcut bulunmakla beraber, kanundaki tipe uygun hareket mevcut değildir (Santoro). Durum böyle olunca hareketin, tipe uygun neticeyi yaratacak nitelikte olması şarttır. Hareketin uygunluğu kuralı, illî değer ve neticeye yönelmiş kastı gösterecek bir emare taşıması anlamına gelir. İkinci anlamı ise, hareketin neticeyi elde edebilecek kuvvette, nitelikte bulunmasıdır. Zira, hareketin yalnızca tehlikeli olmayıp, neticeyi yaratmaya da elverişli olması şarttır (Guadagno).

Tamamlanmış suçlarda, neticenin, yapılan hareketin sonucu olup olmadığı, yani maddi sebebiyet ilişkisi aranmaktadır. Bu nedenle teşebbüs durumunda da, farazi bir sebebiyet ilişkisi zorunlu olarak kurulmaktadır. Yani teşebbüste gerçekleşmesi düşünülen netice ile fiilen ortaya konan hareket arasında illiyet bağı kurulmaktadır.

Kısaca, teşebbüs durumunda, tamamlanması söz konusu olan suçun gerçekleşebilme, ihtimal ve imkânı araştırılmaktadır. Bu gerçekleşebilme ihtimal ve imkânının araştırılmasının bir tek nedeni vardır; o da işlenmez suç ile teşebbüsü bir birinden ayırabilmek içindir. Çünkü teşebbüsün varlığı, ancak ve ancak neticeyi meydana getirmeye elverişli vasıta kullanmak ile mümkündür. Vasıtanın elverişli olması ise hareketin de elverişli olmasını gerektirir.

146. maddede belirtilen teşebbüs, gerçekleşmiş neticeye uygun olarak cezalandırılmaktadır (Puglia-Santoro). Demek ki, neticeyi gerçekleştirmesi mümkün olmayan hareketler icra hareketi sayılamaz.

146. maddede hareketin yöneleceği maksat “tebdil, tağyir ve ilga” olarak gösterilmiştir. Fiil, bu gayelerin gerçekleşmesine yöneldiğine göre netice de bu değerlerdir. Yani, ortaya konan hareketle, ortaya konan eylemlerle, istikbalde değil, behemehal elde edilmek istenen netice, Anayasa’yı, tebdil, tağyir ve ilga ve meclisi iskat olmalıdır.

Tebdil, tağyir ve ilga, yalnızca güdülen amacı, sübjektif bir durumu ifade etmez. Eğer tebdil, tağyir ve ilga sırf sübjektif kavramlar olsa idi, gerçekte cezalandırılan, failin kusurlu iradesi olurdu (Florian-Bemer). Bu takdirde cezalandırabilmek için icra hareketinin varlığı şart koşulmazdı. Halbuki 146. maddenin uygulanabilmesi için icra hareketlerinin varlığı şarttır, icra hareketlerinin varlığı ise, belirli bir neticenin arandığını ve bu neticenin de, tebdil, tağyir, ilga ve meclisi iskat olduğunu gösterir.

Kanunî tarifte yer alan netice tahakkuk ettiği takdirde, tamamlanmış bir suç söz konusu olur; buna karşılık netice gerçekleşmemiş ise, tamamlanmamış suçtan bahsedilir demiştik. Demek ki, fail suç yoluna girince ve bu yolda ilerleyince, ya amacına ulaşır ya da yarıda kalır.

Suç yolunda ilerleyen fail ya yapacağı bütün hareketleri bitiremediği için neticeye ulaşmamış olur, yahut da iktidarında olan bütün hareketleri yapıp bitirdiği halde netice meydana gelmez. Birinci halde teşebbüsün nakıs, ikinci halde ise tam olduğundan bahsedilir.

Suçta kanunilik prensibi icabı, suç tipinde yer alan bütün unsurlar gerçekleşmedikçe kanuni unsurun varlığından bahsetmek mümkün değildir. Kanunî unsur bulunmayınca da suç söz konusu olmaz.

İşte bu nedenle, teşebbüs hakkındaki hüküm tamamlanmış suça ait hükmü genişleten, onu tamamlayan bir hüküm olmaktadır. Fakat, bir hükmü genişleten bir kuralın anlam taşıyabilmesi için, öncelikle söz konusu hükmün var olması gerekir. Bu nedenle teşebbüs, iki kuralın bir araya gelmesinden meydana gelen bir suç nevidir. Bu kurallardan birincisi aslî bir mahiyet taşır ve tamamlanmış suça taalluk eder. İkincisi tali bir hüviyet gösterir ve tamamlanmış suça ait hükmün teşebbüse de teşmil edilmesini sağlar.

TCK’nın 146. maddesinde, suçun önemine binaen teşebbüs hali dahi genel kuraldan ayrılınarak tamamlanmış suç gibi cezalandırılmıştır. Ancak, bu hal yukarda yaptığımız açıklamada belirttiğimiz nedenlerle “tamamlanmış anayasayı ihlal” suçundan ayrı olarak düşünülemez. Yani; burada maddenin öngördüğü cezaya bakıp teşebbüsü, ceza kanununun düzenlediği genel kurallardan ayrı olarak değerlendirenleyiz.

Bu genel açıklamalarımızdan aynı zamanda teşebbüsün şartları da ortaya çıkmaktadır. Davamızla ilgili olarak teşebbüsün şartlarını tek tek ele alıp incelemek, esas hakkındaki mütalaanın bu konuda neler söylediğini görmek gerekmektedir. Böylece kanunun aradığı şartların, yani 146. maddedeki teşebbüsün şartlarının, davamızla ilgili olarak var olup olmadığı da ortaya çıkmış olacaktır.

TESEBBÜSÜN ŞARTLARI

Kanunumuza göre, teşebbüsün dört şartı vardır. Bu şartlar sırasıyla şöyledir:
1.Kastın bulunması
2.Elverişli vasıtaların kullanılması
3.İcraya başlanılmış olması
4.İcra hareketlerinin bitmemesine veya neticenin meydana gelmemesine failin elinde olmayan mani sebeplerin amil olması.

1. Kastın Bulunması Şartı

Müvekkillerimizin “Anayasalın tamamını veya bir kısmını ihlal etmek ve TBMM’yi vazife görmekten cebren men etmek” kastı ile hareket etmediklerini daha önce açıklamıştık. Ayrıca savunmamızın son bölümünde de bu konuya değineceğimizi kaydetmiştik. Gerek meydana gelen eylemler gerekse bu eylemlerin nitelikleri ve oluş biçimleri müvekkillerimizin Anayasa’yı ihlal ve meclisi iskat kastını taşımadığını ortaya koymuştur. Bu bakımdan burada kast açısından daha fazla açıklama yapmamıza gerek yoktur.

2. Elverişli Vasıtalar Kullanmak Şartı

Teşebbüsün cezalandırılabilmesi için vasıtaların elverişli olması gerekir. Kanunumuzun 61. maddesi “vesaiti mahsusa” deyimini kullanmak suretiyle bu şarta temas etmiştir.

Vasıtanın elverişli olup olmadığı konusunda en önemli mesele elverişliliğin ne şekilde; yani hangi ölçülere göre tespit edilebileceğidir. Bu konuda gerek doktrinde ve gerekse uygulamada şu ölçü kabul edilmektedir: “Vasıtanın objektif olarak elverişli olup olmadığı, ancak o vasıta ile işlenmek istenen suç göz önüne alınarak tespit edilebilir.” Bilindiği gibi, “Elverişlilik” tek başına ele alınırsa nisbi bir kavramdır. İşlenmek istenen suç nazara alınmadan kullanılan vasıtanın elverişli olup olmadığını tespit imkânsızdır. Zira, bir suç bakımından elverişli olan vasıta bir başka suçta aynı vasfa haiz olmayabilir. Bunun gibi, aynı suçta dahi bazı hallerde elverişli olmayan bir vasıta değişik durumlarda elverişli olabilir.
Davamızla ilgili müsnet suç; Anayasa’nın tamamını veya bir kısmını tebdil, tağyir ve ilga ile TBMM’yi vazife görmekten cebren men etmektir.

Daha önceki açıklamalarımızda da devlet hâkimiyetinin, yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin varlığı ile söz konusu olduğunu belirtmiştik.

Demek ki, 146. maddedeki suç ve bu suça teşebbüs, bu üç kuvvetin, ayrıca özel olarak TBMM’nin ortadan kaldırılması veya bu açıdan yakın ve ağır bir tehlikeye maruz bırakılması ile mümkündür.

Öyle ise: 146. maddedeki suçun ikamda kullanılacak vasıtanın da bu kuvvetleri bertaraf edebilecek vasıfta ve güçte bulunması gerekir.

Günümüzde 146. madde anlamında suç, alttan geldiği takdirde ancak bir ihtilal biçiminde ortaya çıkabilir. Bir ihtilal teşebbüsünün başarıya ulaşabilmesi için günümüzün teknik imkânları göz önüne alındığında, varlığı gereken elverişli vasıtanın niteliği de belirlenmiş olur. Bu konuda daha fazla söz söylemeyi şu nedenle gereksiz bulmaktayız. Bugün Türkiye’de ihtilal teşebbüsü ancak ordunun önemli bir kesiminin fiilen katılması veya desteklenmesi biçiminde ortaya çıkabilir. Çünkü 146. maddedeki suçun niteliği icabı elverişli vasıta, bugün için sadece ve sadece ordunun elinde bulunan günümüzün silahlandır. Müvekkillerimizin çeşitli eylemlerde kullandıkları silahların cinsi, miktarı, ateş ve etki gücü bellidir. Müsnet suçun ikamda kullanılacak vasıtalar da ancak bu silahlardır. Anayasa’nın tamamını veya bir kısmını cebren yani bu silahları kullanmak suretiyle ihlal etmek ve yerine değişik nitelikte bir düzen getirmek objektif olarak mümkün değildir. Aynı zamanda bu silahların etki ve zorlamasıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin vazife göremez duruma düşmesi veya düşme tehlikesine maruz kalması da düşünülemez. Yani teşebbüste söz konusu olan ağır ve yakın tehlike hali, müvekkillerimizin eylemleri nedeniyle herhangi bir şekilde ortaya çıkmamıştır.

