20.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1. THKO Davası 3. Duruşma (1 ve 2 Nolu Oturum) Zaptı

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ

971/96-13

Duruşma: III.

20.7.971

Duruşmanın tehir edildiği belli gün ve saatte mahsus salonda toplanıldı. Heyette İddia Makamında Tutanak Kâtipliğinde değişiklik yok. Yapılan yoklamada sanıklardan İRFAN UÇAR hariç diğerlerinin getirildikleri görülerek serbest olarak salondaki yerlerine alındılar. Sanıklar Avukatlarından MUVAFFAK ŞEREF, HALİT ÇELENK, NİYAZİ AĞIRNASLI, REFİK ERGÜN, MÜKERREM ERDOĞAN, KAMİL SAVAŞ, ÖZDEN TİMUR- KAYNAK’ın gelmiş oldukları görülerek yerlerine alındılar.

Duruşma tekrarlandı, evvelki tutanaklar okundu. Sanıklardan DENİZ GEZMİŞ’in sorgusunun yapıldığı anlaşıldı. Evvelce tespit edilen ifadelerinin okunmasına geçildi.

Sanık DENİZ GEZMİŞ’in birinci klasör 73. sayfada mevcut 18.3.1971 tarihli C. Savcılığı’na verdiği ifade ve aynı klasördeki Emniyet’çe alman ifadeleri 3. klasördeki As. Savcılık’ça tespit edilen ifadeleri okundu. Sanıktan soruldu; Bankaya 5 kişi olarak gitmiştik, bunu huzurunuzda düzeltiyorum. Ben, YUSUF ARSLAN, SİNAN CEMGİL, HÜSEYİN İNAN ve ALPARSLAN ÖZDOĞAN bulunuyordu. Sevim Onursal’ın evinde evvelce de sorgumda söylediğim gibi Alpaslan Özdoğan da aramızdaydı. Balgat Amerikan Üssü’ne sorgumda da söylediğim gibi 5 kişi olarak gittik. Ben, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil ve Alpaslan Özdoğan, beşimiz vardı. Toplum polisini kurşunladığımızda dört kişiydik. Alpaslan Özdoğan, ben, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan vardı. Bunun dışında Mahkeme önündeki verdiğim ifadelerden başka hiçbir ifade beni bağlamaz. Diğer ifadelerimi kabul etmiyorum. Askeri Savcılıkta söylediklerim yanlış anlaşılmış, biz o sırada hücrede idik. Gazete, kitap ve mektup verilmiyordu. En tabii haklarımızdan mahrumduk. Böyle bir ortamda bir hukukçu olarak ifade alınmasını ciddi olarak kabul etmediğim için ifade vermedim, dedi. İfadeye karşı As. Savcı’dan soruldu. Sanık geçen celsede sorgusu sırasında sorgu harici olarak iddianamenin eleştirisini yapmış bulunmaktadır. Kendisine göre birtakım neticeler çıkarmıştır. Netice itibarı ile iddianameyi beğenmediğini beyan etti. Bu olabilir, hatta olağandır, ancak sorgusu esnasında savunmaya kaçmış olması karşısında mahkemenin müsamaha göstermiş olmasını da onun adaletine inancımız itibariyle takdirle karşılıyoruz. Şahsımıza karşı da birtakım küçültücü iftira mahiyetinde sözler sarf etti. Bunları makul karşılamıyoruz. Ancak, kendisini mazur görüyoruz. Savcı hiçbir zaman kelle istemez, Mahkeme de kelle almaz. Sanık fiilleri ile kellesini ipe uzatır, kanun da altındaki sandalyeyi çekerek kelleyi koparır. Biz sanık dedik, suçlu bile demedik, nezahetimizi bozmamaya da devam edeceğiz, dedi. İfadeye karşı diğer sanıklardan soruldu. Sanık Hüseyin İnan, Deniz Gezmiş ifadesinde elde ettiğimiz silahı gerekirse halka, Ordu’ya karşı da kullanırız şeklinde beyanda bulundu. Ben kabul etmiyorum. Kendisinden bu husus tekrar sorulsun dedi. Ben de bu ifadeyi söylemedim. Bu hususu kabul etmediğimi daha evvelce de söylemiştim. Ayrıca Emniyette alınan ifadede Tank lafı geçmektedir. Bu da ciddi bir şey değildir. Bunu da kabul etmiyorum ve biz silahımızı ancak vatan hainlerine karşı kullanırız. Nitekim de kullandık.

Sanık vekillerinden MUVAFFAK ŞEREF söz istedi. Kendisine söz verildi. İddia Makamının; savunmasız mahkeme olmaz, savunma varsa en azından savcıya verilen imkân ölçüsünde savunuculara da vermek gerekir. Biz Cumartesi günkü müdahalemizi Cuma günü yapılan sorgularda vaki beyanlarda bir kısmının zabta intikal etmemesi sebebiyle yapmıştık. Bu müdahalemiz yalnızca Mahkemeye yardımcı olmak amacını güdüyordu. İlk celsede sayın HALİT ÇELENK tarafından okunan layihamız dışında muhterem Mahkeme hakkında ayrı bir düşüncemiz yoktur. Sayın Savcının bugünkü müdahalesine gelince; kendisi idamı somutlaştırarak müvekkillerimizi psikolojik baskı altında bırakmıştır. Bu ise, sorgunun selametle yürümesine de aykırıdır. Bu sebepledir ki bugün de söz istemek gereğini duyduk. Bu sırada Av. Sadık AKINCILAR geldi, yerine alındı.

Diğer sanık Hüseyin İNAN’ın sorgusuna başlandı.

