Cumartesi, Nisan 27, 2024
Ana SayfaBelgelikAbdullah Öcalan Davası - Abdullah Öcalan'ın Savunması

Abdullah Öcalan Davası – Abdullah Öcalan’ın Savunması

Bu İçeriğimizin Başlıkları

- Advertisement -

ANKARA 2 N0’LU DEVLET GÜVENLİK BAŞKANLIĞI’NA

Davanın esası hakkındaki savunmamın temelinde, isyan gerçeği kadar sonuçlarının bilimsel ele alınışına ağırlık vermemin büyük önem taşıdığına inanıyorum.

Cumhuriyet Başsavcılığı’nın esas hakkındaki mütalaası, iddianamenin bir özeti olup, benim ilk savunmamdan kapsamlı alıntılar yapmakla birlikte, aynı sonuca gitmekte, kişi ve örgüt olarak geçirilen değişimi samimi bulmamakta, bir çıkmazı ifade ettiği, dolayısıyla eylemlerin yoğunluğu, çokluğu ve halen manen de olsa örgütle bağımın devamlılığını da belirterek, TCK. 125. Maddesi ile cezalandırmayı öngörmektedir.

En üst resmi yetkililerce de, son “Kürt İsyanı” olarak değerlendirilen PKK önderlikli bu isyanın, gerçekten hangi, tarihi geçmiş kadar, toplumsal koşulların ürünü olduğu mutlaka değerlendirilmeli idi. Bir savaş boyutunda, can, mal, maddi ve manevi kayıpları olan, beraberinde, sonuçları çok yönlü olumlu, olumsuz ortaya çıkan bu olayları, bireysel terör boyutuna indirmek mümkün olmadığı gibi yanlış sonuçlara ve çıkmazı derinleştirmeye götürür. Yine yalnız mevcut hukuk, hatta yasalar açısından ele almakla büyük yetersizlikler içerecektir. Daha da önemlisi, bu kadar ağır toplumsal alt üst oluşlara yol açan sosyal patlamanın olası sonuçlarını, geleceğe ilişkin en yararlı biçimde ele almak yerine, güncel duygularla ele alıp değerlendirirsek, büyük çıkmaza düşecek ve geleceğin daha da büyük kaybına yol açacaktır.

1970 Türkiye’sinin ciddi bir sosyal patlamayı yaşadığı, yasal düzeni zorladığı, hem 12 Mart 1971, hem de 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi ile açığa çıkmıştır. Yasallık ciddi zorlanmış, beraberinde 27 Mayıs askeri müdahalesi sonucu nisbi demokratik özelliği olan anayasayı budamayı ve 1982 anti-demokratik özellikleri yaygın olan anayasanın getirilmesi ile sonuçlanmıştır. 1980 öncesi iktidar, muhalefet, sağ-sol tüm partiler yasa dışı ilan edilmiş ve yargılanmışlardır.

PKK de, bu dönemin yasa dışı bir hareketi olarak doğmuş, ağırlıklı olarak Kürtlerin toplumsal gerçeğine dayalı bir araştırma, propaganda ve giderek eylem hareketi olarak gelişmiştir. Çıkışının yasal değil meşru olduğunu, özellikle 1982 anayasasına dayalı olarak geliştirilen “dil yasağı” na kadar varan, ağırlaştırılan bir baskı sistemine karşı, isyanın yasal olmamakla birlikte meşruiyeti önemle göz önüne getirilmelidir. Kürt toplumundaki muazzam tarihsel korku, gerilik, adını bile söylemekten utanma, çekinme durumu iyi bilinmektedir. Dönemin anarşik karakteri ve yasallığın oldukça aşınmış koşullarında böyle bir isyanın gelişmiş olması şaşırtıcı bulunmamalıdır. PKK buna ideolojik ve stratejik bir hat çizmek istemiştir. Birçok belgesinde bunu açıkça dile getirmiştir. İddianamede bunlar belirtilmiştir. Tekrarlamayacağım. Temel sloganlarını “Bağımsızlık ve Özgürlük” olarak belirlemiştir. İsyan sloganlarıdır. Buna göre genel program ve eylemliliğe de yönelmiştir. Bunlar inkar edilmiyor. Ama bilimsel ele almanın büyük önemini vurguluyorum. Yasal açıdan cezayı gerektirdiği açık olmakla birlikte, hukuk felsefesi açısından da sonuç çıkarmanın hayati olduğunu hep belirtiyorum. Bunun bir gereği olarak tarihsel gelişim ve güncel, iç-dış, sosyal-siyasal gelişmeler ve tarafların bu temelde durumlarının objektif değerlendirilmesi bize olayları açıklamak kadar, doğru sonuç almaya da götürecektir.