Esasen elverişli vasıta olarak, müvekkillerimizin sahip oldukları silahların, 146. maddedeki suçu gerçekleştirmesi bakımından, niteliklerini incelemek gereksizdir. Zira, eldeki mevcut tabanca ve tüfeklerle devletin temel kuruluşlarını bu arada TBMM’yi ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını açıklamaya girişmek, ancak (abesle iştigal) olur.

Elverişli vasıta açısından esas hakkındaki mütalaayı incelersek şunu görürüz; Askeri Savcı’ya göre elverişli vasıtalar esas hakkındaki mütalaanın 30. sahifesinde şöylece gösterilmektedir:
– “Gaye yönünden köylüleri aralarına almak istemeleri…
– Bazı örgütlerle gaye birliğinde olmaları…
– Halktan bazı kimseleri aralarına almayı başarmış olmaları…
– Yeterli silah, cephane ve parayı gayrimeşru yollardan tedarik etme imkânlarına sahip olmaları…

Vasıtaların da elverişli olduğunu göstermektedir.”

Esas hakkındaki mütalaanın gene aynı sahifesinde;

“… Bilinen kadarıyla silahlı faaliyet gösteren elli civarında üyesi vardır” denmektedir.
İşte esas hakkındaki mütalaanın “elverişli vasıtaları” bunlardır. 146. maddedeki suçun en önemli unsurlarından birini teşkil eden “elverişli vasıta kullanmak şartı” mütalaada bu şekilde gösterilmekte ve bu şartın tahakkuk ettiği sonucuna varılmaktadır.

Görüldüğü gibi, bir suçun unsurları hayali olarak ve zorla yaratılmak istenirse, hukuk bilimi açısından bu kadar ciddiyet dışı bir duruma düşmek de elbette mukadder olur.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, olayda teşebbüsün “elverişli vasıta şartı” bulunmadığından 146. maddedeki suç, bu davada İŞLENMEZ SUÇ niteliğindedir.

Zira teşebbüsün en önemli noktalarından biri de işlenmez suç (muhal suç) konusudur. Bir suçun işlenmez oluşu, ya vasıtanın elverişsiz oluşundan yahut suç konusunun bulunmayışından ileri gelir.

Elverişli vasıta, amaca ulaştırmak yeteneğine sahip vasıta demektir. Bu nedenle vasıtada iki türlü elverişsizlik düşünülebilir; vasıtanın hangi şartlar altında kullanılırsa kullanılsın, sonucu doğuramayacağı hallerini kapsayan “kesin elverişsizlik” ile vasıtanın miktarından veya kullanılış tarzından ileri gelen “nisbi elverişsizlik”.

Kanunumuz teşebbüste elverişli vasıtalarla cürmün icrasına başlamayı şart koştuğuna göre, işlenmez suçun cezalandırılmasına imkân yoktur (Erem). İşlenmezliğin vasıta veya konudan gelmesi farklı sonuç doğurmaz. Her iki halde de asıl olan cezalandırmanın mümkün olmamasıdır.

Davamızla ilgili olarak bu şart tahakkuk etmediği için, bütün diğer kanunî şartlar var olsa bile, sadece bu yönden müvekkillerimize 146. maddenin tatbiki, hukukun temel prensipleri çiğnenmeden, mümkün değildir. Kaldı ki, kanunun teşebbüste aradığı diğer şartlar da, yani kanuni unsurlar da, açıkladığı ve açıklanacağı veçhile, esasen olayda mevcut bulunmamaktadır.

İCRAYA BAŞLANMIŞ OLMASI ŞARTI

Kanunumuzun 61. maddesinde “… bir kimse icraya başlayıp da” sözünü kullandığı gibi, 62. maddesinde de “bir kimse kastettiği cürmün icrasına taallûk eden bütün fiilleri…” demektedir. Bu iki cümle, bize, icraya başlama şartının kanundaki açıklanışını göstermektedir. Bu suretle kanunumuz, neticeye götüren hareketler arasında bir ayırım yapmaktadır. Ancak icraya başlamayı gösteren hareketlerin varlığı halinde teşebbüsün cezalandırılmasını kabul etmektedir. Doktrinde icraya başlamayı ifade eden hareketlere, icra hareketleri, bu anlamda görülmeyen hareketlere hazırlık hareketleri denmektedir.

“Kanunumuzun kabul ettiği ana prensibe göre; Tamamlandıklarında suçu husule getirebilen her türlü icra hareketleri suçun icra başlangıcını teşkil eder.” (Mamak 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, Uyma kararı sayfa 30 )

Görüldüğü gibi 146. madde ile ilgili olarak icra hareketlerinden söz edebilmek, ancak tamamlandığında Anayasa’yı ihlal veya TBMM’yi görev yapamaz duruma sokabilecek eylemlerin varlığını ve bu eylemlerin neler olduğunu ortaya koymakla mümkündür. Yani o tür tamamlanmamış eylemler söz konusu olmalı ki, tamamlandıklarında mevcut Anayasa düzeni ihlal edilebilsin ve TBMM görev yapmaktan men edilebilmiş olsun.

Müvekkillerimizin ayrı ayrı durumlarını ve eylemlerini tespit etmeden önce, icra başlangıcı ile ilgili olarak 20-21 Mayıs olayı davasında Mamak 1 Numaralı Askerî Mahkemesi’nin ve Askerî Yargıtay Daireler Kurulu’nun kararlarını buraya aktarmakta yarar görmekteyiz:
Mamak 1 Numaralı Askerî Mahkemesi uyma kararının 30. sayfasında icra başlangıcı ile ilgili olarak şöyle denmektedir:

“İcra Başlangıcı: Suç işleme kararının icrasına başlamaktadır. Yani tamamlandıklarında suçu husule getirebilen hareketler icra başlangıcıdır. Kanunumuzun bu husustaki 61. madde hükmünü iki şekilde anlamak mümkündür. Maddede, kast olunan cürmün icrasına başlamak lafzı, icra başlangıcının dairei şümulünün daralttığı düşünülebilirse de icraya başlama tabirinin cürüm işleme kararının icrası olarak anlaşılması icap eder. Çünkü, suçun manevi unsurunu teşkil eden suç işleme kararının icrası, kanunun hususi hükmünde o suç için tespit olunan unsurlardan birinin icrasına başlamakla tezahür eder. Bu itibarla kanunumuzun kabul ettiği ana prensibe göre tamamlandıklarında suçu husule getirebilen her türlü icra hareketleri suçun icra başlangıcını teşkil eder. Olayda, TCK’nın 171. maddesinde tasrih olunan suçun icra başlangıcı ile bu maddede yazılı ve fakat TCK’nın 146. maddesinin hazırlık safhasını teşkil eden gizli ittifak suçunun icra safhasının yek diğerinden tefriki ehemmiyet arz etmektedir. Esas itibariyle kast’ı cürm TCK’nın 146. maddesinde tasrih olunan Anayasa’yı ihlal gayesine matuf bulunduğu halde, gayeye matufen ittifak edilmiş bulunması 171. maddedeki sucun sübutu için kâfi addedilmiştir. Bunun haricinde tamamlandıklarında kastolunan cürmü husule getirebilen diğer icra hareketleri ise Anayasa’yı ihlal suçunun icra başlangıcını teşkil eder.”

“… Bu sebeplere binaen kanunumuzun ruhuna sadık kalınarak, iltibasa mahal vermeyecek şekilde neticeye yaklaşan fiil ve hareketler olayda icra başlangıcı olarak kabul olunmuştur.”

“5 Aralık 1963 tarihli hükümde 15 Mayıs 1963 tarihinde İZZET KÖZ, FETHİ GÜRCAN ve TALAT AYDEMİR üçlüsü tarafından verilen ve diğerleri tarafından da tasvip olunan son ihtilal kararının icrası cümlesinden olarak (olayın cereyan tarzı ve sanıkların fiili durumlarında izah olunduğu üzere) 17 Mayıs 1963 günü İstanbul’da CEVAT KIRCA’nın evinde yapılan toplantıda Ankara grubu kararı benimsendikten sonra ilgililere İstanbul hareket planı izah olunup vazifelerinin açıklanması ve 18 Mayıs 1963 ve bunu takip eden günlerde de bu toplantıda vazife alan sanıkların, vazifeleri icabı olaya katılan birliklerle temas temin ederek bu birlikleri maksada uygun olarak da Ankara’da 17-19 Mayıs 1963 günleri ihtilale dahil olanların Keçiören’de ve FETHİ GÜRCAN’ın evinde toplanıp tanıştırılması ve keza vazifelerinin açıklanması ve en nihayet GALİP GÜLTEKİN’in evinde ihtilal beyannamesinin EMİN ARAT tarafından revizyona tabi tutulması karargir olduktan sonra TURGUT ALPAGUT’la, TALAT AYDEMİR’in şehri dolaşarak ihtilal planının tatbikini son defa tetkik etmeleri gibi maddi olaylar icrai hareketler olarak kabul olunmuştur.

“Çünkü 17 Mayıs 1963 tarihinden itibaren sinsi faaliyet o derece ilerlemiştir ki, iç hizmet kanununun 35. maddesi gereğince rejimin teminatını teşkil eden ordu birlikleri bilerek veya bilmeyerek bölünmüş, harekâta intizar eder bir duruma sokulmuştur. Nitekim 17 Mayıs 1963 günü ve onu takip eden günlerdeki toplantılara iştirak eden sanıkların vazifeli kılınan birlikleri, olaya silahlı olarak iştirak etmiş bulunmaktadır. Filhakika, o tarihte kuvvetler harekete geçerek fiil maddi cebre müncer olmamışsa da ordu içerisindeki emir ve komuta zincirinin koparılması, kararın icrasından başka bir mana taşıyamaz. Kaldı ki; Anayasa dışı bir vasıta olarak seçilen ordu birlikleri kati olarak elde olduktan sonra, bu kuvvetin ve dolayısıyla cebrin kullanılacağı aşikâr olduğundan, bu noktada suç nakıs teşebbüs olarak başlamış demektir.