4. HÜSEYİN İNAN sorgusunda; Hüseyin İnan söz alarak evvela As. Savcı’nın tespit ettiği ifademin okunmasını isterim dedi.

İddianame politik yönü ağır basan bir İddianamedir. Bu yüzden İddianamenin hazırlanışı, Mahkemenin gelişimi ve verilecek karar açısından politik ortamın büyük etkisi olduğuna inanıyoruz. Keza İddianamede çeşitli politik görüşler suçlanırken, aynı zamanda politik bir çizgi savunulmasıdır. İddianameyi dikkatlice incelediğimiz zaman, şunu görüyoruz. Asılsız ithamlarla objektif olmayan politik bir mantıkla ve Türkiye toplumunun gelişimini tesadüflere bağlamakla, şahıslarımıza karşı, art niyetle hareket edilmiş ve bu art niyet anlatacağım politik ortamın doğal sonucu olmuştur. İnancım odur ki, böyle bir davada kısmen de olsa, sıhhatli bir gelişmeye yönelmek için Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve politik ortamı belirtmekte yarar yardır. Bugünkü ortam asırlar öncesinden, bu yana gelen Os- manlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet dönemi topluluğunun bugünkü halidir. Konuyu dağıtmamak bakımmdan, sadece millî mücadele dönemimizi ve günümüze kadar olan kısmını anlatmakla yetineceğim. Her ne kadar bunları savunmamda yapmam gerekmekte ise de, sorgumun yapılabilmesi ve Mahkemenin yapısının belirlenmesi için düşüncemin şimdiden açıklanmasında yarar görüyorum. İddianamenin 146/1. maddeden açılmış olması, İddia Makamının Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun ciddi bir güç olduğunu kabul etmesi demektir. Ve şuanda 20 kişinin hukuken Anayasa’yı tağyir, tebdil ve ilgaya ve bu kanunla müesses Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni İskata cebren teşebbüsten, politik anlamı ile Vatana ihanetten yargılanması konunun politik bakımdan ciddiyetinin açık bir delilidir. Onun için Cumhuriyet döneminin politik ve ekonomik yapısını anlaşılır hale getirdiğimizde, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun gizli bir örgüt olarak çıkışım anlamak ve hukuki temelini belirlemek daha kolay olacaktır. Milli Mücadele Subay, Aydın, İşçi, Köylü, ittifakının omuz omuza vererek başardıkları bir mücadeledir. Bu dönemde yurdu istila eden düşman saflarındakiler, Padişah ve onun dayanağı toprak ağaları tüccar ve eşraflardır. Önceleri Millî Mücadeleye karşı olan ve düşmana yeşil ışık yakan bu güçler daha sonraları, halkımızın başarılarına ve ülkenin düşmandan temizleneceğine emin olduktan sonra, derhal saf değiştirmişler ve yurtsever kesilmişlerdir. Kurtuluş savaşı dönemine baktığımız zaman yurdumuzu dört bir yandan işgal eden düşman askerlerine bunların hoş geldiniz dediğini görürüz. Yunan ordusu İzmir’i işgal ettiği zaman tek başına hayatını ortaya koyarak karşı koyan ve silah kullanan Haşan Tahsin bu güçlerin gözünde vatan hainidir. Yurtseverlerin gözünde ise gerçek bir kahramandır. Bu da gösteriyor ki, vatan hainliği şartlara ve değişik güçlerin menfaatlarına göre değişen bir kavramdır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ağa, tüccar ve eşraf takımı padişah desteğinden yoksun kaldı. Düşmanlar yurttan yeni atıldığı için emperyalist devletlerden yardım alamadı. Ve varlığını korumak için yurtsever oldu. Ve Meclis’e kadar sızdı. Bir taraftan gizli çalışarak, eski otokratik düzeni tekrar getirmeye çalışıyor, bir taraftan da meclise ağırlığını koyarak reformları engellemeye çalışıyordu. Padişahlık kalktı fakat bunların toplum içindeki kökeni yok edilemedi. Eski güçleri zayıftı, tek başlarına iktidara gelecek güçte olmadıkları için, yine tek kurtuluş yolunu dış destekte buldular. Ve zamanın Ortadoğu’daki hâkim devleti İngiltere ile gizli anlaşmaya başladılar. Birinci ve İkinci Meclisteki üyelerin yapıları ve Meclis zabıtları incelendiği zaman bu takımın faaliyetlerini görürüz. Hilafetin tekke ve zaviyelerin kapatılmasına açıkça karşı koymuşlar, 1925 Şeyh Sait isyanı ile şanslarını denemişler, 1926’da İzmir’de Atatürk’e suikast düzenlemişler, fakat başaramamışlar, 1930’larda serbest fırka etrafında birleşmişler, fakat sonradan faaliyetleri yasaklanmıştır. Uzun yıllar devam eden birinci dünya savaşının ve Kurtuluş Savaşımızın ganimetleri ile yüklü oldukları cephede çarpışan yurtseverlerin namusuna kadar el attıkları için rahat durmamakta ve her fırsatı kullanmaktadırlar. 1930-1939 yıllarının Devletçilik politikası karşısında direnerek varlıklarını korumuşlar ve ekonomik yapıda bir güç olma durumlarını devam ve muhafaza ettirmişlerdir. Bu dönemdeki ağır sanayie yönelik devlet politikasına karşı her türlü gayri meşru yollara başvurarak kazançlarına kazanç katmışlardır. Birbirlerine destek olarak Türkiye İş Bankası’nda yönetimi ele geçirmeye çalışmışlardır. Bu sırada İngiltere önemini kaybetmiş ve Almanya ön plana geçmiştir. Başlarında 1950-1960’lann Cumhurbaşkanı Celâl Bayar olduğu halde dışarıdan destek alarak iktidarı ele geçirmeye azimlidirler. Tam bu sırada İkinci Dünya Savaşı patlak vermiştir. Türkiye savaşa girmemesine rağmen her an tehlikenin kapıyı çalacağı hesaplanarak, savaş politikası uygulanmıştır. 1939-1945 yıllarındaki savaş politikası halkı açlığa sefalete ve kıtlığa mahkûm ederken bu takım yani ağa, tüccar, eşraf takımı palazlanma imkânı bulmuş ve yükünü tutmuştu. Halen Cumhuriyet Halk Partisi içinde olmalarına rağmen hem Devletçilik politikasına meydan okumakta ve hem de ekonomik yapıyı ele geçirmeye çalışmaktadırlar. 1945 yılında savaş atlatıldı. Tarih sahnesine yeni bir dev çıktı, Amerika Birleşik Devletleri, o yılların sloganı haline gelen Demokrasi sözü ve yeni devin yeni yüzü bu takımın hoşuna gitti, CHP içinde ve parlamentoda önemli ağırlıkları vardı, ortak istediklerini yapabilecek güçteydiler. 1945’teki şu iki olay bu gerici takımın gücünü düşüncesini belirtmek bakımından önemlidir. O zamanın Türkiye’sinin en önemli ilerici iki sorunu olan Toprak Reformu ve Birleşmiş Milletler’e girme ve çok partili rejime geçme konusunda farklı davranışları, toprak reformuna hayır diyerek engellemişler ve yeni parti kurmak istedikleri için Birleşmiş Milletler’e girme ve çok partili rejime geçme konusunda Demokrasi adına en büyük ilerici kesilmişlerdir. Görülüyor ki bu takım aynı yolla ilerici ve önemli iki meseleden birine hayır diğerine evet diyordu. Hemen ardından Demokrat Parti’yi kurdular. Bir taraftan yurdun her yerinde ağa, tüccar, eşraf kontrolünde teşkilatlanırken, diğer taraftan Amerikan yardımı almak için her türlü oyunu oynadılar ve Marshall yardımını yurda soktular. Böylece dünyadaki yeni emperyalist canavar Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye’nin Mandacı zihniyeti Demokrat Parti dost oldu. 1919’larda Amerikan Mandası diye kendisini yırtan bu takım nihayet muradına nail oluyordu. Bu hava içerisinde 1950 seçimlerine girildi. Halkın tek partili rejime olan tepkisi asılsız vaatler ve gericilik propagandası Demokrat Parti’yi iktidara getirdi ve Aydınlı bir toprak ağası Adnan Menderes Başbakan oldu. Bu takım için artık işin zor tarafı başarılmış gerisi kolaylaşmıştı. İddia Makamının iddianamede bahsettiği gibi bu bir talihsizlik değil 25 yıllık gerici mücadelenin yeniden iktidara gelişidir. Bundan sonra Amerika’ya kapılar sonuna kadar açıldı. Yabancı sermaye teşvik kanunu çıkarıldı. NATO’ya girildi, ikili anlaşmalar yapıldı, ekonomik ve askeri alanda Amerika’ya bağlanıldı. Ve kurtuluş savaşı vermiş Türkiye tekrar emperyalizmin güdümünde bir ülke oldu. Demokrasi vaadi ile Demokrat Parti bütün muhalefet politikasını susturdu. Yeraltı ve yerüstü servetlerimizi Amerika’nın emrine verdi. Yüz yıllar öncesinin gerici düşünceleri hortlatıldı ve ilerici güçlere karşı amansız bir baskıya girişildi. Amerikan mamul maddelerinin satılması gerektiği için ağır sanayii engellendi. Montaj sanayiine hız verildi. Artık Türkiye 1950’ler Türkiye’si değil, 1920’lerin Türkiye’si durumuna geldi. Bu gidişe 1960 yılında son verildi. Demokrat Parti kapatıldı. Siyasi ortamda at koşturanlar cezalarını çektiler fakat bunları iktidara getiren Amerika’yı yurda sokan takıma önemli bir şey yapılmadı. Bir yıl sonra yeni Anayasanın kabulü ve normal siyasi ortamın kurulması, ekonomik yapıya hâkim olan bu takım Adalet Partisi adıyla sahneye çıktı. Ve 1964 yılına kadar bocaladı. Aynı yıl Amerikan oyunu ile İsmet İnönü düşürüldü ve Adalet Partisi tekrar iktidara geldi. Toprak ağası olan eski Başbakanın yerini artık bir Amerikan şirketinin temsilcisi Süleyman Demirel aldı. Politikası ve tutumu ile Demokrat Parti’den hiçbir farkı olmayan bu iktidar 12 Mart muhtırasına kadar iktidarda kaldı. 27 Mayıs’ın getirdiği önemli iki mesele 1. Ülke kalkınmasına, sanayileşmeye açık ve reformları ön gören 1961 Anayasası, 2. Bu Anayasanın teminatında gelecek iktidarın keyfi tutum ve politikasının faşizm yöntemini Önleyici kurum ve müesseseler getirmesidir. Gelelim uygulamaya: Adalet Partisi 27 Mayıs’ı ve 1961 Anayasası’nı kendisine düşman bildiği için Anayasa’yı uygulamadı ve rafa kaldırdı. Devletin kurum ve müesseselerine keyfince adam atayarak, yanlış uygulamalarla buraları parti büroları haline getirdi. Ve bunu büyük oranda başardı. Temel politikası Demokrat Parti’nin aynı idi. Montaj sanayi hızla ilerledi. Ağır sanayi kurulamadı, halkın sefaletle geriliği devam etti. Anayasa’nın öngördüğü reformlar yapılamadı. Ve kısaca Türkiye geri kalmış bir ülke olmaktan kurtulamadı. 1970 Türkiye’si şu idi. 35 milyon nüfusunun 24 milyonu köylerde, okulsuz, yolsuz açlığa terk edilmiş halde halkının % 70’i hâlâ okuryazar olmayan, 500 bin işçisi Almanya’ya, Avustralya’ya göçmen olarak gitmek isteyen milyonların sırada beklediği köyden şehre akının hızla geliştiği, şehirlerin sanayileşmediği, köylerin hâlâ ağa, tüccar, eşraf kontrolünde olduğu, yıllık kalkınma hızının yıllık nüfus artışının altında bulunduğu, seçimden seçime elli, yüz yıllık yatırımların temelinin satıldığı, ağır sanayi diye kolonya fabrikalarının açıldığı, tarikatçılığın, nurculuğun ve Kuran kurslarının asırlar öncesinin geri düşüncelerini yaydığı bir Türkiye, 1955 ikili anlaşma, 101 üssü, NATO’su, CENTO’su 20 bin askeri, binlerce barış gönüllüleri ve Bakanlıklardaki danışmanları ila askeri kültürel alanda montaj sanayii, meşrubat sanayii, tüketim sanayii, sağlık ve turistik tesisleri ile ekonomik alanda ve Mori- son şirketinin Türkiye Temsilcisi Süleyman Demirel ile politik alanda Amerika ülkemiz yönetiminde söz sahibi oldu. Böyle bir Türkiye bize göre yarı bağımlı bir Türkiye’dir. Dünyada yüzden fazla devlet mevcuttur. Bunların hepsi birbirleriyle ekonomik, kültürel ve diplomatik ilişki içindedirler. Fakat Türkiye gibi ekonomisi Amerika’ya bu derece bağlı ve bu kadar üssün bulunduğu ülke parmakla gösterilecek kadar azdır. Ama ne yazık ki, Kurtuluş Savaşı’nda milyonların canı ve malı pahasına kurtulan Türkiye bir avuç insanın menfaati uğruna Amerika’ya bağımlı hale getirildi. Bugün Yurdumuzda her doğan (Çizildi) çocuk Amerika’ya 3500 lira borçlu doğmaktadır. Yıllardır alınan borçların faizi borçların kendisini geçmiş fakat bu borçların kat kat fazlası kâr dışarı transfer edilmiştir. Yurdumuzu Amerika’ya peşkeş çekenler 1940’larda Almanya’ya alkış tutanlar 1900’lerde İngilizlerle Osmanlı Devleti’ni paylaşanlardır. Böyle bir ortamda halkımız Demokratik taleplerle ortaya çıkınca zorla bastırılıyorlardı. İki yılda kanuni gösteri ve yürüyüşlerde 20’den fazla genç ölmüş, binlercesi yaralanmıştır.