PKK bu yaygın eylemliliğin başta gelen sorumlularından biri olmakla beraber, “Kürt Sorunu”nun tartışmasını Ankara’da önünde bulmuştur. Yine “Kürt Hareketi” ile Kuzey Irak’ta olup bitenlerden öğrenmiştir. Bu iki yönlü etkilenmeden giderek etkileyen bir güç konumuna gelmiştir. Slogan ve eylemliliğinin bu iki yönlü gelişmeden şiddetle etkilendiği açıktır. Daha düzenli ve sürekliliğe kavuşturmaya çalıştığı ve başardığı da doğrudur. Ama her şeyi kendisinin yarattığı ve tek sorumlu kılınması gerektiği; abartmalı ve oldukça yanılgılı sonuçlara götürebilir. Gerçekten, özellikle eylemlerde keyfilik birçok dünya köşelerinde de görüldüğü üzere kontrolden çıkmış ve hatta kendini vurmaya kadar götürmüştür. Bu, sorumluluktan kurtarmaz ama gerçeğin görülmesini sağlar. Program ve sloganlar ayrı devleti çağırır ve bu sorumlu kılar, ama hayatın gerçeği, her program ve slogandan daha geçerli ve gerçekçi olanın ne olduğunu önümüze koyar. Bu, tüm dünyada, tarih boyunca sayısız örnekleri ile karşımıza çıkmaktadır. Bir hareketi yalnız bir dönemin slogan, program esaslarına göre değerlendirirsek, bu çok eksik ve yanlış bir yöntem olacaktır. En dogmatik ideoloji ve eylem olarak doğan dinler, örneğin İslamiyet, Mekke’de ayrı Medine’de bir başka biçim, Şam ve Bağdat’ta hatta İstanbul’da da başka şekiller altında varlığını sürdürmüştür. Her dönem arasında büyük farklılıklar mevcuttur. Birçok örgüt hareket, hatta bireyin gelişiminde de bu durumları gözlemek mümkündür.

Özce, PKK düşünce ve eylem olarak yasalar açısından ne kadar sorumlu tutulsa da, dayandığı toplumsal zemin, içindekilerin kişilik özellikleri, direniş tarzı, uygulanan baskı biçimleri de sorumlulukta önemli pay sahibidir. Örneğin, demokratik bir toplumda ve devlet yapısında bu tür isyana yatkın toplum ve bireyler, bu yaygınlıkta ve şiddete ortaya çıkmazlar. Slogan ve programları böyle ayrılıkçı ve sert olmaz. Siyaset kısaca böylece ortaya çıkmaz, devlet de bu sertlikte yönelim içine girmez. Örgüt veya bireyler, siyaset yapmada daha yaratıcı ve duyarlı yaklaşım kadar, devlet de aynı duyarlılığı, olgunluğu göstererek işler büyümeden sonuca gitmeyi bilirler. Nitekim, Avrupa kökenli demokratik yaklaşımlar bu temelde gelişmiştir. Ama geri toplumların bireysel, aşiretsel kavgaları; neredeyse dağıtıcı, geriletici tarzda bazen yüzyılları bile buluyor. Ortadoğu toplumsal gerçekliğinde; din, mezhep ve aşiretsel-ailesel çatışmalarda bunun halen ne kadar güçlü yaşandığı bilinmektedir.