“… Olayda birliklere baskın yapılarak harekete geçirilmesi ve radyodan ihtilal beyannamesinin okunması şeklinde tezahür eden hareketlerin, başlangıç noktasında da suçun tam teşebbüs haline inkilab ettiği aşikârdır.”

Görülüyor ki, Mamak 1 Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi’nce; gerçekten iltibasa mahal vermeyecek şekilde neticeye yaklaşan fiil ve hareketler olayda icra başlangıcı olarak kabul olunmuştur. Ve 17 Mayıs 1963 günü de kararda açıklanan nedenlerle icra başlangıcı tarihi olarak gösterilmiştir.

Askerî Yargıtay Daireler Kurulu bu görüşü reddetmiştir.

Buna rağmen, Askerî Yargıtay Daireler Kurulu; karardan alıp göstereceğimiz nedenlerle bu tarihi, icra başlangıcı olarak kabul etmemiş ve 15 Ocak 1964 tarih ve 63/2548 esas nolu kararının 7, 8 ve 9. sahifelerinde icra başlangıcı ile ilgili olarak şu düşünceleri ortaya koymuştur:

“- İcra Başlangıcı: Prensip itibariyle ceza tehdidi altında bulunmayan hazırlık hareketlerinin nerede bittiğini ve ceza tehdidi altına alınmış olan icra hareketlerinin nerede başladığını bütün suçlar için kesin olarak tayin edecek bir ölçü mevcut olmadığından (icra başlangıcı) nın, suçun nev’i ve mahiyeti ile hadisenin hususiyetine ve her sanığın kastını tebarüz ettirmeye yarayacak hareketlerine göre tayin edilmesi iktiza eder.

“Taşıdığı vahamet dolayısıyla kanun koyucu, bir taraftan dava konusu nev’inden fiillerin (teşebbüs) halini bile en ağır ceza tehdidi altına alırken diğer taraftan bu çeşit suçların işlenmesinin tevlit eyleyeceği tehlikelerden cemiyeti korumak için de faillerine, vazgeçmelerini temin maksadiyle çok müsamahalı bir sisteme gitmiştir.

“Kanuna hakim olan bu ruh ve sistem muvacehesinde teşebbüs hali dahi ceza tehdidi altına alınmış olan fakat işlenirken teşebbüs haliyle icra başlangıcı çok defa birbirine karışacak ve hatta birleşebilecek suç şekillerim ihtiva eden TCK’nın 146. maddesi tatbik edilirken her sanığın muhtelif icra hareketi veya hareketleri arasında mevzu bahis suçu işleyeceğine şüphe bırakmayacak şekilde kastını tebarüz ettiren ilk fiil ve hareketinin (icra başlangıcı) olarak kabul edilmesi iktiza etmektedir.

Her ne kadar hüküm mahkemesi ısrar kararında;

“… TCK’nın 61. maddesinin ruhuna sadık kalınarak iltibasa mahal vermeyecek şekilde ‘neticeye yaklaşan fiil ve hareketlerin’ bu olayda icra başlangıcı kabul olunduğu ve ezcümle Ankara grubunun ihtilal hareketinin 20-21 Mayıs gecesi icra olunmasına dair verdiği kararın İstanbul grubu tarafından 17 Mayıs 1963 tarihinde Cevat Kırca’nın evinde görüşülüp tasvip olunması ve müteakiben de tertip edilen toplantılarda birbirleriyle tanıştırılmaları, görevlerinin açıklanması, planın gözden geçirilmesi ve bu suretle ordu birliklerinin bilerek veya bilmeyerek harekâta hazır fiil ve hareketler sebebiyle Anayasa’yı ihlal suçunun 17 Mayıs 1963 tarihinden itibaren icrasına başlanmış olduğu kabul edilerek bu yolda tatbikat yapılmış ise de:

“Sanıkların mezkûr fiil ve hareketleri bu safhada henüz zahire çıkmamış bulunduğuna göre kastı cürümlerinin her türlü iltibasa meydan vermeyecek şekilde ve mutlak surette Anayasa’yı ihlale matuf bulunduğunu kabule götürebilecek ortada fiili durumları mevcut bulunmadığı gibi TCK’nın 146. maddesindeki suçun unsurlarından olan cebir halinin de henüz bu safhada mevcut olmaması muvacehesinde sanıkların yukarda icraya esas kabul edilen fiil ve hareketlerinin de artık suçun işlenmesinden dönülemeyecek derecede neticeye (suça) yaklaşmış efal ve harekât olarak tadat ve kabulüne hukuken imkân görülememiştir.

“Ezcümle; İhtilal kararının verildiği 17 Mayıs 1963 tarihi ile ihtilal harekâtının yapılacağı 20-21 Mayıs 1963 tarihleri arasında ve harekât başlamazdan evvel Anayasa’yı ihlal kastı ile gizli ittifaka girmiş olanlardan biri veya birkaçı kendiliklerinden çekilmeleri mümkün olduğuna ve çekilmiş oldukları takdirde de haklarında TCK’nın 171/3. maddesi gereğince ceza verilemeyeceğine göre 17 Mayıs 1963 tarihini icra başlangıcı kabul etmenin kanuna aykırılığı kendiliğinden ortaya çıkmış olacağı gibi,

“İhtilal grubunca, hükümetin duruma muttali olup bütün askeri birliklerini alarm durumuna geçirerek gerekli tedbirleri almış olduğunun öğrenilmesi gibi zorunlu sebeplerle ve 20-21 Mayıs gecesi yapılacak harekâttan kendiliklerinden vazgeçmelerinin de mümkün ve muhtemel olduğuna (31 Mart 1 Nisan gecesi yapılacak harekâttan bu sebeple vazgeçildiği gibi) ve bu takdirde ise hukukî durumlarının TCK’nın 171. maddesinde yazılı gizli ittifak hududu içinde kalacağına göre icranın 17 Mayıs 1963 tarihinde başladığının kabulü ile haklarında 146. maddeden ceza tayini olunmasının kanuna aykırılığı da açıkça görülmektedir.

“… Anayasa’yı ihlal suçunun hazırlık hareketlerinden ibaret olup, mevzuubahis hadisede ise icranın 20-21 Mayıs gecesi harekâta iştirak edecek kimselerin evvelden hazırlanan plan gereğince görevleri mahalline hareket ve fiiliyata geçmeleriyle başlamış telakki olunmasının suçun hususiyetine ve TCK’nın 61. maddesinin vaz’ettiği prensibin ruhuna daha uygun bulunması itibariyle sanık ve sanık vekillerinin bu noktaya matuf temyiz itirazları tebliğname veçhile yerinde görüldüğünden her sanığın maddi olaydaki mesuliyet derecesinin bu görüşe uygun olarak tetkik olunmasına oybirliği ile, karar verilmiştir.”

Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nun yukarda belirttiğimiz kararını özetlersek, icra başlangıcı ile ilgili olarak şu sonuçlar ortaya çıkar:

1) İcra başlangıcının, suçun nev’i ve mahiyeti ile hadisenin hususiyetine göre, her sanığın kastını tebarüz ettirmeye yarayacak hareketlerine bakarak tayin edilmesi gerekir.

2) TCK’nın 146. maddesi tatbik edilirken, her sanığın muhtelif icraî hareketi veya hareketleri arasında adı geçen suçu işleyeceğine şüphe bırakmayacak şeklide kastını tebarüz ettiren ilk fiil ve hareketinin (icra başlangıcı) olarak kabul edilmesi iktiza eder.

3) Sanıkların kastı cürmilerinin her türlü iltibasa meydan vermeyecek şekilde ve mutlak surette Anayasa’yı ihlale matuf olduğunu kabule götürebilecek ortada fiili durumların mevcudiyeti şarttır.

4) Sanıkların icraya esas kabul edilen fiil ve hareketlerinin de artık suçtan, yani suçun işlenmesinden, dönülmeyecek derecede neticeye (suça) yaklaşmış efal ve harekât olarak belirmesi gerekir.

Ayrıca karardan şu sonuçlar da çıkmaktadır:

a) 20-21 Mayıs gecesi harekâta iştirak edecek kimselerin evvelden hazırlanmış plana göre, görev mahallerine hareket etmeleri ve fiiliyata geçmeleri anına kadar, ki bu an icra başlangıcıdır, sanıklar 146. maddenin değil ve fakat TCK’nın 171. maddesinin öngördüğü ve cezalandırdığı hazırlık safhasındadırlar.

b) Hükümet icra başlangıcı anı olan 20-21 Mayıs gecesinden önce durumu öğrenip gerekli tedbirleri almış olsa ve bu nedenle sanıklar yapılacak harekâttan mecburen vazgeçseler bile durumları gene 171. maddenin hudutları içinde kalacaktır.

Buraya kadar mahkeme kararlarından örnekler vererek yaptığımız açıklamalar ve çıkardığımız sonuçlarla, 146. maddedeki teşebbüsün unsurlarından olan (icra başlangıcı) nın mahiyeti ve niteliği hakkında gerekli açıklamayı yapmış bulunuyoruz. Dava konumuzla ilgili olarak, Askerî Yargıtay Daireler Kurulu’nun da belirttiği gibi sanıkların fiil ve hareketlerini ayrı ayrı incelemek ve bu hareketlerinin 146. madde anlamında icra başlangıcı teşkil edip edemeyeceğini görmek zarureti vardır.

Hemen şunu belirtelim ki, bu incelememiz belki fazladan ve gereksiz bir inceleme olarak düşünülebilir. Esasen sanıkların eylemleri de bunun böyle olduğunu düşündürebilir. Ancak, biz 18 gencin idamının istendiği bir mütalaaya cevap verirken, iddia makamının hukuki ciddiyetsizliğinin aksine bu incelemeyi yapmak ve açıklamak gereğini duymaktayız.
Ayrıca, önemle şu konuyu belirtmek isteriz: Askeri Savcı önce, yüksek mahkemenize soruşturmanın genişletilmesi hakkında bir talebi olmadığını bildirmiştir. Fakat, esas hakkındaki mütalaasına her nedense “yeni delil” diye üç dosyalık bir klasör eklemek ihtiyacını da duymuştur. “Yeni delil” olarak sunulan bu belgeler Mahkemeniz huzurunda ve duruşmada tetkik edilerek tartışılması yapılmadığından, bunların “delil” sayılamayacağı açıktır.