1961 Anayasası’na öcü gözü ile bakıldı. Ve nerede ise Anayasa sözcüğünü dahi yasaklar oldular. Böyle bir ortamda iktidarı yıpratıcı çeşitli baskı unsurları doğdu. Bunların bir kısmı açık, bir kısmı gizli çalışıyordu. İşte Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu böyle bir ortamla mücadeleye başlamıştı. Yayınladığımız bildiride açıkça düşman olarak ilan ettiğimiz emperyalizmi, işbirlikçi patronlar ve ağalar takımı bunlardır. Bunlara karşı mücadeleyi bir yurtsever olarak ve inanarak yürüttük. Zira 50 yıldır Yurdumuzun geriliğine çalışanlar ve sonunda Amerikan dolarları ile oynayanlar bunlardır. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ile ilgili açıklamama geçmeden önce bugün içinde bulunduğumuz ortamı açıklamakta yarar görüyorum. 12 Mart Türk Silahlı Kuvvetleri’nin namlularını parlamentoya ve Demirel Hükümeti’ne çevirdiği gündür. Muhtıradan sonra Hükümet çekilmiş. Parlamento yerinde kalmıştır. Oysa muhtırada Parlamento da Hükümet kadar suçlanmaktadır. Muhtıranın diğer kısımlarında ise yeni Hükümetin Atatürk Devrimlerini gerçekleştirmesi, Anayasal reformları yapması ve anarşiye son vermesi istenmektedir. Muhtıradan bu yana geçen dört aylık dönem oldukça önemlidir. Adalet Partisi iktidardan çekilmiş, fakat Parlamento’da ağırlığını muhafaza etmiştir. Yeni iktidar için Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin çoğunluğu Millî Güven Partisi ile diğer partilerin ittifakı ile Erim iktidarı sahneye çıkmıştır. Muhtırada Atatürk Devrimleri’nden ve Anayasal reformlardan bahsedilmesine rağmen böyle bir iktidarın yerine İkinci Cihan Savaşı’nın hortlattığı Hacı Ömer Holding ve Akbank Saltanatıyla Adalet Partisi tahttan inmiş, yerine Koç Holding ve Yapı Kredi Bankası saltanatı Erim iktidarıyla tahta geçmiştir. Aralarında menfaat çelişkisi olan bu güçler yine de birbirlerine düşman değildirler. Bu iki güç arasında önemli sayılabilecek bir fark Erim iktidarında toprak ağalığı ve tefecilik gibi konularda Adalet Partisi’nden daha ilerici ve dürüst Bakanların bulunmasıdır. Adalet Partisi, iktidardan düştü, fakat ekonomik yapıyı kontrol edebilmekte ve Amerika ile ilişkilerini devam ettirmektedir. Bu yüzden Erim Hükümeti Adalet Partisini karşısına alacak güçte değildir. Onu kendisine destek yapmak zorundadır ve böyle davranmıştır. 12 Mart muhtırası ile parlamentoya ve Hükümete çevrilen namluların hedefi hâlâ sapmamıştır. Geçen dört ayda Erim iktidarı namluların desteği ile ve Adalet Partisi ile menfaat ilişkilerine girerek, varlığını devam ettirmiştir. Şartlar eski ve yeni iktidarı zorunlu bir pazarlığa itmiştir. Bu pazarlık şudur. Adalet Partisi yargılanmaktan kurtulacak, buna karşı Erim iktidarını destekleyecektir. Böylece Adalet Partisi ve onun paralelindeki partiler silah gölgesinde birleşerek Erim iktidarını desteklediler. Parlamento’yu teşkil eden Adalet Partililer ise maaşları arttırılarak ve seçimler bir müddet erteleneceği için tekrar seçilememek korkusunu ileri bir tarihe atarak, Erim iktidarının politikasına parmak kaldırır duruma getirildiler. Bu durumun daha ne kadar devam edeceğini kestirmek zordur. Bu işin, gizli ve bilinse dahi söylenmesi günah olan yönüdür. Bir de işin diğer yönü vardır. O da şudur. 12 Mart muhtırası ile bir hükümet düşürülmüştür. Suçu açıktır. Anayasa’yı ihlaldir. Türkiye halkına ve dünya kamuoyuna Erim iktidarının hesap vermesi gerekir. Oysa asıl suçlu, Adalet Partisi, Erim iktidarı ile ittifak halindedir. Bunun için başka suçlu bulmak gerekir. Ve biz 20 genç asıl suçlu olarak vatana ihanetten şu anda Mahkeme huzurundayız. 50 yılın bütün hesabını 20 gençten soruyorlar. Bununla da kalmayarak daha ileri gidiyorlar, üç ayda eşi görülmemiş zamların, vergilerin ve hayat pahalılığının yaratıcısı ve reformların engelleyicisi Parti ve Bakanların üstüne örtü çekilerek dikkatler bizim üzerimize çekilip, biz 20 genç topun ağzına sürülüyoruz. İddianame okunduğu zaman cezanın suça değil, suçun cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm. Cezamızı biraz önce bahsettiğim pazarlık tayin edecektir. Böyle bir pazarlığın bizlere reva göreceği cezayı bağımsız yargı organlarında uygulamak zor olduğu için Sıkıyönetim Mahkemelerine çıkarılıyoruz. Haklı olarak belirtiyorum. İddia makamını muhatap olarak almıyorum.

Ve Mahkemeyi bağımsız yargı organı olarak kabul etmiyorum. 

