İçindekiler
Eski Dünyanın Yeni Dünyaya Katkısı Nedir?
Avrupa’da Yirminci yüzyılın başlarında doruğa çıkan büyük genişleme hareketi, Colomb’un keşfe çıkmak için İspanya Kraliçesi Isabella’yı ikna etmesinden çok önce başlamıştı. On Birinci yüzyılda Vikingler Amerika kıtasına ayak basmıştı. Cenovalılar, İspanyollar, Venedikliler On İki ve On Üçüncü yüzyıllarda yaptıkları sınırlı sayıda keşiften çok şey öğrenmiş, binlerce insanı ve hayvanı gerekli araç gereçle birlikte, uzun süreler için denizaşırı ülkelere gönderebilecek hale gelmiş, hiç bilmedikleri diyarlarda, alışık olmadıkları iklim ortamlarında nasıl hayatta kalabileceklerini öğrenmişlerdi. Dahası, İtalyanlar, binlerce kilometre uzaktaki ülkelerde, örneğin Rusya’da ticaret kolonileri kurmuş, buralarda yaşayan insanlarla geçinmeyi ve kendi kendilerini yönetmeyi öğrenmişlerdi. Nitekim bu bilgi birikimiyledir ki, Portekiz, İspanyol ve İtalyan denizci ve şövalyeler Dördüncü yüzyılda Atlantik Okyanusu’na açılabilmiş, kıyıdan 1500 kilometre uzaktaki Kanarya ve Azor Adalarında yaşayan halklara Avrupai yönetim biçimleri dayatabilmişti.
Portekiz Prensi Denizci Henry (1394-1460) hiç de yenilikçi biri değildi ama Batı medeniyetinin en büyük güçlerinden birkaçını bir araya getirip onları Afrika kıtasının batı kıyılarını fethetmeye ikna etmeyi başardı. Prens Henry ile işbirliği içinde olan Gomes Eannes de Azurara’nın On Beşinci yüzyılın ortalarında yazdığı Chronica del Rei D. Joam I de boa memória. Terceira parte em que se contam a Tomada de Ceuta, Portekizlilerin söz konusu keşifle neyi amaçladıklarını anlatır.
Gine’nin Keşfi Ve Fethedilmesi Kroniği*
Gomes Eannes De Azurara
Denizci Prens Henry’yi Gine’yi keşfetmeye yönelten beş neden
Bir şeyin imal edeni tanır ve ne amaçla imal ettiğini öğrenirsek faaliyetini bildiğimizi sanırız. Bu işlerin [Batı Afrika kıyılarını keşif] başını Prens Henry’nin çektiğini öne sürüp elimizden geldiğince kendisini tanıttığımıza göre, bu bölümde amacının ne olduğunu anlayalım. Şunu bilmenizi isterim ki, Prensin soylu ruhu, onu doğal olarak büyük işlere yöneltmekteydi. Dolayısıyla, Ceuta’yı fethettikten sonra gemilerini kâfirlere karşı her daim hazır tuttu; gerektiğinde hem savaşmak hem de Kanarya Adalarının ve Bojador adlı Burun’un ötesindeki el değmemiş yerleri görmek/bilmek istiyordu. Aziz Brandon’un oralardan geçtiği, iki kanyonun mezkur Burnu döndüğü ve bir daha hiç görünmediği rivayet edilir. Buna inanmak güç, çünkü şayet öyle olsaydı, diğerleri merak edip araştırmaz, sormazlardı bile. Prens Henry işin aslını öğrenmek istiyor, orada ne olduğuna dair bilgiye kendisi veya bir başka prens ulaşmayacak olursa, ne bir denizci, ne bir tüccarın buna cesaret edemeyeceğini düşünüyordu (ki, haklıdır, çünkü kimse umut veya kâr vaat etmediğinden emin olduğu bir yere gitmek istemez) ve başka hiçbir prensin de buna niyetli olmadığını görünce kendi gemilerini gönderdi. Bunu Tanrı aşkına ve lordu ve ağabeyi olan Kral Edward için yaptı. Bu işe kalkışmasının ilk nedeni buydu.
İkinci neden, söz konusu diyarlarda şans eseri Hıristiyan bir topluluk ve korkmadan sığınılabilecek bir liman/barınak varsa buralara mal götürmek, özelikle de başkaları yapmıyorsa ticaret yapmak, ülkeye yarar sağlayacak bir ticaret yolu açmaktı.
Üçüncü neden, rivayete göre Afrika’daki Moorların gücünün sanılandan çok daha büyük olması ve aralarında hiçbir Hıristiyan bulunmamasıydı. Her akıllı ve sağduyulu insan düşmanının gücünü bilmek zorunda olduğuna göre, Prens Henry bunun da tam olarak araştırılmasını ve bu kâfirlerin gücünün ne ölçüde olduğunun saptanmasını istiyordu.
Dördüncü neden, otuz bir yıl boyunca Moorlar ile mücadele ederken, kendisine, bu ülkedekiler dışında, Hz. İsa aşkına yardım edecek tek bir Hıristiyan kral görmemiş olmasıydı. Dolayısıyla oralarda kendisiyle birlikte kâfirlere karşı savaşacak kadar inançlı Hıristiyan prenslerin olup olmadığını merak ediyor, bilmek istiyordu.
Beşinci neden, Hz. İsa’nın öğretisini yaymak ve ona kurtarılacak ruhlar sunmak için duyduğu büyük arzuydu. Şu anlayışla ki, Hz. İsa’nın Yeniden Doğuş, Ölüm ve Tutku sırrının ardında yatan amacın bu olduğuna, yani kaybolmuş olan ruhlar olduğuna inanıyor, oradakileri doğru yola sokmanın görevi olduğunu düşünüyor, bunun Tanrı’ya hizmetin en iyi yolu olduğunu hissediyordu. Çünkü Tanrı yapılan tek bir iyilik karşısında yüz iyilik vaat ediyordu. Prensin kendi çabalarıyla kurtulacak onca ruh, Tanrı’nın krallığında ona yüzlerce mükafat olarak geri dönecekti ki, öldükten sonra ruhu göksel âlemde de ululansın. Bu tarihi yazan ben, o diyarlarda kutsal inancımıza dönen o kadar çok kadın ve erkek gördüm ki, eğer prens bir kâfir olsaydı, sadece onların dualarıyla bile kurtuluşa ererdi. Sadece ilk kölelerin değil, Tanrı onların çocuklarının ve torunlarının da ruhlarına üflemiş ve kendine dair bilgiyi paylaşmışçasına, sahici birer Hıristiyan olduklarına şahit oldum.
