YARGITAY BAŞKANLIĞINA VE 9 . CEZA DAİRESİNE
Sayın Başkan ve üyeler
1999 İmralı’da yargılanma süreciyle birlikte Türkiye’de yoğun bir demokrasi ve onun anayasasının nasıl olması gerektiğine dair tartışma yaşanmaktadır. İkisi arasındaki bağların çok güçlü olduğu kanısındayım. Cumhuriyetin demokratik yönde evrimleşememesi ve bunun hukukuna anayasasına yol açamaması; nasıl ki önderi olarak yargılandığım “Son Kürt İsyanı”na temelde yolaçmışsa ve neredeyse 75 yıllık cumhuriyet tarihinin büyük bir kısmı benzer tarzda geçmişse, isyan, bastırma ve tenkil yönteminin artık büyük yetmezliğini, çözümsüzlüğünü ortaya koymakta ve gittikçe davayla birlikte yoğunlaşan demokratik anayasal tartışma gerçek bir aydınlanmayı ve çözümü aramakta ve dayatmaktadır. Acı ve kayıpları ne kadar büyük de olsa, çağın “demokratik uygarlık” espirisi yakalanamadı mı, hele hele bunu demogojik bir yaklaşımla halka sahte bir demokrasi biçiminde yansıtınca, başta “Kürt Kimlikli” ayaklanmalar olmak üzere hukuk sistemini zorlayan oldukça kapsamlı ve tüm gelişmeleri artık objektif tartışmak “anayasal bir devletin” hukukunu gözönüne getirmek ve kerhen uygulamakla birlikte evrensel ve oldukça demokratikleşmiş hukukun temel felsefesine en azından inancını ve ne kadar sınırlı da olsa bu “davam” üzerine gölgesini düşürmek anlamlı bir beklenti idi. Bağımsız yargının bir gereğiydi.
Gerek savcılık iddianameleri, gerekse mahkeme kararı ile bu konuda klasik yaklaşımı uygulamakla her ne kadar Cumhuriyet yasalarına bağlılığı tam sergilendiyse de ve bu onların görevi idiyse de, önlerinde resmi hukuku bu kadar aşmış, aslında bir “savaş hukuku” çerçevesinde ele alınması gereken bir dava ;sosyoloji de temelleri kadar, benzer sorunlarda yaşanan, yasal olmasa bile bazı evrensel hukuki yaklaşımları veya en azından kararlarını etkilemese de ,dile getirmeliydiler. İleriye yönelik çözüm yolunda bir aydınlanmaya katkıda bulunulabilirdi. Bu kadar acı ve kanın, maddi ve manevi kayıpların cumhuriyetin etiği ve temel siyasetleri üzerinde olduğu kadar demokratikleşmesi üzerinde de olumlu veya olumsuz yönde ki etkilerine dikkat çekilmeliydi. Sadece olayların fotoğrafı ile yetinmek ve klasik ceza maddeleri ile hal yoluna gitmeye çalışmak, bu tür büyük olaylardan hukuk açısından da büyük ders çıkara bilme şansının kullanılamamasına yol açar. Bir hukuk sistemi ;oldukça kapsamlı, yıllarca süren ve tüm toplumu hatta dünyayı sarsmış bir olayı, isyanı önleyememiş ise, bunun da sorumluluğunu görmeli ve gerektiğinde özeleştirisine cesaret etmeliydi. Bu mutlaka gözden geçirilmesi gereken resmi hukuk kadar, yenisinin kaçınılmaz olduğu; çözümleyici hukukun da oluşumuna büyük katkıda bulunulabilecekti. Bir çok ülke tarihi bunun sayısız örnekleri ile doludur.
Savunmalarımı bu temelde geliştirmeye çalıştım. Adına hareket ettiğim örgütün çıkış döneminin ideolojik ve program yanı kadar, geliştirdiği eylem yapısına ilişkin olarak da objektif ve eleştirel yaklaşmaya özen gösterdim. Yine örgüt adına; son yıllarda geçirilen dönüşüm kadar, artık anlamsız bulduğum, bunu da siyaset bilimi ölçüleriyle ortaya koyduğum şiddetin sona ermesi gereği ve demokratik ölçülere dayalı bir dönüşüm çabasını verileriyle birlikte ortaya koyduğum halde, fazla dikkatte alınmadı. Hem reel sosyalizmden oldukça etkilenen ideolojik ağırlıklı; hem de neredeyse son iki yüzyıllık geleneksel Kürt isyanlarının bu sonuncusunun gerçekten sonuncusu olması için çözüm olarak gördüğüm demokratik sistem dışında başka yöntemlerin geçersizliğini, olumsuz sonuçlardan kendini kurtaramayacağını net bir biçimde ortaya koydum.
Evrensel zaferini 2000 yılına dayanırken kanıtlamış demokratik uygarlığın temel ölçülerini, oldukça tarihi bir temelde kazanmış Türkiye Cumhuriyetine uygulamanın tüm temel inanç, düşünce, kültürel kimlik ve gerek ekonomik-sosyal ve siyasal sorunların çözümünde tarihi gereğini ve anlamını ortaya koymaya çalıştım. Kürt sorununda da genel çözümün bir parçası olarak “Demokratik Çözüm Manifestosu” adı altında yaptığım savunmamı kitap olarak yayınlattım.
Yargıtayda da bu savunmamlarım ve ilgili bazı belgelerin birlikte daha derinlikli değerlendirileceğine inanıyorum. Avukatlarımın bizzat katılarak son gelişmeler ile birlikte savunma yapma durumunda kalmalarına rağmen yine de bu İmralı davasıyla Demokratik Cumhuriyet ve anayasası tartışmalarına katkıda bulunur inancyla daha demokratik anayasal çözüme ilişkin yaklaşımlarımı ortaya koymanın tarihi gereğine inandım. Gerek Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın, gerekse Yargıtay Başkanı’nın cumhuriyetin ve hukukunun demokratikleşmesine ilişkin yaptıkları yıl dönümü ve açılış konuşmaları karşısında, yargılanmamın öneminden dolayı bu konuda sorumluluktan da öte kendimi görevli buluyorum. Yargılamada söylediğim “Demokratik Cumhuriyete” barış ve kardeşlik temelinde hizmetin, herkese yüklediği görevlerin benim için de çok daha ağırlıklı olduğu inancımı koruyor ve gereğini yerine getirmeye çalışıyorum. Yargıtaydaki savunmam da kitapçık haline getirilmiş mahkemedeki savunmalarım temelinde olacaktır. Ayrıca sürece ilişkin gerek “silahlı mücadeleyi sona erdirme” ve gerekse PKK örgütünün “yasal demokratik dönüşümüne” ilişkin yapılan çalışmaların belgelerini de sunuyorum. Avukatlarım bu konularda daha kapsamlı savunmayı yapabilecek durumdadırlar. Fakat mahkeme kararı ile birlikte gerek kamuoyundaki büyük tartışma, gerekse bu davanın Demokratik Cumhuriyet ve anayasal ifadesi üzerindeki etkisinin ne olması gerektiği konusuna aydınlatmayı getirmeyi görev bilmekteyim. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi Başkanı ve Yargıtay Başkanının yıl açılış konuşmalarının bu yönlü herkese yükledikleri görevlerin daha ağır sorumluluğunun üzerime düştüğü yönünde kanım güçlenmiştir. Yargılanmada söylediğim “Demokratik Cumhuriyete barış ve kardeşlik temelinde hizmet edeceğime” dair sözümün gereklerini kısmen yerine getirmekle birlikte, önümüzdeki dönemde tam gerçekleştireceğime de inanç ve kararlılığımı belirtmek durumundayım.
Yargılanmamın temelinde uluslar arası hukukun çiğnenmesi önemli bir rol oynar. Türkiye’ye teslim edilişimde başta Yunanistan olmak üzere, birçok Avrupa ülkesinin ulusal hukuklarını gözardı etmeleri ve açıklığa kavuşturulması gereken devlet ve hükümet çıkarlarını esas alarak komplocu yöntemleri temel almışlardır. Bunu İmralı’daki duruşmada mahkeme başkanlığına sunduğum bir mektupta “1925 Kürt İsyanında” İngiltere’nin yürüttüğü politikanın günümüze uyarlanmış bir versiyonu olarak değerlendirdim. Kendi payıma bunun kullanılanı olmamak için 1993’ten beri Türkiye ile diyalog arayışlarımı ve sorunun şiddetten uzaklaşarak siyasal bir kanala dökülmesi gerektiği; buna ihtiyaç duyulduğunu bu nedenle açıklamaya çalıştım. Yargılama sürecine yaklaşımım bu hayati gerçeklikle yakından bağlantılıydı. Kanımca hiçbir hukuk maddesi, bir ülkenin en temel politik gerçeklerinden bağımsız olamazdı. Mahkeme bu husus üzerinde layıkıyla durmadı. Benim için halen teslim edilişimdeki hukuk dışılığın temelinde Türkiye’nin dostluğu, çıkarları gözetildiği için değil; çatışmayı çıkmaza sürüp daha çok kendilerine bağlamaya amaçlamadıkları için gerçekleştirilmiştir. Burada benim duruşmamın yanlışlıklarından ders çıkarmak kadar, diğer önemli yan özgür vatan birlikteliği ve Demokratik Cumhuriyete sahip çıkmak temelinde olmalıdır.