Karanlık günler yaşadığımız Erim iktidarı döneminde sözlerimizin halktan gizleneceğini biliyorum. Cezamızın başka organlarca da verileceğini çok iyi biliyorum. Fakat hürriyetimizin alındığı bu ortamda konuşmak fırsatı bulmak dahi önemlidir.

Cumhuriyet tarihinde ilk defa 20 genç idam talebi ile yargılanıyor. Anayasa’yı değiştirmek için gerici partilerin yarışa girdiği bugünlerde Anayasa’yı ortadan kaldırmakla suçlanıyoruz. Eşi görülmemiş zamların, vergilerin ve hayat pahalılığının açlığa ve sefalete terk ettiği Türkiye halkının bu durumuna sebep biz gösteriliyoruz. Erim iktidarı üç aylık politikası ile sanayiciler ve büyük tüccarlar hariç Türkiye halkını açlığın ve sefaletin eşiğine getirmiştir. Bu tehlikeli uygulamayı örtbas etmek için 20 genci topun ağzına sürmek yetmeyecektir. Tarih asıl suçluları affetmeyecektir. Asıl suçlular kurtulsa dahi onları koruyanlar tarih önünde er geç hesap verecektir. Eylemlerimiz ağır cezayı gerektirmesine rağmen doğru söylemekten çekinmedik. Elli yıldır partiler ve iktidarlar dahi yaptıklarının hesabım halka vermekten korkarken, bizler gizli bir örgüt olarak yaptıklarımızın hesabını dürüstçe verdik ve yaşadığımız sürece vermeye devam edeceğiz. Anayasa’ya saygı yürüyüşlerinde yediğimiz sopaların izlerini hâlâ vücudumuzda taşırken, Anayasa’yı ortadan kaldırmakla itham ediliyoruz. Bu Mahkemenin sonucu (Çizildi) adli bir skandal olabilir. Fakat Mahkemenin sonucu ne olursa olsun, dediklerimiz gerçekleşecektir. Bugün seçim yapılsa, Adalet Partisi yine iktidara gelecektir. Zira Erim iktidarı üç aylık uygulaması ile halka Adalet Partisi’ni dahi aratmıştır. Türkiye yine kalkınamayacak ve bu durum yine devam edecektir. Ta ki vatanı Amerika’ya satanlar ve gericilerin sonu gelene kadar. Bu kavga biz olmasak da devam edecektir. Türkiye halkı var oldukça devam edecektir. Yurtsever analar var oldukça devam edecektir. Kısaca anaların rahmine el atılamayacağına göre mutlaka devam edecek ve başarılacaktır. Erim iktidarının elinde tek ciddi meselesi toprak reformudur. Toprak reformunun meclisten çıkması zordur. Çıksa dahi beyaz bir reform olacaktır. Fakat reformun arkasından konacak tarım vergisi ile karşılığı halktan fitil fitil alınacaktır. Başbakan ilk günlerde bizleri Devleti yıkmaya amaç edindiğimizi, aksi halde Türkiye’nin kalkınmasını isteseler, yanımıza gelir, reformları yapmamıza yardım ederler demişti ve İddianamede aynı söz geçmektedir. Türkiye’de ileri hangi atılım olmuşsa, sonuna kadar destekleyenler, Devrimciler, her geri harekete de amansız karşı koyanlar yine Devrimciler olmuştur. Ama ne var ki toprak reformu yapacak bir iktidar o reformun stratejisi için toprak ağalarının partilerinden yardım beklerken buna sadece güleriz. Onun için tekrar ediyoruz. Bu reform beyaz bir reform olacaktır. Sadece yapılmış olmak için yapılacaktır. Bütün bunlara rağmen Erim iktidarının toprak reformunu yapmaya azmetmesi dahi takdirle karşılanır. Petrol, Boraks gibi madenlerin devletleştirilmesi çok önemli ve ilerici bir harekettir. Ama ne var ki bu da başarılamayacaktır. Zira sadece Boraks yatağı 900 milyar lira değerinde olup, ağır sanayiin temel maddesi ve dünyada ender bulunan bir madendir. Amerika’nın Türkiye’deki şah damarı Krom yine aynı durumdadır. Amerika bunlar için iktidar değiştirir. Nitekim bunun örnekleri dünyada çoktur. Ve Türkiye’de de olmuştur. Onun için bu iktidar da Amerika ile ortaklığa devam edecektir. Sadece Boraks’ın devletleştirilmesi (Çizildi) ile elde edilecek kazanç, çıkan zamların ve vergilerin sağladığı toplamın kat kat üstündedir. Nihat Erim Başbakan olduğu günden bu yana gerçekleri gizlemiştir. Sıkıyönetimin geliş sebebi olarak bizleri göstermiştir. Oysa Sıkıyönetimin gerçek sebebi Anayasa’yı değiştirmek ve Adalet Partisi karşısında iktidarda kalabilmek içindir. Çünkü Başbakan Mart ayında mevcut kanunların asayişi sağlamak için yeterli olduğunu belirttiği zaman samimiydi. Bizim suçlu sandalyesinde olmamız Erim iktidarını ayakta tutmaya yetmeyecektir. Bugünün Türkiye’si yarının karanlığını ve Erim faşizmini müjdeliyor. Nihat Erim yeni bir Salazar olma sevdasındadır. Nitekim Cumhuriyet Halk Partisi içindeki ileri güçler bugünleri ve yarınları çok önceden haber vermişlerdir. Söyledikleri gün gibi ortadadır. Düşünce olarak emperyalizme ve ortaklarına karşı eylem olarak Amerika’ya kâr transfer eden bir bankayı soymak ve Amerikalı kaçırmayı 146/1. maddeye sokmak adli bir skandaldir. Savcının iddianamesi Mahkemece tasdik edilirse, bu Mahkeme tarihi bir trajedi olacaktır. Fakat ne yazık ki yakalandığımız günden bu yana gelişen olaylar, İddia Makamının böyle bir ithamla karşımıza çıkmasına imkân vermiştir. Aylar önce Meclis’te vatan haini olduğumuz ilan edilmiştir. Hakim kararı olmadan değişik şahıslarca keyfince hücre cezasına çarptırıldık. Yetkili ağızlar tarafından dünyaya suçlu ilan edildik. Anayasa’yı ihlal edenler kurtuldu ve bizler Anayasa’yı ortadan kaldırmaktan çok önceleri suçlu, şu anda ise sanık sandalyesine oturduk. Anayasa’nın değiştirildiği bu ortamda anayasayı ortadan kaldırmaktan, Mahkeme önüne çıkarılmaya mecbur bırakıldık. İddia makamını işgal eden kişi böyle bir fırsatı kaçırmadı ve meşhur olma sevdasından gelen kitap yazma özlemi ve göze girme ihtirası ile bu şekilde davrandı. Son olarak şunu belirteyim. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun düşünce ve eylemlerinin 146/1. madde ile ilgisi yoktur. Fakat Mahkeme bu düzeyde gelişecek ve İddia Makamı söylediğinde direnecektir. Hukuk kurallarından, bilimden ve dürüstlükten uzak bu iddianamenin ışığında gelişen bu mahkemenin sonucu kan davası ile düğümlenebilir. 1961 Anayasası için hayatlarım ortaya koyan 27 Mayıs ihtilalinin öncüleri vatan haini ilan edilmek üzeredir. İhtilalin başı Cemal Gürsel Amerikan hapları ve iğneleri ile çoktan öldürülmüştür. Hepsinin yerini Erim faşizmi almıştır. Fakat bizler yarınlara ümitle bakıyoruz. Çünkü tarih çok büyük saltanatları yerle bir etmiştir. Buna inancım tamdır. Son sözüm yaşasın 1961 Anayasası dedi.

Sanığın 24.3.1971 tarihli C. Savcılığı’nca tespit edilen ifadesi okundu.