Bu, kısa ama bence önemli hususları şunun için belirtiyorum. PKK, tüm olup bitenlerin sorumlusu olarak görülse bile, içinde bizzat özüne ters düşen, onu özel amaçları için kullanan kişi, grup hatta devlet seviyesinde güçleri görmezsek ve her birisinin sorumluluk payını doğru belirleyemezsek, bu bizi zincirleme yanlışlıklara götürür. Aynı yaklaşımı, PKK’nin örgüt yapısı için de söylemek mümkündür. Merkezinden üyesine, ana karargahından militanına kadar sorumluluk düzeyleri ancak bu çerçevede konulursa, hangi birey, örgüt, olup bitenlerden ne kadar sorumlu tutulmalı sorusuna ancak o zaman gerçekçi bir cevap verilebilir.

Tabii ben kısa bir iddianame de bunlar yapılmalıydı demiyorum. Ama yaklaşımın özü önemlidir. Yöntem yetersizliği beraberinde önemli sakıncaları getirir.

Bireysel olarak kendi durumumu da ancak bu yaklaşım çerçevesinde ele alabilir ve kabullenebilirim. Yoksa “sanık her şeyi fazlasıyla kabul etti” demekle, belki hukuki açıdan bir anlamı, o da eksik ve çoğu yanlışça bir anlam ifade edebilir, ama daha çok ahlaki ve siyasi olarak benim gerçekliğimi ifade etmekten uzak olacaktır. Bazı doğrular kadar eksiği, yanlışı çok olan değerlendirme ve sonuçlara götürecektir ki bunu kabullenmek gerçekliğe ters düşecektir.

Bu anlamda, başta gelen bireysel sorumluluğumu ideolojiden, örgüt ve eylemliliğe kadar kabul etmekle birlikte; ideolojik dönüşüm, gelişim, örgüt içi savaş ve eylemlerin başta sivil boyutlu olanlardan tutalım, özelikle ateşkes süreçlerinde meşru savunmayı aşan biçimlerine karşı sürekli çıkışım inkar edilemez. Bu hususlarla ilgili, belgeli, çok geniş izahat yapmak benim için zor değildir. Amacı aşan bazı söz ve açıklamalarım temel anlayışımı göz ardı ettirmemelidir.

PKK’de Dönüşüm Bir Çıkmaz Değil Bir Gerekliliktir

Sovyet sisteminin 1990’lara doğru çözülüşü, en az 200 yıl önceki Fransız İhtilali kadar demokratik dönüşüm üzerinde etkide bulunma potansiyeli taşır. Gerçekten başta Doğu Avrupa olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinde demokratikleşme yönünde gelişmelere yol açmıştır. Nasıl, Sovyet Ekim Devrimi Türkiye’nin ulusal kurtuluşunda en önemli dış katkıya yol açmışsa; bu çözülüş de yanı başındaki Türkiye ve diğer Türki Cumhuriyetler üzerinde Soğuk Savaş döneminden kalma ve demokratikleşmeyi zorlaştıran statükodan uzaklaşma yönünde, o kadar derinden olumlu gelişmelere yol açmıştır. Şüphesiz daha belirleyici olan daha önceki cumhuriyet birikimleri olmakla birlikte, bu yıllarda tam bir demokratik hareketlenme sürecini çok sancılı da olsa girildiği; yasalara pek yansımazsa da sosyal ve siyasal dokunun hızla kabuk değiştirdiği bir gerçekliktir. Kürt toplumunda da bu adeta devrimsel bir biçimde “Serhıldanlar” olarak yaşanmıştır. Kürt objektifliği yasal olmasa da -ki dil yasağı bu dönemde kaldırılmıştır- fiili olarak devletin en üst kademelerinde tanınmıştır. Bu önemli bir demokratik adımdır. Yasal güvence olmasa da. Fakat süreç beraberinde çok çatışmalı geçmiştir.