Yargılanmam TCK’nın 125. Madde uygulanmasını da dar ve tekniki buldum. Hem cumhuriyetin en kapsamlı isyanı denilecek, hem de bu isyanın dayandığı temel tarihi, sosyal, siyasal nedenleri neredeyse yok denilecek kadar dile getirilmeyecek. Dar resmi hukuk yargılanmasıyla yetinilerek, çağdaş bir çok ülkenin de tarihilerinde ortaya çıkan benzer sorun ve olayların ele alınış ve çözüm tarzının hayati olduğu tarihteki bu örneklerden yapılacak kıyaslamalarla olaya daha objektif yaklaşılacacğı inancındayım. Yine en azından cumhuriyet tarihi boyunca bu nitelikte kapsamlı olayların artık bilimsel ele alınmayı zorunlu kıldığı, salt resmi hukukça yaklaşımın çözüme katkıda bulunmaktan ziyade, çıkmazı daha da derinleştireceği temel endişe kaynağımdı. Buna karşın, bu isyanı gerçekten yüzyılın son kapsamlı olayı olarak tarihe bırakıp, bundan çıkaracağımız kapsamlı derslerle yeni yüzyılı özgür birey ve toplum oydaşlığına, konsensüsüne dayalı demokratik çözüme, cumhuriyetin demokratik evrimine dayanmak en doğru yaklaşımdı. Klasik cumhuriyet hukukunu bu kadar zorlayan bir isyandan en önemli husus Demokratik Cumhuriyetin yeni anayasal ifadesinden başka bir şey değildi. Özgür birey ve toplumun hukuku ancak böyle bir demokratik anayasadan doğabilirdi. Dolayısıyla geçmiş resmi hukukun mahkumiyetinden, ütopik de olsa ahlaki ve siyasi haklılığımı bu demokratik hukukun gelişiminde görüyordum. Çözüm, kurtuluş, bireysel olduğu kadar toplumsal olarak da buradaydı. Bu yaklaşımım da fazla ciddiye alınmadı. Hukukun somut, maddi olguya göre hareket ettiğini biliyorum. Ama bitmemiş hareket halinde bir olay-olgu silsilesi devam ediyordu. Halen de devam ediyor. Bu durum bile mevcut hukukun yetmezliğini çok açık gösteriyor. Cumhuriyet tarihinin hiçbir dönemi ile kıyaslanmayacak bir insan hakları ve demokrasi tartışması var. Mevcut anayasanın bırakalım demokrasi ile ilişkisini, bir hukuk devletinin bile önünde engel olma durumu; önde gelen hukukçular tarafından da tartışılıyor.
Savunmamdaki temel iddialarımdan biri, ulusal kurtuluşta olduğu kadar, cumhuriyetin kuruluşunda da Kürt varlığının inkar edilmek şurada kalsın; gerçek olan Kürtlerin temel bir kuruluş öğesi olarak rol oynadığıdır. Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün demeç ve yönergelerinde bunu görmek zor değildir. Birinci TBMM’deki temsilde de bu durum kendisini açıkça gösterir. Ama ne zaman ki o dönemde henüz kuruluş aşamasında olan cumhuriyet; İngiltere’nin Musul-Kerkük petrolleri nedeniyle hem Kürtler üzerinde oynamaya çalışması hem de içte saltanat ve hilafet tabanına dayalı isyanların cumhuriyeti tehdit etmesi sonucu tüm dikkatleri cumhuriyetin korunmasına yöneltmişti. Bütün isyanlar tasfiye edilirken demokratik olduklarından dolayı değil; cumhuriyet karşıtlıklarından, cumhuriyeti tehlikeye düşürmesi kaygılarından dolayı hedefleniyordu. Kürt etnik ve dini tabana dayalı isyanların üzerine de bu amaçla yürünüyordu. Burada amaç cumhuriyetin korunmasıdır. Uygulanan şiddetin azlığı-çokluğu tartışılabilinir. Yine tasfiye sonrası yaklaşımlar da eleştirilebilinir. Ama cumhuriyetin kuruluş sürecindeki isyanlar ve burada Kürtlerin iki yönlü rolü önemle göz önüne getirilmelidir. İsyan bahanesi ile aşırı bir ulusçuluk anlayışını tüm Cumhuriyet tarihine yaymak, en büyük yanlışlık ve talihsizlik olmuştur. Asli bir kurucu öğenin tarihte bir benzeri daha görülmeyen ‘dil yasağına’ kadar varan uygulamaya tabii tutulması trajik bir durumdur.
Cumhuriyetin kurucusu olarak Atatürk’ün temel bir amacının bu olduğuna inanmıyorum. Kuruluşta cumhuriyetin bekaa sorunu temel bir kaygıdır. Tüm sorunlara bakışta bu vardır ve anlaşılırdır. Atatürk’ün demokratikleşemeye adım atmaya yönelik iki demokratik deneyimi vardır. Bu denemelerde başarılı olamaması otariterliği ile izah edilemez. Başarılı olamamada sosyal gelişme düzeyi ve yetersiz kadro daha objektif bir rol oynamıştır. Kaldı ki cumhuriyetin kendisi bilime verdiği şansla, özgür bireyin ortaya çıkışında fidelik rolünü oynamıştır. Demokrasinin alt yapısında en temel bir gelişmedir bu. Atatürk’ün çağdaş medeniyet hedefinin de en iyi ifadesini uygarlıkta bulduğu açıktır. Cumhuriyet nesillerine bırakılan görev buydu. Yerine getirilmeyen en temel görev de budur. Cumhuriyeti yoz bir oligarşiye dönüştürenler bundan sorumludur.
Savunmamı özce böyle bir cumhuriyet değerlendirmesine dayandırmaya çalıştım. PKK hareketinin oluşumunda cumhuriyetin yoz bir oligarşiye dönüşümü temel bir rol oynar. Çıkış döneminde “Kürt” sözgcüğünün ağızdan çıkması ya cezaevi ya da dağa çıkışla sonuçlanıyor. Burada demokrasi yoksunluğunun çok ötesinde, ürkütücü bir inkar durumu vardır. Dolayısıyla örgüt adına, hem programatik hem de eylemsel bazda atılan her adım beraberinde çok fazla radikalliği getiriyordu. 1970’ler Türkiyesi’nin aşırı kutuplaşması ve şiddet ortamı, yine dünya çapındaki “soğuk savaş” kutuplaşması herkesi, her hareketi etkilediği gibi beni ve temsil etmeye çalıştığım örgütü de şiddetle etkileyeceği açıktır. Hareketin ortaya çıkışında yetersiz tarih ve siyasi bilinç durumu, bunun yanında yanlışlıklarla dolu değerlendirmeler neredeyse o dönemin her hareketini çağdaş mezhep durumuna düşürüyordu. Yine cumhuriyet, demokrasi ve hukuk kavramlarına ulaşmak şurada kalsın; genel bir devlet kavramına bile ulaşılamadığı herkes için acı bir gerçektir. Sözde, ideolojilerin savaşı veriliyordu. Ama şimdi geriye dönüp bakıldığında birçok yönden cehaletin savaşının verildiği acı bir gerçektir. Bundan yalnız bireyin, örgüt mensuplarının sorumlu tutulamayacağı; tüm bir dönemin, Türkiye söz konusu olduğunda dar çıkarcı oligarşinin en başta sorumlu tutulması gerektiği de açıktır. Burada kastım suçlu aramak değildir. Kastım, yakın tarih ve çıkış koşullarına objektif bir anlam vermektir. Hukuk ne kadar resmi, somut da olsa bu gerçeklikten bağımsız olamaz. Hukukun en azından hüküm verirken belli bir objektifliği göz önüne getirmek durumunda olduğu inancındayım.