Bu beş nedenin üstünde ve ötesinde, hepsinin temellendiği altıncı bir neden var: Göksel çarkın uygun olması! Kral Hazretleri’ne birkaç gün önce yazdığım bir mektupta da belirttiğim gibi, akıllı insanlar yıldızların efendisi olacak ve gezegen hareketleri (kutsal hekimlerin tahminine göre) iyi adamları tökezletemeyecek. Gezegenlerin Baba Tanrı’nın tasarrufunda olduğu, farklı amaçlara hizmetle önceden belirlenmiş bir biçimde hareket ederek daha alt düzeydeki varlıklar üzerinde etkili oldukları ve onların davranışlarını yönlendirdikleri açık. Bir Katolik olarak şunu söyleyebilirim ki, göksel çarkın olumsuz yöndeki işleyişinden Tanrı’nın lütfuyla kaçınılabilir; O’nun iyi şans bahşettiği insanlar, yine O’nun yardımıyla yollarına devam etmekle kalmayıp kendilerini daha da geliştirebilirler. Burada, bu muhteşem prensin doğanın kısıtlayıcı/sınırlayıcı etkisine rağmen, nasıl olup da bu işlere eğilimli olduğunu açıklayacağım. Yükseleni Koç’tu ve Güneş on birinci, Mars, Satürn’ün evi olan Kova’da, yani umut evindeydi. Bütün bunlar, prensin muazzam fetihler yapacağına, Satürn’ün etkisiyle kimsenin bilmediği sırlara ereceğine işaret etmekteydi. Ona Güneş’in -ki Jüpiter’in evindir- refakat ediyor olması ise tüm fetihlerini krala sadakatle ve onun hoşuna gideceği biçimde yürüteceğini gösteriyordu…
Azurara, aşağıdaki feverandan önce, Portekizlilerin Afrika’dan iki yüzün üstünde Moros köle ile dönüşünü ve bunların Prens Henry tarafından nasıl karşılandığını ve Afrika macerasının “insan artıkları”nın (ganimet) dağıtımına dair planları anlatır.
Kölelerin yol açtığı acıma duygusu ve ganimetin nasıl paylaştırıldığına dair
Ah büyük Tanrım, sen ki ilahi özünden kaybetmeksizin, güçlü elinle Kutsal Şehri’nin sonsuzluğunu yönetmekte ve dokuz katmanlı yüksek (düzeydeki) dünyalardaki her hareketi denetleyip çağların kısa mı uzun mu olacağına dilediğin gibi hükmetmektesin, gözyaşlarım vicdanıma haksızlık etmesin diye yalvarırım sana, çünkü beni ağlatan onların inançsızlığı değil, acınası halleri. Eğer vahşi hayvanlar bile türlerinin çektiği acıyı içgüdüsel olarak hissedebiliyorlarsa, bir insan olarak ben gözlerimin önündeki bu acınası manzaradan nasıl etkilenmem? Bunlar da Âdem’in soyundan değil mi?
Ertesi gün, yani Ağustos’un sekizinci günü, denizciler hava çok sıcak olduğundan sabah erkenden gemilerindeki köleleri emir verildiği üzere kıyıya çıkarmak için hazırlık yapmaya başladı. İlk bakışta güzel bir görüntüydü; (kölelerin) aralarında bembeyaz olanlar vardı, muntazam yapılıydılar. Diğerleri biraz daha esmerdi, melez gibi. Bazıları da Etiyopyalılar gibi simsiyah ve çok çirkindi, öyle ki, aşağı dünyadan geldiklerine hükmedebilirdiniz. Ne ki, bazıları başlarını öne eğmiş, yaşlı gözlerle birbirine bakıyor, bazıları yardım dilenircesine yüzünü gökyüzüne çevirmiş, acıklı bir biçimde inliyor, bazıları elleriyle yüzünü kapatmış, kendini yerden yere atıyor, bazıları ağıt yakıyordu. Bu manzaraya hiçbir kalp dayanamazdı. Dillerini bilmediğimiz halde, çıkardıkları sesler çektikleri acının ne denli büyük olduğunun göstergesiydi. Derken, bu yetmiyormuş gibi, ekip başları geldi ve onları beşte-birlik (ganimet) gruplara ayırmaya başladı; babalar oğullarından, kocalar karılarından, kardeşler kardeşlerinden ayrılıyor, yakınları bir arada tutmaya hiç saygı gösterilmiyor, her biri kısmetine düşen grup hangisiyse oraya itiliyordu.
Ah o en büyük talih, bu dünyaya istediğin gibi yön veren çarkın bu zavallı ırkı görüp hiç olmazsa biraz anlayış gösteremez mi ki, bunca acı çekerken teselli bulsunlar? Ve sen, herkesin birbirinden ayıran sen, biraz daha merhametli olamaz mısın? Baksana nasıl da birbirlerine sarılıyorlar!
Ve böyle bir tefrik kolay olur mu? Ayrı gruplara dağıtılarak birbirinden ayrı düşen babalar, oğullar, eşler, oldukları yerde durmuyor, hemen diğerinin yanına koşuyor; analar kucaklarında çocuklar, onlardan kopmamak için kendilerini yerden yere atıyor.
Tefrik zarzor bitti. Etraf iyice kalabalıklaşmıştı, çünkü herkes işini gücünü bırakmış, yeni bir şey görmek için seyre gelmişti. Bazıları gördüklerinden çok etkilenip ağlamış, bazıları ayırımı yapan ekip başlarına yardım etmişti.
Prens Henry de oradaydı. Yanında maiyeti olduğu halde, küheylanının üstünden (kölelerin arasından) bizzat seçim yapıyor, payına düşeni alıyordu. Beşte bir pay olarak kendisine düşen kırk dokuz ruhu hızla seçmişti, çünkü asıl ödül kaybolan bu ruhların bir an önce kurtarılmalarıydı.
Nitekim bu boş bir beklenti değildi. Önceden belirttiğimiz gibi, bunlar (köleler) dilimizi öğrenir öğrenmez, hiç sorun çıkarmadan Hıristiyanlığa ihtida etti. Ve bu tarihi yazan ben, Lagos şehrinde, ilk vaftiz edilenlerin soyundan gelmişçesine Hıristiyan olan çocuklar (o kölelerin bu ülkede doğan çocukları ve torunları) gördüm…
* Gomes Eannes de Azuraa, The Chronical of the Discovery and Conquest of Guinea, The Hakluyt Society, 1896.
Beyaz Avrupalılar ile Kızılderili yerliler arasındaki ilişki sorununa ilk kez Portekizliler muhatap olmuşsa da meseleye felsefi ve dinsel açıdan bakarak formüle eden, Bartolome de las Casas (1474-1566) adlı bir İspanyol’dur. Las Casas, Kızılderililerin ruhu olup olmadığını ve bir diğer ilahiyatçıyla yaptığı ünlü bir tartışmada, Aristo’nun doğal kölelik doktrinini sorgulamıştır.
Las Casas’ın görüşleri kişisel deneyim ürünüdür. Batı Hint Adalarına ilk kez oradaki sömürge yönetimine hukuk danışmanlığı yapmak üzere 1502’de gitmiş, kısa bir süre sonra kendisine encomienda verilmiştir ki, bu İspanyol kolonicileri için sıradan bir uygulamadır. Ne ki, Las Casas, Dominikan misyonerlerinin etkisiyle bu araziden vazgeçmekle kalmayıp sistemi de yermiş ve resmen Dominikan cemaatine katılmıştır. Kızılderililerin Hıristiyanlığı kabule zorlanmasına karşıdır; vaazlar ve örnek oluşturmak suretiyle ikna edilmeleri gerektiğini savunur. Gerek Yeni Dünya, gerekse İspanya’da insanlara gönüllü hukuk danışmanlığı yapmış, İspanya’ya bir sömürge piskoposu olarak 1547’de dönerek hayatının geri kalanını Kızılderililere yapılan zulmü teşhir etmekle geçirmiştir.