Mevcut ifadelere karşı sanıktan soruldu. İfadelerde Rıfkı ismi geçmektedir. Bu aslında Alpaslan Özdoğan’dır. O zaman ismini yani gerçek ismini söylememiştim. Zira henüz sağdı ve yakalan- mamıştı. Nihat Çokyüce’nin arabasını alma olayında da Sinan Cemgil değil, Alpaslan Özdoğan yanımda idi. Nihat Çokyüce’nin ifadesindeki teşhis kısımları da dikkate alınırsa, hadiseler yanımdaki şahsın Alpaslan Özdoğan olduğunu meydana çıkanı-, İfadelerimin birinde Sosyalizm ihtilali, ayrıca halk ihtilalinden sonra kademe kademe proletaryo diktatöryası ve Komünizme geçiş şeklinde beyanlar doğru değildir, bunları kabul etmiyorum. Yanlış zabta geçmiş. Ayrıca Muammer Aksoy’la pazarlık konusunda konuşmaya gittiğimde, gittiğim saat zabta yanlış geçmiş, 07.30 sıralannda gitmiştim. İfadelerimin diğer kısımları doğrudur dedi. İfadeye karşı As. Savcı’dan soruldu. As. Sav- cı’nın talebi üzerine soruldu, hadiselerin başladığında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Sinan Cemgil’in isimleri Emniyetçe biliniyordu. Alpaslan Özdoğan beraber olduğu halde henüz deşifre edilmemişti. Bu bakımdan onu gizledim ve bidayette Sinan Cemgil’in ismini verdim. Nasılsa Sinan Cemgil biliniyordu. Bu maksatla Sinan Cemgil’i söylemiştim dedi. (Çizildi) As. Savcı sanığın beyanına diyeceğimiz yoktur. Şahsımız ile ilgili beyanlarını reddediyorum dedi. Sanığın ifadesine karşı diğer sanıklardan soruldu. Mustafa Yalçıner ben Hüseyin İnan’dan 40 bin lira almadım. Filistin’e gidip silah getirmem maksadıyla 40 bin lira aldığım ifade edildi, bu doğru değildir, bu husus tekrar sorulsun dedi. Hüseyin İnan’dan soruldu. Hüseyin İnan Banka soyulduktan sonra devamlı olarak para bende kalıyordu. Ben Sinan Cemgil’in isteği üzerine Alpaslan Özdoğan vasıtasıyla 40 bin lirayı Mustafa Yalçmer’e gönderdim. Ben Mustafa Yalçıner’in Filistin’e gideceğini biliyordum. Fazla malumatım yoktur. Ayrıca düzeltmek istediğim bir husus dört Amerikalının kaçırılmasında arabayı Yusuf Arslan getirmiştir. Arabanın getirilmesinde Mete Ertekin yoktur dedi. Sanıklardan Kor Koçalak’m talebi üzerine Hüseyin İnan’dan soruldu. Sevim Onursal’ın evinde icra takibine gelen vazifeliler içeriye girdiklerinde Kor Koçalak tek başına idi, bilahare dışarı çıktı, arkasından ben, Yusuf ve Sevim Onursal evinden çıktı. Biz hep beraber evi terk ettiğimizde adamlar daha bağlanmamıştı dedi. Sanık Mete Ertekin vekili Niyazi Ağımaslı’nın talebi üzerine soruldu, Hüseyin İnan cevaben dört Amerikalının kaçırılmasında Mete Ertekin’i ben çağırdım. Evvela Amerikalıları kaçırdıktan sonra bir kısmımız vasıta ile bir kısmımız da yaya olarak dönmeyi düşünüyorduk. Sonradan fikir değiştirdik, Yusuf başka bir araba buldu, o zaman bir arabayı Yusuf sürecek, başka arabayı da sürecek bir adam lazımdı. Bu maksatla ben (Çizildi) Mete Ertekin’i götürdüm. Yolun kesilmesinde kendisi yoktu. Sadece boş olan arabayı (Amerikalıların) arabasını getirdi, Amerikalıları kaçırdığımızı hadise yerinde öğrendi dedi.

GEREĞİ GÖRÜŞÜLDÜ:

1- Sorgulara gelecek celse devam edilmesini,

2- Sanıkların tutukluluk hallerinin devamını,

3- Bu sebeplerle duruşmanın bugün saat 14.30’a tehirine oybirliği ve sırası ile karar verilip açıklandı.

20.7.1971

BAŞKAN              ÜYE                 ÜYE

Duruşmanın tehir edildiği aynı gün ve saatte mahsus salonda toplanıldı. Hey’ette, İddia Makamında, Tutanak Kâtipliğinde değişiklik yok. Celse açılıp yoklama yapıldı, sanıkların getirildiği görülerek serbestçe yerlerine alındılar. Sanık vekillerinden Muvaffak ŞEREF, Halit Çelenk, Niyazi Ağımaslı, Refik ERDEN, Kâmil Savaş, Özden Timurkaynak, Zeki Oruç Erel, Sadık Akıncılar, Saffet Nezihi Bölükbaşı’nın geldikleri görülerek yerlerine alındılar. Duruşmaya devamla, sanıklardan MEHMET NAKÎPOĞLU’nun sorgusuna başlandı.
5. Sanık MEHMET NAKİPOĞLU sorgusunda; İddianamede bize isnat edilen suçu kesinlikle reddediyorum. Bu iddianame buradaki 20 kişiyi değil, Türkiye’nin bağımsızlığı için savaşan bütün yurtseverleri suçlamaktadır. Buradaki zihniyet, Damat Ferit zihniyetidir. Çünkü yurtseverler ancak bu zihniyetle suçlanabilir. Bu yaşa kadar bu cumhuriyetin okullarında eğitim gördüm ve birinci milli kurtuluş savaşımızı veren yurtseverlerin izinde yürüdüm. Bugüne kadar yapmış olduğum eylemlerin yurtsever eylemler olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla vazifesini yapmış bir insan rahatlığı içindeyim. Türkiye’nin Amerikan emperyalizmi tarafından her sahada sömürüldüğü bu dönemde bu sömürgeye karşı çıkmayıp, Kemalist geçinmek en azından sahtekârlıktır. Ve bunu ancak vatan hainleri yapar. Hiç kimse Kemalizm adına bizi suçlayamaz. Suçlamak isteyenler ancak Damat Ferit ağzı ile suçlarlar. Nasıl ki Damat Ferit de işgal kuvvetlerini inkâr edemiyor ve bunun yanı sıra yurtsever savaşçıları vatan haini olarak ilan ediyorsa Savcı da bugün içinde bulunduğumuz batağı inkâr edememekte, Türkiye’nin bağımlılığını kendisi de belirtmektedir. Buna rağmen yine de bizleri suçlamak istemektedir. Bugün için Türkiye’de gerçek olan bir şey varsa o da Türkiye’nin bağımlı olması ve de Anayasa’nın öngördüğü, nizamla mevcut nizamın birbirine uymamasıdır. Anayasa’nın ve de Atatürk ilkelerinin çiğnenmesidir. Bunları çiğneyenler ise AP iktidarı zamanındaki, ondan önceki DP iktidarı zamanındaki ve de istiklal savaşımız sırasındaki yurtseverleri vatan haini olarak ilan eden işbirlikçi sermaye ağa, mütegallibe ve tefecilerdir. AP iktidarı zamanında devrin Başbakanı Süleyman Demirel Erzurum’a geldiğinde 1969 senesinde Müslüman Türkiye’nin Müslüman Başbakanı diye karşılanıyordu. Oysa Anayasamızda Devletin resmî dininin olamayacağı belirtiliyordu ve aynı sene içerisinde, Atatürk Üniversitesi’ni Tıp Fakültesi AP Militanları başta olmak üzere açık açık eğitim gören, kamp kuran, kendine komando ismini veren faşist bir güruh basıyordu ve bu baskın esnasında Dekan tartaklanıyor ve suçlular adliyeye götürülüyordu. Aynı grubun yakalanmamış olanları açık açık adliyeyi basarak davul ve zuma ile topladıkları halkı da aralarına alarak Müslüman kardeşlerimizi tutamazsınız diye suçluları adliyeden alıp gidiyorlardı. Yine Atatürk Üniversitesi’nde ne yazık ki bu Üniversite Atatürk’ün ismini taşır, Kelimei şahadet getirmeyenleri Üniversite içerisine almıyorlardı. Yurtlar, Üniversite rektörü, kendisi nurcu olan Kemal Bıyıkoğlu’nun teşviki ile basılıyor ve buradaki devrimci yurtsever öğrencilere devamlı olarak işkence ediliyordu. Bu nedenle değil Üniversiteyi, Erzurum’u dahi terk etmek mecburiyetinde kalan 220’den fazla genç başvuracak bir merci bulamamıştı. Böyle bir Türkiye’yi hâlâ Atatürk Türkiye’si diye empoze etmek isteyen ve gençlerin Atatürk ilkelerini ve de Anayasa’nın öngördüğü nizamı savunmak için giriştikleri eylemlerde onlara sabır telkin edenler dahi vatan haini değillerse de en azından suçludurlar. Bizim Anayasa’nın ön gördüğü nizamla hiçbir ilgisi olmayan mevcut nizama karşı yaptığımız hareketleri, Anayasa nizamına karşı yapılmış olarak göstermek isteyenler en azından sahtekârdırlar. Bugün öyle bir Türkiye’de bulunmaktayız ki, bu Türkiye Amerika’nın çiftliği halindedir. Ve biz de buna karşı çıkmaktayız. Emperyalistleri ülkemizden atmak için tek çıkar yolun silahlı mücadele olduğuna inanıyoruz. Eğer emperyalistleri ülkeden atmak için yapılan hareketler suçsa, Birinci Millî Kurtuluş Savaşı’m ve renler de aynı suçu işlemişlerdir. Savcının iddia etmiş olduğu 146/1. maddesini kesinlikle reddediyorum. Biz her zaman için Anayasa’yı savunduk ve onun öngördüğü reformların yapılması için çeşitli eylemlerde bulunduk, bu eylemlerimiz bizim Anaya- sa’yı değiştirmek gibi bir fiil işlemeyeceğimizi açıkça ispatlamaktadır. Söyleyeceklerim bundan ibarettir dedi.