İşte PKK’nin dönüşüm gerçeğinden bahsederken her şeyden önce dünya ve ülke çapında bu gelişmelere objektif olarak dayandırıyoruz. PKK’nin kuruluş yılları; Soğuk Savaşın katı ideolojik kamplara ayrılmış, Kürt objektivitesinin ağır bir inkar ve iradesizliği yaşadığı statükocu yıllardır. Ayrıca anarşik yanı ağır basan, demokratikleşmeyi pek tanımayan gençliğin; sağ-sol kamplara alabildiğine parçalandığı bir sürecin damgasını taşır. Hem program hem eyleminde bu yıllardaki dogmatik, ideolojik yaklaşımla, gençliğin radikal çıkışının derin izleri vardır. 1990’larda dünya genelinde birçok örgüt yapısında olduğu gibi, Türkiye’deki partiler, örgütler yapısında da kaçınılmaz olarak, dönüşüm yaşanacaktır. Yaşandı, daha da yaşanacaktır. PKK’de de yaşanılan ağır çatışma ortamı nedeni ile bu yönlü gelişmeler ortaya çıkacaktı. Benim bu yıllarda PKK program ve eski propaganda sloganlarını terk etmem ve yeni arayışlara girmem bu nedenlerle bir çıkmazı değil, bir kaçınılmazlığı ifade eder. Eleştirilmesi gereken yan, geç olması ve net formüle edilememesi ve PKK kongre ve programına yeterince yansıtılamaması noktalarında olmalıdır. Dönüşüm zorunluluğu inkar edilemez. Bu nedenle program aşılmıştır. Yani ayrı bir devlet veya o anlama gelebilecek, program formülasyonun gerçekçi ve gerekli olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu yılların yaratıcı kılınamadığı ve tekrarlandığından bahsederken bunu kast ediyoruz. Aşmaya çalışırken, bir çok belgede de ifadesini bulduğu gibi, çok açıkça bağımsızlık da özgürlük de en anlamlı biçimde, Türkiye birlikteliğinde hem en ileri hem en pratik yoldan gerçekleşebilir, dedim. Burada bir dar taktik yaklaşım yoktur. Hayatın deneyiminden geçmiş çok önemli dersler çıkarmış bir tecrübenin doğurduğu olgunlaşmış bir anlayış söz konusudur. Devlet de olunacaksa, bu yine Türkiye Cumhuriyetinin demokratikleşen bünyesinde en anlamlı gerçekleşebilir sonucuna da ulaşılmıştır ve bu da tutuklanmadan önceki belgeli konuşmalar da mevcuttur.

Benim, Avrupa Seferine çıkışımı devletleşme olarak nitelendirmemde de aynı yaklaşımı belirtmem tutarsızlık olarak görülmemelidir. Eğer egemen yan ayrılıkçı biçimde olsa idi, bu büyük bir tutarsızlık olarak veya basit bir pişmanlık olarak değerlendirilebilinirdi. Ama bu yıllarda Kürtlerdeki siyasal iradeyi nasıl değerlendirdiğime genelde bakıldığında, bir tutarsızlığın olmadığı görülecektir. Örneğin, Türkiye’nin yakın gözetim ve hatta desteğinde Kuzey Irak’ta geliştirilenin bir Kürt siyasal oluşumu, hatta federe devleti olduğunu herkes söylemektedir. Demek ki, bu anlamda bir devletleşme yoğun yaşanıyor. PKK ve Türkiye’nin de bu oluşumdaki rolleri önemli ve inkar edilemez. Aynı doğrultuda bir gelişme son seçimlerde HADEP’in yerel iktidarlaşma, otorite olma da diyebileceğim bir gelişmenin yaşandığı, 40’a yakın önemli il ve ilçede belediye kazanımının da demokratik devletleşme yani; Demokratik Cumhuriyetle demokratik temelde siyasal irade birliği anlamına geldiği, Kürt toplumunda ilk defa bu kapsamda demokratik bir iradenin ortaya çıkmasının üniter devlet içinde devlet gücü anlamına geldiği inkar edilemez. Dolayısıyla benim bu yıllar için devletleşme sözcüğünü kullanmam bir tutarsızlığı, samimi olmamayı değil; objektif bir gerçekliğe parmak bastığımı gösterir. Şu doğrudur, dar ayrılıkçılık biçiminde siyaset yapma ve güç olma bir büyük çıkmazdır. Ama Türkiye bütünselliğinde ve devlet yapısında demokratik katılımla yer alma ve güç olma da, bir o kadar tarihi bir gelişmedir. Olanca engellemelere rağmen bu gelişmenin adım adım hükmünü icra ettiği bir gerçekliktir. Demokratik çözüm tezleriyle dile getirmek istediğim, geç de olsa ve istenildiği gibi formüle edilememiş de olsa bu tarihsel gelişmeyi görme ve katılma öngörüsü ve iradesidir. Ne taktiksel günü kurtarma amaçlı bir yaklaşım, ne de ilkesiz bir dönüşümdür. Dünya çapında büyük bir gelişme yaşayan ve her gün neredeyse bir uygulamaya tanık olduğumuz olaylardan ders çıkarma ve kendi acil ve çok önemli sorunlarımıza hangi koşullarda olursak olalım öncelik verme ve beklenen rolü oynamadır. Savunmamda eksik de olsa PKK için yeni bir program ve siyasal-yasal hat için bazı tezleri ortaya atmam samimi ve doğruluğuna inandığım ve oldukça uzun bir birikime dayanan düşünsel ve siyasal tecrübenin sonucudur. Bu hususta getirmeye çalıştığım anlayış açıklığının doğru anlaşılması, genel demokratikleşmede ve onun kilit rol arz eden Kürt sorunundaki çıkmazı aşmada, katkısının yapıcı ve önemli olduğuna kuşkum yoktur.

PKK’de Örgüt ve Eylem Anlayışında Bir İç Savaş Yaşadığım GerçektirPKK sorumluluğumda, hem süre hem kapsam bakımından en önemli ve en büyük “Kürt İsyanı” olarak değerlendirmek, çok acılı ve acımasız yönlerinden bahsetmek mümkün ve gerçekçidir. Fakat iç yapısı, örgüt ve bireyler şahsında sorumluluk ve yetki söz konusu olduğunda gerçek, başka biçimde karşımıza çıkar.

PKK’nin öncülük ettiği eylemliliğe düzenli ve temel strateji ve taktiklerine uygun bir gerilla ve benzeri savaş olarak geliştiğini söylemek zordur. Hele hele en üst düzeyde sorumlu olarak çatışma tarzının benim istediğim doğrultuda geliştiğini sanmak büyük yanlışlılık olur. Olsa olsa Kürt toplumsal gerçeğindeki ağır feodal yapının aşiret-aile, dinsel gerilik biçiminde parçalanma ve çelişkilerinin yüz yıllardan beri süzüle gelen tortularının PKK içinde can bulması ve kendini konuşturmasıdır demek, daha doğru bir sosyolojik değerlendirmedir. Katılım gösteren herkes kendine göre “Kanun benim” anlayışından hareket ederek bırakalım PKK’nin resmi yönetmenlik esaslarına göre, feodal kurallara bile ters gelen birçok tutum ve eylem içine girmiştir. Özellikle 1987’de köy korucularına yönelim adı altında hiç yönelinmemesi gereken sivillere, bu arada kadın ve çocuklara, çatışmalarla ilgisi olmayan kişilere yönelim olmuştur. Tam bu noktada, PKK’nin sınırlı da olsa ideolojik ve siyasi yanları bir tarafa bırakılarak “Aydınlar Kaybetti”, “Köylülük İktidar Oldu” adı altında partinin gerçek özünü tasfiye edip, ele geçirdikleri olanakları hem partinin gerçek temsil gücünü, hem de halkı bireysel etkileri altına almak için bir iç çatışmayı dayatmışlardır. Ben, buna temelde öncülük eden kişiler nedeni ile “Dörtlü Çete” olarak tabir etmiştim. 1987-1997 arasında bu temelde şiddetli bir savaşım verdiğim, benim için önemli ve anlaşılmaya değerdir. Bu şüphesiz genel sorumluluğumu kaldırmaz, ama ahlaki, siyasi, örgütsel ve eylemsel tavrımın anlaşılması açısından büyük önem taşır. PKK’yi en zor duruma düşüren eylemler daha çok bu süreçte ve kontrolü kendi ellerinde tutan bu tip şahıslar eliyle işlendiğini tespit etmek zor değildir. Bu tip şahıslar, kırsal alanın kendilerine sağladığı avantajları iyi kullanarak bildiklerini uygulamışlar ve çoğunlukla yalanla üstünü örtmüşlerdir. Bu hususlar resmi devlet raporlarında yoğunca görülmekte, değerlendirilmektedir. Sırf etkili olmak için, en yanı başındaki yoldaşını, halktan yardımcı dostlarını bile ucuz bahanelerle cezalandırmaktan geri kalmamışlardır. Kürt toplumundaki iktidar olmanın ilkelliği, acımazlığı, aşiret ve köy ağalarındaki zorbalık burada daha tehlikeli bir biçimde karşımıza çıkmıştır. Kaldı ki bir çok geri toplumda örneğin Afrika’da ve geçmişte her halk topluluğunda da yaşanmıştır. Kuzey Irak’taki Kürt grupları arasındaki çatışmaların bu niteliği bilinmektedir. Kaldı ki, Osmanlı hanedanı bile iktidar için “kardeş katlini” ferman haline getirebilmiştir. Ulusal Kurtuluşta, Mustafa Kemal Atatürk’ün koruması olan Topal Osman, mecliste keyfi olarak milletvekili öldürüyor, insanları diri diri mezara koyuyor, ancak Atatürk’ün özel emri ile öldürülerek kurtulabiliniyor. Çerkes Ethem’in benzer eylemleri incelenmeye değer. Bu örnekleri şunun için veriyorum, isyanlarda, gerilla savaşlarında benzer acımasızlıklar yaygın yaşanıyor. Kaldı ki, bu çete anlayışı içinde olanlara karşı sistemli bir mücadele verildiği belgelidir. Bunlara karşı çok kapsamlı bir eğitsel ve örgütsel çaba yürütüldüğü ve en yola gelmeyenlerin ancak iç çatışmalarla etkisizleştirildiği bilinmektedir.

Esas hakkındaki mütalaada 90’lı yıllar madem böyle bir iç mücadeleyi yaşadığı halde neden en çok tahribat ve kayıpların yaşandığına dayalı kapsamlı bir liste vermektedir. Çatışmaların en çok içte ve dışta bu yıllarda yoğunlaştığı göz önüne getirilirse bu cevabını bulur. Özellikle 1993-1996 devlet bünyesinde de kontrolden çıkmanın yaygın yaşandığı, bir çok faili-meçhul kayıplarda bu durumun önemli payı bulunduğu, devletin gücünün yasadışı kullanıldığı resmi “Susurluk Raporu”nda açıkça dile getirilmektedir. Ve halen açığa çıkmamış bir çok çete odağından bahsedilmektedir. Resmi olarak bir istatistikte 18 bin civarında olayın, ölümün faili-meçhul kaldığı belirtilmektedir. Bunlar PKK’ye yönelik olmayan rakamlar olarak verilmektedir. Kısaca bu yıllardaki kaos ileri boyutludur. PKK ile olan çatışmalarla yakından bağlantılıdır. Şiddetli çatışma ortamında, bu yönlü gelişmelerin yoğun yaşandığı canlı Bosna, Kosova ve geçmişte Filistin ve İrlanda da daha acımasız yaşanmıştır. Bu, PKK’de ilk defa kapsamlı güç olma ve bunu yitirmeme anlaşışı ile birleşince, bireylerin yetişme tarzlarının da etkisiyle zor kontrolü anlaşılırdır. PKK düzenli bir ordu gücü, dolayısıyla her eylemini emirlere göre yürüten bir konuma gelememiştir. Ne kadar çaba harcansa da, gelişme sınırlı olmuştur. Bunları sorumluluk payımı görmemek için değil, gerçeğin olduğu gibi anlaşılması için belirtiyorum. Çok yönlü talimat ve perspektifleri verdim, yoğun eğitmeye çalıştım ama bu başta beni ve örgütün resmi taktik çizgisini doğru uygulamaya yetmedi. Sınırlı kaldı. Bireysel, bölgesel inisiyatifler daha hakim oldu.