Nitekim kısa rapor anlamına gelen ve en önemli eseri olan Brevissima Relacion adlı kitabıyla, Avrupa genelinde büyük bir okur kitlesine ulaşabilmiştir. Kitabında dile getirdiği vahşet hikâyelerinin abartılı olduğu söylenebilir ama öyle bile olsa, Avrupalıların vicdanına seslenmiş olması itibariyle önem taşır.
Brevissima Relacion (Kısa Rapor)
Bartoleme De Las Casas
Haksız yere bunca insan kanı döken ve o devasa ülkelerin sahiplerini, milyonlarca insan öldürmek suretiyle soyup soğana çevirenlerin cesareti ve anlamsız tamahı her gün artıyor. Ve çeşitli yollar ve bahaneler öne sürerek söz konusu fetihlerin ilahi yasalara da, doğal yasalara da ters düşmediğini; dolayısıyla sonsuza dek cezalandırılmayı gerektiren bir günah teşkil etmediğini iddia ediyorlar. Bu nedenle, ben uzun bir geçmişe sahip olan bu konuyu, ki vuku bulan katliam ve yıkımlar göz önüne alınarak yazılması gerekir, bu kısacık raporla Majestelerine arz etmeyi görev addettim.
Hint adalarının yerle bir edilişine dair kısa rapor
Hint Adaları 1492 yılında keşfedildi ve bundan bir yıl sonra Hıristiyan İspanyollar tarafından iskan edilmeye başlandı, yani İspanyollar kırk dokuz yıldır orada. Yerleşmek üzere işgal ettikleri ilk yer, altı yüz fersah çapında, büyük ve çok güzel bir yer olan İspanyol Adası’ydı.
Her yanda sayısız ada vardı ve büyük! Gözlerimle gördüm, hepsi iskan edilmişti ve herhangi bir başka ülkede olabileceği gibi buralarda yerliler yaşıyordu…
Tanrı, bu sayısız insan kalabalıklarını sade, basit insanlar olarak yaratmış; hiçbir kötülüğü veya sahtekârlığı olmayan, itaatkâr, kendi tanrılarına ve hizmet ettikleri Hıristiyanlara inanan insanlar, kargaşa ve çatışmadan uzak, kavga veya münakaşa, nefret veya intikam nedir bilmeyen, en alçakgönüllü, en sabırlı, en barışsever ve sakin, insanlar…
İmana dair şeyleri öğrenmeye, ayinlere katılmaya ve kiliseyi sık sık ziyaret etmeye o kadar hevesliler, ki aslına bakarsanız, Tanrı’nın buradaki din adamlarına sabır bahşetmesi gerekmiyormuş! Nitekim yıllarca önce birçok laik İspanyol’un (gördüklerine inanamayarak) sık sık bu insanların dünyanın en kutlu insanları olduklarını söylediklerini duydum.
İspanyollar, Yaradan’ın yukarıda anılan özellikleri bahşettiği bu nazik sürüye, onları görür görmez birer aç kurt gibi, aç aslan, aç kaplan gibi daldı ve kırk yıldan beri aynı şeyi yapıyorlar. Bugün de onları hiç görmediğim, hiç duymadığım tuhaf ve yeni aletlerle ki, bazılarından aşağıda bahsedeceğim, katlediyor, zulmediyor, yok ediyorlar. Öyle ki, İspanyol Adası’ndaki bir milyon yerliden geriye kalan sadece iki yüz kişi.
Küba, neredeyse Valladolid ile Roma arasındaki mesafe kadar bir ada ve halen terk edilmiş durumda. San Juan (Portoriko) ve Jamaika da -ki, ikisi de çok büyük ve güzel- tamamen terkedilmiş durumdalar. İspanyol ve Küba adalarının kuzeyinde, Giants olarak bilinen ada dahil, altmış adadan oluşan Lucaya Adaları yer alıyor. Bunlardan en fakir, en verimli ve Sevilla’daki Kral Bahçesi kadar güzel olanı, herhalde dünyadaki en sağlıklı yer. Burada altı yüzün üstünde insan yaşıyordu ama şimdi bomboş, çünkü hepsini İspanyol Adası’na naklettiler, oradaki nüfus azalıyor diye! Oysa nakil sırasında hepsi öldürüldü…
Hıristiyanların bunca insanı katletmiş olmasının nedeni, gözlerinin altından başka hiçbir şey görmüyor olmasıdır. En kısa sürede, en çok altına sahip olmak suretiyle ve içinde bulundukları şartlara ters düşse de yükselmek, yani hırs ve tamahla bu dünyanın en büyüğü olmak istiyorlar. Bu mutlu, bu zengin topraklara saygı göstermeksizin, bu alçakgönüllü, sabırlı ve itaatkâr insanlara (söz konusu süre içinde bizzat şahit oldum) hayvan gibi de değil, sokaktaki bok gibi davranıyorlar.
Söz konusu milyonlarca insan, onlar böyle yaşadığı için inançsız öldü. Ve herkes, hatta bu zorbalar, bu katiller de biliyor, itiraf ve kabul ediyor ki, Hint Adaları’nın yerli halkı, Kızılderililer, Hıristiyanlara hiçbir kötülük etmedi. Tersine, yakınlarının ne denli zulüm gördüğünü öğreninceye kadar, onlara gökten inmişlercesine saygılı davrandı.
Las Casas aşağıda, Meksika Yarımadası’nın bugün Yucatan olarak anılan bölgesindeki koşulları anlatmaktır.
Kendilerine Hıristiyan diyenlerin görülmemiş zulmü bir yana, adaletin uğramadığı bu krallık (Yucatan) için şunu söylemekle yetineceğim: Cehennemlik zorbalar gözlerini Peru’nun zenginliklerine dikip buradan ayrıldıktan sonra, İspanyolların yedi yıllık zulmü ve cehennemi hasadından artakalanları teselli etmek, onları sükûnete kavuşturmak ve Hz. İsa’nın öğretisini vaaz etmek üzere, Aziz Francis cemaatinden Keşiş Jacomo ile dört başka keşiş, sanırım 1434’te buraya gelmek üzere yola çıkmış.
Yucata’ya gitmeden önce, ülkelerine Tanrı’nın mesajını iletmek üzere ülkelerine giriş yapmak isteyen keşişleri kabul edip etmeyeceklerini öğrenmek için Meksika eyaletinden birkaç Kızılderili elçi gönderdiler.
Kızılderililer konuyu kendi aralarında görüşmek üzere pek çok müzakere yaptı ve kendilerine baba veya birader diyen bu adamların nasıl insanlar olduklarını çok çektikleri Hıristiyanlara benzeyip benzemediklerini soruşturdular.