Dönemin tüm bu temel özellikleri göz önüne getirildiğinde, PKK programındaki hedeflerin en ayırılıkçı propaganda döneminde bile cumhuriyetin özüne karşı olmadığı gibi; aradığı birliğin ancak demokratik cumhuriyetle gerçekleşeceğini, esas amacının da bu olduğuna kuşku duymuyorum. Savcılık iddianamesine karşı, böyle bir cumhuriyeti savunmamın hem bilimsel, hem de hedeflerimin özünü teşkil ettiğini vurguladım. Savunmalarımın bunu yeterince kanıtladığı kanısındayım. 70’ler dünyasında özgürlük ve eşitlik için oldukça yaygınlaşan, ister sınıf temelinde ister etnik-ulusal veya dini temelde olsun, tüm hareketlerin bir benzerini yaşadığımız açıktır. Düşünce ve inanç alanlarında olduğundan çok daha fazla, yasa dışılığın da ötesinde, bir kültür-kimlik inkarının tepki doğurmaması anormaldir. Dolayısıyla ben, PKK’nin ve önderlik ettiğim insanı en büyüklerinin, bizzat mensuplarının yaşadığı ve yol açtığı acıları ne kadar büyük olursa olsun resmi yasal düzene radikal bir başkaldırı da olsa ahlaki ve demokratik siyaset açısından zorunlu, bilimselliğin gereği meşru bir çıkış biçiminde değerlendirdim. Savunmamın önemli değerlendirilmesi de budur. Bununla görünüşte resmi hukuka karşı en ağır davranışlardan birine öncülük ediyorum. Bu kadar aşırı bir kimlik inkarı başka bir ifade tarzına da imkan vermiyor. İnsan benliğine saygılı ve onurlu olmak istiyorsak yalnız da olsak direnmenin meşruiyetine inandım. Başka tür insanlığımı koruyamayacağım endişesini hep taşıdım. Savcılık iddianamelerinde bu yan hiç görülmek istenmiyor. Ama, yarın eğer demokratik cumhuriyetimiz ve anayasamız olacaksa, bu meşru direnmenin de önemli bir rol oynadığı teslim edilecektir. PKK’nin yanlışlıklarını hiç kimse benim kadar görüp, üzerine gitmemiştir. Ama temel bir özgür kültür, kimlik arayışında olduğu da görülmelidir. Resmi hukuk açısından tümüyle suçlanma tarzları geleneksel dogmatik dini suçlamalardan farksızdır.
İddianamelerde görülen temel bir yanlışlık da eylem yapısı hakkındaki değerlendirmedir. Kapsam ve süre bakımından düşük yoğunluklu bir savaş olarak değerlendirilen bu isyanda, kamuoyunda yaratılan etkilenmelerin de bir sonucu olarak eylemlerin düz değerlendirilmesi, bana maledilmesini, olayı en yoğun yaşayan biri olarak fazla gerçekçi bulmadım. Örgüt içinde adeta hergün bir karşı savaş durumunu yaşadım. Meşru savunma düzeyinde tutmak için olağanüstü bir çaba harcadım. Kime, hangi meşru savunma dışı eylem anlayışlarına karşı nasıl mücadele verdiğimi PKK’nin içini biraz inceleyenler göreceklerdir.
Eğer dünyanın birçok bölgesinde; örneğin Cezayir, Filistin, İran, Bosna, Kosova vb. yerlerde yaşanmış eylem yoğunluğuna ve kayıplarına karşın, bizim eylemlerimiz çok sınırlı kalmışsa bunda birey olarak konumum, rolüm daha iyi görülebilirdi. Bu hususta kendimi ceza maddesinden korumak için değil, yine gerçekliği olduğu gibi görmenin, hukuk açısından vezgeçilmez olduğu inancındayım. Sonuçta doğru bir çözüme gidilecekse, hukuksal yapılanmanın bu yönü önemli etkide bulunacaktır.
Savunmamın temel ağırlık noktalarından biri de, yüzyılın sonlarına doğru dönüşen dünya ve Türkiye koşullarında PKK’nin, dolayısıyla Kürt sorununun da önemli dönüşümlerle karşı karşıya olduğunu ve bu yönlü ortaya çıkan gelişmeleri açıklamaya çalıştım. Bu husus da hem iddianamede, hem kararda fazla göz önünde bulundurulmadı. Gelişmelerin hukuki bağlantısı kurulmadı. Bunu, özellikle geleceğe ilişkin öneminden ötürü açma gereğini buluyorum.
90’larda Sovyet sistemindeki çözülme, etkileri açısından en azından II. Dünya Savaşı sonrasına benzer etkilenme ve sarsılmalara yol açtı. Sosyalist sistemin demokratik evrimi gösterememesi; buna karşılık kapitalizmin kendi otoriter faşist rejimlerini aşma ve demokrasisini yaygınlaştırma yeteneğini göstermesi; çözülüşün temel nedeni olduğu gibi, demokratik sistemin dünya çapında gelişme göstermesine yol açtı. Bunda şüphesiz bilimsel-teknik gelişmelerin rolü belirleyicidir. Çözülüşle birlikte soğuk savaş dönemine ait kutuplaşmalar anlamsızlaştığı gibi, buna dayalı sağ-sol ayırımlarının şiddet anlayışları da anlamını yitirmeye başladı. Öne çıkan ve yükselen temel değerler; insan hakları, demokratikleşme, kültürel kimlikleri sahiplenme, benzeri ana konularda yoğunlaştı. Mücadelelerin dili de şiddet olmaktan çok, barışçıl biçimlere evrildi. Son bir-iki yüzyılın; sınıfsal, ulusal kavgaları, savaşları artık ağırlığını ve anlamını yitirmesine; yani yüzyılın barış ağırlıklı sınırların meşruiyetini esas olarak, içte insan haklarına, demokratikleşmeye ve bununla kültürel özgürlüklerine kavuşmaya bıraktı.
Gelişmelerin bu yönlü olacağı genel bir kabul gördü. Birçok ülke pratiği de bunu doğrularcasına önemli gelişmelere tanık oldu. Günümüz dünyasının halen yaşadığı dönüşümün sarsıntıları, bu temelde olduğu gibi, gelişme şansının da bu tür gelişmeleri bünyelerinde en kapsamlı yaşayan ülke, örgüt ve bireylerden yana olacağı açıktır. 90’lı yılların Türkiyesi’nde de hem kendi tarihi, toplumsal, ekonomik, kültürel-siyasal gerçekleri; hem de güncel dünyanın, özellikle Ortadoğu’da yaşanan bu gelişmelerden şiddetle etkileneceği açıktı. İmparatorluğun kalıntılarından bir cumhuriyet yaratmakla birlikte, Atatürk döneminin iç ve dış koşulları, sorunların çözüm dili olarak demokratik yönde evrime fırsat tanımamıştır. Kaçınılmaz bir otoriter dönem yaşandı. II. Dünya Savaşı koşulları, güvenlik kaygısıyla daha da içe büzülmeye yol açtı. Dönemin daha çok faşizme karşı demokrasinin zaferi ile sonuçlanması nedeniyle, dışta yaşanılan etkiyle; sorunun çözümü için, üstten bir demokratikleşme çabasına girişildiyse de, devlet ve toplum yapısında, hukukta yeterince yansımasını bulamadı. Gelişme, daha çok oligarşik karakterde oldu. Cumhuriyetin kuruluş felsefesi ve dengelerini dikkate almayan bu yönlü oligarşik gelişmeler, 27 Mayıs askeri müdahalesiyle yeni bir sürece yol açtı. Bu süreç, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbeleriyle derinleşerek sürdü. Giderek artan bir ekonomik ve toplumsal bunalıma yolaçtı. Yeni anayasalar yapılmasına karşın, devletin hukuk niteliğinden daha fazla uzaklaşması, keyfi rejimlere yolaçmaya götürdü. Toplum; hukuka, özellikle de demokratik hukuk esaslarına göre değil; iktidar erki, güç hangi taraftaysa o tarafın çıkar ve kurallarına göre idare edilmeye çalışıldı. Cumhuriyetin başlangıç dengelerinden ve yapısından giderek daha da uzaklaşıldı. Rejimde yozluk gün geçtikçe daha da arttı. Kapitalizmin vahşi döneminin de ötesinde hiçbir sistemle izah edilmeyecek gelişmeler ortalığı kapladı. Herkes başının çaresine bakmaya, “gemisini kurtaran kaptan” rolüne soyundu. Temel moral ve hukuk değerlerinde aşınma daha ileri bir boyuta vardı.
Darbeler, çözümden ziyade bunalımın daha da derinleşmesine yolaçtı. Yapılan anayasalar, adeta toplumu kefene sarmaya benzer roller oynadı. Sağ-sol şiddet durumu, sorunları daha da içinden çıkılmaz kıldı. Şüphesiz bu durumlar, kendiliğinden güncel gelişmeler olarak değerlendirilemez. Tarihi temel kadar, çağa olumlu yanıt verememe, dar çıkarcılık, birçok benzer toplumda görülen oligarşinin gelişme zeminine yolaçtı. Hakedilmediği halde, yaşanan bu oldu. Türkiye, 90’lı yıllarda bu durumu, dünyadaki demokratikleşmenin de etkisiyle yoğun tartışmaya başladı. Tartışma kapsamlıydı. Bazı demokratik adımlara niyetlenildi. Tam da bu noktada PKK önderliğindeki düşük yoğunluklu savaş çözümlenemediği için, ön görülen bu adımlar atılamadığı gibi, devleti daha da içinden çıkılmaz hale sokan; halen yoğun yaşanılan, tartışılan çeteleşme tehlikesi ile karşı karşıya bıraktı. Şiddette kilitlenme durumu, Türkiye tarihinin en kapsamlı faili meçhul cinayetlerine, neredeyse hukukun çetelerin insafına bırakılması gibi olumsuz gelişmelere yol açarken, devletin raydan çıkma tehlikesi açıktı. PKK içinde de buna benzer gelişmeler sözkonusuydu.
Ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığım bu durum, PKK’nin ortaya çıkışından 90’lı yıllara kadar olan dönemiyle, sonrası açısından önemli bir dönüşüm nedeniydi. “1993 ateşkes denemesi” PKK’nin içinde yoğunlaştırdığı mücadele, bu tehlikeli sürecin önüne geçmek kadar, dünya ve Türkiye’deki yeni gelişmeleri anlamak ve yanıt vermek endişesini de taşıyordu. Fazla derinlikli ve hakim olunmasa da bu yönlü çabalarım çok açık ve önemlidir. İstenilen sonuca o dönemde yol açmadıysa da, bu yönlü ortaya çıkan gelişmelere karşı, daha duyarlı ve olumlu olmaya çalıştım. Bu yıllarda savunmamda da belirttiğim gibi, Cumhurbaşkanı, Başbakanlık, Genelkurmayın her birinin kendi misyonlarınca dolaylı da olsa yansıttıkları önemli mesajlar sözkonusu oldu. Bu mesajlara karşı, tek taraflı iki defa ateşkes denemesine giriştim. Bu tutumumun altında yatan temel nedenler, şüphesiz Dünya ve Türkiye’deki gelişmeler kadar PKK’nin eski program ve eylem yapısının artık kilitlendiği, çözümsüzlüğe yol açacak kadar derinleşmesi, çözüm yeteneğini gösterememesi dolayısıyla yeni anlayış ve yöntemlere ihtiyaç duyulmasından ötürüydü. Her geçen gün, bunun etkisi daha da hissediliyordu. Daha dışardayken kontrol ve denetim yanı ağır bassa da, 96’lardan itibaren MGK konseptlerinde payıma düşene tv programlarında yoğunca işleyerek yanıt vermeye çalıştım. Örgütü bu yönlü hazırlamaya çalıştım. Çünkü karşılıklı tırmanış, çözüm şurda kalsın çıkmazı derinleştiriyor, acı ve kayıpıları dayanılmaz boyutlara taşıyordu. Suriye’den çıkarken, dağı değil de Avrupa’yı tercih edişimin nedeni siyasi bir kanalı yaratarak, şiddete kontrollü son verme niyetimdir. Bazı kişiler aracılığıyla mesaj kanallarını işletmeye çalıştım. Teslim edilişim bu koşullarda oldu. İçerdeyken de zaten İmralı yargılanma sürecinde bunu açıkça dile getirdim. Savunmamı, bir şiddet dönemini sona erdirme ve sorunların köklü dönüşümünün dünya çapında olduğu gibi Türkiye’de de ancak kapsamlı bir demokratik dönüşümle mümkün olacağı, Kürt sorununa da bireysel dönüşümün bir parçası olarak çözüm bulunabilineceğini bir manifesto olarak sunmaya çalıştım.
Duruşmalarda silahlı çatışmaya son vermeye yönelik çağrılarıma, PKK Merkezinden gelen olumlu yanıtlarla, olaylarda belirgin bir düşme yaşandı. 1 Eylül silahlı mücadeleye son verme çağrıma; örgütün katılmasıyla, hem güçlerin sınır dışına çekilme hem de eylemlerde Genelkurmayın tespitlerinde de dile getirildiği gibi, yüzde doksanlık bir düşüş yaşandı. Hem stratejik karar, hem uygulamalarda yıllarca istenen bu yönlü gelişmeler, kamuoyu üzerinde de olumlu etkilere yol açtı. Bu gelişmeler beraberinde yoğun olarak demokratik adımlar tartışmasını getirdi. Şüphesiz bu yönlü tartışmalarda Yargıtay Başkanı’nın yeni adli yılın açılışında yaptığı tarihi konuşma, bir dönemin kilometre taşı rolünü oynayacak önemdeydi.
Yargıtaydaki duruşma ve nihai karara bu gelişmeler ışığında gidilmelidir. Verilecek karar ne olursa olsun; Türkiye’nin 2000’e girişinde önemli gelişmelere yol açacağı açıktır. Üzerinde önemle durma, dar hukuk ceza kanunu ötesinde yaklaşım gösterme, Türkiye’nin geçmişine sağlıklı yaklaşım kadar, geleceği aydınlatmada da büyük rol oynayacaktır. Özellikle klasik isyan süreçlerinin tekrarına berzer yaklaşımlar, benzer isyanlara yol açacağı gibi, bilimsel ve çözümleyici yaklaşım, yaşanan bu isyanı son isyan olarak tarihteki yerine bırakabilecektir. Bu dava, cumhuriyetin özgür toplumsal sözleşme yoksunluğunun sonucudur.
Türkiye, günümüz toplum ve devlet yapısını tarihinde belki de ilk defa yoğun bir eleştiriden geçirmektedir. Bu eleştiriler devletin en üst düzeyinden geldiği kadar, Türkiye’nin içinden ve dışından gelmekte, köklü çözüm arayışlarını kaçınılmaz kılmaktadır. Çağla ilişkilerin evrensel demokratik ölçülerle kavranmamış olması, günü kurtarmacı anlayışlarla temel toplumsal sorunları örtbas etmenin akıllı politika sanılması, bu anlamda gelenin gideni aratması, II. Dünya Savaşı sonrasının tipik özelliğidir. Cumhuriyetin kuruluşu, tarihi bir ihtiyaç ve ileri bir adımdı. Bilimsel temellere dayanmayı sürekli gözetmesi doğruydu. Bunun için alt ve üst yapı reformları ön açıcıydı. Özgür birey ve toplum yaratma doğrultusu, demokrasiye doğru evrim gösterebilirdi. Fakat yeni bir dünya savaşının gelişi ve şer alan kutupların şiddetli zıtlıkları, daha çok güvenliği ön plana almayı, toplum ve devlet yapısından uzaklaşmayı beraberinde getiriyordu. Otoriter cumhuriyet kendini kaçınılmaz kılıyordu. Savaş sonrası tarihi bir demokrasi şansı vardı. Bu şans, daha çok ticaret ve toprak sahiplerinin artan ağırlığını oligarşik yapıya damgalarını vurmalarında fırsat olarak kullanıldı. Geriye çeken bir adımdı. Bir türlü gelişmeyen orta sınıf ve milli sanayi kesimleri, yine emekçi kesimin bu kesimle birlikte mevcut zayıflığı demokratikleşmenin toplumsal bel kemiğini zayıf ve çarpık kılıyordu. Demokratik kurumlaşmaya en çok sahip çıkması ve geliştirmesi gereken bu kesimler, gelişen oligarşikleşmenin yedeği olmaktan kurtulamadılar. Verilen kavga, kaosun derinleşmesinden başka temel bir gelişmeye yol açmıyordu. Ordunun müdahaleleri toptan dağılmayı önlemekten, vidaları daha sıkmaktan öte bir rol oynamıyordu. Birçok toplumsal proje kağıt üstünde kalıyor, günü birlikçiler kendileri için bu ideal ortamı, devlet ve toplumu daha çok soymada giderek bir yarış halinde, yağmalamayı politika haline getirdiler. Bu süreç artık temel hukuk değerlerinden bahsetmenin anlamsızlaştığı bir süreçtir.
Bu süreç şimdi köklü yargılanıyor. Son Marmara depremi ve yıllardır düşük yoğunluklu bir savaşın ortaya çıkardığı gerçeklik; devlet artık değişmelidir tarihi yargısı oldu. Devletin en temel kurumları, bu husuları her geçen gün biraz daha derinleştirerek seslendiriyorlar. Sivil toplum, tarihinde ilk defa öz gücüyle rolünü belirlemeye çalışıyor. Burada cumhuriyetin iflası değil, özellikle son 40-50 yıllık bir yönetim zihniyeti ve yöntemlerinin işlemezliği, sınıfta kalması söz konusudur. Dolayısıyla tartışmanın derinliği ve çare arayışının köktenliği, eğer ciddi bir çıkış ve çözüm bulunacaksa şarttır. Eski zihniyet ve dar çıkarcı günübirlik yaklaşımlar, en önemli tehlikeler olarak görülmelidir. Artık burada sağ-sol, iktidar-muhalefet, asker-sivil ayırımı yapmanın ve suçlamalarla kendini aklamanın doğru olmaması kadar, sonuç veremeyeceği de bilinerek, dönemin yargılanması ve çözüm olanakalarının ortaya çıkarılması gerekmektedir. Herkes rolünü görmeli ve yeni çağdaş devlet ve toplum yapısında yerini doğru belirlemeye çalışmalıdır. Gerçek ve tarihi bir toplumsal sözleşme aranmaktadır. Herkesin çabası burada gerekli olduğu kadar, yapıcı da olmalıdır.