Buna rağmen, biz müvekkillerimizin durumlarım, bu “sözüm ona yeni delillerin” varlığını bir an için farz ve kabul ederek yapacağız. Bu durumda dahi, müvekkillerimizin eylemleri esas hakkındaki mütalaada ancak şu şekilde gösterilebilmiştir.

1. RECEP SAKIN:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 33.)
– Birçok talebe hareketlerine katılmıştır.
– Ankara ve İstanbul şehirlerinde vukua gelen banka soygunu ve adam kaçırma gibi hareketleri tespit edilememiştir.
– 5 Mart 1971 tarihinde ODTÜ öğrencileriyle güvenlik kuvvetlerinin çatışmasında öğrenci yurtlarında bulunduğu ve öğrencileri tahrik edenlerden olduğu söylenmektedir (!)
– Gölbaşı, İnekli köyünde arkadaşlarından üçünün ölmesi üzerine taşımakta oldukları silah, cephane v.s. malzemeyi toprağa gömerek bir hızar atölyesine saklanmışlarsa da burada yakalanmışlardır.
Bu nedenlerle aslî maddî faildir. İdamı gerekir.

2. OSMAN ARKIŞ:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 33-34.)
– Akçadağ-Elbistan yörelerinden sayıları 30’a varan arkadaşlarıyla kır gerillası grubunu teşkil ederek şehre yönelen bir idari sistem kurmuşlardır. (Esasen, kırdan şehre yönelen bu idari sistemin ne olduğunu anlayabilmiş değiliz.)
– İnekli köyündeki çarpışmadan sonra Hüseyin İnan’ın akrabası olan Hüseyin Altın’ın evinde yakalanmıştır.
Tezahür eden eylemine göre aslî, maddî fail durumundadır. Bu yüzden idamı gerekir.

3. SEMİH ORCAN:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 34-35.)
– Nurhak dağlarındaki karargâha katılmıştır.
– İnekli köyündeki çarpışmadan sonra silah, cephane ve diğer malzemelerini toprağa gömerek bir hızar atölyesine saklandıkları sırada yakalanmışlardır.
Aslî maddî fail durumundadır. Bu yüzden idamı gerekir!

4. ERCAN ÖZTÜRK:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 35.)
– ODTÜ Öğretim üyelerinden Cahit Giray’ı tehdit etmiştir.
– Aynı üniversitede öğrenci, güvenlik kuvvetleri çatışmasında müsademeyi idare edenler arasında olduğu görülmüştür.
– Akçadağ kır gerillası teşkilatına katılıp dağda silahlı eyleme geçmiştir. (Bu eylemin ne olduğu belirtilmemektedir.)
– Malatya’daki Amerikan üssünü uçurmaya giderken, üç kişi ölünce kaçmaya karar vermiş, kaçamadan hızar atölyesinde saklanırken yakalanmıştır.
Bu nedenle idamı gerekir.

5. YUSUF ASLAN:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 37.)
– Ankara’da polis kulübesinin kurşunlanması,
– Türkiye İş Bankası Emek Şubesi soygunu,
-Sevim Onursal’ın evinde;
a) Resmî görevli memur ve yardımcılarını bağlamak,
b) Polisin tabancası, kimlik belgesini almak.
c) Avukatın kimlik belgesi ile şapkasının (!) gasbedilmesi.
– Amerikan çavuşu Finley ve diğer dört Amerikan çavuşunun kaçırılması.
Şu hale nazaran idamı gerekir!

6. DENİZ GEZMİŞ:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 38, 39, 40.)
– Yusuf Aslan’ın belirtilen eylemleri,
– Assubay İbrahim Fırıncı’nın eşinin yaralanması ve bu şahsın otomobiliyle kendisini kaçırmaya zorlaması,
– Şarkışla ve Gemerek’te jandarma, polis ve bekçilerle müsademeye girişmesi.
– Ersin Bağatur’u dövdüğü düşünülebilirse de bu konuda kesin bir delilin bulunmaması.
Asli maddi faildir. Bu yüzden idamı gerekir.

7. MEHMET ASAL:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 40-41.)
– Nurhak dağlarında kır gerillası karargâhına gitmek,
– Yerlerinin keşfedilmesi üzerine silahlarını saklayarak Nurhak dağlarındaki karargâhtan ayrılmak. Sonra da Kayseri’de bir kahvede yakalanmak.
Bundan dolayı idamı gerekir!

8. METİN YILDIRIMTÜRK:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 41.)
– Nurhak dağlarındaki karargâha katılmak, bu sırada Ankara’ya gidip gelmek. (!)

– İnekli’de bir kısım arkadaşlarının vurulması üzerine saklanacak yer ararken Kayseri’de bir kahvede yakalanmak.
Bu nedenle idamı gerekir.
9. AHMET ERDOĞAN:
Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 41.)
– Öğrenci kuruluşlarının gösterilerine katılmak.
– Şehiriçi eylemleri tespit edilememiştir. Ancak İnekli köyü civarında meydana gelen çatışmadan kaçıp kurtulmuşsa da Küçükcerit köyünde köylüler tarafından yakalanmıştır.
İdamı gerekir (!)

10. METİN GÜNGÖRMÜŞ:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 42)
– Hüseyin İnan, Kadir Manga ve diğer arkadaşlarıyla tanışmak (!)
– Nurhak dağlarına giderek tanıştığı arkadaşlarına katılmak.
– İnekli köyündeki çarpışmadan kaçıp kurtulup Ceritli köyü civarında köylülerce yakalanmak,
Bu sanığın da idamı gerekir (!)

11. HÜSEYİN İNAN:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 42, 43, 44.)
– İş Bankası Emek Şubesi soygunu, Sevim Onursal’ın evinde görevli memurların bağlanması, Nihat Çokyüce’nin evine girilerek bağlanması ve arabasının alınması, çavuş Finley ve diğer dört Amerikalının kaçırılması olaylarına fiilen katılmış olması.
– Ayrıca Amerikalılara karşılık 400.000 dolarlık fidyenin alınması için Prof. Muammer Aksoy’u aracılık yapmaya zorlamak (!)
– Ankara’dan ayrılıp Pınarbaşı’nda silahlarıyla yakalanmak. Sanığın fiilleri, taşıdığı kastı açığa çıkaran icra hareketleridir.
İdamı gerekir!

12. MEHMET NAKİBOĞLU:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 44)
– Şehir eylemlerine katıldığına dair bir delil elde edilememiştir.
– Nurhak dağlarındaki kır gerillası faaliyetine katılmıştır.
– Ankara’ya gelip tekrar dağ karargâhına giderken Pınarbaşı’nda yakalanmıştır.
Asli maddi faildir. İdamı gerekir (!)

13. MUSTAFA ÇUBUK:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 45)
– Dağa gidip diğer arkadaşlarıyla birlikte mağaralara yerleşmek.
– Bir grubun jandarma ile silahlı çatışmaya girişmesi üzerine saklanma çaresi ararken yakalanmak.
Bu eylemlerinden ötürü asli maddi faildir. İdamı gerekir!

14. HACI TONAK:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 45-46)
– Dağ gerillası karargâhına katılmak,
– PTT Radyoling bekçilerinden kendilerine ait tüfek ve mermileri zorla geriye almak,
– Jandarmayla müsademeye girişmek, yakalanmak. Bunlardan dolayı idamı gerekir.

15. MUSTAFA YALÇINER:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 47)
– Kır gerillası teşkilatını kurmak ve arkadaşlarının kırda toplanmalarını temin etmek, şehirle kır arasında irtibat kurmak.
– Şehir eylemlerine katıldığına dair kesin bir delil yok ise de fikriyat yönünden eylemcilerle beraberlik içinde olmak.
– 5 kişilik disiplin komitesi seçip birbirlerini icabında yargılamak.
Asli maddi faildir. İdamı gerekir!

16. ATİLLA KESKİN:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 47)
– Nurhak dağlarındaki gerilla karargâhına katılmak, şehirle kır arasında irtibat temin etmek.
– Sahte hüviyet düzenlemek,
– Dağa para ve eşya götürmek,
– Cihan Alptekin’i kır gerillasına katmak için İstanbul’a gitmek.
– Sahte bir hüviyetle saklandığı kahvede garson olarak çalışırken yakalanmak.
Asli maddi faildir. İdamı gerekir.

17. İRFAN UÇAR:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 48, 49, 50, 51)
– Commer’in arabasının yakılmasına katılmak (!)
– Dev-Genç’in kanuni olan afiş asmak, bildiri dağıtmak gibi eylemlerine katılmak (!)
– İş Bankası soygununa katıldığına dair kesin bir delil bulunmamakla beraber, diğer sanıklarla fiilî beraberlik içinde olduğu anlaşılmaktadır. (!)
Bu bakımdan kanaat getirilirse idam edilsin (!) getirilmezse 146/3’e göre tecziye edilsin.

18. METE ERTEKİN:

Eylemleri: (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 51)
– Aydınlık dergisinde, Kurtuluş gazetesinde, sol yayınlarında çalışmak.
– Hüseyin İnan, Atillâ Sarp ve Sait Kozacıoğlu gibi öğrenci hareketlerinin her safhasında yer alan kimselerle yakın arkadaş olmak (!)
– Dört Amerikan çavuşunun kaçırılmasına katılmak ve aracı şehre bırakırken yakalanmak.
Asli maddi faildir. İdamı gerekir.

İşte müvekkillerimizin eylemleri bunlardır. Üstelik eylem olarak gösterilen ve iddia edilen bu fiillerden bir kısmı mahkemece tetkik ve tespit edilmiş de değildir. Bir an için bu fiillerin hepsini var saysak dahi, bu fiillerin hiçbiri 146. maddedeki teşebbüsün icra başlangıcını teşkil edemez.