Sanığın polisçe alman 23.3.1971 tarihli ifadesi okundu. Sanığın As. Savcılık’ça tespit edilen ifadesi okundu. Sanıktan soruldu. İfadeler doğrudur dedi. İfadeye karşı As. Savcı’dan soruldu. Genel hatlarına diyeceğimiz yoktur. Bize isnat edilen düşüncelerini kabul etmiyorum, kendisine aittir dedi. Diğer sanıklardan soruldu. Diyecekleri olmadığını beyan ettiler Yusuf Arslan söz aldı. Halklar konusunda beyanı var bu beyanın benimle ilgisi yoktur, bunu kabul etmiyorum. Söz alan Niyazi Ağırnaslı, benim müvekkillerim Halklar kelimesini benimsemezler, Türkiye halkı tabirini benimserler, bu husus tekrar sorulsun dedi. Sanıktan sorulsun dedi. Sanık Türkiye halkı tabiri (Çizildi) içerisinde Türkiye’de yaşayan bütün halkları kastediyoruz, Deniz Gezmiş de bu konuyu evvelce izah etmişti dedi. Diğer sanık Deniz Gezmiş söz alarak ben Misaki Milli (Çizildi) sınırları içerisinde iki kardeş kavim yaşar, Türk ve Kürt kavmi, bu deyim birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin deyimidir. Bunun haricinde bir beyanı kabul etmiyorum. Bunun ikisine birden Türkiye halkı diyoruz dedi. Diğer sanık MUSTAFA YALÇINER’in sorgusuna başlandı.

6. SANIK MUSTAFA YALÇINER sorgusunda; İlkönce isnat edilen suçu yani Anayasa’yı tağyir, ve ilga, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni iskat etme fiiline fer’an iştiraki şiddetle reddederim ve Anayasa’yı tağyir fiili isnat edilen şahısların en azından Anayasa’ya uygun bir biçimde (Çizildi) kurulmuş Anayasa’ya sadık bir Mahkeme tarafından yargılanmaları gerektiğini belirtmek isterim. Burada ne Mahkeme Heyeti ve ne Savcılık Mües- sesesi Anayasa’ya uygun değildir. Ne Hakimlerin ve ne de Savcıların teminatı vardır. Askeri hiyerarşi işlemektedir. Yani karar mahkemede alınmayacak, yukarıdan emirle verilecektir. Bunun çok uzak bir ihtimalle aksi olabilir. Fakat ben böyle düşünmekte haklıyım. Mahkemeye itimadım olmadığını bir defa daha belirttikten sonra şunu söyleyeyim ki, bizler değil Anayasa’yı ortadan kaldırmak veya değiştirmek, onun (Çizildi) yolunda Anaya- sa’yı korumak ve Anayasa’yı uygulamak için mücadelenin en yüksek ve en faziletlisini, yani silahlı mücadele yolunu seçmi- şizdir. Çünkü Anayasa bize dışarıdan emperyalistler, içerden de onların, gaflet ve hıyanet içindeki işbirlikçileri bu memleketin başına çöreklenip onu iliğinden kemiğine kadar sömürsünler demez. Biz de bunlara karşı bayrak açıp kelleyi koltuğa alarak ve de canlar kaybederek silaha sarılırsak, Anayasa’ya ters düşmüş veya onu ilga etmiş olmayız. Amma bu iddia ile bizi suçlayıp bizim kellelerimizi isteyebilirler, zaten bu kellelerin bizim için pek önemi yoktur. Biz zaten ölümü göze almışızdır. Ve zaten üç yiğit vatansever arkadaşım gözlerimin önünde yaralı yaralı kurşunlanırken ben şans eseri kurtulmuşumdur. Bu suçlamaya da cevabım şudur ki, içinde bulunduğum bu durumdan kurtulursam, yani serbest olursam, Anayasa yolunda onu korumak ve uygulamak için şartlara göre silahlı veya silahsız zamanın gerektirdiği en üstün mücadeleye gireceğime ve bu uğurda gene ölümü göze alacağıma kimsenin şüphesi olmasın. Burada Savcının Deniz Gezmiş’in de kullandığı kelle isteme tabiri üzerindeki mütalaasına deyinmekte fayda vardır. Savcı eylemlerimizin kellemizi uzattırıp kanunun da altımızdaki sehpayı çekeceğini söyledi. Zaten biz eylemlerimize kelleyi koltuğa alarak girişmiştik, amma kanunun altımızdaki sehpayı çekmesi ancak ve ancak Iddia Makamının talepleri ile tam ters yönden zorlamalarla kanunun bu fiillerle en alakasız ve bizim gayemize en ters düşen maddesine bu davanın sokulması ve uğruna ölümü göze aldığımız Anayasa’yı çiğneyerek sayın mahkeme üyelerinin de bizi anlamak istemeyip, tam ters yargıya varması ile mümkün olabilecektir. Böyle olsa da söyleyeceğimiz tek laf olacaktır. Vatan sağ olsun. Biz Halkımızın çocukları ve Atatürk’ün memleketi emanet ettiği gençleriz, nasıl ki, o Yunan orduları ta Polatlı’ya gelmesine rağmen önlerinden kaçmadıysa ve yolundan dönme- diyse, biz de dönmeyiz, ve eğer dönersek işte o zaman vatana ihanet etmiş oluruz. Ve işte o zaman vatana ihanet suçu ile yargılanmaya müstehak oluruz. Onun için şimdi vatana ihanet eden suçlular aranırsa onlar bizler değil emperyalistleri bu memlekete sokup hem de ta içlerine petrolümüzden madenimize, buğdayımızdan silah fabrikamıza kadar eline geçmesini sağlayıp, topraklarımız üzerinde yüzbir tane bizim herhangi bir savaş durumunda mahfımız demek olan çiftliklerini kurdurup, onun 1950’de iktidara DP parti vasıtasıyla fiili olarak gelmesini sağlayanlarla ondan sonra onun önünde suspus susta duran ve onun her gün kanımızı biraz daha emmesini sağlayanlardır. Çünkü bu fiilen memleketin satılması demektir. Ne gariptir ki, memleketi satanlar ve satıştan komisyon alanlar, yavuz kişilerdir. Hiçbir şeyle suçlanmazlar, haklarında dava dahi açılamaz ve bu satışa karşı çıkan bizler vatana ihanetle suçlanırız. Söylediklerimin çoğunu Savcı da inkâr etmemektedir. Zaten 42 sayfalık iddianamenin ve genel olarak devrimcilerle ve de özel olarak bizimle hiçbir ilgisi yoktur. Suçlananlar başkalarıdır amma haklarında tahkikat yoktur. İddianamenin bizimle ilgili kısımları olaylara yer veren parçalarıdır. Diğer kısımlarındakiler Türkiye’deki devrimci laflar eden kişilerin konuşmalarından toparladıkları ile kendi hayal mahsulü olanları birleştirmiştir. Bunların hiçbiri ne aydın lık, sosyalist veya işçi köylü gibi gazetelerde yazılanlar ne de diğer derlemeler bizi bağlamaz. Biz bunların hiçbirinden sorumlu değiliz. Bizim sorumlu olduğumuz tek yazılı yayınlanan belge Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu bildirisidir. Savcının mantığı şudur. Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’ye sokulmuş, suçlu bi- ziz. Demokrat Parti vatanı satmış, kimse ses çıkarmamış, suç bize yükleniyor. Adalet Partisi onun mirasını devam ettiriyor. Genel Başkanı ve Eski Başbakan Bankalardan 20-30 milyon dolandırıyor, suç gene bizim. Memleket batağa sürükleniyor. Anayasa ihlal ediliyor, uygulanmıyor, bütün öngördükleri askıda bırakılıyor, suçlu gene AP değil, bütün varlığımızla bunlara karşı çıkan biz oluyoruz. Türkiye’nin geri kalmasının ve 20-25 yıllık bütün pisliklerin günahı daha ancak yaşlan 20-25 bulan bizlerin üzerine yıkılıyor. İşte iddianamede mantık budur. Ne yazık ki şimdiki nesil 50 sene evvel Atatürk’ün kazandığı bağımsızlıktan mahrumdur. Çünkü ondan sonra gelenlerin bilhassa son 20 senedir, iş başında olanlann elinde bağımsızlığımız yitirilmiş buna karşı çıkan, bağımsızlığımızı tekrar kazanma yolunda mücadeleye girişmiş olan bizlerin elli sene önce Mustafa Kemal’in hakkında gıyabi idam kararı verilmesi gibi idamımız isteniyor. Gene belirtmekte fayda vardır ki, Mustafa Kemal nasıl bağımsızlık yolundan dönmediyse biz de ona ve halkımıza ihanet edip bağımsızlığımızı tekrar kazanma yolundaki mücadelemizden dönmeyiz. Ve bizi bu mücadeleden döndürmek isteyenlerle, bizi bağımsızlık istediğimiz için suçlayanlar ve bizi Mahkeme önüne çıkaranlar başlarını ellerinin arasına alıp düşünmeli ve bağımsızlık mücadelesine katılmadığı için utanç duymalıdır. Biz ise bu mücadelemizde ancak şeref duyarız. Bağımsızlığımıza ve Anayasamıza bağlılığımızı ve zaten mücadelemizin hayatımız pahasına ve bütün varlığımızla olduğunu böylece belirttikten sonra, iddianameye bakalım. Burada iddianamenin tümünü inceleye meyeceğim sadece (Çizildi) yüzeydeki bazı yanlış tahlilleri bunun yanında kendimle ilgili bazı kısımlarına değineceğim. Bizi mahkûm ettirmek isteyen ters mantığa örnekler ve bunlara cevap vereceğim. Türkiye’nin gelişim kısmında müttefikler bulmak zorunda olduğumuz belirtiliyor. Müttefikler bulmak başka şey, bir devleti bağımsızlığımıza karıştırmak ve giderek bağımsızlığımızı kaybetmek başka şeydir. Bu mantık bağımsızlığımızı kaybetmemizi mazur gösteremez. Kurtuluş savaşı kısmında Padişahın ölüm fermanlarından Şeyhilüslamın isyan fetvalarından bahsediliyor. Şimdi de bize eşkıya denmiş, ölüm buyrukları çıkarılmıştır. 14 Mayıs 1950’nin Türkiye tarihinde dönemeç olduğu doğrudur. Bu yavaş yavaş ikili anlaşmalarla ekonomik baskılarla bağımsızlığımızın yitirilmesi ve Amerika Birleşik Devletle- ri’nin fiilen iş başına gelmesidir. DP devrini anlatırken Savcı iktidar edenlerin vatana ihanetlerini tescilliyor. Fakat bu partinin başkanı şimdi eski Reisicumhur diye anılıyor ve emekli Cum- hurreisi maaşı alıyor. Onun da suçları şimdi bizim sırtımızdadır. 27 Mayıs’tan bahsederken 27 Mayıs Türkiye tarihinde bir devreye son veriyordu. Ama içimize yerleşmiş kan emici kurtlar vasıtası ile ömrü gayet kısa kesiliyor. Koalisyonlarla geçiştirilen gayet kısa bir devre ardından yine aynı zihniyet iktidara geliyor, yaptıkları yavaş yavaş eskilerin yaptıklarını aşıyor, 27 Mayıs’m yerleştirdiği bütün demokratik kurumlan ve kararlarını ayaklar altına alıyorlar. Her attıkları adımla Anayasa ihlal ediliyor, kendi zihniyetlerine karşı hazırlanmış Anayasa’yı değiştirmek için 2/3 çoğunluğa sahip olmadıklarından yana yakıla bahsediyorlardı. Eski yoldaşlannın affını gerçekleştirmeye çalışıyorlardı.