Şunu olanca açıklığı ile bilmek, gereğine inanmak ve yerine getirmek ile karşı karşıyayız. 200 yıldır çağdaş anlamda her tür sınıfsal, ulusal, dinsel, etnik kavgalar yaşandı; darbeler yapıldı. İktidarlar değişti. Hükümetler ortaya çıktı. Fakat günümüzün her kesimin şikayetine yol açan durumuna yol açmaktan kurtulamadı. Bu şunu kanıtlıyor: Temel toplumsal sözleşme imzalanmamıştır. Üst yapıdaki kavganın sonuçsuzluğu ve tüketiciliğinin temel nedeni burada görülmelidir. Bir tarafın üste çıkması, hakim olup hatta ezmesi çözüm olmuyor. Tam tersine dengesizliği, toplumsal uyumu daha da bozuyor. Cumhuriyetin yaşadığı ve hak etmediği en temel noksanlık buradadır. Cumhuriyet belki çağdaş bir devlet oldu, ama toplumsal sözleşmesi olamadı. Onu geliştiremedi, hatta göremedi. Anlamaya yanaşmadı. En tehlikeli noksanlığımızın bu olduğunu görmekten ve bunu gidermekten korkmamak gerekiyor. Bu yapılamayan toplumsal sözleşme kendsini birçok temel alanda gösterdi ve günümüzde şikayet, eleştireden de öteye eyleme de geçirerek; geçmişi adeta boşa çıkararak gösteriyor. Düşünce, inanç özgürlüğünden tutalım; temel kültürel kimlikler, toplumsal kesimlere kadar uzlaşmanın evrensel hukuk değerlerine göre kurulmadığı, burada büyük bir noksanlık yaşandığı açıktır. Tersine mevcut siyasi ve hukuki; resmi ideoloji ve kurumlaşmalar, en ciddi engel konumunda olduklarını bu yargılama sürecinde göstermekten kurtulamamışlardır. Toplumun travmalı durumu, deprem gibi temel olaylarda da kendini gösteriyor.
Daha da açık anlaşılması için yargılandığım dava konusunu da açmakta tarihi yarar görüyorum. Kürt diye seslendirilmek istenen olguya ne ad verirsek verelim, öncelikle bilimsel tanımını yapamamaktan tutalım, hem sorunlara çağımızın gösterdiği yaklaşımlardan hiç sonuç çıkarmama ve yararlanmama, sürekli bastırma ve yok sayma; buna yönelik tepki söz konusu olduğunda da en eski aşiret mantığı ve ruh ilkelliği ile bunu en büyük tehlike ilan edip üzerine gitme, dili yasaklamaya varan ve giderek çözeceğini sanmak anlayışıyla felsefe, hukuk, siyaset, ahlak, din, tamamen bir tarafta bırakılıyor; fiziki çözüm dediğimiz son karşı kişi kalıncaya kadar tasfiyeyi esas alma, elde tek yöntem olarak kalıyor. Daha sonra yapılan yargılamalar ve uygulanan siyasetler ne anlam ifade edecekler? Fiziki çözüm için artık hukukun ve siyasetin gereği var mıdır? Olsa bile ayıbı örten asma yaprağı kadar değeri olur mu? Karşı taraf bunu, bu acımasız çözüm tarzını gördükten sonra karşı tepkide sınır tanımaz duruma; dolayısıyla çözümsüzlüğü derinleştiren karşı kutup olmaktan kendisini alıkoyabilir mi?
Türkiye’de sorunların tahrik tarzıyla kendini böyle ortaya koyması aşiret sisteminin örfi hukukunun bile gerisine düşmeye yol açıyor. Halbuki çağdaş demokratik çözüm tarzının, en kapsamlı toplumsal sorunlara bile son yüzyılımızda başarılı bir çok uygulamayla çözüme götürdüğüne tanık olunmuştur. Savunmalarımda bunu ortaya koydum. Avrupa’da çekirdek bir ülke olan İsviçre’de dört temel ulusun dil, kültür, din farklılığını en kapsamlı yaşamasına rağmen, en güçlü demokratik birlikte yaşamayı gerçekleştirebilmiştir. Afrika’da; Güney Afrika deneyimi çeşitli ırk, dil, din, etnik farklılıklarını, uzun mücadelelerden sonra demokratik sistemin zaferiyle çözüme götürebilmiştir. Asya’da; Rusya gelişkin bir federasyonla din, dil, etnik farklılıklarını çözmüşlerdir. Avustralya kıtasında Yeni Yeni Zelenda hatta Amerika kıtasında ABD”nin kendisi neredeyse tüm dil, din ulusların ortaklıklarından oluşmuş bir dünya federal sistemi; güçlü devlet olmanın en gelişkin düşünce, inanç kültür farklılıklarının en kapsamlı özgür ve eşitliği doğru yaşamasıyla gerçekleştirebileceğinin dünya çapındaki örnekleridir.
Farklılıkların özgürce yaşanması zayıflığın, bölünmenin değil; güçlenmenin zenginleşmenin zemini olabileceği, dünyamızın giderek hakim bir özelliği olmuştur.
Tarihte bağnaz din, ulus, aşiret şövenizminin, faşist totaliter rejim deneyimleriyle, insanlık dışı yüzü ortaya çıkmış ve yüzyılımızın savaşlarında iflasları kesinleşmiştir. Tersine, demokratik sistemin zengin çözümleyici özelliği dünya çapındaki başarısını kanıtlamıştır. Çağdaş uygarlığın, demokratik uygarlık olduğu tartışmasızdır.
Türkiye’nin güncel somutunu tarihi ile kıyasladığımızda toplumsal sorunlarda bir çok yönden geriye düştüğü, kendisini çözümsüzlüğe mahkum ettiği görülecektir. Burada amacımız Cumhuriyeti, imparatorlukla ilericilik anlamında kıyaslamak değildir. Fakat toplumsal sözleşme kavramının ne kadar önemli olduğu, devlet olarak ne kadar güçlü de olunsa toplumsal mukavelenin vazgeçilmez olduğunu çok iyi görmek gerekir. Bu günlerde basına da yansıyan sayın Başbakan Ecevit’in hediye olarak ABD’ye götürdüğü Fatih Sultan Mehmed’in Balkanlar’da savaşla elde ettiği yerlerde din, kültür yaşamlarından halkların özgürlüğüne ne kadar önem verdiğini gösteren fermanı takdim etmesi ve özü itibarıyla günümüzde de aradığımız bir anlayıştır. Osmanlı’nın bu kadar farklı kavim, din, dil, aşiret, ırk toplulukları arasında en uzun süreli yaşayan bir imparatorluk olmasında, toplum felsefesinde bugün de örnek alınabilecek sağlam bir toplumsal sözleşmeye sahip olmasının belirleyici bir yeri vardır. Zorla asimilasyon yoktur. Sosyal yapıların kendi içinde ve dışında zora dayanmayan, özgür tercihe dayanan farklılıklarını korumaları ve yaşamlarının ayakta uzun süre kalmasının en temel nedenidir.
Cumhuriyet çağdaş bir devlet olarak kurulmuştur. Kurumsal açıdan imparatorluğu çöküşe götüren nedenleri aşmıştır. Aynı başarıyı toplumsal alanda da göstermesi özellikle son 40-50 yılın baştan çıkarıcı özellikleri neredeyse diyalektik bir hal almıştır. Kargaşanın, kaosun diyalektiği. Hiçbir toplum bu kadar uzun bir süre bu kaos diyalektiği ile normal yaşayamaz. Bu çılgınlaştırıcı bir rejim anlamına gelir. Bu tip rejimlerin siyası ve hukuki sistemi de olamaz. Hukukun devlet ve toplum yapısından giderek dıştalanması bu gerçeklikle yakından bağlantılıdır.
Bu gün yargılandığım, bu davanın konusu olarak Kürt orjinli bir toplum kesimini anlamaya çalıştığımızda bu acı gerçeklerle kıyaslamadan bir karara gitmek bu nedenlerle vahim bir hata ve yanlışlık olacaktır. Ben bu gerçekleri kastediyorum.
Bu gün yargılandığım bu davanın konusunu gerçekliklerin ışığında anlamaya çalışmak büyük önem taşır. Cumhuriyetten ayırmakla suçlandığımız Kürt kökenli toplumun, Osmanlının bile gerisinde bir toplumsal inkarcılık cenderesinde yaşanmaya zorlandığı bir gerçektir. Bir kez daha belirtiyorum cumhuriyetin kuruluş sürecinde asli bir kurucu üye olduğu resmen tanınmıştır. En azından gerçekliği kabul edilmiştir. İsyanlara önderlik eden ve cumhuriyetle ters düşmüş toplum kesiminin yol açtığı sorunlar anlaşılırdır. Ama Atatürk sonrası özellikle normalleşme sağlandığında ve cumhuriyete yönelik ciddi bir tehlike kalmadığı artık Osmanlının toplumsal sözleşme statüsünün gerisinde olmaktan da öte inkara gitme, bunu dil yasağına kadar vardırma ve anayasaya da taşıma, toplumsal meşrutiyeti ortadan kaldırır ve her tür isyanın kanuni olmazsa da ahlaki ve siyasi gereksinimini ortaya çıkarır. Öncülük etmekten yargılandığım olayın temelinde bu gerçekliğin görülmesi şahsım için olmasa da, en azından yakın geçmişi doğru anlamak ve geleceğin toplumsal sözleşmesini, anayasasını doğru yapmak açısından hayati önem taşır. Başta Kürt toplumsal yapısı olmak üzere, ağırlıklı olarak Türk kökenden oluşan Türkiye (Türk demek dar kalıyor.) Ulusal yapısı içinde tüm farklı kesimlerin çağdaş toplumsal sözleşmesini bilimsel temellerde düzenlemek artık kaçınılmazdır. Cumhuriyetin kuruluşunun devrimci niteliğiyle, sonrasında gelişen kaosu ayırt etmek gerekir. Birincisine ne kadar bağlı ve saygılıysak; ikincisini de aşmayı bu bağlılığın ve saygının gereği olarak bilmek o kadar gerekli ve doğru olur.