Şehirdeki eylemler; polis kulübesinin kurşunlanması, İş Bankası Emek Şubesi’nin soyulması, Amerikalı Çavuş ve diğer 4 Amerikalının kaçırılması, Sevim Onursal’ın evinde görevli memurların bağlanması, polisin tabancasının, avukatın şapkasının, v.s.nin alınmasıdır.

Sanıklardan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın eylemleri bunlardan ibarettir.
Ayrıca, İrfan Uçar’ın amaç apartmanının kiralanmasında rol oynadığı iddia edilmektedir.

Keza Mete Ertekin’in Amerikalıların kaçırılmasında görevi bulunduğu iddia edilmektedir.
Bahsettiğimiz bu suçların ayrı ayrı hepsi, ceza hukuku açısından icrasına başlanıp, sonuçlandırılmış, yani tamamlanmış suçlardır. Bu suçlarla ilgili olarak teşebbüs hali söz konusu olamaz. Çünkü bu suçlarda suçun sübutu, tamamlanma ile meydana gelmiştir.
Bu eylemlerle ilgili olarak teşebbüs söz konusu olmayınca, icra başlangıcının da söz konusu olamayacağı açıktır.
Şimdi, eğer bu eylemleri 146. maddedeki suçun icra hareketleri olarak görürsek, yukardan beri gerek doktrin ve gerekse mahkeme kararlarına dayanarak açıklanmasını yaptığımız, unsurları belirlenmiş icra başlangıcının, hangi eylem ve fiil olduğunu tespit etmemiz gerekecektir. Yani sözü geçen eylemlerin hangisine başlanılmakla TCK’nın 146. maddesinde müeyyide altına alınmış olan Anayasa’yı ihlale ve TBMM’yi iskata teşebbüs suçunun icra başlangıcı meydana gelmiştir?

Biraz önce de belirttiğimiz gibi, açıkladığımız nedenlerle olayımızda 146. maddedeki suça teşebbüsün (icra başlangıcı) olarak gösterilebilecek nitelikte hiçbir eylem bulunmamaktadır.
Kırdaki duruma gelince: Ceza Kanunu’nun müeyyide altına aldığı hiçbir fiil söz konusu değildir. Ancak burada kısaca şunu belirtmek isteriz:

Türk Ceza Kanunu’nda sanıkların yukarıda açıklanan eylemlerini müeyyidelendiren hükümler mevcuttur. Ancak bu müeyyide hiçbir zaman TCK’nm 146. maddesi değildir. Dava 146. maddenin tatbiki istenerek açılmış ve esas hakkındaki mütalaada yine aynı maddenin sanıklara uygulanması talep edilmiş olduğuna göre, savunmamızın bu bölümünde, baştan beri yaptığımız açıklamaların ve örnek olarak verdiğimiz mahkeme kararlarının ve hukukun temel prensiplerinin ışığı altında, sadece müvekkillerimizin hukukî durumlarının 146. maddeyle uzak yakın ilişkisi bulunmadığını belirtmekle yetiniyoruz.

Çünkü sanıkların hukuki durumlarının, 146. madde dışında herhangi bir kanun maddesine uyması suç vasfında değişiklik meydana gelmesi demektir.

Mahkemece suç vasfında bir değişiklik kabul edildiği takdirde, usul kanunlarımıza göre ek savunma hakkımızı muhafaza etmekteyiz.

İCRA HAREKETLERİNİN BİTMEMESİNE VEYA NETİCENİN MEYDANA GELMEMESİNE FAİLİN ELİNDE OLMAYAN MANİ SEBEPLERİN AMİL OLMASI ŞARTI

İddianamede bu konuda (Esas hakkındaki mütalaa sayfa 28) “Teşebbüslerinin sonuca yetmemesi vasıtaların elverişsizliğinden olmayıp bir ihtilal vasatının bulunmaması, halkın kendilerinden yana olmadığı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bütün olarak müdahalesi ve sıkıyönetim ilan edilmesiyle mümkün olmuştur” denmektedir.

Bu ifade ve görüş, olayın cereyan tarzına ve gerçeğe uygun düşmemektedir. Zira, eylemler ortadadır. Bunları tek tek açıklamış bulunuyoruz. Müvekkillerimizin hepsinin, ama hepsinin, yakalanmasının ne Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bütün olarak müdahalesi ve ne de Sıkıyönetimin ilanı nedeniyle olmadığı dosya münderecatı ile o kadar açıklık kazanmıştır ki, bunları tek tek anlatıp açıklamaya gerek duymamaktayız.

Ayrıca, iddia makamı esas hakkındaki mütalaasının 29. sayfasında müvekkillerimizi, eylemleri nedeniyle, Anayasa’nın; başlangıç bölümünü ve 1, 3, 4, 7, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 16, 36. maddelerini ihlal etmekle suçlanmaktadır.

Yani, İddia Makamı’na göre, müvekkillerimiz dava konusu fiilleri işlemekle Anayasa’nın yukarda sayılan maddelerini ihlal ederek, “Türk Ceza Kanunu’nun 146. maddesi ile düzenlenen Anayasa’yı ihlal” suçunu işlemişlerdir. Bu hukuk mantığına herhalde ilk defa “Esas Hakkındaki Mütalaa”da rastlanmaktadır.

Zira, Ceza Kanunumuzda suç olarak vasıflandırılan her fiil, aynı zamanda ve mutlaka Anayasa’nın bir hükmünü de ihlal eder. Örneğin; bir Amerikalı çavuşu kaçıran herhangi bir kişi, şüphesiz Anayasa’nın Yabancılar hukuku ile ilgili hükmüne de aykırı davranmış olur. Ancak, bu kişiye ceza tertip edileceği zaman Türk Ceza Kanunu’nun 146. maddesi değil, ilgili maddesi uygulanır.

Keza, bir kimsenin meskenine rızası hilafına giren kimse, gene şüphesiz, Anayasa’nın Konut Dokunulmazlığını düzenleyen 16. maddesini de ihlal etmiş olur. Ancak, o kimseye 146. madde değil, “Mesken masuniyetini ihlal” ile ilgili müeyyide uygulanır.

Sayın Başkan, Sayın Hakimler!

Yüksek Mahkemeniz önünde bu kadar basit ve açık hukukî konuların değerlendirilmesini yapmak zorunda kaldığımız için bizi hoş görmenizi dileriz.

Ancak, yukarda da belirttiğimiz gibi, Esas Hakkındaki Mütalaa’nın 29. sayfasının hemen hemen tamamı, müvekkillerimizin Anayasa’yı ihlal ettiklerini işte böyle hukukî bir mantıkla ispata çalışmaktadır.

Esasen Askerî Savcı, Esas hakkındaki Mütalaasıyla, yukarıdan beri açıkladığımız üzere hukuka, kanuna ve adalet prensiplerine aykırı tavsiflerde ve taleplerde bulunmuştur.
İddia Makamı, belki bilerek belki yanılarak, 18 gencin idamını istemekle, aslında yıllardan beri yurdumuzu bu hale getiren ve halkımızı yabancılara peşkeş çekip sömürtenlerin isteğini dile getirmiştir.

Bu dilek sahipleri, kendi korkularının ve suçlarının ağırlığını müvekkillerimiz olan ve idamı istenen 18 gencin üzerine yıkmak istemektedirler. Bu isteğin İddia Makamı’nın ağzıyla dile getirilmiş olması, Türkiye için bir talihsizliktir.

Hukukî savunmamızı bitirmeden önce mahkemenizin takdir yetkisiyle ilgili ve Ceza Kanunumuzun 59. maddesinde düzenlenen “cezayı azaltıcı takdir sebepleri” konusunda da kısaca düşüncelerimizi arz etmek isteriz.

TCK’nın 59. maddesi:

Bilindiği gibi, hukukta keyfiliğin hüküm sürdüğü çağlar, mahkemelerin dilediği cezayı, üstelik olaya istediği biçimde uydurarak, verdiği çağlardır.

Sözde Hukuk ve Adalet adına yapılan bu uygulamaya gösterilen tepki ve verilen mücadele, cezaların kanuniliği prensibini doğurdu. Ancak, keyfiliğin tepkisi ve karşıtı olarak ortaya çıktığı için bu prensip, ilk olarak sabit cezalar şeklinde belirdi ve tatbik edildi.

Fakat, hiçbir suçlu diğerine, hiçbir suç başka bir suça benzemediğinden sabit cezalar da adalet prensiplerine uygun olarak tatbik edilemedi. Bunun sonucu olarak, cezaların azami ve asgari hadleri tespit edilip, hakime bu iki had arasında cezayı tayin edebilme yetkisi tanındı.

Ancak, bu da yetmedi. Zira Ceza Kanunlarının bazı suçlar için sabit cezalar tayin etmiş olması ve somut olayda asgari haddin dahi, failin hak ettiğinden daha ağır olması “cezayı azaltıcı takdiri sebepler” müessesesinin kabulünü zorunlu kıldı.

Yüksek Mahkemenizce de bilindiği gibi bu müessese Ceza Kanunu’muzun 59. maddesinde yer almıştır. Bazı ceza kanunlarının aksine, Ceza Kanunu’muz bu müesseseyi “serbesti sistemi”ni kabul ederek düzenlemiştir. Yani kanunumuza göre, hakim olayla ilgili istediği durumu cezayı azaltıcı sebep kabul edebileceği gibi, yine hâkim sanığın durumu açısından da bir kayıtlamaya tabi tutulmuş değildir.

Aşağıda açıklayacağımız nedenlerle müvekkillerimize ceza tayin edilirken, TCK’nm hangi müeyyidesi uygulanırsa uygulansın Yüksek Mahkemece, 59. maddenin tatbik edileceğine inanıyor ve bunu takdirlerinize arz ediyoruz.

Müvekkillerimizin bütün eylemlerinde, hatta en kritik anlarında bile, can kaybına sebep olmaktan dikkatle kaçındıkları, dosya münderecatıyla kesin olarak ortaya çıkmıştır. Böylece, olayların kişisel ıstıraplara sebep olmaması bilinerek ve istenerek sağlanmıştır.