Anayasa’yı değiştirebilselerdi, bunun üzerinde durmak lazım. Anayasa’yı ve onun getirdikleri her şeye cephe alanlar bir tarafta, bir de onların karşısında vatanperverane duranlar zannederim bu karşı duranları Anayasa’yı ilgayla suçlamak biraz insafsızlık olur. Ayrıca Kıbrıs meselesinden bahsediliyor. Bağımsız olmadığımızın en büyük delillerinden Kıbrıs olayları alevleniyor, müdahale etme durumundaki Türkiye büyük müttefikimizin müsaadesi olmadığından, bu sorun karşısında aciz kalıyor. Az sonra İnönü Hükümeti bu hakarete tahammül edemiyor, Amerika Birleşik Devletleri’nin gayreti ile devriliyordu. Türkiye’de kökü dışarıda komünist gruptan ve bunların usullerinden bahsediliyor. Türkiye’deki şimdiki bu zinde ilerici güçlerin kökü dışarıda komünistler, Marx, Lenin, Carlos Marighella devrimcileri olarak niyetleyenler, İstiklal Savaşı sıralarında Mustafa Kemal’e Bolşevik deyip hakkında idam fermanları çıkaranlarla aynı duruma düştüklerini bilmeleri lazımdır. İstiklal Savaşı sırasında İzmir valisinin oğlunu kaçırıp fidye alanlar, bankalardaki paralara el koyup mücadeleye yatıranlar, İstanbul’da İngiliz Bahriyelileri ve Osmanlı polislerini kurşunlayanlar en sonunda İstiklal Savaşı’nı verenler de mi Carlos Marighella metodunu benimsiyorlardı. Şimdi uygulanan metodları ta uzaklarda ve köklerini dışarıda aramaya lüzum yoktur. Bağımsızlık tarihimizde bu metodlar çok uygulanmıştır. Burada kahrolsun Amerikan emperyalizmi, yaşasın tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye dediğimizde silahlarla demokratik nizamın getirilemeyeceğini ve bizim proleter diktatoryası istediğimiz söyleniyor. İstiklal Savaşı’ndan sonra getirilen düzen, demokratik değil midir. İstiklal Savaşı silahlarla süngülerle verilmemiş midir. 27 Mayıs silahla yapılmamış mıdır. Amma bunların hiçbirinin ardında proletarya diktatoryası gelmemiştir. Şimdide bizim isteğimiz tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’dir. Bu Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu bildirisinde de görülebilir. Bizi bunun haricinde bir şeyle suçlamaya demediğimiz lafları bize izafe etmeye kimsenin hakkı yoktur. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, ne Dev-Genç’ten bir parçadır ve ne de Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi’ne atılmış bir adımdır. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun bunlarla bir ilgisi yoktur. Çoğu üyelerinin Dev-Genç’le hiçbir ilgisi yoktur. Şehir dışı olaylar kısmında silahları temin etmekle benim görevlendirildiğim söyleniyor. Bu yanlıştır. Malatya bölgesinde Sinan Cemgil gelene kadar sorumlu olan şahıs Kadir Manga idi. Ankara’dan paranın ne yolla geldiğini ve silahların nasıl ve nereden temin edildiğini bilmiyorum. Yalnız tahmin edebildiğim kadarı ile kaçakçılardan alınmıştır. Silahların ortaya çıkması da Sinan’ın gelmesinden sonraya rastlar. Kır gerillası hareketinin 1969 yılında planlandığı söyleniyor. Bu hareketin ne zaman planlandığını bilmiyorum. Yalnız benim bundan 1971 yılı başlarında haberim oldu. Amerikan radar üssünü tahrip etmeye gidenler yedi kişiydi. Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan, ben, Metin Güngörmüş, Ahmet Erdoğan ve Hacı Tonak bulunuyordu. Çatışmada Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan yaralı iken vahşice kurşunlandığım, benim de üzerime 50-60 metre mesafeden 15-20 mermi sıkıldığını, köylülerin olay yerine gelmesi nedeniyle, sonradan atılan mermilerle yalnız kolumdan yaralanarak şans eseri kurtulduğumu, Sinan’ın üzerindeki 20 bin liraya yakın parayla benim üzerimdeki 1600 liranın ortadan yok olduğunu belirtmek isterim. İddianamenin bir bölümünde yalnız Mustafa Kemal’i benimsiyorlar, Atatürk’ü reddediyorlar deniyor. Bizim için o Mustafa Kemal Atatürk’tür. Artık sona gelinmiştir. İddianamede yukarıdan beri söylenenlerle hiçbir alakası olmasa da bizim kişi güvenliği, mülkiyet hakkı, egemenlik ilkeleri, milli bütünlük gibi Anayasamızda yer alan hak ve ilkelere karşı çıkmadığımızı, Anayasamızı cebri olarak ortadan kaldırmanın, değiştirmenin gayemizden taban tabana zıt olduğunu ve silahı niçin elimize aldığımızı bilmelerine rağmen bizi vatana ihanetle suçlayıp, hakkımızda TCK’nın 146/1. maddesiyle dava açmaktadırlar. Böylece 20 yıllık kargaşalığın, dolandinciliğin, vatan satıcılığının faili bulunmakta, bütün bu suçlar üzerimize yıkılmaktadır. Ne denir; tarih her zaman olduğu gibi hükmünü verecek, suçlu ve suçsuz tarih önünde ortaya çıkacaktır. Kişisel sorumluluklarda benden bahsedilirken profesyonel devrimci, Marksist, Leninist devrim taraftarıdır denmektedir. Bunlar ne demektir. Benim ne taraftan olduğum, ne taraftarı olmadığım Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu bildirisinden rahatça anlaşılabilir. Sonuç olarak isnat edilen suçu kabul etmediğimi Cumhuriyet Savcılığı’nca tespit edilen 31.5.971 tarihli ifadesi okundu. Sanıktan okunan ifadelerine karşı soruldu. Diyeceğim yoktur doğrudur dedi. İfadeye karşı İddia Makamı’ndan soruldu, diyeceğim yoktur, dedi. Diğer sanıklardan soruldu, diyecekleri olmadıklarını beyan ettiler.
7. DİĞER SANIK METİN YILDIRIMTÜRK’ün sorgusuna başlandı; Evvela şunu belirtmek istiyorum, ilk duruşmaya gelince kapıdan girerken bağımsız Türkiye diye bağırıyorduk, kollarım da kelepçeli idi. Kollarım kelepçeli olduğu halde bir Üsteğmen tarafından kafama dipçikle vuruldu ve kafam yarıldı. Yaralı olarak salonda bulunduğum halde, Mahkeme Heyeti’nce kafamın sarılmasına müsaade edilmedi. Kafam yaralı olduğu halde ancak Mahkeme Heyeti ara kararma çekildiği zaman kafam sarıldı ve ben Bağımsız Türkiye diye bağırıyordum. Kahrolsun Amerika diye bağırıyordum. Kafama vuran Üsteğmen Amerika’nın hayranı olabilir. Çok yıldızlı Amerikan bayrağının hayranı olabilir. Bense çok yıldızlı Amerikan bayrağının düşmanıyım. Mahkemede söylediğim halde zabıt tutulmadı. Üsteğmenin isminden bahsedilmesini, zikredilmesini istediğim halde zabıtlara geçmedi. Bu konuda söyleyeceklerim bundan ibarettir. Bu hususun zabıtlara aynen intikalini istiyorum. Üsteğmenin isminin de zabıtlara geçmesini istiyorum, dedi. Ben Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun nefer ve savaşçısıyım, Hedeflerimiz bellidir. Hedeflerimiz Amerikan emperyalizmi ve yerli işbirlikçileridir. Ve bu eylemlerimizle de ispat edilmiştir. Bizim hedefimiz ve eylemlerimiz belli olduğu halde 146. maddeden yargılanıyoruz. Bizim hedefimiz Amerikan üssü olduğu halde bunun TCK’nın 146. maddesi ile ilgisi yoktur. Birbiriyle bağdaşmaz. Bu isnadı reddediyorum. İddianamenin diğer kısımlarını arkadaşlarım eleştirdiler. Ben bu eleştirilere başka bir şey ekleyecek değilim. Bizim aleyhimize tek delil sadece bir bildirimizdir. Bu bildiri ile de Marksist Leninist bir düzen getirmek istediğimiz ispat edilemez. Bu delil değildir. Söyleyeceklerim bundan ibarettir, dedi. Sanığın 10 Haziran 1971 tarihli jandarmaca tespit edilen hazırlık ifadesinin okunmasına başlandı. Bu sırada söz alan sanık vekillerinden Kamil Savaş burada üzücü bir hadise cereyan etmiş tir. Mahkemenin haricinde olmakla beraber, hadisenin faili olduğu anlaşılan Üsteğmenin değiştirilmesinin Sayın Mahkeme Başkanı Generalimden özel olarak istirham ediyorum, dedi.