Ve onları, yanlarında İspanyolları getirmemek şartıyla kabul etmeye karar verdiler…
Burgos Yasaları
Papa III. Paul
Efendim ve Babam olan Kral ve Sahibem ve Annem olan Kraliçe (ruhu huzur bulsun!) Espanola Adası’ndaki şeflerin ve Kızılderililerin Kutsal Katolik İnancımızla tanıştırılmasını istedi
ve bunun için belirli bir düzen çizilmesini istediler ve bu düzen Kral Hazretlerinin kendi emirleri doğrultusunda, bahsi geçen adanın eski valileri olan Comendador Bobadilla ve Comendador Mayor de Alcantra tarafından ve daha sonra Amiralimiz, Naip ve Valimiz Don Diego Columbus tarafından ve orada yerleşmiş memurlar tarafından oluşturuldu,
ve uzun sürede edinilen deneyimler sonucunda, bahsi geçen Şeflerin ve Kızılderililerin (kurtuluşları için gerekli olan) inancımızı öğrenmeleri için hiçbir çabanın yeterli olmadığı görüldü, çünkü doğaları gereği tembelliğe ve ahlaki bozukluklara meyilliydiler, çünkü hiçbir erdem veya doktrin usulüne uymuyorlardı (ve Efendimize kötü hizmette bulunuyorlardı); ahlaki bozukluklarını düzeltmek ve onların doktrinden yararlanmasını sağlayarak onları doktrinle etkilemek için önümüzdeki en temel engel, meskenlerinin bahsi geçen adaya yerleşen İspanyolların yerleşimlerinden çok uzak olmasıydı, çünkü Kızılderililer hizmet ederken doktrinimizi öğreniyordu ve inancımıza dair eğitim alıyordu ama hizmetlerini tamamlayıp kendi meskenlerine döndüklerinde mesafeler ve kötü eğilimleri yüzünden öğrendikleri şeyleri hemen unutup kendi geleneksel tembelliklerine ve ahlaki bozukluklarına dönüyorlardı ve hizmet etmek için geri geldiklerinde doktrin konusunda hiçbir şey bilmiyor gibi eğitime baştan başlamaları gerekiyordu, çünkü İspanyolların emredildiği üzere onlara köylerine kadar eşlik etmelerine, onlara hatırlatmalarına ve onları suçlamalarına rağmen Kızılderililer korkmuyor, bu öğütlerden faydalanmıyor ve tembelliklerine karışılmamasını istiyorlardı, çünkü bahsi geçen köylerine dönmelerinin sebebi buydu, erdemleri yok sayarak kendileri için besledikleri tek amaçları ve arzuları buydu,
ve İnancımıza ters olmasına rağmen,
ve görevimiz her şekilde sorunlara çözüm bulmak olsa da Efendimiz ve Babamız Kralımız, Konseyimizin birçok üyesi ve iyi bir hayat, eğitim ve vicdana sahip kişiler tarafından bu durum düşünülmüş ve bu kişiler: Bahsi geçen adadaki olaylar, oradaki Kızılderililerin yaşamı ve gelenekleri konusunda çok fazla bilgiye ve deneyime sahip başka kişilerden bilgi almış, bugün yapılabilecek en faydalı şeyin şu olduğuna karar vermişlerdir; bahsi geçen şefler ve Kızılderililer -birçok açıdan düşünüldüğünde uygun görüldüğü üzere- köylerinden ve toplumlarından uzaklaştırılacak ve İspanyollarla sürekli birlikte olacaklardır, yortularda kiliselerdeki dini ayinlere katılacak ve İspanyolların davranışlarına dikkat edecek, İspanyollar da birlikte olduklarında onlara Kutsal Katolik İnancımızı gösterirken ve öğretirken hazırlık yapacak ve dikkat edecekler, böylece Kızılderililer daha çabuk öğrenecek ve öğrendikten sonra da şimdi yaptıkları gibi unutmayacaklardır. Eğer bir Kızılderili hastalanırsa ona yardım edilmeli ve o tedavi edilmelidir ve böylece Efendimizin de yardımıyla bugün hasta olduklarını bilmediğimiz için ölen birçoğunun hayatı kurtarılmalıdır; hepsi gidip gelmenin zorluklarından kurtarılmış olacaktır ve bu onları çok rahatlatacaktır, çünkü meskenleri İspanyol topluluklarından çok uzaktadır ve bu yüzden yolculuk sırasında hastalık ve açlıktan ölmektedirler; Hıristiyanlar için yapılması gereken cenaze törenleri yapılmadan (günahları bir papaz tarafından affedilmeden) ölmemiş olacaklardır, çünkü hastalanmalarından itibaren gerekli dini vecibeler yerine getirilecektir; çocuklar doğduklarında vaftiz edilecektir; onlar için daha az zorluk olacak ve İspanyollar için daha büyük fayda sağlayacaktır; çünkü Kızılderililer sürekli yanlarında kalacaktır; onlardan sorumlu müfettişler onları daha rahat ve daha sık ziyaret edecek ve ihtiyaç duydukları her şeyi onlara temin edebileceklerdir; şimdi uzakta yaşadıklarında başlarına geldiği gibi karıları ve kızlarının onlardan alınmasına izin verilmeyecektir; bu kadar uzak oldukları için Kızılderililerin başına gelen ve açıkça bilindiğinden burada zikredilmeyen diğer birçok kötülük ve zorluk sona erecektir; hem ruhlarının kurtuluşu hem kişisel faydaları ve rahatlıkları hem de canlarının korunması açısından birçok başka avantaja sahip olacaklardır;
ve bu yüzden ve eklenebilecek birçok diğer sebep neticesinde, yukarıda bahsedilen faydaların geliştirilmesi ve sorunların çözülmesi için, bahsi geçen şefler ve Kızılderililer, kendilerine doğru biçimde ve hep istediğimiz gibi davranılabilmesi, onlarla ilgilenilmesi ve eğitilebilmeleri amacıyla adada yerleşik İspanyolların köylerine ve topluluklarına yakın yerlerde ikamet ettirilmelidir…
(…) Emrimiz ve irademiz şudur ki bugün veya gelecekte, Espanola Adası’nda yerleşik tüm şefler ve Kızılderililer kendi meskenlerinden alınıp bugün veya gelecekte bahsi geçen adada İspanyolların oturduğu köylere ve topluluklara getirilsin; kendi iradeleriyle getirilmeleri ve yer değişikliği nedeniyle zarar görmelerini engellemek için burada Amiralimiz, Naibimiz ve bahsi geçen adadaki Valimiz olan Don Diego Columbus’a ve temyiz yargıçlarımıza ve onların memurlarına bahsi geçen şeflerin ve Kızılderililerin en az zarar görecekleri biçimde ve en uygun görülen yöntemle getirilmelerini, bu amaçlar bu kişilerin yüreklendirilmelerini ve övülerek gelmelerinde ısrarcı olunmasını emrettik; yine aynı kişilere bu işin özenle, sadakatle ve gayretli biçimde yapılmasını, her şeyden önce ve genel veya özel her arzudan ve çıkardan daha önemlisi, bu Kızılderililerin korunmasını ve onlara iyi davranılmasını emrettik.