Kanunun kaçınılmaz olarak suç saydığı eylemlerde bulunurken, müvekkillerimiz, dostun düşmanın, herkesin teslim etmek zorunda kaldığı mertlik, dürüstlük ve insanlık örneği vermişlerdir.

Hele, Amerikan Emperyalizminin Türkiye’deki temsilcilerinden olan, Amerikalı çavuşlara, onları ellerinde tuttukları sürece göstermiş oldukları tutum ve davranışları ve bu davranışın Amerikalılar ağzından açıklanışı, müvekkillerimizin mertlik, dürüstlük, tek ve gerçek anlamıyla “insancıklarının, herkes için ibret teşkil edecek tezahürüdür.

Ayrıca, müvekkillerimiz mahkemeniz önünde olayları tam bir dürüstlükle anlatmışlardır. Esasen, “samimi itirafın cezayı azaltıcı takdiri sebep olarak kabulü ve ceza tatbikatında gelenek haline gelmiş olması bilinen hususlardandır.

Görülmekte olan dava siyasî nitelikte bir davadır. Müvekkillerimiz de siyasî suçlu olarak yargılanmaktadırlar. Kendilerini eylemlere iten siyasî ortamın yaratıcısı ve sürdürücüsü menfaat gruplan hakkında gerekli açıklamayı yapmış bulunmaktayız. Müvekkillerimizin felsefi ve siyasal düşüncelerine ister katılınsın, ister katılınmasın hiç kimsenin reddedemeyeceği bir gerçek var ki, o da; onların eylemlerinin meydana gelişinde en önemli etkenlerden biri düşük AP iktidarının Anayasa ve Hukuk dışı tutum ve davranışlarıdır. Esasen bu durum 12 Mart muhtırasında kesin ve açık olarak belirtildiği gibi, Askerî Savcı’nın gerek iddianamesi ve gerekse esas hakkındaki mütalaasında kabul edilmek zorunda kalınmıştır.
Siyasî ortamın cezayı azaltıcı takdiri sebep kabul edilip edilmemesi konusunda daha fazla bir şey söylemeden, bu konuda Askerî Yargıtay’ın iki sayın üyesinin görüşlerini burada belirtmek isteriz:

20-21 Mayıs olaylarıyla ilgili davada, bu konunun daha önceden kesin karara bağlanmış olması nedeniyle, Usul Kanunu’na göre, Askerî Yargıtay Daireleri Kurulu’nda tartışmasını yapmak mümkün olamamıştı. İşte, üyelerden Sayın Mehmet Çokgüler ve Nihat Saçlıoğlu, Usul Kanunu’nun engeline rağmen, Daireler Kurulu’nda, Anayasa’nın 132. maddesine göre vicdanı kanaate dayanarak şöyle demişlerdir: (Muhalefet şerhi)

“İncelenen davanın niteliği bakımından (siyasî) olması, gerçekleştirilecek adaletin de (siyasî adalet) bulunması nedeniyle, görülmesi sırasında tayini gerekli cezalara ait arttırıcı ve azaltıcı nedenler araştırılırken yalnız adi cürümlere ait ölçülerin değil, siyasî hukukun olaya uygulanması mümkün olan mantık ve prensiplerinin ve suçun işlenme zamanındaki siyasî durum ile, hadise ve hareketlerin, bütün olarak göz önünde bulundurulması gerekir.
“Bu nedenle, bu gibi davaları yalnız maddi tezahürleri ile ele almak hatalı ve bu suretle adaleti iyi bir şekilde gerçekleştirmek imkânsız olur.

“Dava konusu suçun işlendiği günlerde, siyasî ortamın normal olmadığı… mahkemenin hükmünde açıkça kabul edilmiştir. Fiilin işlenişinde önemli derecede tesiri bulunduğu anlaşılan bu siyasi ortam ayni zamanda suçun sebeplerinden birini de teşkil ettiği cihetle, davanın görülmesinde, suçu bu sebebinden tecrit sureti ile düşünmek doğru olmaz. Bu husus göz önüne alındığı takdirde siyasî ortamın (…) sanıklara teşmili mümkün bir tahfif sebebi olarak kabulü hakkaniyet icaplarına uygun düşer.

“… Özellikle bu siyasi ortamı yaratan ve suçun işlenmesinde önemli neden olan bir kısım politikacıların davaya dahil edilmiş bulunmamaları da dikkate alınırsa, mahkemece bu husustaki red kararının, takdirindeki isabetsizlik kendiliğinden ortaya çıkar.

“Davanın Daireler Kuruluna kadar geçirdiği safhalarda bu konunun kesin olarak halledilmiş olması ve Daireler Kurulunun da yeniden incelenmesine mevzuatın müsaade etmemesi karşısında, bazı sanıklar için çok önemli mahiyet arz eden ve bu yüzden adalet duygularımızda huzursuzluk yaratan bu takdir hatasının vebalinden kaçınmak ve böylelikle vicdanlarımızı selamete kavuşturmak amacı ile reylerimizi kullanırken Anayasa’nın 132. maddesine dayanarak (Kanun) ile birlikte ve ancak mümkün olan yerlerde (Vicdani Kanaate) de dayanma yoluna gidilmiştir.”

İşte Askerî Yargıtay üyelerinin siyasî ortam ve TCK’nın 59. maddesi hakkındaki düşünceleri bunlardır.

Müvekkillerimizin eylemleri TCK’nın hangi maddesine uygun görülürse görülsün, bu ceza tayin edilirken, yukarda açıklanan, “cezayı azaltıcı takdir nedenlerinin” göz önüne alınmasını takdirlerinize arz ederiz.

Şimdi, yukarda kast ile ilgili olarak açıklamasını ileriye bıraktığımız konuyu Yüksek Kurulunuza sunuyoruz:

Sayın iddia makamının da eğilimli göründüğü bir muhakeme şekli ve istidlal hakkında da düşüncelerimizi açıklamak isteriz.

Bu muhakeme şekline göre, sanıklar Marksist teoriyi benimsemişlerdir. Anayasamız, Marksist teoriye kapalıdır. Bu itibarla Marksist teoriyi benimseyen bir kimsenin, Anayasa’yı ilga etmeden amacına varması mümkün değildir.

Bu muhakeme şeklinin Ceza Kanunu’muza ve olayımıza uygun olmadığını kesinlikle söylemek isteriz. Bunun için de, şu noktaların aydınlığa kavuşması gerekmektedir:

1.Marksizm nedir?
2.Sanıkların eylemleri nedir?
3.Bu eylemleri yaparken sanıklar hangi kastla ve amaçla hareket etmişlerdir?

Bu konular üzerinde kısaca duralım:

1) Marksizm bir dünya görüşüdür, ve ayni zamanda dünyayı, sosyal olayları v.s. tahlil metodudur. Bu metod, olayları tek başına ele almaz. Bu olayları kendi şartları içinde ele alır, inceler ve onu meydana getiren etkenleri gün ışığına çıkarır. Ayni zamanda onun gelişme seyrine de ışık tutar. Bu metot, her olayın bir nedeni ve ayni zamanda bir de sonucu olduğunu göz önünde tutar. Her olayı kendi çelişkileri içinde değerlendirir ve senteze varır. Bu sentezde, hem bir sonuç ve hem de geleceğe dönük gelişmenin hareket noktası vardır.
Marksist felsefe denilen işte budur.

Görülmekte olduğu gibi, Marksizm, iddia olunduğu üzere, bir düzen, bir rejim veya bir devlet şekli değildir. Her ne kadar Marksizmin bazı kimseler ve çevrelerce, bir toplum düzeni, bir rejim veya bir devlet şekli olduğu iddia edilmekte ise de, yukarıdaki açıklamalar bu düşüncenin doğru olmadığını, Marksizmin bir dünya görüşü ve bir tahlil metodu olduğunu göstermektedir. Özellikle Marksizmi, komünist bir devlet şekli ile eşanlamlı kabul eden düşünceler tamamen yanlıştır.

Bu gerçeği, batının ve Amerika’nın anti-Marksist düşünce adamlarından örnekler vererek gösterelim:

Amerika’da Texas Üniversitesi Ekonomi profesörü olup, bütün dünyaca tanınan Benjamin Higgins “Ekonomic Development Principles, Problems, and Policies” (Ekonomik Gelişme, Prensipler, Problemler ve Politika) adlı ve 1959 yılında New York’ta basılan eserinin 120. sayfasında şöyle demektedir:

“… Bununla beraber Marksist sosyoloji ve politik nazariyesi, az gelişmiş ülkelerin ekonomik tarihinin anlaşılmasında bazı ipuçları vermektedir. Bu nazariye, sosyal sınıflar arasındaki münasebetlerin, kendiliğinden meydana gelecek İktisadî gelişmelere engel olup olmayacağı hususunun incelenmesi gerektiğini, hatırlatmaktadır.
“Aynı nazariye sömürgeci memleketlerin uyguladıkları politikaların nedenlerinin, sömürücü ülkelerden ziyade, kendi memleketlerinin, yani sömürgeci memleketlerin şartlarında aranması gerektiğini de ortaya koymakta ve sabık müstemlekelerdeki az gelişmişliğin kısmen sömürgeci memleketlerin politikalarıyla izah edilebileceğini de belirtmektedir. İktisaden geri kalmış memleketlerin bir kısmındaki gelişmeler, Marks’ın sanayileşmiş ülkeler için ileri sürdüğü şekiller altında cereyan etmiştir: iş gücü gerçekten sömürülmüş, ücretler asgari hadde tutulmuş, müzmin işsizliğin beslediği bir işsiz ihtiyat ordusu meydana gelmiş, sınıflar arasındaki farklılaşma keskin bir şekil almıştır. Hatta az gelişmiş bazı ülkelerin gittikçe artan sefaleti, açık bir şekil almıştır. Bu şartların şu veya bu şekilde devrimlere yol açacağını pek az kimse inkâr eder.
“Bir sistem olarak Marksizmin hatalarına dikkat etmemiz gerekir. Ancak bütün hatalarına rağmen Marksist İktisadî gelişme teorisi, gelişme olayının ve gelişme olayının meydana gelmediği hallerde, bunun nedeninin anlaşılmasında önemli katkıları vardır.”

Amerika’da Texas Üniversitesi’nde okutulmakta olan bu kitapta profesör Benjamin Higgins işte bunları söylüyor. Bu profesör aslında anti-Marksist yani Marksizme karşı bir kimsedir. Bununla beraber, yukarıdaki sözlerinden de anlaşıldığı gibi Marksizmin toplum gelişmelerinde bir tahlil metodu olduğunu açıkça ifade etmektedir.

Yine Amerika Birleşik Devletleri’nde 1968 yılında basılmış, “International Encyclopedia of The Social Science” (Siyasal Bilimler Enternasyonal Ansiklopedisinde 10. cilt, sayfa 45’te “Komünist olmayan ülkelerde Marksizm” başlıklı bölümde şöyle denilmektedir

“… Hümanist bir görüş olarak Marksizm, pazar medeniyetlerinin fena cepheleri üzerinde durmakta, insanı sömüren, onu alçaltan sosyal müesseselere ve uygulamalara karşı bir kızgınlığın uyanmasına sebep olmaktadır. Aynı zamanda insanın tabiaten iyi olduğu görüşünü de samimi bir şekilde benimsemektedir. Son yıllar içinde Marksizmin hümanist görüşü üzerinde durulması Marks’ın ilk eserlerine karşı büyük ve süratli bir ilginin duyulmasına yol açmıştır.

“Son olarak da sosyal bilimlerle uğraşanların, sosyal bilimlerin bir öncüsü olarak Marks’a karşı olan ilgileri gittikçe artmaktadır. Marks’ın metodolojik katkıları bu alanda bilim adamlarınca da ancak son zamanlarda kabul ve teslim edilmeye başlanmıştır.”

Görülüyor ki, Amerika’da basılmış bu enternasyonal ansiklopedi de Marksizmin bir metod olduğunu ve metodoloji alanında katkılarda bulunduğunu kabul etmektedir:

Yine, John Armstrong, “Sovyetler Birliği’nde İdeoloji, Politika ve Hükümet” adlı eserinde şöyle demektedir:

“Marksist-Leninist ideoloji, sistematik, bilimsel ve insanlığın gelişmesinin anlaşılmasına rehberlik eden” bir doktrindir. Sosyal problemlerin bilimsel açıdan incelenmesini teklif eden bir ideolojidir. Yine “Marksizm-Leninizm bir bilim” başlıklı bölümde “Marksizm-Leninizmin aynen doğa bilimlerinde olduğu gibi sosyal gelişmenin bir analizi olduğu belirtilmektedir.”

İşte Batı’nın ve ABD bilim adamlarının Marksizm hakkında- ki görüşleri! Görülüyor ki, Marksizm, yukarıda da açıklandığı gibi bir rejimin, bir devlet şeklinin veya bir düzenin adı değil bir tahlil metodunun adıdır.

Batıda mevcut sosyalist partiler Marksist dünya görüşünü ve onun tahlil metodunu benimsemişler, bu metodu hareket noktası olarak kabul etmişler ve bunu da parti tüzüklerinde belirtmişlerdir. Bu nedenle Marksizmi kendi gerçek anlamından uzaklaştırarak ve ona kendi anlamının dışında bir anlam verip bu tahlil metodunu benimseyen insanları yasa dışına itmek için böyle bir tutuma girmek, affedilemeyecek tarihsel bir sorumluluktur.
Avrupa’da ve Amerika’da, üniversitelerde ve bilimsel araştırma merkezlerinde bu metod İncelenmekte, uygulanmakta ve bir düşünce yöntemi olarak okutulmaktadır.

2) Bu metod açısından insanlık tarihine bakıldığı zaman şu aşamaları görmekteyiz:
1.İlkel komünal toplum
2.Köleci toplum
3.Feodal toplum
4.Kapitalist toplum
5.Sosyalist toplum

Bugünkü kapitalist toplumlar, bu aşamalardan geçerek kendi aşamalarına varmışlardır.

Bugünkü düzeyde Türk toplumunun bu aşamalara göre acaba yeri neresidir? Başka bir sözle toplu- mumuz kapitalist bir toplum mudur? Yoksa feodal bir toplum mudur? Kapitalist bir toplum olma çabası içinde bulunduğumuza göre, kapitalist bir toplum düzeni içinde bulunmadığımız açıktır. Tam anlamı ile feodal bir toplum niteliğinde bulunmadığımız da yine bir gerçektir. O halde ülkemizin içinde bulunduğu aşama nasıl bir aşamadır?

Bu soruya bilimsel olarak şu cevabı vermek yerinde olacaktır.

Toplumumuzda feodal kalıntılar vardır. Tekel sermayesine ortak, cüce bir sermaye birikimi ile nitelenen kapitalist bir azınlık da vardır ve her ikisi de yabancı sermayenin başlıca desteği ve ona paravan olarak ayaktadır.

Bu durumda bize bir görev düşmektedir. Bu görev emperyalizmi ve onun destekçilerini ülkemiz gelişmesinde etken unsur olmaktan çıkarmak ve ülkemizi bağımsız, özgür ve demokratik bir niteliğe kavuşturmaktır. Biz buna Millî Demokratik Devrim diyoruz.

Millî Demokratik Devrim, bilinen şekilde, bir burjuva demokratik devrimi değildir. Yine milli demokratik devrim, bir sosyalist devrim de değildir. Millî demokratik devrim, emperyalizme ve onun yerli dayanaklarına karşı verilen mücadelenin adıdır. Bu mücadelenin emperyalizme karşı oluşu ona milli bir nitelik vermekte ve feodal kalıntılara karşı oluşu da ona demokratik bir nitelik vermektedir. Bundan ötürü de bu devrim, hem emperyalizmin baskısından kurtulma amacı güden bir kurtuluş hareketidir ve hem de feodal kalıntılardan arınmış, sosyal adalete dayalı demokratik bir devlete varma yoludur.

Yıllardan beri gerçekleştirilmesi için çaba harcanan ve bugünkü iktidarca da yapılması düşünülen reformların başında gelen toprak reformu aslında demokratik devrimin gereklerindendir. Yine kamu yararının gerektirdiği kaynakları ve örneğin kıymetli maden, petrol boraks v.s. gibi yeraltı servetlerinin millileştirilmesi de bu devrimin gereklerindendir. Böyle bir devlette kamu sektörü ile özel sektör bir arada yaşayacak, hem emek hem de sermaye, kalkınmayı geliştirmek üzere beraberce çalışacaktır. Böyle bir toplumda bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde egemenlik kurması veya bir proleter diktatörlüğü asla söz konusu değildir.

Görülüyor ki, yukarıda da açıklandığı gibi milli demokratik devrimin ne komünizmle ve ne de proleter diktatörlüğü ile bir ilgisi yoktur.

Nitekim örnekleri eklice sunulan mahkeme kararları ve Yargıtay ilamları da yukarıdan beri açıkladığımız düşünceleri doğrulamakta, milli demokratik devrim olarak tanımlanan eylemlerin anayasamıza ve yasalara aykırı düşmediğini tespit etmiş bulunmaktadır.

Gerçek bu olduğu halde, proletarya diktatörlüğü veya komünist rejimi kurma suçlaması nereden gelmektedir?

Şurası açıktır ki, bu suçlamalar; bağımsızlık sağlandığı takdirde çıkarları bozulacak olan işbirlikçi sermaye çevreleriyle toprak reformu yapıldığı zaman da yine çıkarları bozulacak olan feodal kalıntıların yaptıkları maksatlı propagandadan gelmektedir.

Kaldı ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik şartlar da bir sosyalist düzene ve proleter diktatörlüğüne tamamen elverişsiz olduğu gibi buna imkân da vermez. Çünkü bir ülkede sosyalizmin kurulabilmesi ve işçi sınıfının böyle bir düzende ağırlığını koyabilmesi için bilinçlenmiş ve örgütlenmiş bir işçi sınıfına zaruret olduğu gibi ağır sanayiin kurulmuş olması ve feodal kalıntıların da etkisiz hale getirilmesi şarttır. Oysa bilindiği gibi bu şartlar ülkemizde mevcut değildir.
Eğitilmemiş, siyasal bilinçten yoksun ve genellikle çıkarlarına aykırı düştüğü halde yıllardan beri demokrat partiye ve daha sonraları Adalet Partisi’ne oy veren bir işçi sınıfına ve köylü kitlesine sahip bir ülkede sosyalizmin kurulması esasen mümkün değildir.

İşte iddia makamı, bu açık gerçekleri ve toplumumuzun siyasal, ekonomik şartlarını göz önüne almadan müvekkillerimizi proleter diktatörlüğü kurmak istemekle suçlamaktadır.
Yukarıdan beri yapılan açıklamalar ve milli demokratik devrimin antiemperyalist ve antifeodal yönleri göz önüne alındığı takdirde bu devrimin, anayasamızın temel ilkelerine ters düşmediği, aksine bu ilkelere paralel olduğu açıkça görülmektedir.

Müvekkillerimizden bir kısmı “Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun Bütün Dünya Halklarına ve Türkiye Halkına Çağrısı” başlıklı bir bildiri yayınlamışlardır. Bu sanıklar, kendilerine izafe edilen ve dosyada bulunan bunun dışındaki diğer bildirileri reddetmişler ve bu bildirileri kendilerinin yayınlamadıklarını savunmuşlardır. Müvekkillerimizin kabul ettikleri ve başlığı yukarıda yazılı bildiri incelendiği zaman bu bildirinin 3. bendinde amaç olarak şunların gösterildiği görülmektedir:

“Amacımız Amerika’yı ve bütün yabancı düşmanları temizlemek, hainleri yok etmek ve düşmandan temizlenmiş tam bağımsız Türkiye’yi kurmaktır.”

4. bendinde de: “Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, ezilen halkımızın öncü gücüdür, halkımızın kurtuluşu dışında hiçbir harekete girişmez.”

Yine bildirinin “Devrimciler” başlığı altında da şöyle deniliyor:

“Ulusal kurtuluş savaşının haklı bayrağını emperyalizmin saldırgan politikasına karşı hep beraber dalgalandıralım.”

Yine bildirinin “Öyleyse” başlıklı paragrafında şöyle denilmiştir:

“Esas düşman Amerika’dır, hain patronlardır, ağalardır, tefeci ve bezirgânlardır.”

Bildirideki bu düşünceler, görülmektedir ki, hedef olarak yurdumuzun bağımsızlığını ve emperyalizm ile işbirliği halinde yurdu sömüren sermayeyi ve ağaları hedef almıştır.
Kesinlikle söylemek mümkündür ki, bu bildiride ne bir sınıf diktatörlüğü ve ne de komünist bir düzen önerisi mevcut değildir.

İşte bu nedenlerledir ki, müvekkillerimiz, bütün eylemleri ile yıllardan beri mitingler, yürüyüşler, toplantılar, bildiriler yolu ile anayasayı savunmuşlar, bu uğurda çeşitli baskı ve işkenceler görmüşler ve hatta 20’den fazla kurban vermişlerdir.

3) Yukarıda tespit edilen duruma hukuk açısından baktığımız zaman şu sonuca varmak zorunludur:

A) Türk Ceza Kanunu, suçlarda “kasd”ı esas almış ve bunu suçun başlıca unsuru olarak kabul etmiştir. Yani kanunumuz kasdı cezalandırmaktadır.

Burada önemli bir noktaya Yüksek Kurul’un dikkatini çekmek isteriz: Kast ayrı şeydir, amaç da ayrı şeydir. Kast ile amacı birbirine karıştırmak ve amaca göre suçu tayin etmek kanunumuzun temel prensibine aykırıdır. Kast ile amaç arasında çok kere uzun bir mesafe vardır. Amaç, eyleme dönüşmedikçe, kast halini alamaz ve cezalandırılamaz. Eğer amaç, bir gün eyleme dönüşürse ve suçun diğer unsurları da tamam olursa o zaman amacı kast olarak kabul edip ona göre ceza tertibi mümkün olabilir;

Müvekkillerimizin istikbale ait amaçlarının sosyalist bir düzene varmak olduğu kabul edilse bile, bugünkü eylemlerini ve kastlarını bir tarafa bırakarak onları istikbale ait bu amaçlarından ötürü suçlamak ve eyleme dönüşmemiş bu amaçlarından ötürü cezalandırmak, ceza kanunumuzun temel prensiplerine ve açık hükümlerine aykırı bir sonuç doğurur. Çünkü insanlar istikbale ait değil, bugünkü kast ve eylemlerinden sorumlu tutulabilirler.

Dünya ve toplum olaylarına bir bakış metodu olan Marksizmi kabul etmek de, reddetmek de mümkündür. İnsanlar bu konuda özgürdürler. Bu özgürlük demokratik düzenle yönetilen ülkelerde kabul edilmiştir. Bizde de bu özgürlük Anayasa’nın güvencesi altındadır.

B) İddia makamı, mütalaasında kişilerin, düşüncelerinden ötürü suçlanamayacaklarını ifade etmektedir. Bu mütalaa doğrudur ve buna katılıyoruz. Ancak, Sayın Savcı bunu ifade etmekle beraber, geleceğe dönük (istikbale muzaf) faraziyelere (varsayımlara) dayanarak ve sanıkların bugünkü eylemlerini göz önüne alıp suç vasfını buna göre tayin etmesi gerekirken, zorlama yorumlarla istikbalde yapacaklarını hayal eylediği eylemlere göre, suç vasfını tayin etmekte ve müvekkillerimizin idamlarını istemektedir.

Hukuki tavsifteki hata, işte buradadır. Çünkü “Ceza Hukuku”nda istikbale muzaf suç yoktur.

SONUÇ

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ortaya çıkan uluslararası konjonktür, bu konjonktür içinde Amerika’nın ekonomik gelişme ve bunalımları, hammadde kaynakları bulma, mamul maddeleri ihraç etme, pazar arama ve bulma politikası ve giderek ortaya çıkan yayılma siyaseti, yani Amerikan emperyalizminin dünyaya hâkim olma dönemine girmesi, geri kalmış bir ülke olan yurdumuzu ekonomik ve askerî anlaşmalar yoluyla kendi ekonomisine bağlı ve kendi ihtiyaçları doğrultusunda bir açık pazar haline getirmesi, içerdeki işbirlikçi sermaye çevreleri ve toprak ağalarıyla birlikte ülkemizin kaynaklarım sömürmesi ve bütün bunların sonucu olarak yurdumuzun ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve hatta askeri yönlerden yarı bağımlı hale gelmesi, belgeler, raporlar ve istatistiklerle açıklanmıştır.
Toplumda her olayın bir nedeni bir de sonucu vardır. Bunlar birbirlerinden ayrı olarak düşünülemezler ve gelişme süreci içinde bir nedensellik bağı ile birbirlerine bağlıdırlar. Etkiler tepkileri doğurur ve bunlar giderek bir senteze varırlar.

27 Mayıs, yukarda açıklanan gelişmelere karşı yurtsever ve millici güçlerin bir tepkisidir. Bu tepkiye rağmen 27 Mayıs’tan sonra aynı gelişmeler, birikimler sürmüş, karşıdevrimci gayrı milli güçler yurdun kaderinde yeniden söz sahibi olmak olanağına kavuşmuş ve ülkemizin yarı bağımlı hali daha da ağırlaşarak bugünlere gelinmiştir.

Birikimler ve bunların doğurduğu bağımsızlık, kalkınma konuları bugün önümüzde, zorunlu çözüm bekleyen yurt sorunlarıdır. Bu sorunlar bizim sorunlarımızdır. Ve bu sorunlar çözülecektir. Ve bu sorunları bağımsızlıkçı, millici ve anayasacı güçler çözecektir.

Tam bağımsızlığımız gerçekleşmedikçe, anayasamızın öngördüğü reformlara sırt çevrildikçe, yabancı etkiler yurdumuzun üstünde kara bir gölge gibi durdukça, zinde ve millici güçlerin görevi sona ermeyecektir.

Konulan teşhis yanlıştır. Sorun, bu ulusal amaçlara varmak isteyen yurtsever gençleri bertaraf etme sorunu değildir. Tedavi de yanlıştır. Bu yanlış teşhis hiçbir sonuç vermeyecektir, hastalık devam edecektir. Ta ki, doğru teşhise varıp gerçek tedaviye ulaşıncaya kadar.

Doğru teşhis, kendi ulusuna güvensizliğin bir ifadesi olan ve giderek: “Biz tek başımıza yaşayamayız” anlayışı içinde “Bağımlılığı” bir devlet felsefesi haline getiren tutumdan kurtulma ihtiyacını duymaktır. Yani Atatürk’ün “istiklali tam” olarak tanımladığı hedefe bağlılıktır.

İşte biz, müdafiler, savunmayı bunun için üzerimize aldık. Bu gerçekleri yüksek kurula ve halkoyuna açıklamak istedik.

Müvekkillerimiz Türk Ceza Kanunu’nun yasakladığı bazı eylemleri yapmışlardır, ama kastları, yıllardan beri savundukları ve uğrunda çeşitli işkencelere ve baskılara uğradıkları ve hatta sayısız kurban verdikleri Anayasa’yı, ilga ve Büyük Millet Meclisi’ni görevden engelleme değildir. Biz buna yürekten inanıyoruz. Yurduna ve halkına bağlı ve onlar için hayatım fedaya hazır, bu gençleri bertaraf etmek, yurdumuza hiçbir şey kazandırmayacaktır. Yüksek kurulunuzun olaya bu doğru açıdan bakarak bir karara varacağı inancı içindeyiz.
Vereceğiniz kararın, ağır sorumluluk doğurucu tarihsel bir karar olacağına ve Bağımsız Türk hakiminin yurtseverliğinin bir ölçüsü olacağına inanıyoruz.

SAYGILARIMIZLA

Avukat Niyazi Ağırnaslı Avukat Zeki Oruç Erel Avukat Sadık Akıncılar Avukat Halit Çelenk
Avukat Özden Timurkaynak Avukat Kemal Yücel Avukat Refik Ergün  Avukat Kâmil Savaş
Avukat Erşen Sansal Avukat  Orhan İzzet Kök Avukat Mükerrem Erdoğan

Bu Hafta İlgi Görenler

22.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1. THKO Davası 4. Duruşma (1 ve 2 Nolu Oturum) Zaptı

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: 4. 22.7.971 Duruşmanın tehir edildiği belli gün...

16.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1. THKO Davası 1. Duruşma Zaptı

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: I. 16.7.971 ve Hak. Yzb. Baki TUĞ...

1. THKO Davasında Avukatların Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ne Sundukları Soruşturmanın Genişletilmesi Talebi

ANKARA SIKIYÖNETİM KOMUTANLIĞI 1 NO.LU ASKERİ MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA Dosya No. 971/13 Özeti:...

Usuli Kazanılmış Hak ve İstisnaları – Maddi Hata Kavramı

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununda  usulî kazanılmış hakka ilişkin...

22.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: 4. 22.7.971 Duruşmanın tehir edildiği belli gün...

20.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: III. 20.7.971 Duruşmanın tehir edildiği belli gün...

17.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: II. 17.7.971 ve Hak. Yzb. Baki TUĞ...

16.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: I. 16.7.971 ve Hak. Yzb. Baki TUĞ...

1. THKO Davasında Avukatların Ankara 1 Nolu...

ANKARA SIKIYÖNETİM KOMUTANLIĞI 1 NO.LU ASKERİ MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA Dosya No. 971/13 Özeti:...

İrfan Uçar Hakkında Avukatları Halit Çelenk Ve...

Ankara: 2.9.1971 1 NUMARALI SIKIYÖNETİM MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA ANKARA Dosya No. 971/96 evr. 971/13...

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan Ve Sinan Cemgil...

Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve Yusuf Aslan tarafından kaçırılan...

İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 26 Numaralı Bildirisi

Bu dava mahkemede devam ederken, savunmalar yapılırken henüz mahkemece...

Siteden