Sanık Metin Yıldırımtürk’ün jandarma tarafından ve Askeri Savcı tarafından tespit edilen ifadeleri okundu ve kendisinden soruldu. İfadeler genel hatları itiban ile doğrudur. Ancak Elbistan’da işkence altında ifade vermiştim. Ben Mehmet NAKİPOGLU’ndan bahsetmediğim halde ısrarla bunun üzerinde duruldu. Ben de şiddete dayanamayarak Mehmet NAKİPOĞLU’nu tanıdığımı söylemek zorunda kaldım. Örgüte Alpaslan Özdoğan vasıtasıyla girdiğimi söylediğim halde bu husus zabta geçmemiş, bunu huzurunuzda düzeltirim. Ayrıca sol ihtilalle iktidara geleceğimiz ifade edilmiş, bunu da kabul etmiyorum. Ben böyle bir beyanda bulunmadım, dedi. Sanığın ifadesine karşı As. Savcı’dan soruldu. Diyeceğim yoktur, dedi. Diğer sanıklardan soruldu diyeceğimiz yoktur dedi.

GEREĞİ GÖRÜŞÜLDÜ:

1- Sorgulara gelecek celse devam edilmesini,

2- Sanıkların tutukluluk hallerinin devamına ve getirtilmele- ri için As. Savcılığa tezkere yazılmasına,

3- Bu sebeplerle duruşmanın 22 Temmuz 1971 Perşembe günü saat 09.00’a tehirine oybirliği ve sırası ile karar verilip açıklandı. 20.7.1971

BAŞKAN             ÜYE                           ÜYE

Bu Hafta İlgi Görenler

22.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1. THKO Davası 4. Duruşma (1 ve 2 Nolu Oturum) Zaptı

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: 4. 22.7.971 Duruşmanın tehir edildiği belli gün...

16.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1. THKO Davası 1. Duruşma Zaptı

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: I. 16.7.971 ve Hak. Yzb. Baki TUĞ...

1. THKO Davasında Avukatların Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ne Sundukları Soruşturmanın Genişletilmesi Talebi

ANKARA SIKIYÖNETİM KOMUTANLIĞI 1 NO.LU ASKERİ MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA Dosya No. 971/13 Özeti:...

22.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: 4. 22.7.971 Duruşmanın tehir edildiği belli gün...

17.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: II. 17.7.971 ve Hak. Yzb. Baki TUĞ...

16.7.1971 Tarihli, 1.Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde Başlayan 1....

1. SIKIYÖNETİM ASKERÎ MAHKEMESİ 971/96-13 Duruşma: I. 16.7.971 ve Hak. Yzb. Baki TUĞ...

1. THKO Davasında Avukatların Ankara 1 Nolu...

ANKARA SIKIYÖNETİM KOMUTANLIĞI 1 NO.LU ASKERİ MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA Dosya No. 971/13 Özeti:...

İrfan Uçar Hakkında Avukatları Halit Çelenk Ve...

Ankara: 2.9.1971 1 NUMARALI SIKIYÖNETİM MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA ANKARA Dosya No. 971/96 evr. 971/13...

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan Ve Sinan Cemgil...

Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve Yusuf Aslan tarafından kaçırılan...

İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 26 Numaralı Bildirisi

Bu dava mahkemede devam ederken, savunmalar yapılırken henüz mahkemece...

Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 49 Numaralı Bildirisi

6 Temmuz 1971 tarihinde yayınlanan 36 numaralı bildiri ile,...

Siteden