Ayrıca emrimiz ve irademiz şudur ki, Encomienda64 dahilinde bahsi geçen Kızılderililerin verildiği vatandaşlar bizim tarafımızdan veya bizim tarafımızdan tayin edilmiş amiraller, yargıçlar ve memurlar veya müfettişler tarafından uygun görülen bir yerde kilise olarak kullanılacak bir bina inşa edecektir; bu kiliseye Kraliçemizin bir resmi asılacak ve Kızılderilileri duaya çağırmak için bir çan takılacaktır; Encomienda dahilinde onlardan sorumlu kişi onları akşam çanla kiliseye çağıracak ve onlarla birlikte kiliseye gidecek, haç çıkarmalarını ve takdis edilmelerini ve kimin iyi okuduğunu ve kimin kötü okuduğunu duyup gerekirse hataları düzeltebilsin diye bahsi geçen kişinin onları duyacağı, onlarında bu kişiyi duyacağı biçimde Ave Maria, Pater Noster, Credo ve Salve Regina dualarını okumalarını sağlayacak; emirlerimiz uyarınca Kızılderililerin dinlenmesi için akşamüstü ayrılan zaman, temelde akşam duasından önce bir saat dinlenmesi amacına yönelik olduğundan, bahsi geçen zamanda kiliseye gelmeyen Kızılderililerin ertesi gün duadan önce dinlenmesine izin verilmemelidir ama yine de akşam duasına götürülmelidir; ayrıca her sabah işe gitmeden önce bahsi geçen kiliseye gitmeli ve akşam ettikleri gibi dua etmelidirler; ancak bunun için normalden, yani gündoğumundan daha erken kalkılması zorunlu olmamalıdır…
Ayrıca emir ve irademiz şudur ki, bugün ve gelecekte, bahsi geçen arazilerdeki bahsi geçen kiliselerin rahiplerin geçimini sağlamak için bahsi geçen Kızılderililerin bulunduğu arazilerden aşar vergisi toplayan rahip ve din adamları pazar günleri ve zorunlu yortu günlerinde vaaz vermelidir; ve (emir ve irademiz şudur ki) bahsi geçen rahipler günah çıkartmayı bilenlerin günahlarını çıkartmak, bilmeyenlere de günah çıkartmayı öğretmek zorundadır. Böylece Efendimize hizmet etmiş oluruz, aksi takdirde O’na kötü hizmette bulunmuş oluruz.
Ayrıca emir ve irademiz şudur ki, yeterli sayıda Kızılderili’nin bulunduğu tüm madenlerde bizim tarafımızdan veya bizim tarafımızdan tayin edilmiş amiraller, yargıçlar ve memurlar veya müfettişler tarafından uygun görülen bir yerde kiliseler inşa edilmelidir, böylece madenlerde çalışan Kızılderililer bahsi geçen yortu günlerinde ayinlere katılabilir; ayrıca bahsi geçen Kızılderilileri altın çıkartmak için kullanan İspanyollara ve göçmenlere emrimiz, arazilerde uygulanan ve yukarıda açıklanmış olan prosedürleri açıklanan cezalarla birlikte aynen uygulamalarıdır.
Ayrıca emir ve irademiz şudur ki, Encomienda içinde elli veya daha fazla Kızılderili’ye sahip olanlar (en yetenekli gördüğü) bir oğlan çocuğuna okuma ve yazma ve inancımızla ilgili şeyler öğretmelidir, böylece o da daha sonra bahsi geçen Kızılderililere öğretebilir, çünkü Kızılderililer onun söylediklerini İspanyol ve göçmenlerin söylediklerinden daha kolay kabul edebilirler; bahsi geçen kişi yüz veya daha fazla Kızılderili’ye sahipse iki oğlan çocuğunu yukarıda açıklandığı gibi eğitmelidir; Kızılderililere sahip olan kişi emredildiği gibi oğlanları eğitmezse bizim adımıza iş görmeye yetkili müfettişlere emrimiz, masrafları bu kişi tarafından ödenmek üzere bu eğitimleri sağlamasıdır. Efendimiz ve Babamız olan Kralımız ve ben bazı kişilerin Kızılderili oğlanları uşak olarak kullandığını duyduğumuzdan emir ve irademiz şudur ki, bunu yapan kişiler oğlanlara okumayı ve yazmayı ve yukarıda açıklanan diğer şeyleri de öğretmelidir; bunu yapmazsa oğlanlar ondan alınacak ve bir başkasına verilecektir…
Ayrıca emir ve irademiz şudur ki, Kızılderililer arazilere getirildikten sonra, o andan itibaren bahsi geçen adada kazanılan tüm (altın) dökümler aşağıda açıklandığı gibi kullanılacaktır: Encomienda’sında Kızılderililere sahip olanlar onlarla yılın beş ayı boyunca altın çıkartacaktır ve bu beş ayın sonunda Kızılderililer kırk gün dinlenecektir ve altın çıkarmayı bıraktıkları günün tarihi, madenlere giden madencilere verilecek bir sertifika üzerine kaydedilecektir; işaretlenen günden itibaren tüm Kızılderililer bulundukları yerde serbest bırakılacaktır ve böylece aynı gün evine gidebilecek ve bahsi geçen kırk gün boyunca dinlenebilecektir; bahsi geçen kırk gün içinde köle olanlar hariç hiçbir Kızılderili altın çıkartmak için kullanılmayacaktır ve bahsi geçen kırk günlük dönemde madenlere çalışmak üzere getirilen her Kızılderili için daha önce açıklandığı biçimde yarım altın pezo ceza kesilecektir; bu kırk gün içinde sizler ve bahsi geçen memurlar döküm işlerini tamamlamakla yükümlüdür. Yine emrimiz şudur ki, bu yüzden madenleri terk eden Kızılderililere o kırk gün içinde hiçbir şekilde çalışması emredilmemelidir, bu sürede onlar o yıl hayatta kalmaları için gerekli olan bitkileri tepelere ekmelidir; bahsi geçen Encomienda’daki Kızılderililerin sahipleri bu kırk günlük dinlenme süresinde hem uygun fırsata hem de vasıtalara sahip olacağından Kızılderilileri inancımıza dair şeyleri diğer günlerden çok daha yoğun biçimde öğretmelidir.
Ayrıca, Kızılderililerin geleneksel danslarını [areytos] yapmalarına izin verilmediğinde büyük üzüntüye kapıldıklarını öğrendiğimizden emir ve irademiz şudur ki, pazar günleri ve yortu günlerinde, ve ayrıca gündelik işlerini engellemediği sürece çalışma günlerinde dans etmelerine izin verilmelidir.
Ayrıca, Kızılderililere sahip olanların geçimleri için en önemli konu Kızılderililere iyi davranılması ve sayılarının artması olduğundan emir ve irademiz şudur ki, bu kişiler sürekli olarak yeterli ekmek, yerelması ve bibere sahip olmalı, Kızılderililere en azından pazar günlerinde ve yortu günlerinde pişmiş et yemekleri vermelidir ve ilgili maddede tarif edildiği gibi yortu günlerinde ayine gittiklerinde diğer günlerden daha bol et yemekleri hazırlatmalıdır…
Ayrıca emir ve irademiz şudur ki, hiç kimse Kızılderilileri sopalarla dövmeye, kırbaçlamaya, onlara köpek demeye veya kendi adından başka bir adla hitap etmeye cüret etmemelidir ve eğer bir Kızılderili yaptığı bir şeyden dolayı cezalandırılmayı hak ederse, ondan sorumlu olan bahsi geçen kişi onu cezalandırılmak üzere müfettişe getirmelidir, bu maddeyi ihlal eden kişi bir veya birkaç Kızılderili’yi her dövdüğünde ceza olarak beş altın pezo ödemelidir; bir Kızılderili’ye köpek derse veya ona kendi adından başka bir adla hitap ederse yukarıda açıklandığı gibi dağıtılmak üzere bir altın pezo ödemelidir…
Ayrıca emir ve irademiz şudur ki, bahsi geçen adadaki her toplulukta, madenleri ve arazileriyle birlikte tüm topluluğu, koyun ve domuz çobanlarını denetlemekle yetkili iki müfettiş65 bulunmalıdır; bu müfettişler Kızılderililerin inancımız konusunda nasıl eğitildiklerini ve onlara nasıl bakıldığını, onların veya onlardan sorumlu kişilerin kurallarımıza uyup gereklerini yerine getirip getirmediklerini ve yapmakla sorumlu oldukları diğer şeyleri tespit edeceklerdir; özellikle buna çok dikkat etmelerini ve vicdanlarına göre hareket etmeleri emredilmiştir…
Sublimis Deus
Papa III. Paul
Bu yazının ilgilendirdiği tüm inançlı Hıristiyanlara, Efendimiz Hz. İsa sağlık versin ve Papalığın takdisi üzerlerine olsun.