Bu yargılanmanın somutunda bazı hususlar, çarpıcı ve tarihi açıdan çözüm arar biçimde karşımıza çıkmıştır. Birinci husus, cumhuriyetin kuruluşunda Kürtlerin payı küçümsenmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundaki bu pay küçümsenirse, bu küçümsenemez bir halk gerçekliğinin çağdaş hakları uzun süre gözardı edilir, zorla asimilasyona kalkışılırsa bununla sağlıklı bir siyasi ve hukuki sistemin kurulamayacağı, kurulsa bile bu politikalarla yaşatılamayacağıdır. Ama politikaya ve hak eşitsizliğine karşı meşru da olsa bir isyanın ayrılıkçılık temelinde başarıya gidemeyeceğidir. Yeterince yaşanan isyanlar, bu gerçeği büyük acı ve kayıplarıyla fazlasıyla ortaya koymuşlardır. Ayrıca isyanların ara dönemlerinde ister zorla ister kendiliğinden uykuya yatma tarzında olsun, yaşamanın çözüm olamayacağı artan birikimlerle, daha ağır patlamalara yol açacağı anlaşılan diğer bir temel husustur. Bu isyanların siyasi gerekçesini ortaya çıkarır.
Cumhuriyet tarihi bu anlamda eksik ve yanlışlığını görerek ancak doğru yola girebilir ve hak ettiği başarıya ulaşabilir. Onun için diyorum ki; bu yargılanma resmi hukukun dar ceza maddeleriyle kendini yeterli haklı bir yargılama kararıyla sınırlandırmamalı. Bu bakış açısı cumhuriyetin özüne yeterince cevap vermeyecektir. Şunu bir slogan olarak her zaman dile getirmekten kendimi alıkoyamam. Ben cumhuriyetin özüne değil, oligarşik saptırılmasına karşı savaştım. Bunu yeterince ifade edememe veya isyan sürecinde bazı eylemcilerin asla kabul edilemez eylemlilikleri, mücadele gerçeğimin bu yönünü ortadan kaldıramaz. Daha da genelleştirirsem PKK öncülüğünün program ve eylemlerinde ki ütopik ve yanlışları, gerçeğimin bu asli özelliğini ortadan kaldıramaz. Kaldi ki içinde milyonlara varan kitlenin, kültürsüzlüğün ürünü birçok kuralsız bireyin ve bizzat savaşan tarafların tüm eylemlerinde bu kadar abartmalı yargılanmam, kapsamı bu kadar olan bir sorunda sorumluluğun bilimselliğini epey aşan bir biçimde bana yığılmasını evrensel hukuk ilkeleriyle, temel siyaset ve ahlak felsefesiyle bağdaştırmak mümkün değildir.
Bu Dava Demokratik Cumhuriyet ve Anayasasıyla Sonuçlanacaktır
Cumhuriyet olarak kurulan devletin çok sözü edilmesine rağmen özü, en az anlaşılan kavramlardan biridir. Atatürk, şüphesiz kuruluşunda temel rolü oynadığı eseri tanıyordu ve onu ulusa biricik armağan olarak bırakıyordu. Anlaşılması için bilim ve eğitime başta gelen bir yer veriyordu. Bu konularda gerçek ve büyük bir devrimci rol oynuyordu. Ama bu eserin tamamlanmaya ihtiyacı olduğunu, özellikle toplumsal zeminin yenilenmesi en temel sorundu. İki demokratik deneyim Terakkiperver ve Serbest Cumhuriyet Fırkaları başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Üst yapıdaki reformlar toplumsal dokuyu fazla derinliğine değişikliğe uğratamıyordu. Doğuda isyanlar nedeniyle durum daha da geriye gitmişti. Dünya savaşı tehlikesi iç değişime fazla imkan vermiyordu. Bu hususlar imparatorluktan kalan enkazdan, devlet yenilenmiş olarak çıkıyordu. Ama ona göre yeni toplumsal sözleşme kurulamıyordu. Yeni bir ekonomik sosyal gelişme bunun maddi zeminini henüz yaratmış iken, eski feodal yapıya dayalı toplumsal uzlaşma cumhuriyet ile çekişmeyi aşamıyordu. Bir çok yönü zayıf ve tecrübesizliğinden dolayı yaratacılıktan yoksun olur. Eski statükoyu aramasından ötürü cumhuriyetin toplumsal zeminin giderek ağırlaşacak sorunlarla yüz yüze geliyordu. Kurulan siyasi rejimler bu iki yapı arasında gereken köprü rolünü oynamak şurada kalsın, daha da yobazlaşmalarına yol açıyordu. Bir kısım siyasi yapı cumhuriyetten nasiplenirkken, karşı bir kısım da bu haldeki çelişkili toplumu istismar ediyordu. Siyasette yozlaşmanın diyalektiği de böyle gelişti. Dünyada çağdaşlaşma sürecini yaşayan bir çok toplumda da benzer sorinlar yaşanıyordu. Fakat öncülük düzeyinde olan bazı ülkeler demokratik sistemin ölçülerini geliştirerek başarılı çözümlere yol açabildiler. Demokrasi belki de tarihte ilk defa kapsamlı bir biçimde toplumsal sorunların daha başarılı çözüm dilini yakalıyordu. Şiddete dayalı hakim ve otoriteryan yaklaşımların başarısızlığı kadar, yol açtığı tahribat ve gerilikler de ortaya çıkıyordu. Demokrasi ile mukayesede üstünlük ve başarının hangi sistemden geçtiği belli oluyordu. Türkiye cumuriyetinin geç kavramaya başladığı ve sırf batıya yaranmak için şekil şartlarını yerine getirmekle demokratikleşilemeyeceği de artık açığa çıkmıştır. Kurnazca, temel kavramlarla oynamak belki demogoji ustalarını ortaya çıkarabilir. Ama çok gerekli olan demokratik önderleri ortaya çıkaramadı. Demogoji ile adına hareket ettiği demokrasi arasındaki ilişki en tehlikeli ihanetlerden biri haline gelmiştir. Türkiye toplumu, bu ihaneti hak etmediği halde en tehlikeli biçimlerde yaşayan toplum haline gelmişti. Her yüce kavramın içi boşaltılıyordu. İnsanlığın uğruna yüz yıllarca kavga verdiği, özellikle büyük düşünselliğin ürünü olan kavramların fetişleşmesi, fahişeleşmesi söz konusuydu. Aydın hastalıkları derinleşiyordu. Batı rönensans ve aydınlanma ile dekmokratikleşirken Türkiye cumhuriyetinin sınırlı bazı olanakları da bu aydın ve politik cambazlkıları nedeni ile en içi boş, düşünmeden konuşan, pratik gereklerine yanaşmayan entelektüel ve politik ahlaksızlığın derinliğinde kulaç atıyordu. Hukukun bu gereklilik karşısında fazla bir düzenleyici gücü olamazdı. Anayasa ve yasaları raflarda gittikçe tozla boğulan metinler olmaktan kurtaramazlardı. Günümüzde yargının en zayıf kurumlardan biri olmasının nedeni de bu yapılardır. Halbuki yargının üçüncü bir güç olduğu tanımı yapılırdı. Günümüzde cumhuriyeti numaralayarak tartışmanın fazla değeri yoktur. Ama içeriğinin demokratikleştirilmesi ekmek, su kadar gerekli ve vaz geçilmezdir. Cumhuriyet demokratikleşmeden ilerlemesi şurada kalsın, zaten korumakta zorlandığı, yapıyı da, bu haliyle fazla koruyamayacağı anlaşılmıştır. Bu durum kurumların zayıflığı ve tecrübesinin eksikliğinden ileri gelmiyor. Yine asker-sivil kadro zayıflığından ileri gelmiyor. Fazlasıyla bu yanları var ve güçlüdür. Ayrıca ekonomik ve sosyal temel zayıflığı da artık söz konusu değil. Gelişkin bir demokratik cumhuriyette, el verecek olgun bir ekonomik sosyal yapı oluşmuştur. Kültürel birikim bütün yoz ve çarpıklığına rağmen yeterlidir. Eğitim kurumları ve eğiticiler fazlasıyla mevcuttur. Güçsüz ve özden yoksun bırakılmış da olsa bir hukuk ordusu da vardır.
Ama bütün bu veriler, tarihin en ağır sorunlarını yaşamaktan kurtulma şurada kalsın, bizzat iradeleri dışında da olsa sorunun kaynağına dönüşmekten kendilerini alıkoyamamışlardır.
Büyük demokrasi tartışmasının altında yatan Türkiye gerçeği özce böyledir. Bu tartışmayı artık bir konsensüse, toplumsal sözleşmeye dönüştürmeden ileriye yönelik atılacak her adım, şimdiye kadar olduğu gibi ters tepmekten alıkonulamayacaktır. Temel halkaya eklenmeyen tüm halkalar boşa sallanır. Cumhuriyetin Atatürk zamanından beri eksik kalan toplumsal sözleşmesinin yerine geçirilmeye çalışılan bütün zoraki anayasalar uygulanamamaları şurada kalsın, sık sık lağv edilmekten kurtulamamışlardır. Hakiki demokrasinin uygulandığı ülkelerde yüz yılda yapılabilecek bir değişiklik on yılda bir, o da gayri meşru yollardan yapılmaktan kurtulunamamıştır. Neden yine gönüllü özgür düşünce ve inanç savunmasına dayanmak kadar, tüm toplumsal gerçekliği olan kesimlerin çıkarlarını, oydaşlığını vazgeçilmez kılan toplum, sözleşme yoksunluğudur.
Bunun altında yatan temel neden de yeterince özgür birey ve toplum gerçeklerinin oluşamaması, buna fırsat tanınmamasıdır. Bazı çıkar odakları hak etmedikleri boyutlarda kendilerini ifade etmektedirler. Bu kesimler düzenden veya düzensizlikten yararlandırılırken diğer kesimlere anti-demokratik ve hukuk dışı yaklaşımlarla yaklaşırlarken, alabildiğine de yasaklamacı güce erişmişlerdir. Özde bir ulusal ve toplumsal hukuk yakalanamamıştır. Var olan da oligarşik çıkar gruplarının istismarına uğramaktan kurtulamamışlardır.
Bu anlamda tanınmayan hukuk veya hukuksuzluk, affetmiyor. Ektiğini biçersin. Tüm toplum kesimleri bu temel nedenlerle çarpıkta olsalar aslında ayağa kalkmışlardır. Toplum, genel bir isyan halini kendine göre yaşamaktadır. Burada kavgayı savunmuyorum. Kavga fazlasıyla yapılmıştır. Nedenine inilmediğine ve amaçlarına yanıt verilmediğine karşıyım. Gün belki de hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar hem zorlayıcı; hem de olanakları açısından eşsiz bir biçimde bu büyük kavga, toplumunun hak nedenlerine inmek ve gereklerini yerine getirmek zorunda bırakıyor herkesi. Çözmezsen çözüleceksin aşamasını herkes iliklerine kadar yaşıyor.
Bunun adı, tarihi toplumsal sözleşme hakkı ile geçiştir, bu geçişin gerçekleştirilmesidir. Yaşananlar, bu anlamda herkesi ve yasal, anti yasal her kurumu özeleştiriye zorluyor. Başka çıkış kurtuluş yolu bırakmıyor.
Toplumsal sözleşmenin diğer adı demokratik toplum sistemi, onun alt ve üst yapısıyla kuruluşu, anayasal tartışmalarının da özüdür. Bazı şekilsel madde değişiklikleri, hastalığı daha da ağırlaştırır. Toplumsal sözleşmeye geçerken, başta özgür birey ve toplumunu temel almak gerekir, bu tam gerçekleşmemişse bile bu varsayımla başlamalıyız.
Özgür birey ve toplum kesimlerine dil, din, ırk, ulus, etnik farklılıkları ne olursa olsun hepsine düşünce, inanç ve kültür değerlerini özgürce yaşama hakkı tanınmalıdır. Sayıları ve varlık durumları burada söz konusu olmayan ancak burada geçerli olacak ilke eşitliktir. Geçmişte yapılan en temel hata, bu temel kategoriler arasında zorlayıcılıkla birini diğeri aleyhine kullanmak olmuştur. Bu tutum baskı, totaliter ve faşist rejimin özüdür. Ne ulusal ne sınıfsal çıkarları adına özgür ve eşit uygulanması gereken düşünce, inanç ve kültürel yaşam farklılıklarına fazla müdahale edilemez. Edilirse daha başlangıcında demokratik uzlaşmaya temel darbe indirmiş olunur. Burada azı-çoğu, gereklisi-gereksizi tartışılamaz, ilke söz konusudur. Bunda demokratik rekabet en iyi işleyebilecek durumdadır. Özgürlük ve onunla birlikte eşitlik, adil rekabetin de özüdür. Bunu da tüm özgür birey ve oluşturdukları her tür topluluğa tanımak gerekir. Demokratik sistemin bu özde kuruluşu, anayasa ve yasaların ruhuna işlendi mi demokratik toplumun büyük yaratıcı gücü ortaya çıkacaktır. Düşünce, inanç ve kültür farklılıklarının yasal güvenceyle rekabete açılması halinde müthiş bir toplumsal zenginlik olacağı görülecektir. Burada yararlı, değerli olan her şey anlamını bulacak, toplumdan alıp fazlasıyla vermesini bilecektir. Değersiz ve zararlı olan da hak ettiği yeri bulmaktan kurtulamayacaktır. Burada her şey bilinçli ve yasaların güvencesinde olduğundan ne devletin babalığına, ne dinlerin ilahına sığınılmayacaktır. Para ve güce de dayanılamayacaktır. Burada hukuk gerçek kaynağını teşkil edecek ve en adil dağıtacaktır.
Demokratik anayasa ve yasaların bu eşsiz gücü bir toplumun temel gücü ve kıvancıdır. Zorbalara ve kurnazlara yer olmadığı gibi, haksızlığın güç mihraklarına da yer yoktur. İster sınıfsal, ulusal; ister dini, etnik baskılara da yer yoktur. Her şey ve herkes kardeşçe, adilce paylaşır ve yaşar. “Tek bir ağaç gibi hür bir orman gibi kardeşçesine!”
Ben böyle bir Türkiye’de doğmadım. Uzun yıllar “neden şehirli bir Türk gibi doğmadığıma da pişmanlık duyardım” bu tehlikeli bir anti-demokratizmin saçtığı bir zehirdi. İçinde her tür isyan tohumunu da barındırıyordu. İnsanlar kimden nasıl doğarlarsa doğsunlar, buna pişman edilmemeliler. Bir düzen buna yol açmışsa en büyük suçlu o düzendir. Çünkü sürekli isyancıyı, o da acıyı, ölümü doğurur. Onun için büyük bir isyanın sonunda bellediğim temel ders; isyanlara yol açmayacak bir düzendi. Bunu çağımızın en değerli nesnesi veya anlamı olarak demokratik sistem ölçülerinde yakaladım. Bir isyanın, tüm isyanların ister zaferi ister yenilgisi, hiçbir demokratik eylemin yerini tutamaz. Sınırlı bir demokratik çözüm imkanı en başarılı isyana tercih edilmek kadar; en yetersiz bir demokratik düzen de, en oturmuş otoriter düzenlere tercih edilmelidir. Mücadele bunu öğretti. Herkese öğretiyor. Tüm kurumlara ve devlete de öğretiyor.
Adına yargılandığım Cumhurbaşkanın deyişiyle “bu en son Kürt isyanı” aslında demokrasinin sınırlı gereklerine bile yanıt veremeyen Türkiye düzenine bir isyandır. Çok acımasız ve kayıplara yol açmadan bahsediyor.
Hayvanlara bile uygulanmayacak, belki tarihte de örneği görülmeyen -çünkü Ezop’un da bir köle dili vardı, utanmadan konuşuyordu- sınırsız baskının sembolü dil yasağını, tüm yasal sistemin özüne içireceksin ve vatandaştan kalkıp düzene uymayı bekleyeceksin. Bu büyük bir anormalliktir. Bu Kürt isyanın anormalliği de bu nedenledir. İki anormalliği aşmaktan başka çaremiz yoktur. Ne kendini, ne eğitimsizlikten ötürü Türkü, Arabı, Acemi yaşayabilen bir Kürt; büyük bir problem kaynağıdır. Ölüp öldürmesi de hiç çare olmuyor. Bu bir insanlık trajedisidir. Ben Cumhuriyettin Kürt karşıtı olduğuna inanmıyorum. Cumhuriyet belki de bir Türk’ten daha çok Kürt için bir nimettir. Bunu çok iyi bildikleri için kendi egemenleri Türkçe eğitilmesini de engellemiş, istememişleridir. Katmerli geriliğe mahkumiyet çıkarlarına daha uygun olmuştur. Bu Kürdün, Türkçe veya başka bir dil öğrenmesi zenginliktir. Özgür birey olarak Cumhuriyettin vatandaşı olması bir onurdur. Bunlar tartışılmıyor. Tersine bu zenginliğin sistemi demokrasisi, anayasası niye kurulmadı deniliyor. Bunlar olsaydı PKK olur muydu? İsyan olur muydu? Apo olur muydu?