Tasvip edilmesi mümkün olmayan ve açık bir yozlaşmayı ifade eden büyük acılara içimizde ve dışımızda yol açan gelişmelerin iç yüzü böyledir. Son birkaç yıldır bu kişi ve yapılar önemli oranda etkisizleştirildiği için benzer olaylar yok denilecek kadar azalmıştır. Bu, verilen iç mücadele sayesinde olmuştur. Tekrar vurgularsam; benzer bir çok şiddet ortamı kadar olmasa da, yaşanan bu olaylar onca propagandaya rağmen bizde sınırlı yaşanmıştır. Objektif bir gözlemci burada şahsi payımızı tesbit etmekte zorluk çekmeyecektir.

Daha çarpıcı benzer bir durum, devletin kendi yasalarına hakim olmaya başladığı faili-meçhul kayıpların en aza indirgendiği 1996 yılları sonrası için de sözkonusudur. Kısaca hem sayısal hem niteliksel olarak acısı ve kaybı büyük olan bu yıllardaki örgüt ve şahsi sorumluluğuma böyle bir açıklık getirmeyi çok önemli buluyorum. “30 bin kişinin katili”, “bebek katili” insafsız, adaletsiz ve gerçek dışı bir yaklaşımdır. REDDEDİYORUM. Gerçek olanın meşru yönde ve insan olarak yaşayabilmek için büyük fedakarlıklarla dolu olan, daha demokratik bir toplum ve cumhuriyet için mücadele verildiğidir. İstenildiği gibi olmamışsa ve benim de asla kabul edemeyeceğim, siyasi ve ahlaki olarak tasvibi mümkün olmayan olaylar ve öldürmeler olmuşsa; bunda her iki tarafın objektif ve subjektif sorumlulukları doğru konulduğunda ancak, adil davranılmış olur. En başta gelen sorumlulardanım. Ama tek sorumlu değilim. Demokratik ve kültürel talepleri resmen de defalarca kabul edilen ama gerekleri bir türlü yerine getirelemeyen bir toplumsal isyanda devletin en üst kurumandan cahil, geri yanları olanların acımasız kişiliklerine kadar herkesin, hepimizin sorumlulukları vardır. Bir an önce bunu görmek, ve herkesin payına düşeni yapmak doğru bir ahlaki ve siyasi anlayışın gereğidir. Adil bir hukuk da ancak böyle bir ahlaki felsefe ve demokratik siyasete dayalı olarak gelişebilecektir.

PKK’ye ve bu temelde ağırlıklı olarak bana mal edilen çatışma, kayıp ve acı gerçeklerine ilişkin olarak sorumluluklarımı böyle belirlemek durumundayım. Bu temelde adaletli bir barışın en taleplisi ve hak edeni olduğuma kuşku duymuyorum. Elimdeki tüm olanakları sürekli seferber ederek üzerime düşeni yerine getirmeye çalışacağım da bir o kadar kesindir.

Ankahukuk Sitesi kurucusu ve yöneticisi

İçeriğimize yorumda bulunmak ister misiniz?

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

İlginizi Çekebilir

Siteden...

İlgili İçerikler