Yüce Tanrı insan soyunu öyle sevmişti ki, onu sadece diğer yaratıkların da keyif aldığı iyi şeylere katılacak biçimde yaratmamış, erişilmez ve görülmez Yüce İyiliğe ulaşacak ve O’nunla yüz yüze gelecek bir yetenek bahşetmiştir; insanoğlu, Kutsal Kitaplardaki delillere göre, Efendimiz Hz. İsa’ya inanmayan kimseye bahşedilmeyecek olan ebedi yaşamın ve mutluluğun keyfini çıkartmak üzere yaratılmış olduğuna göre, insanoğlu bu inanca sahip olabilecek bir doğaya ve yeteneklere de sahip olmalıdır; bu nedenle, bu yetenekler ihsan edilen kişi aynı inanca sahip olabilir. Ayrıca hiç kimsenin, inanca sahip olmak isteyecek ama buna sahip olmasını sağlayacak en gerekli yetenekten mahrum olacak kadar düşük bir zekâya sahip olduğuna inanılamaz. Doğruluğun ta kendisi olan, asla yanılmayan ve yanılması mümkün olmayan Mesih, bu görev için seçtiği inancın vaizlerine “Gidin ve tüm milletlere öğretin,” (Matta 28:19) demiştir. İstisnasız tüm milletlere gidilmesini istemiştir, çünkü tüm milletler inancın doktrinini öğrenebilecek yetenektedir.
İnsanları yıkıma götürebilmek için tüm iyi işlere karşı çıkan insan soyunun düşmanı bunu görüp kıskandığından Tanrı’nın kurtuluşa dair sözlerinin insanlara vazedilmesini engellemek için daha önce hiç kimsenin duymadığı bir vasıta buldu: Kendisini mutlu etmek isteyen uşaklarına ilham vererek, Batıdaki ve güneydeki Kızılderililere ve hakkında yeni bilgi sahibi olduğumuz insanlara, bize hizmet etmek için yaratılmış aptal vahşiler olarak muamele etmemiz gerektiğini, çünkü onların Katolik inancına sahip olma yetileri olmadığı fikrini denizaşırı olarak yaymalarını sağlamakta tereddüt etmedi.
Değersiz olmamıza rağmen dünyada Efendimizin gücünü kullanan ve tüm gücünü O’nun sürüsünün dışında kalan tüm koyunlarını bizim kontrolümüzdeki ağıla getirmeye adayan bizler ise Kızılderililerin gerçekten insan olduklarına ve sadece Katolik inancını anlayabileceklerine değil, elimizdeki bilgilere göre bu inancı anlamak istediklerine de inanıyoruz. Bu kötülüklerin üstesinden uygun biçimde gelmek istediğimizden bu mektuplarımızda veya bir noter tarafından imzalanmış ve yüksek rütbeli din adamlarının mührüyle mühürlenmiş ve asılları kadar itibarlı olan tüm tercümelerinde, aksi yönde ne söylenmiş veya söylenecek olursa olsun, bahsi geçen Kızılderililerin ve Hıristiyanlar tarafından daha sonra keşfedilecek tüm insanların, Hz. İsa’nın inancından olmasalar bile, özgürlüklerinden ve malları üzerindeki mülkiyet haklarından hiçbir şekilde mahrum edilemeyeceklerini, serbestçe ve yasal biçimde özgürlüklerine ve malları üzerindeki mülkiyetlerine devam edebileceklerini ve edebilmeleri gerektiğini, hiçbir şekilde köleleştirilemeyeceklerini, aksi gerçekleşirse bunun geçersiz ve etkisiz olacağını açıklıyor ve ilan ediyoruz.
Papalık otoritesinin verdiği yetkiye dayanarak bu mektuplarda veya bir noter tarafından imzalanmış ve yüksek rütbeli din adamlarının mührüyle mühürlenmiş ve asılları kadar itibarlı olan tüm tercümelerinde, bahsi geçen Kızılderililerin ve diğer insanların Tanrı’nın sözlerinin vazedilmesiyle ve iyi ve kutsal bir yaşam sürerek örnek olmak suretiyle Hz. İsa’nın dinine döndürülmeleri gerektiğini de açıklıyor ve ilan ediyoruz.
Roma’da, Efendimizin 1537. yılında, Haziran’ın dördünde ve Papalığımızın üçüncü yılında yazılmıştır.
I. Elizabeth ve II. Philip’in hüküm sürdüğü dönemlerde Avrupa için Yeni Dünya’nın önemi daha açık hale gelmişti. Artık Protestan olduklarından İspanyol kolonileriyle olan kârlı ticaretleri biten İngilizler kendi kolonilerine sahip olmak istiyordu. Bu konudaki çabaların öncülerinden biri de İngiltere’nin dünya üzerindeki toprak ve zenginlik üzerindeki payını artırmak için şemalar hazırlamaya yıllarını harcayan Sör Humphrey Gilbert (1539-1583) idi. 1566 yılında Hindistan’a kuzeybatıdan ulaşacak bir yol bulma yetkisi için Elizabeth’ten yazılı istekte bulundu. On yıl sonra hâlâ altın ve masallardaki Doğu’yu ararken Cataia’ya, Yeni Bir Yol Keşfetme Söylevi’ni yayınladı. 1578 yılında ise en nihayet kendisine Yeni Dünya’da koloni kurmak için yetki veren bir kraliyet imtiyaz beratı aldı. İkinci denemesinde gemileri 1578 yılında Newfoundland (Yeni bulunan ülke) kıyılarına ulaştı ve İngiltere’nin ilk deniz aşırı kolonisine sahip oldu. Ancak yerleşim başarısız oldu ve Gilbert dönüş yolculuğunda gemisiyle birlikte kayboldu.
Söylev’de koloniler ve Avrupa’daki durum hakkında Elizabeth’in dönemini bu kadar heyecanlı ve yaratıcı yapan tüm konular hakkında bir farkındalık mevcuttur; Gilbert de onun hükümdarlığını bu kadar büyük hale getiren kamu görevlilerinin ve serüvenciler grubunun bir üyesidir.