Bu isyanın meşru temelinin bilimsel izahını savunmamda yaptım. Hata ve yanlışlıklarını da ortaya koydum. Her yeni düzeni daha öncekinin yaşadığı çatışmaların ürünü olduğu sıkça gözlemlenen bir toplumsal gerçekliktir. Uzun süredir, genelde olduğu gibi, Kürdün düzenle yaşadığı çatışmanın da anlamsızlığı artık anlaşılmalıdır. Yakın geçmişteki çatışma düzeninden, önümüzdeki barış düzenine geçiş yaparken bunun içerisinde her toplum, her grup gibi Kürt de kültürel özelliklerine onun özgür ifadesine göre yer almalıdır. Burada ayrıcalıklı bir yer istenmiyor. Çok sözü edilen ne ayrı devlet, ne federasyon, ne otonomi bunlardan bahsedilmiyor. Demokrasi uygulandığında gerek de görülmüyor. Cumhuriyetin demokratik içeriğinde, demokratik bir halk olarak yer almak isteniliyor. Cumhuriyetle en sağlam demokratik birliktelik içinde yaşamak isteniliyor. Zorlansa da ayıramayacak kadar güçlü ve zengin bir birlikteliktir bu. Neredeyse iki yüzyıldır çağdaş anlamda süren bu Kürt sorunu, isyanları artık böyle bir Cumhuriyetin, demokrasi tabanı olunsun isteniliyor. En doğru çözümün bu olduğuna inanılıyor. Bu kavgadan çıkarılacak en doğru sonuçta budur diyorum.
Sonuç olarak Cumhuriyetin demokratikleşememesinin ürünü olan bu sorun, doğurduğu son PKK öncülüklü isyanla birlikte, çözümünü de aynı platforma, demokratikleşmeye bağlamış bulunmaktadır. Kördüğüm olmuş Kürt sorununun, kapsamlı bir demokratikleşme dışında uygulanabilir bir çözümün gerçekçi olamayacağını tüm taraflara göstermiştir. Yirminci yüzyılın sonunda bastırma, zoraki asimilasyonla; buna karşı tepki ve isyan dönemini tekrarlamanın bilimsel olarak da hiçbir anlamı kalmamıştır. Yani topluma da devlete de bu yöntemlerin acı ve artan kayıplardan başka vereceği bir şey yoktur. Tarihin artık görmezlikten gelinemeyecek dersi budur.
Dünya çapında eşsiz çözümleyici gücü kanıtlanmış demokratik sistemin temel ölçülerinin sıradan bir uygulanmasının bile, bizi çözüme götürebileceği de anlaşılmıştır. Türkiye, devlet ve toplum olarak tüm sorunlarında olduğu gibi bu sorunun en kapsamlı demokratik tartışmasıyla birlikte, demokratik anayasa hazırlıklarını yaşamaktadır. Artık ciddi ve demogojiye kaçmadan bunu yapmalıdır. Bu temelde Cumhuriyetin demokratik içeriğe kavuşması kadar, bunun anayasasına sahip olması dışında ne bir çaresi ne de bir tercihinin kaldığı bir tarihi dönemeçten geçmektedir. İnancım bunun başarıyla gelişeceğidir.
Bu gelişmelerde hem PKK, hem kişi olarak rol ve sorumluluğumun bilincindeyim. Geçmişe ilişkin değerlendirmelerimin bilimsel ve samimi olduğundan zerre kadar kuşkum yoktur. Daha önemli olan ve yapmam gereken bundan sonraki görevlerim ve çalışmalarımdır. Yaşadığım müddetçe, öncelikle PKK’yi şiddet yönteminden arındırma ve Türkiye’nin içine girdiği demokratikleşme sürecine, yasal dönüşümüne hazırlamadır. Silahlı mücadeleyi bırakmaya ilişkin PKK Merkezi, kararlılığını açıklamış bulunmaktadır. En yakında 2000’e ulaşmadan tüm örgüte bir kongre ile bu tavrımın resmileştirme kararlılığına da sahip olup, başaracaklarına da inanıyorum. Türkiye demokratik yasal sürecine dönüşme ve dönme temelinde devletin de artan bir duyarlılıkla kolaylık sağlayacağına dair umutluyum. Buna ilişkin üst düzey kurum ve yetkililerin cesaret verici yaklaşımları vardır. PKK’nin değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım. Buna katkı için bizzat yaşadığım süreci zemin olarak sunmaktan, en zor koşullarda bile barış ve kardeşlik çözümüne dair söz ve pratiğimle yanıt vermekten geri durmadım. Bu tutumum kişisel endişelerin çok ötesinde, içinden geçilen tarihi aşamanın bilincinde olmak, demokratik sistem içinde, evrensel hukuk ölçülerini çözüm için en uygun yol olduğuna inanmaktan kaynaklandığını belirtmeliyim. En ahlaki tutum kadar, doğru siyasal tavrın böyle olması gerektiği inancını korudum, irademi sürdürdüm.
Sayın Başkan, değerli üyeler!
Savunmalarımın sonuncusu özce sizlerin şahsında en yüksek hukuk kurumuna çok kısa bir mektup biçiminde sunuyorum. Fazlasının gerekmediğine, ihtiyaç da duymadığınıza da eminim.
Bu hukuk yılının açılışında 2000’e girişte sayın Yargıtay Başkanı bana göre Demokratik Hukuk Manifestosu niteliğindeki konuşmasını yaptı. Kendi eylemimi ve sonuçlarını, bu manifestonun dipten zorlayan en temel etkeni olarak değerlendiriyorum. Bu temelde bir yargılanmayı ise trajik buluyorum. Yargıtay Başkanı 2000 yılına Sokratsız girmenin büyük bir eksiklik olduğunu söyledi. En büyük korkum, eylem yönüne ilişkin suçlamalar ne kadar kapsamlı olursa olsun, düzenin yerleşik tanrılarına inancı yıkmak kadar, özgürlüğün meleklerine yol açmamdan ötürü Sokrat’tan daha trajik yargılanmam ve karar konusu olmam söz konusudur. Böyle bir başkanın ve onun yargıçlarının bu davada taraf olmamaların dilerim. Buna üzüldüm.
Sayın Yargıtay Başkanı Türkiye’deki hukuk sisteminin evrensel hukuk değerlerinden uzaklığını veciz biçimde ortaya koydu. Anayasa’nın meşruluk debisinin sıfıra yakın olduğunu da söyledi. Bu arada düşünce inanç, kültür değerlerine göre özgürce yaşamanın çağdaş demokratik hukukunun özü olmak kadar, uzun süre yasaklarla önünde bent teşkil etmenin, meşru isyan gerekçesi olacağının da savunucusu durumundaydı. Ama görevde olduğu müddetçe resmi hukuka bağlılığını da ekledi. Trajedimizi karşılıklı katmerleştiren gerçekler bu sözlerde gizlidir.
Umudum, yine de vereceğiniz karar aslında çoktan aşılması gereken TCK 125’e göre olacaksa da, bundan alınacak derslerin çarpıcı bir biçimde evrensel hukuk değerlerinin Türkiyelileşmesinin artık engellenmeyeceğidir. Bu yargılama, tarihe anayasasıyla birlikte resmi hukuk sisteminin hiçbir zaman bağımsız erk olamamasıyla birlikte bağımsız yargının önünün açılacağının bir platformu olmuştur. Bununla birlikte cumhuriyet içindeki hukuksuz güç kaynaklarının, artık bundan dolayı sistemlerini fazla sürdüremeyeceklerinin de bir dönüm noktasını teşkil etmiştir. En doğru çözüm kadar, adil güç kaynağının yine de başka hiçbir yerde değil hukuk içinde, onun evrensel demokratik ölçülerinde bulmanız, bağlı olmamız gereğini de öğretici kılmıştır. Resmi hukuk maddesine göre kararı ne kadar adil bulmasam da evrensel hukuk bilincinde ulaştığı bu en temel, hem güç kaynağı, hem de en adil dağıtan ilkesine sürekli bağlı kalacağım.
Ülkemizin ortak ve özgür birlikte yaşayacağımız bir vatan olması için, cumhuriyetin de bu temel ve demokratikleşmesi için en büyük çabayı harcadığıma inancım kesindir. Boşa gitmediğine de inanıyorum. Yaşanan çatışmalı ortam büyük acılara ve kayıplara yol açarken, bunun en büyük acısını duymak kadar, tüm insanlarımızdan özrümü dilemenin de en doğru ifadesinin bir daha asla bu koşullara düşmemeye, en sağlam biçimde önünde durmak ve engellemekten geçtiğine inanıyorum. Bunu temel yaşam gerekçem sayıyorum.
Bu mücadele, bu yargılama yaşanacak bir geçmişimin olmadığını kanıtlamıştır. Halkım için de, sınırlı da olsa özgür kimliğim ile bir yer bulamadım. Ama geleceğin Demokratik Türkiye Cumhuriyeti içinde bu mücadelenin de katkısıyla özgür birliktelik içinde yaşamanın hem en doğru yol hem de onur teşkil edeceğine inanıyorum.
Bir kez daha bu temelde kararlılığımı belirtirken herkesi ve tüm toplumsal kurumlarını barış ve kardeşliğin düzenini kurmaya çağırıyor, başırılar diliyorum. Selamlıyorum.
21 EKİM 1999/ İMRALI
ABDULLAH ÖCALAN
Kaynak: Belgenet.com