Majestelerinin İspanya Kralını Nasıl Kızdırabileceğine Dair Bir Söylev*
Sör Humphrey Gilbert
(…) Devlet meseleleri konusunda kalem oynatmakta cesur davranıyorum, Yüce Hükümdarım, çünkü ben İngiltere Milletler Topluluğu’nun basit bir üyesiyim ve burada bir eğitmen veya bir reformcu olarak değil, Majestelerinin ve en değersizlerinin ve en basitlerinin kendini en iyiden ve en bilgeden aşağı kabul etmemesi gereken ülkemin iyiliğini isteyen biri olarak bulunuyorum. Bu nedenle, buradaki hükümlerimde yanılırsam affedileceğimi umuyorum. Mesele aşağıdadır.
Prensliklerin, monarşilerin ve milletler topluluklarının güvenliği temelde düşmanlarını zayıflatmaya ve fakirleştirmeye, kendilerini ise güçlendirmeye ve zenginleştirmeye dayanır; Haşmetmeapları karşısına çıktığında iyi fırsatları gözden kaçırmadığı takdirde Tanrı bunların ikisini de Majestelerinin güvenliği için özel olarak işlemiştir. İç savaşlar yüzünden komşularınızın başına gelen talihsizlikler onları denizde ve karada zayıflatıp fakirleştirirken Majestelerinin ülkesini güçlendirmiştir…
Öncelikle Haşmetmeapları şüphesiz cennetin krallığını aramalıdır ve bu temel üzerinde düşündüğünde vicdanlarına kemiren kurtlar nedeniyle bölünen hükümdarların arasında asla sabit ve sağlam bir dostluk ittifakı kurulamayacağına inanmalıdır. Bu yüzden dostlukları ve tatlı sözleri, deniz kızlarının şarkıları veya tatlı zehirler gibi dışarıdan inandırıcı görünen ve parlak fırsatlara benzeyen tuzaklardır.66 Çünkü gerçekte böylesi ittifakların garantisi yoktur, bu yüzden Hıristiyan hükümdarlar hiçbir sebeple, Tanrı’nın kendisiyle açık ve aleni bir savaş içindeymiş gibi, böyleleriyle dostluk kurmamalıdır. Çünkü non est consilium contra deum.67 Bu nedenle, hiçbir devlet veya milletler topluluğu, ilk ve temel meselesi Tanrı’yı övmek ve O’nun ruhsal krallığı için politikalar geliştirmek olmadığı sürece gelişemez. Bu yapıldığında, Majestelerinin sadece yabancı güçler tarafından değil, ayaklanan bazı fraksiyonlar tarafından da Haşmetmeaplarının başından (Tanrı’yı hiçe sayarak) tacını çıkartmaya hazır olanların gövdesine çaktığı çivileri çıkartmaya bolca vakit bulacaktır. Bu nedenle, en iyi yol öncelikle krallığı onların taraftarı olduğundan şüphelendiğimiz kişilerden temizlemek veya en azından bu kişilerden korumak olacaktır; sürgünle, yakarak veya kılıçtan geçirerek değil, hazineyle, krediyle ve güçle onların yeteneklerini azaltarak. Bu durumda elimizdeki vasıtalar uyarınca şüpheli komşularınızın zararlarını telafi etmekle meşgul olurken nefes alacak fırsat bulamayacaklarını öngörebiliriz; sizin güvenliğiniz için onların donanmasını daha da zayıflatarak ve sizinkini koruyup geliştirerek yapılması gereken en önemli şey budur.
Onların denizlerdeki gücünü azaltmak ya açıkça düşmanlık ederek ya da aldatıcı yöntemlerle gerçekleştirilebilir; örneğin bilinmeyen bir yeri keşfetmek ve oraya yerleşmek için, politika gereği onları en çok kızdıracak olanların güvenliğine ilişkin özel bir şartlı hüküm içeren bir imtiyaz mektubuyla birilerine izin verilebilir, böylece bunun tersinin yapılması, emri yerine getiren kişinin hatası olacaktır, Haşmetmeaplarının imtiyaz mektubu açıkça Majestelerinin böyle bir şeyi istemediğini gösterecektir. Bu gerçek açıkça öğrenildikten sonra Majesteleri ya (olaya bağlı olarak böylesi daha iyiyse) aynı açıklamayı yapacak ya da ittifakı bozan taraf olmamak için hem eylemi gerçekleştirenleri hem de gerçeği inkâr ederek bu kişilerin kendi bilgisi dahilinde değil, Orange Prensi ya da bir başkasının68 emrindeymiş gibi davranmasına izin verecektir.
Krallık için bu bahanenin ardına gizlendikten sonra başarılı olmak için yapılması gereken böylesi bir keşfi mazeret göstererek, Majestelerini sorumluluk altına sokmadan, izniniz ile benim yöneteceğim belirli sayıda gemiyi Yeni Ülke’ye göndermek olacaktır; bu gemiler burada mutlaka yılda bir defa Fransa, İspanya ve Portekiz’in gemileriyle karşılaşacaktır. Ben o gemilerin en iyilerini yükleriyle birlikte ele geçirip size getirecek ve semeresiz gemileri yakacağım, ele geçirdiğim gemileri de Hollanda veya İzlanda’ya götüreceğim. Ya da bir korsan olarak kendimi ve adamlarımı kısa bir süre Majestelerinin sahillerinde gizleyebilir, bu bölgelerde daha sonra gerekirse hapse atılabilecek bir belirli bir kaptanın dostluğundan faydalanabilirim. Adamlarım için gizli bir yerde altı ay yetecek kadar yemek ve dört ay yetecek kadar suyla beraber beş veya altı bin adama yetecek cephane saklanabilir…
Bu hizmet için gerekli olan gemileri temin etmek büyük bir sorun olmaz ve neticesinde büyük bir getiri elde edilebilir, çünkü Yeni Ülke balıkları her yerde satılabilir, bundan kazanılacak gelir ile gemiler, kumanyalar, cephane ve beş veya altı bin adam için gerekli nakliye kolayca ödenebilir.
Birkaç geminin bu kadar büyük sıkıntı yaratamayacağı söylenebilir ve bu görev sırasında o yerlerde bulup ele geçirdiğiniz veya yok ettiğiniz gemiler neticede onların tebaasının gemileridir; onların donanması zayıflamış olmaz ve bu yüzden güçleri çok da azalmış olmaz denebilir. Benim buna cevabım şudur:
Şüphesiz bu görevi gerçekleştirmenin tehlikeleri vardır. Bu gemiler balıkçı gemilerine benzer bir mürettebat ve silahlara sahiptir ve sahillere yaklaştıklarında çeşitli limanlara dağılırlar, mürettebatlarından çoğunu balıkları yakalamak ve kurutmak üzere küçük teknelere indirirler, gemilerde birkaç kişi bırakır ya da kimseyi bırakmazlar; böylece bu gemileri ele geçirmek ve götürmek ve bu sayede bu hükümdarların denizdeki güçlerini azaltmak mümkündür. Kendi gemileri sayıca çok az ve diğerlerine göre daha güçsüz olduğundan tebaalarının gemileri bir defa imha edildi mi yerine yenilerini koymaları kısmen gemi sahiplerinin güçten düşmesi ve kısmen de bu gemilerle yapılan ticaretin azalması nedeniyle çok zordur. Gemiler inşa edebilen her adam servetini böyle harcamaz ve gemilerini bir defa kaybettikten sonra aynı sayı ve güce yeniden erişmeleri pek de olası değildir. Bunu yapsalar bile buna uygun kereste mevsiminin gelmesi için uzun zaman beklemeleri gerekebilir, bu süre içinde biz de girişimimizi geliştirmek için iyi bir fırsat yakalamış oluruz. Ayrıca geçen süre içinde bahsi geçen hükümdarlar (Fransa, İspanya ve Portekiz hükümdarları) sadece durumları yüzünden hayal kırıklığına uğramakla kalmaz, bu seyr ü sefer sayesinde elde ettikleri büyük gelirleri de kaybetmiş olur ve buna ilaveten eskiden bu yolculuklarda elde ettikleri bu kadar gerekli erzakları kaybettikleri için büyük bir kıtlıkla mücadele etmek zorunda kalabilirler.
Bunları yerine getirmek mümkün olduğu halde Majestelerinin müttefiklerine karşı böylesi eylemlere izin verilemeyeceği, çünkü akıllıca davranarak insanların gözlerinden gizlense bile Tanrı’dan hiçbir şey gizlenemeyeceği söylenerek bu fikre itiraz edilebilir. Buna da şöyle karşılık verebilirim:
Bence Hıristiyan politikasına göre bir ihaneti iyi zamanlarda engellemek çok geç intikam almaktan daha meşrudur, özellikle de Tanrı’nın kendisinin de bu çekişmelerde taraf olduğu, O’nun düşmanlarının siz Haşmetmeaplarına karşı kötü niyetli tertipler içinde olduğu ve O’nun kilisesinin açıkça görülmesine rağmen merhametli takdirini yeterince derinlemesine hissetmediği düşünülürse.
Ayrıca bunun İngilizler tarafından yapılması halinde, bir şekilde gizlense bile, saldırıya uğradığı için sinirlenen taraflarla olan ticari münasebetimizi bitireceğini ve bu yüzden ticaretimizin büyük zarar göreceğini, bu bölgenin denizcilik gelirlerini ve böylece Majestelerinin gümrük gelirlerini düşüreceğini söyleyenlere şöyle cevap verebilirim:
Bu tehlikeleri ortadan kaldırmak için (ilk önce Haşmetmeapları Fransa, İspanya ve Portekiz’e saldırabilecek olsa da) bu seyr ü seferin eksikliği yüzünden İspanyollar ve Portekizliler veya sadece İspanyollar hariç kimseye dokunmaya gerek yoktur; Majesteleri ile onlar arasındaki son ambargoda kısmen gördüğümüz gibi böylesi bozulma ve kayıplar gerekli değildir. İspanyolların ve Portekizlilerin güçleri daha önce de söylediğim gibi çok azaldığından Haşmetmeaplarının dikkatini Fransızların gerekliliğine çekmek isterim. Bu açıklamalar Majestelerini durumu olduğu gibi görmeye ve kendi yaptığımız çubuklarla bizi dövmek için kendi paramızla silahlanmalarına ve böylece zenginlik ve gücümüzü kaybetmemize sebep olarak, bu ülkenin tüm ticaret gemilerinin onların eline düşmesine izin vererek onlara her yıl boyun eğmektense, bu göreve başlamanın bin kere daha iyi olduğuna ikna edecektir.
Seyr ü seferin devamlılığına dokunmak ve böylece gemiciliğimizi ve Majestelerinin gelirlerini artırmak ve korumak ve güneyden gelen malların fiyatının milletler topluluğumuz için zararlı olacak kadar yükselmesini engellemek için aşağıda tarif edildiği biçimde iyi yöntemler bulunabilir:
O (güney) ticareti kaybetmeye ve o malları başka vasıtalarla ikame etmeye tahammül etmemiz gerekiyorsa Majestelerinin hem gemicilik hem de gümrük gelirleri açısından milletler topluluğunu zayıflatacak derecede zora gireceği doğrudur. Ama Haşmetmeapları bana ve ortaklarıma açıkça veya gizlice, bahsi geçen girişimi gerçekleştirme izni verirse, buradan elde edilecek kazanç ile Batı Hindistan’da, sadece İspanyolları bu zenginlikten mahrum etmekle kalmayıp siz Majestelerine o adaları sonsuza kadar ülkesine katabilecek ve bahsi geçen muhtemel zararları karşılayıp daha bile fazla gelir getirebilecek, yetkin bir şirket kurulabilir. Altın ve gümüş madenlerinin yanı sıra bu bölgede giriş ve çıkış gümrük vergilerinden de kâr elde etme imkânı mevcuttur; böylece Haşmetmeaplarının şüpheli dostları veya başka bir deyişle, açık düşmanları sadece zayıflatılıp fakirleştirilmiş olmaz, siz ve ülkeniz de orada ve burada, hem denizden hem de karadan elde edilen gelirlerle güçlenir ve zenginleşirsiniz. Bir taşla iki kuş vurmak en mutlu sonuç olacaktır. Yani eğer bu öneri kabul edilirse (bundan hiç şüphe yok) hedefimizi vurmuş ve Majestelerinin ölümsüz şanını sağlama hedefimize ulaşmış oluruz. Çünkü düşmanlarınız Majestelerini kızdıracak denizcilik faaliyetlerine devam edecek ne gemilere ne de bunlara erişecek vasıtalara sahip olmazsa, tebaanız ihtiyaçlarının zorlaması yüzünden ticaret yaparken tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaz, çünkü bu ülke bir ada olduğundan İrlanda himayeniz altında kaldıkça, İskoçya müttefikimiz oldukça ve Orange Prensi ve Danimarka Kralı ile dostluğumuz devam ettikçe, dünyanın tüm monarşileri bize karşı birleşse tehlikeden korunmuş olur. Ayrıca Majesteleri dünyadaki tüm kuzey ve güney deniz rotalarını gerçekten tacının etkisi altına alıp kendisine bağlamış olur, böylece Haşmetmeaplarına bağlılığını bildirmeyen hiç kimse bu denizleri geçemez, çünkü birçok farklı rotalara dağılarak genişleyen uzun yolculuklar sayesinde denizciliğimiz sürdürülecek ve çok genişleyecektir. Haşmetmeapları bu girişimden hoşlanırsa Batı Hindistan’ın zorluk çekmeden nasıl basılacağı ve savunulacağına, hangi önlemler alınmazsa sadece boşuna bir çabaya dönüşeceğine dair basit fikirlerimi ifade etmeyi gerçekten çok isterim. Ama Majesteleri bunu gerçekten yapmak istiyorsa Haşmetmeaplarının gecikmelerin genelde iyi şeylerin gerçekleşmesini engellediğini, çünkü insanoğlunun yaşamının kanatlarının ölüm tüyleriyle süslendiğini düşünmesini rica ederim. Majestelerinin bu konuda hayırlı bir hüküm vereceğine inanıyor ve hükmünü şimdiden kabul ederek Haşmetmeaplarını daha fazla rahatsız etmeden sözlerimi bitiriyorum. 6 Kasım 1577.
Majestelerinin en sadık hizmetkarı ve bendesi., H. Gylberte
* Sör Humphrey Gilbert’in Yolculukları ve Kolonizasyon Girişimleri, editör D. B. Quinn (Londra: The Hakluyt Society, 1940) s. 170-174. Editör tarafından modernleştirilmiştir.
Kaynak: Batıya Yön Veren Metinler – Cilt 2 – İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı