Cumartesi, Nisan 27, 2024
Ana SayfaBelgelikRefah Partisi’nin Kapatılması İstemli Açılan Davada Savcılık Mütalaası - 5 Ağustos 1997

Refah Partisi’nin Kapatılması İstemli Açılan Davada Savcılık Mütalaası – 5 Ağustos 1997

Bu İçeriğimizin Başlıkları

- Advertisement -

T.C.
CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞISP.13 Hz. 1997/109
ESAS HAKKINDA GÖRÜŞ

ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA

Davacı……………………………..: Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı
Davalı………………………………: Refah Partisi
Dava………………………………..:  Anayasamızın laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği açıklıkla anlaşıldığından, REFAH PARTİSİ’NİN TEMELLİ KAPATILMASINA KARAR VERİLMESİ İSTEMİ
Dayanılan Yasa Maddeleri…..: Anayasamızın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrası yollamasıyla 68 nci maddesinin dördüncü fıkrası.
Dava Tarihi……………………….: 21.5.1997
Esas Hakkındaki Görüş Tarihi: 5.8.1997

Ülkemizin üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri görülmemiş şekilde kara bulutlar dolaşıyor.

Milli Nizam Partisinin kapatılmasına ilişkin olarak. Anayasa Mahkememizin 20.5.1971 tarihli kararında:

(Dini, tanrı ile insan arasındaki manevi bir ilişki olmaktan ve Anayasa ile çizilmiş sınırlardan çıkarmaya çalışdıkları, siyaset, idare, iktisat, öğrenim, bilim ve teknoloji alanlarında, toplumsal uyulacak tek kaynak olarak göstermek istedikleri; halkla olan temaslarında kendilerine olabildiğince çok vatandaş, başka bir deyimle oy toplayabilmek için de dini ve din duygularını sömürme yolunda oldukları) vurgulanan, başka bir deyişle laikliğe aykırı davranışları yıllar önce belgelenmiş NECMETTİN ERBAKAN ve arkadaşları:

70’li yıllarda ülkemizde tek partili sosyalist bir düzen kurulması için yapılan eylemlere destek vermiş, ancak yakın komşularımızda komünizmin çöküşünü görüp, emellerine hiçbir zaman ulaşamayacaklarını anladıktan sonra, bu defa tüm güçleriyle ülkemizi bölmeye çalışan parti ve örgütlere destek olmaya çalışan bazı yazarlar:

“Siz isteseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” sloganında ifadesini bulan; parlamentoda çoğunluğu sağlayan siyasi partilerin yapacağı her yasal düzenleme ve icraatı, çağdaş demokratik anlayışı ve Anayasamızla bağdaşmasa bile, kabul edip onlara uygun şekilde hareket etmenin demokrasi gereği olduğunun propagandasını yapan; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının değişmez ilkelerini ve özellikle laiklik ilkesini görevi gereği savunmaya çalışan kişi ve kurumları “dayatmacı”. “din ve demokrasi düşmanı” olarak nitelendirerek, siyasi nüfuz ve çıkar sağlamaya çalışan bazı partililer ve yazarlar.

Ortadoğuda güçlü ve bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti istemedikleri için önce ASALA, daha sonra PKK’ya destek veren, ancak ordusunun yardımıyla Türk halkının bu belaları defettiğini görünce, bu defa irticayı hortlatmak ülkemizi içinden kolay kolay çıkamayacağı sorunlarla karşı karşıya bırakmaya çalışan yabancı devletlerin güçlü ve paralı işbirlikçileri:

Tek başlarına güçleri yetmiyeceği için, yıllar önce TCK.nun 141. ve 142 nci maddeleriyle 163 ncü maddesinin aynı anda kaldırılmasında olduğu gibi işbirliği yaparak; ülkemizi bölmek ve din temellerine dayanan bir devlet düzeni kurmak yolundaki amaçlarını gerçekleştirebilmek için:

“Demokrasilerde siyasi parti kapatılamaz”. “Halk isterse okulların tümü dini öğretim yapan kurumlar haline getirilebilir”. “Şeriat hükümlerinin uygulanması için halkın çoğunluğunun buna karar vermesi yeterlidir”. “Devlet daireleri ve okullarda kılık ve kıyafetin, çalışma saatleri ve tatil günlerinin din kurallarına uygun olarak düzenlenmesi laiklik ilkesinin gereğidir” yolundaki sloganları mütemadiyen tekrarlayıp; ülkemizi bölmeye çalışan partilerle, laikliğe aykırı bir düzen kurmaya çalışan partilerle, laikliğe aykırı bir düzen kurmaya çalışan partilerin kapatılmasını; “açık ve yakın tehlike” şartlarının oluşmasına rağmen, bu yolda propanganda yapan ve eylemde bulunan kişilerin cezalandırılmasını sağlayacak yasal düzenlemeler yapılmasını engellemeye çalışmakta; halkımızın büyük çoğunluğunun eğitim düzeninin son derece de düşük ve aydınlarımızda “demokrasi bilinci’nin yeterince oluşmamasından da yararlanarak, maalesef taraftar da bulabilmektedirler.

Yukarıda dört gurup halinde toplandığımız ve işbirliği içinde çalışan kişi ve kurumların savundukları görüşler, çağdaş demokrasi anlayışına uygun ve hukuki olmadığı gibi, Anayasamızın değişmez ilkeleriyle bağdaştırılması da mümkün değildir.

Şöyle ki;

1) “Şeriat”a göre, üstün olan ilahi kanunlardır. T.C. Anayasına göre, üstünlük Anayasa ve kanunlardadır.

“Şeriat” kurallarına göre “milliyetçilik” benimsenmemesi gereken bir görüştür. T.C. Anayasasına göre, “Atatürk milleyetçiliği” esastır.

“Şeriat” kurallarına göre, tüm Müslümanlar, Kur’an hükümlerini hem kendi hayatına hem de toplum hayatına hakim kılmakla mükelleftir. T.C. Anayasasına göre, “Hiçbir düşünce ve mülahaza… Atatürk milleyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma görmez ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duyguları, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamaz”.

Bu konuda Ord. Prof. Dr. ALİ FUAT BAŞGİL özetle şöyle yazmışdı:

(Din sırf bir inançtan ibaret değildir. Aynı zamanda pratik bir hayat yolu, emirler ve yasaklar içeren bir kanundur. Dinin kanununa itaat etmeyen kimse, din nazarında suçludur. Dindar insan, aynı zamanda devletin vatandaşıdır. Din ve devlet birleşik olduğu zaman, sorun yoktur. Ancak ayrıldıkları zaman, aralarında çetin bir mücadele kopar. Dinin emirleri ve devletin yasaları birbirine aykırı düşer, birbirini kovalar. Bu aykırılık, Türiye’de son haddine varmıştır. İslam’da cihad kutsaldır ve Allah’ın emridir. İman, vicdanın evinden çıkıp da eylem ve hareket haline gelmedikçe var mıdır, yok mudur bilinmez ALİ FUAT BAŞGİL, “Din Hürriyeti “, Belgellerden Türk Tarihi Dergisi, Sayı 2, S.33-58)

Devlet yönetimi, toplumsal hayat, devletin cezalandırma politikası ve hatta giyilecek kıyafet konusunda bile din kitaplarından yazılı olanları, bu konularda peygamberlerin söz ve davranışlarını kendi kafasında bile tartışmayı günah sayan, bunları toplum hayatına hakim kılmakla mükellef olduğunu, aksi takdirde Allah tarafından cezalandırılacağına inanan kişilerin “demokrat” ; dini eğitim veren okul ve kurslarda eğitilmiş kişilerin sistemli propagandaları ve beyin yıkama yöntemleri sayesinde, biran için halkımızın çoğunluğunun bu görüşleri benimsediği kabul edilse dahi, kurulacak düzene “demokratik düzen” denilebilir mi?

“Şeriat” hükümlerini uyguladığını iddia eden ülkelerin, yirminci yüzyılda demokrasiden, çağdaşlıktan en çok uzaklaşmış ve büyük petrol geliri elde edenlerin dahi toplumlarına huzur ve refah getirmemiş olmaları sebepsiz değildir.

“Şeriat isteriz” çığlıkları atanların, Osmanlı imparatorluğu yöneticilerince de istenen çağdaşlaşmanın önünde en büyük engel teşkil ettiği unutulmamalıdır.

Din muhafızlığı kisvesine bürünenlerin gerçeği düşünebilinler, söyleyebilenler hakkında reva gördükleri zulüm ve işkenceler, insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak kalacaktır. ATATÜRK’ün bu sözü için bakınız, A. AFET İNAN, Medeni Bilgiler ve M.K.Atatürk’ün El Yazıları, S.56..

Adalet Bakanlarımızdan MAHMUT ESAT BOZKURT tarafından yazılan “Medeni Kanun Gerekçesi” inde şöyle deniyor:

(Mecelle’nin temeli ve ana çizgileri, dindir. Oysa insan hayatı her gün, hatta her an, esaslı değişmelere uğrar. Bunun değişimlerini, yürüşünü hiçbir zaman bir nokta çevresinde tesbit etmek ve durdurmak mümkün değildir. Kanunları dine dayalı devletler, kısa bir zaman sonra, ülkenin ve milletin ihtiyaçlarını tatmin edemezler. Çünkü dinler, değişmez hükümler ifade ederler. Hayat yürür, ihtiyaçlar hızla değişir. Din kanunları, kesinlikle ilerleyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir değer, bir anlam ifade edemezler. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur. … Esaslarını dinlerden alan kanunlar uygulanmakta oldukları toplulukları gökten indikleri ilkel dönemlere bağlarlar ve ilerlemeye engel bellibaşlı etki ve etkenler arasında bulunurlar.)

Prof. Dr. SUNA KİLİ. Türkiye İş Bankası 1981 Siyasi Bilim Büyük Ödülünü kazanan “Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli” adlı eserinde, her aydın kişinin üzerinde düşünmesi gereken hususları vurguluyor:

(Osmanlı döneminde “örfi” alandaki işlemlerin din kurallarına aykırı olup olmadıklarını saptama yetkisi ilmiye sınıfınındı. İlmiye sınıfı bu alana da karışabiliyordu. Rönesans’dan bu yana hızla gelişen bir Batı’ya karşı, böyle geniş yetkilere sahip ilmiye sınıfı, durağan bir anlayışla Osmanlı toplumunun sorunlarını çözmeye çalışıyordu. “Mutlakiyet” yönetiminin korunmasında kendi yetkilerini ve çıkarlarının sürekliliğini korunmasında yetkilerinin ve çıkarlarının sürekliliğini görüyordu. Özelikle 18. yüzyıldan başlayarak ileri görüşlü padişahların, devlet adamlarının, aydınların uyguladığı düzeltimlere ilmiye sınıfı karşı koymuştu. Durağanlığın sürekliliği için padişahların öldürülmesini ve birçok isyanların hazırlanmasını sağlayacak kadar güçlü olan bu sınıf, etki ve yetkilerini aynı yeğinlikle yenileklerin gelmesi doğrultusunda kullansaydı kuşkusuz düzeltim eylemlerinin başarı oranı daha geniş kapsamlı olurdu. Aydın bir padişah olan Mahmut II’nin ilmiye sınıfla yaapılacak işbiriliğinin neler sağlıyabileceğinin en açık örneğidir. Bu kadar geniş yetkilere sahip bir sınıf uzun yıllar boyunca kendisini sınırlayabilecek bir güçle karşılaşmamış, sınırlayıcı gücü kendinde bulması nedeniyle değişen dünyaya ayak uydurmak, kendi düşüncesinde reform yapmak ve ileriye gitmek gereğini duymamış, direnerek Osmanlı toplumunu yenileklerden uzak tutmak istemiştir. Kısa deyimle değişen dünyayı değişmeyen bir anlayışla yorumlama istemiş, sınırsız kalan her gücün nasıl soysuzlaşabileceğinin tipik örneğini vermiştir. Bu sınıftaki yerleşik anlayış egemen oldukları eğitim ve adelet gibi alanlarda da bozukluk ve gerilemeler yaratmıştır. İlmiye sınıfı düzeltim yanlısı olan gruplara karşı hoşgörü içinde olmamış, onlarla birlikte yaşamayı benimsemiştir. İlmiye sınıfı düzeltim yanlısı olan gruplara karşı hoşgörü içinde olmamış, onlarla birlikte yaşamayı benimsememiştir. İlmiye sınıfı yalnızca dinsel konularla ilgilenmekle yetinmemiş, her konuda söz ve yetki sahibi olmak istediğinden vazgeçmemiştir. Düzeltim yanlısı güçler ilmiye sınıfını sürekli karşılarında bulmuştur. Yapılan yenilikler onlarla beraber değil, onlara karşın olabilmiştir. Bunun sonucu Cumhuriyet dönemine kadar yapılan düzeltim uygulamaları. Yeniçeri ordusunun yerine yeni bir ordunun kurulması dışında, hiçbir alanda tam olamamış ve ilmiye sınıfının karşı koyma istek ve eylemleriyle savaşım vermek zorunda kalınmıştır.

Laiklik ilkesi, devletle dinin birbirinden ayrı olmasından çok daha geniş bir anlam taşımaktadır. Lord Acton’un “Özgürlük” adlı yazısında belittiği gibi çağdaş demokratik devlet. Orta Çağ kilisesinden ya da devletinden değil, ikisinin arasındaki çatışmalardan doğmuştur. Papa’nın gerek devlet ve gerekse toplum üzerinde mutlak egemenlik savını başarıyla sınırlanmış olan Batı toplumu, daha sonra sınırsız yetkilerle güçlenmiş hükümdarların aynı biçimdeki savvlarına karşı hazırlıklı olmuştur. Batı’nın eriştiği bu başarı sonucu yalnızca devletle din ayrılmamış, fakat toplumu tam denetim altına almak isteyen herhangi birkişi ya da grubun savlarını, girişimlerini önleyici sistem ve hukuk düzeni geliştirilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki düzeltim uygulamalarına dinsel güçlerin karşı koyması. III. Selim’in öldürülmesi, 1909 gericilik eylemi, Ulusal Savaşım döneminde Padişah-Halife’nin, başta Şeyhülislam olmak üzere dinsel resmi örgütün, Kurtuluş Savaşı’na ve onun önderlerine karşı çıkması gibi olaylar ve bunların birikimi ulusal devrimcileri, daha ilk başta, dinsel güçleri çağdaşlaşmanın en önemli bir engeli olarak görmeye itmiştir. Bu nedenlerle laiklik yalnız devlet ve din ayrılığı olarak değil, din devletin denetlemesi biçiminde görülmüş ve uygulanmıştır.

Atatürk devrim atılımları Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırma akacını güderken tutucu, kalıplaştırılmış, boş ve dayanıksız inançların temsilcisi durumuna getirilmiş bir din anlayışının yandaşlarıyla, din perdesi arksasına gizleenerek gerici görüşleri topluma egemen kılmak isteyen gruplarla savaşın verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de düzeltim eylemlerine aynı çevreler karşı koyduklarından, Atatürk Türkiye’sinde laiklik uygulanırken tarihsel deneyimlerin etkisi olmuŞtur. Bu nedenlerle Atatürk döneminde devlet-din ayrılmış, fakat din devlet tarafından denetlenmiştir. İnanç ve Tanrı’ya tapma konularında kişi özgürdür. Ancak dinin devlet ve toplum yönetimine karışmasını önlemek için Türk Ceza Yasası aracılığıyla bazı önlemler alınmıştır- Prof. Dr. SUNA KİLİ, adı geçen eser, s.267-270).

Atatürk’ün, İslam dini ile ilgisi olmayan boş inanç ve bağnazlıklardan sıyrılmak; akla, bilime dayalı bir gelişmeye yönelmekle ilgili sözleri, toplum yaşanına dönük anlayışını açıklığa kavuŞturacak niteliktedir:

(Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen, çağdaş ve bunun anlam ve biçini ile uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. Devrimimizin temel ilkesi budur. Bu gerçeği kabul edemeyen düşünürleri yoketme zorunludur. Şimdiye kadar ulusun beynini paslandıran, uyuşturan bu düşünüşte bulunanlar olmuştur. Herhalde düşüncelerde yeralan boş inaçlar tamamen atılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça beyne gerçeğin ışıklarını yerleştirmek olanaksızdır.
………………………..

Ölülerden medet ummak, uygar bir toplum için ayıptır.

Baylar ve ey Ulus, biliniz ki. Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensup (tarikata bağlı) lar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.
………………..

Tarikat başkanları, bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak; müritlerinin artık “rüşt” (ehliyet)e kavuştuklarını elbette kabul edeceklerdir.
………………..

Biz uygarlıktan bilim ve fenden güç alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başka birşey tanımıyoruz. Tekkelerin amacı halkın russal dengesini yitirmek ve aptal yapmaktır. Halbuki halk, russal dengesini yitirmemeye ve aptal olmamaya karar vermiştir- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, s.214-215)

Türkiye’de ibadet özgürlüğüne saygıda hiçbir suretle kusur edilmemiş, halkımız ibadetlerini serbestçe yapmışlardır. Bu önlemlerin tek amacı şeriat düzennine dönüşü engellemekdi. Güdülen amaç kurumların, toplumsal ve siyasal yaşamın özgürlük düzenine kavuşması ve sanat, fikir, söz ve vicdan özgürlüklerinin kurulmasıydı. Sorun, özgürlüğe kavuşmak sorunu olduğu zaman, bir ortayol sözkonusu olamaz. Bazı Türk aydınları ve yabancılar, Atatürk devriminin ana sorunu çözümlenmesinde, yani toplumun siyasal, toplumsal ve manevi özgürlüğü konusunda doğal olarak, özünün gereği olarak, radikal davranmak zorunda olduğunu anlamamışlardır. Türk toplumunun geleceği, laik düşünceyi ülkenin toplumsal ve kültürel yaşamında egemen kılmaya bağlıdır- Prof. Dr. SUAT SİNANOĞLU, Türk Humanizmi,s .68.74,

Bu konuda, değerli araştırmacı NUR SERTER, 1997 yılında yayınladığı “Dinde Siyasal İslam Tekeli” adlı kitabında şöyle diyor:

(Geçmişte din gücünün en önemli iki kaynağı, Ulema sınıfı ile tarikatlar olmuştu. Ancak Atatürk, 1924 de çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitimi tek merkezde topla-yarak, dini eğitimi yasaklamış, din bilginlerini yetiştiren Süleymaniye Medresesini İ.Ü. bünyesinde oluşturulan İlahiyat Fakültesine, daha sonra da İslami Araştırmalar Enstitüsü şekline dönüştürmüştü. Dini eğitimin diğer bir kolu olan Kuran Kursları ise devletin resmi bir organı olan Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmıştı. Böylece dini eğitim, devletin resmi ideolojisi tarafından kontrol altında tutulan bir özelliğe bürünmüştür.

Dinin ikinci büyük güç kaynağını teşkil eden ve ulemanın yetişmesi açısından da önem taşıyan tarikatlar ise 2 Eylül 1925 de türbe, tekke ve zaviyelerin kapatılması ile önemli bir darbe yemişlerdir. Bu uygulamalar, İslamın siyasi vechesini de içeren dini eğitimi kontrole alırken, ulema sınıfının oluşumunu uzunca bir süre engellemiş. Bu konudaki faaliyetleri yer altına iterek etki alanını daraltmıştır.

Türkiye’de din elitinin oluşumu ile ilgili ilk adımlar çok partili yaşamaa geçişle birlikte başlamış ve özellikle I. ve II. MC Hükümetleri döneminde hız kazanmıştır, din elitinin oluşumu açısından büyük önem taşıyan İmam Hatip Liselerinin sayılarında meydana gelen büyük artışlar, söz konusu kurumların mesleki eğitimden öte amaçlarla açıklamakta olduğu şüphe götürmez bir gerçek olarak ortaya koymaktardır. Bu okulların 1960 yılında sayıları 19 iken, bu sayı 1970’de 72’ye, 1980’de 374’e, 1990’da 384’e ve 1995’de 560’a ve 1997’de 601’e ulaşmıştır. Okul sayılarındaki en büyük artışların MSP’nin koalisyon artağı bulunduğu dönemlere denk gelmesi ise, tesadüf olarak açıklanamaz. 1975-76 da yani. 1. MC iktidarında 144 İmam Hatip Lisesi; II MC nin iktirdarda olduğu 1977-78 döneminde ise 86 İmam Hatip Lisesi eğitime başlamıştır. 1971-1994 arasında İmam Hatip Orta Okullarından mezun olan öğrenci sayısı 600 bin. Liselerinden mezun olan ise 300 bin dolayındadır. 1994 sonu itibariyle mesleki-teknik orta okullarında okuyan toplam öğrencilerin %82.2 si, meslek-teknik orta öğretiminin ise %40’ı İmam Hatip okullarında eğitim görmekdedir. Toplam orta öğretim içinde yaklaşık %10’luk bir paya ulaşan bu eğitim modeli, mesleki amaçlı olmanın çok ötesine geçmiş bulunmaktadır. Zira söz konusu okullardan mezun olanların özellikle kamu yönetimi, hukuk, siyasal bilgiler, uluslararası ilişkiler gibi devlet içinde örgütlenmeye yatkın alanlarda yüksek öğretime devam ettikleri, YÖK istatistiklerinden anlaşılmaktadır. Bu nedenle, mesleki eğitim kisvesini kullanıp, Tevhid-i Tedrisat Yasasını delerek “alternatif bir orta öğretim kurumu” biçiminde faaliyet gösteren İam Hatip Liselerinin din elitinin oluşumunda önemli bir rol üstlendikleri son derece açıktır. Bunun daha somut bir kanıtı ise siyaset sahresinde RP kanadında yer alan pekçok ünlü isminin, Hasan Hüseyin Ceylan, Şevki Yılmaz, Tayyip Erdoğan gibi, İmam Hatip Lisesi mezunu olmalarıdır.

Din elitinin diğer bir faaliyet alanını da son yıllarda sayıları giderek artan dini amaçlı vakıflar oluşturmaktadır. Vakıflar, din – siyaset ilişkileri bakımından uygun bir ortam yaratmanın yanısıra, ilmi faaliyetleri ve yayınları ve yoksul kitlelere götürdükleri himetlerle de Siyasal İslamın gücüne katkıda bulunmaktadır.

Din elitinin oluşumunda ileride anlatılacak olan tarikatların ve özellikle de tarikat-siyaset ilişkisinin de pay sahibi olduğunu inkar edilemez. Ancak din elitinin oluşumu kadar önemli olan bir diğer husus, bu kitlenin Siyasal İslam Hareketini oluşturmadaki faaliyetleridir, seslerini geniş kitlere duyurmakta kazandıkları başarının demokratikleşme süreci ile bağlantılı olduğu açıkça görülmektedir.

Ancak içinde yaşanmakta olduğumuz dönemde, yasalardaki yeni düzenlemeler, din eğitimi konusunda atılan adımlar ve tarikatların faaliyetlerine karşı siyasi partilerin tavrı, yeni bir dini elitin oluşumuna ve ortaya çıkışına elverişli bir ortam hazırlanmıştır.

Dinle ilgili tartışmaların en can alıcısı dinin demokrasi ile bağdaştırılmaya çalışılmasından kaynaklanmaktadır.

Demokrasi bir yönetim biçimidir. Yöneten ve yönetilen ilişkisinin halka verildiği ve yöneticinin değiştirilmesi yetkisinin halkta bulunduğu bu yönetim biçiminde “halkın iradesi” en üstün irade olarak kabul edilmektedir. Halkın yöneticilerini seçme hakkı kadar önemli olan bir diğer husus bu seçimde aralarında tercih yapabileceği çeşitli seçeneklere sahip bulunmasıdır. Seçeneklerin bulunmadığı bir sistemde, salt seçme yetkisinin kullanılması fazla bir anlam ifade etmekten uzaktır. 0 halde çok partili siyasi sistemler, demokrasi bakımından yadsınamaz bir zorunluluk olmaktadır.

Yine demokrasi, ancak bir hukuk devletinde yaşama geçirilebileceği için, “hukukun üstünlüğü” ilkesi, vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Ancak hukukun vasıtaları olan yasalar, zamana, koşullara, toplumun ihtiyaç ve gelişimine uygun olarak yenilenmeye ihtiyaç gösterirler. Hiçbir hukuk normu ebediyyen kalıcı ve değişmez olarak yorumlanamaz. Toplumun gelişimine paralel olarak hukuk da kendini yenilemekte ve gelişimini sürdürmektedir.

Demokrasi, yalnızca seçme ve seçilme fonksiyonlarının icra edildiği bir yönetim biçimi değildir. Bireyin yaşamının hemen her aşamasında kendini belli eden, özgür düşünceyi, tartışmayı, sorgulamayı da beraberinde getiren bir yaşam tarzıdır. Diğer bir ifade ile demokrasi bireyin her alandaki uygulamayı tartışma, sorgulama, eleştirme, alternatif yöntem üretme gibi aktif katılımını gerektiren bir yaşam biçimini de beraberinde getirmektedir. Bu katılım bireysel olabileceği gibi örgütlü de olabilmektedir.

Bu ana ilkelerden hareketle siyasal sistem getiren hiçbir dinin demokratik bir toplumsal düzene izin vermesi mümkün görünmemektedir. Zira dinlerin özünü teşkil eden Tanrısal vahi sistemi ve onun anayasası olan Kutsal Kitaplar ‘Tanrı sözü’ olarak kabul edilmekte ve yönetme erkini Tanrı’ya ve O’nun seçtiklerine devretmektedirler. Tanrı’nın anayasası olan kutsal kitapların karşısında hukuk devletinin yasalarını çıkarmak, Tanrısal irade yerine halkın iradesini ikame etmek, siyasal sistem getiren dinlere inananlar için kabul görebilecek yaklaşımlar olmamaktadır. Kuran, yönetimin hangi esaslarla yapılacağını Maide suresinin 48. ayetinde açıkça belirtmektedir. “Allah’ın indirdiği ile hükmet” dedikten sonra, “sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik” diyerek yönetimin Allah’ın kitabındaki esaslara kayıtsız şartsız uyma zorunluluğundan söz etmektedir. Yönetim esasları, Peygamber için de bağlayıcı olmakta, Kuran, Peygamberin de yönetimini Kuran esaslarına uygun yapma zorunluluğu açıkça ifade etmektedir. Aynı surenin 49. ayeti “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların Allah’ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın” ifadesi, Peygamberin, yönetme erkini, Kuran esasları doğrultusunda kullanmak zorunluluğunu ortaya koymaktadır.

Dolayısıyla demokraside yönetim, meşruiyetini halkın iradesinden alırken, İslam Devletinde yönetim meşrutiyetini “ilahi hükümleri hayata geçireceğine dair verdiği taahhütten ve bu taahhütleri harfiyyen yerine getirmekten alır. İlahi hükümlere riayet etmeyen her yönetim gayr-i meşrudur, Şeriata aykırıdır. – ALİ BULAÇ, Modern Ulus Devlet, s.151 -.

Demokrasinin, insanın Tanrı karşısında mutlak özgürlük ve bağımsızlığın. öngören bir rejim olarak kabulü halinde ise Tanrısız bir rejim olduğu, yine İslamcıların iddiaları arasında yer almaktadır. Bu koşullarda demokrasi, siyasal islamcılarca, “Tanrı’ya inanmayanların rejimi” olarak tanımlanmış olmaktadır.

Günümüzün bazı islamcı ideologları, Kuran’ın siyasal sistemini yorumlarken “tevhid ilkesi”nin yol gösterici bir kriter olarak alınmasını gerekli görmektedirler. Bu ilkeye göre tüm varlık alemi tek bir güce Allah’a boyun eğmiştir. Bu sebeple her alanda O’na teslim olmak gereklidir. Sosyal, siyasal, ekonomik yaşamın insan iradesinin ürünü olan objektif yasalara ve kurumlara terkedilmesi ise Allah’a şirk koşmaktır. Tevhid ilkesine göre gücünü ve meşruiyetini kendisinden alan dünyevi bir iktidar düşünülmez. Ancak kaynağını Kuran’dan alan siyasal proje sadece müslümanlar için bağlayıcıdır, dolayısıyla “Islam, sadece müslümanlar için ve müslüman blokla sınırlı olarak totaliter özellik taşır. – ALİ BULANÇ, Adıgeçen Eser, S.152 – .

Tüm çağdaş demokrasilerin insan hakları konusunda kabul ettiği evrensel ilkeler içinde “eşitlik ilkesi” başta gelir. Eşitlik, öncelikle cinsiyet ayrımcılığının ortadan kaldırılması bakımından önemlidir. Bireyin cinsiyetine bakılmaksızın tüm haklardan eşit olarak yararlanması ve hukuk karşısındaki eşitliği tartışılmaz bir gerçek olarak kabul görmektedir.

İslam dini ise, zamanına göre kadın hakları bakımından reformist ve koruyucu olmakla birlikte, günümüz dünyası ile kıyaslandığında kabulü imkansız olan bir ayrımcılık yansıtmaktadır. Kuran’da hitap erkekleredir. Birkaç ayet dışında kadını muhatap alan bir üslup kullanılmamıştır. Kadının erkek karşısında ikinci sınıf bir birey olduğu açık biçimde ifade edilmektedir.

Bakara suresinin 228. ayetinde “Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları bir derece daha fazladır”, Nisa suresi 11. ayette, “Allah size, çocuklarınızın alacağı miras hakkında, erkeğe kadının payının iki mislini tavsiye eder.”, Nisa suresi 34.ayette “Erkekler kadınların üzerine yöneticidirler. Çünkü Allah, kimini kimine üstün kılmıştır. Çünkü erkekler kadınlara mallarından harcamaktadır… Dik kafalılık, şirretlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarından ayırın ve dövün.” ayetlerinin yanısıra erkeğin dört kadına kadar evlenmesine, teşvik edilmemekle birlikte izin verilmesi; evlenme ve boşanma ile ilgili kuralların erkek lehine düzenlenmesi, çağdaş dünyada kabul gördüğü biçimde bir eşitlik anlayışının dinde yer almadığını göstermektedir. Günümüz koşullarında, söz konusu ilkelerin yaşama geçirilmesi mümkün olmamakla birlikte, Kuran’ı anayasası olarak kabul eden Siyasal İslam Hareketi için, söz konusu ilkeleri uygulamak bir zorunluluktur.

Nitekim, çağdaş dünyada hala kadın dövmeyi, dini bir emir kabul edip, bunun yönetimini tartışanlar da pekçoktur. işte, ‘Kadın Dövmenin İncelikleri” başlıklı yazıdan (Süleyman Çolakoğlu, Milli Gazete – 5.2.l997) birkaç satır: “Nietzsche demiştir ki: kadına mı gidiyorsun? Kırbacını unutma! Bitabi bu, “Şaklat koçum kırbacını şunun sırtında” anlamına gelmiyor.

Bu dünya hayatında erkek iradesi ile kadın işlevi arasındaki dengeyi betimlemektedir sadece. Çağdaş dünyanın bir türlü anlamadığı, anlamak istemediği dengeyi. İslam kaynaklarına göre kadına hüsnü muamele esas. Pek çok şartla birlikte eğer ortada bir “nüşuz’ (serkeşlik) varsa, önce nasihat, sonra yatakların ayrılması ve nihayet hiçbiri kar etmezse belli sınırlar içinde darb… Bunun ötesi ise meşrebinize göre isim bekler; artık maçoluk mu olur vahşet mi… Netice, kadın dövmek ince iştir.”

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin birinci maddesi, ‘bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar” ifadesine yer vermektedir. Bu madde, insanların doğuştan hür ve haklar bakımından eşit olduğunu vurgulayarak, kimsenin diğerinden farklı ve özel yaratılmadığını ve dünyadaki idealin de yaradılıştaki bu eşitliği yaşama geçirmeye yönelik olmasını vurgulamaktadır. Zira eşitsizliği doğuşta varolan bir yazgı olarak kabullenmek, eşitliği sağlamayı imkansızlaştıracaktır.

Herşeyi Allah’ın yarattığını defalarca tekrarlayan Kuran ise, yaradılıştaki farklılıkları bir ayrıcalık olarak ifade etmekle, eşitsizliği olağan kabul etmektedir. En’am Suresi 165. ayette, “Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde sizi denetlemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.” denilmektedir. Bu ayetin tefsiri “Allah şerefte, akılda, malda, mevkide insanların bazılarını diğer bazılarından üstün kılmıştır.  Kimi güzel, k imi çirkin, kimi zeki, kimi bön,  kiminin geçimi bol, kiminin dar, kiminin mevkii yüksek vs” (Süleyman Ateş, Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt 2, s.969) şeklinde yapılmıştır. Farklılıkların doğuştan var olan ayrıcalıklar ve Tanrısal iradenin kararı olarak kabulü halinde, insanın bu eşitsizliği değiştirmek yolundaki gayreti acaba Tanrısal iradeye karşı gelmek mi olacaktır?

Kuran’da pekçok surede Allah’ın dilediğinin rızkını genişletip, dilediğinin kıstığı anlatılmaktadır. Bunun sebebi, Rum suresinin 37.ayetinde de açıklandığı gibi “inanan toplum için ibretler taşıması”dır. Ancak yine Kuran’ın çeşitli yerlerinde “Allah dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara/213) ve “Allah dilediğini saptırır” (Rad/27), “Allah’ın göğsünü İslama açtığı kimse” (Zümer/22) gibi ayetlerin bulunması, inanmamak konusundaki kararda Allah’ın dahli bulunduğu izlenimine yol açmaktadır. Bu durumda rızıkların dağılımındaki eşitsizliği açıklamak mümkün olmamaktadır.

Zuhruf suresi 32. ayetinde, “Rabbin nimetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onların kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki, bini diğerine iş gördürebilsin ifadesi ise gelir dağılımındaki adaletsizliği bir Tanrısal yazgı haline dönüştürmektedir.

Dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkeleri arasında petrol zengini Arap Ülkelerinin de yer alması ve krallıkla yönetilmeleri acaba bu ayetleri bire bir uygulamalarından mı kaynaklanmaktadır?

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin birinci maddesinin devamında “bütün insanların birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelerinden” söz edilmektedir. Oysa Kuran’daki kardeşlik sadece müminlerin kardeşliğidir. “Müminler ancak kardeştirler (Hücurat 10)”.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 4 .maddesi, “Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurularnaz; kölelik ve köle ticareti her türlü şekliyle yasaktır.” demektedir. Kuran ise köleliği kaldırmayı teşvik etmiştir. Örneğin Maide suresi 89. ayette yemini bozanların kefareti olarak “bir köleyi hürriyete kavuşturmak” önerilen yollardan biridir. Nur suresi 33. ayette ise çalışıp, belli bir para karşılığı hürriyetlerini kazanmak isteyen kölelere “eğer kendilerinden bir iyilik görürseniz mükatebe yapın. Ve Allah’ın size verdiği malından onlara da verin denilmektedir. Bir başka ayette ise “Kadınlarından zıhar edip, sonra söylediklerinden dönenler, kanlarıyla temasa geçmeden önce bir köleyi hürriyetine kavuştursunlar” (Hadid/3) denilmektedir. Bütün bu ayetler, İslamda köleliğin teşvik edilmediğini, tam tersine kaldırılması yolunda telkinlerin yapıldığını ortaya koymaktadır. Ancak kölelik yasaklanmamıştır.

Köleliğin varlığı kadar önemli olan bir konu, kölenin farklı ve daha aşağı sınıfa mensup bir birey olarak görülmesidir.

Nahl suresinin 74. ayetinde ise, bu eşitsizlik şu sözlerle ifade edilmektedir: “Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile; kendisine güzel rızık verdiğimiz, o rızıktan gizli ve açık harcayan kimseyi misal olarak anlattı, hiç bunlar bir olurlar mı?’

İnsan topluluklarının çağlar boyu geçirdiği gelişim, insan hak ve özgürlüklerindeki gelişimle paralellik göstermektedir. İlkçağların, insanı bin mal olarak kabul eden kölelik uygulamaları, zaman içinde tarihe karışmış ve bu uygulamaların insanlık dışı olduğu, hemen herkes tarafından kabul edilmiştir. Tanrısal vahyin ürünü olarak kabul edilen dinlerin, ahlaki bir devrimi amaçladıkları ise, son derece açıktır. Bu koşullar altında, Tanrı sözü olarak kabul edilen Kutsal Kitapların, öncelikle kölelik uygulamasını yasaklamasını, varedilişte “meleklerin önünde secde ettiği insanı, mal konumundan, insan konumuna yükseltmesini beklemek, dine haksızlık yapmak olmasa gerek…

İslam dini, köleleri azad etmeyi teşvik etmekle birlikte, kölelik uygulamasını yasaklamayarak, eşitlik ve adalet bakımından ciddi bir boşluk yaratmıştır. Arap toplumunun ekonomik yaşamında bedava işgücü olan kölelerin ekonomik bir fonksiyon gördükleri kabul edilse bile, değişmez, kalıcı, kesin hükümler içeren bir Kutsal Kitabın, geleceğin dünyasını oluştururken insan haklarına ilişkin temel ilkeleri topluma benimsetme konusunda tavizsiz bir yaklaşım izlemesi gerekmez miydi?

Benzeri soruları “cariye” uygulaması için de sormak gerekir. Kadının rızasına bakılmadan, hatta evli olup, olmadığına aldırmadan, Kuran-ı Kerim; Nisa/24 “(Savaşta esir olarak) ellerinize geçen (cariyeler) müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz yasaklandı”, cinsel ihtiyaçlarını karşılamak üzere erkeğe bir hak olarak verilmesi de Çağdaş dünyanın kabul edebileceği bir uygulama olmaktan çok uzaktır.

…Demokrasinin temel şartları arasında yer alan çoğulculuk ilkesi de aynı prensipten hareketle, kabulü imkansız bir ilkedir. Zira Tanrının vahyine dayanan bir siyasal sisteme alternatif öneren siyasal partiler peşinen, “inançsız, imansız ve kafir” olarak adlandırılacaklardır.

Nitekim İBDA’nın Ulu Mimari olarak adlandırılan Salih Mirzabeyoğlu, bu konuyu kendi yayın organı olan Akademya dergisinde şöyle anlatıyor. “İslam Devleti biçimi içinde “hakimiyetin’ kaynağı ve kullanılması, kafirlerin vehmettiği gibi ‘havada’ ve mücerret bir kavram değildir… ”Hakimiyet Hakkındır” düsturu, hem hakimiyetin kaynağını, hem de hakimiyet – Allah’ın ve Resulü’nün rızasına uygun davranan ümmet tarafından kullanılmasını, hem de iktidar olarak tecellisini apaçık çerçevelemektedir. Hakimiyetin ümmet olarak kullanılmasının, kafirlerin “halk hakimiyeti” veya “millet hakimiyeti” diye belirlediği hususla hiçbir alakası yoktur. Hakimiyetin kaynağı, “ahali” değil, Allah’ın ve Resulü’nün belirlediği emirler manzumesidir… Allah’ın ve Resulü’nün emirlerine tabi olanlar, yani müslümanlar, Allah’ın halifeleridir… Kafirler ise, Allah’ın hakimiyetine ve tabii ki müslümanların hakimiyetine tabi olanlardır… Kafirle bir arada yaşamak, ancak İslam şemsiyesinin altında ona yer göstermekle mümkündür. Herhangi bir laik-demokratik seviyeyi kabul ederek, onun altında kafirle yaşamak değil. Zaten bu şekil, küfrün hakimiyeti ve müslümanların mahkumiyetinin görüntüsüdür” Akademya Dergisi, Ocak 1997-. Bu ifadelerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, Kuran dışı yönetime taraf olanlar kafir olmakta ve onlarla birlikte yaşamak, ancak onlara hükmetme kaydı ile uygun görülmektedir. Bu koşullar altında İslam devletinin laik anlayışa dayalı siyasi oluşumlara izin vermesi mümkün görülmemektedir.

Demokrasilerdeki hukukun üstünlüğü ilkesi ise Tanrısal vahiy tarafından ortaya konulan hukuk normları karşısında geçersizdir. Tanrısal vahiy, değişmez hukuk ilkelerini açıkça belirtmiştir. Bu ilkeler aile hukuku, ceza hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku vs. gibi alanlarda açık hükümler getirmektedir. Üstelik geçerlilik süreleri de belli bir zaman dilimi ya da toplumla sınırlı değildir. Bu koşullarda devletin zamana ve koşullara göre değişen hukuk normlarının, kesin, değişmez ve tüm insanlığı bağlayıcı olması amaçlanan dini hukuk normları ile kıyaslanması dahi mümkün değildir. Kaldı ki İslam’da “Ne yönetim (veya devlet) ne de devlet başkanı hukuku meydana getirmez; tam aksine devleti ve başkanı var kılan hukuktur. Hem devletin ve hem de devlet başkanının görevi, kendisinin de bağlı olduğu İlahi Hukuku korumak, desteklemek ve devamını sağlamaktır- Adı geçen Dergi, s.151- .

Siyasal İslamcıların şeriattan taviz vermemek yolundaki kararlılıkları son derece açıktır. Kuran’daki şeri hükümlerin, çağın gereklerine uygun olup, olmaması tamamiyle tartışma dışıdır. Bu konudaki görüşlere bir küçük örnek, Milli Gazetenin yazarlarından Abdullah Altay’ın Kaleminden geliyor. Şeriat Dersleri başlıkla yazıda Altay şöyle diyor; “Önce Ceza Hukukundan başlayalım; Herşeyi bilen, geçmiş ve geleceğe hakim olan, insanları ve onların ruhlarını yaratan Allah’ın ceza hukuku diyor ki;

“Ey iman edenler! Öldürülen insanlar hakında size kısas farz kılında. (Bakara 178. ayetten) Hem sizin için kısasta hayat vardır. Ey akıl sahipleri, umulur ki (haksız yere adam öldürmekten) korunursunuz (Bakara 179).”

“Kısasta hayat vardır” ifadesine dikkat edilsin… İnsanı yoktan vareden Allah, bir katil bir Müslümanı taammüden öldürürse, o katilin kısas edilmesini emrediyor… İşte bu kısas can emniyetini muhafaza ediyor. Bu gerçeği anlamak için Türkiye’ye ve dünyaya bir bakalım… İnsan hayatının hiçbir kıymeti yok… Adi cinayetlere terör, anarşi, siyasi cinayetler hergün rastlanılan olağanüstü hadiseler haline gelmiş… Amerika’nın bazı eyaletlerinde güneş battıktan sonra sokağa çıkamıyorlar…. Cinayetlerin önü alınmıyor. Hapishaneler tıklım tıklım dolu… Katiller hapishanelere sığmıyor. Neden? Çünkü ilahi sosyal şeriatın ceza hukukunun kısas maddesi kaldırılmış. Beşeri sosyal şeriatın maktülü değil, katili koruyan hapis cezaları uygulanmaya konulmuş… Peki kısas uygulansaydı ne olacaktı? Bir katil öldürülecekti. Binlerce cinayet planı kursaklarında kalacak, yüzbinlerce hayat kurtulacaktı -Milli Gazete, 26 Şubat 1997-.

Kısacası Altay, “öldüreni öldür” emrinin Tanrı’nın buyruğu olduğunu ve bunun yapılmaması sonucunda cinayetlerin arttığını anlatıyor. Demek ki Türkiye’de Şeriat devleti kurulsa, Altay, eline silahı alıp, Kuran’ın hükmünü yerine getiriyorum diye, katil zanlısını vuracak ve bunu da Allah’ın emri kabul edecektir.

Tanrısal vahyi esas alan bir yönetimin, tartışılması, eleştirilmesi, bu yönetime alternatif modeller üretilmesi, kısaca bireysel ve örgütsel olarak düşünce ve ifade özgürlüğünün kullanılmasına izin verilmesi de bir din devletinin kabul edebileceği yöntem olmaktan çok uzaktır. Dini inancın daha önce de belirtildiği gibi tartışılmaz ve dogmatik oluşu, inananların bu alanda özgür düşünce anlayışını sınırlamalarını kendi mantığı içinde doğru kılmaktadır.

İslam dininde varolan hoşgörü ve vicdan özgürlüğünün, idam devleti olgusu ile karıştırılmaması gerekir. Çünkü İslam’da tanınan vicdan özgürlüğü, bireyseldir. İslam devletinde yaşayan fakat İslamı kabul etmeyen diğer dinlerin inananlarına, inançları konusunda baskı yapılmaması ve dinde zorlamanın olmaması, bireysel inanç ve vicdan özgürlüğü anlamına gelir. Ancak bir İslam devletinde, İslami kurallara aykırı, örgütlü bir siyasal hareketin kabul görmesi ve çoğulcu demokrasi içinde bu harekete siyasal özgürlük tanınması mümkün değildir.

Kaldı ki ümmetin vicdan özgürlüğünün sınırları da tartışmaya açıktır. Örneğin Ali-İmran suresinin 85. Ayetinde, “Kim İslamdan başka bir din ararsa ondan kabul edilmeyecek ve o ahrette kaybedenlerden olacaktır.” Denilerek, İslamı kabul edenlerin vicdan özgürlüğü ahiret yaşamına ilişkin tehditlerle sınırlandırılmıştır. Yine aynı surenin 3. ve 4. ayetlerinde de “Allah’ın ayetlerini (Kuran’ı) inkar edenler için mutlaka çetin bir azap vardır. Allah daima üstündür ve öç alandır” denilmek suretiyle, vicdan özgürlüğüne ciddi bir sınırlama getirilmiştir. Bakara suresi 217. ayetteki “Sizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.” ifadesi bu konudaki özgürlüğün sınırını ortaya koymaktadır. Zira gerçek anlamda bir vicdan özgürlüğü, inanmak kadar inanmamakta da özgür olmayı gerektirir.

Kaldı ki Kuran, inanmamanın cezasını sadece ahiret yaşamına da bırakmamıştır. Enfal suresinin 59-61. ayetlerinde, “İnkar edenler geçtiklerini sanmasınlar. Onlar bizi aciz bırakmazlar. Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp, beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka bilmediğiniz, Allah’ın bildiği düşman kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız.” denilerek, inanmamanın cezasını verme görevini inananlara yüklemiştir. Tevbe suresinin 5. ayetinde ise “Haram aylar çıkınca Allah’a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup, onları bekleyin.”  diyerek,  inanmamanın cezasını ölüm olarak tescil etmiştir. Bu ve benzeri pekçok ayet İslamın yayılma dönemi içinde gelmiş ve dine karşı çıkanlar için açıkça öldürme emri vermiştir. Bakara suresi 191. ayetinde de “onları nerede bulursanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak… adam öldürmekten daha kötüdür….” denilerek, din uğruna adam öldürmek adeta kutsallaştırılmıştır. Aynı surenin 218. ayeti “Onlar ki inandılar, göç ettiler. Allah yolunda savaştılar; işte onlar Allah’ın rahmetini umarlar” diyerek, bu kutsallığı teyid etmektedir.

Cihad, İslam’da farzdır. Amacı ise dini yaymaktır. Dini yaymanın elbetki silahlı mücadele dışında yolları da vardır. Silahlı mücadele, dini, kabulde direnenlere uygulanacak bir yöntemdir. İslam tarihi içinde de uygulama bu yönde olmuştur. Günümüzde Siyasal İslamcı radikal unsurlar, dini kabulde direniş gösterenlerin, Türk toplumu içinde bulunduğu inancındadırlar. Bunlar kendilerine İslam dışı bir din icad etmiş bulunan laiklerdir. O halde, bugün için önemli olan bu ayetlerin Kutsal Kitaba hangi koşullarda konulduğu, geçmişte nasıl yorumlandığı değil, siyasi güce din aracılığı ile ulaşmak isteyenlerce nasıl kullanılacağıdır. Kendini dini mücahid kabul eden Allah adına savaşma yetkisini kendinde bulan ve Kuran’a tam olarak uymayı en kutsal görev sayanlar, bu emirleri 1400 yıl öncesi için değil, süresiz olarak “doğru ve geçerli emirler” olarak kabul etmektedirler. Bu kabulden dolayıdır ki, İBDA-C ve Hizbullah gibi örgütler, silahlı eylemlerini Tanrısal vahyin gereği olarak kabul etmekte ve kutsal bir görev ifa ettikleri inancı ile canlarını Allah yoluna adayarak dine düşman saydıkları aydın ve Atatürkçü insanların yaşamlarına son vermektedirler.

Dinin cihad emrini, din uğruna yapılacak her türlü mücadele olarak kabul eden Siyasal İslamcılar bu düşüncelerini kamu oyuna kendi yayın organları ile duyurmaktadırlar. İşte 30 Ocak 1997 tarihli Akit Gazetesinden bir manşet: “İbaretlerin En Büyüğü: Cihad” Bu manşetin altında Prof. Dr. Ali Özek’le yapılan bir röportaj yer alıyor. İslam İnanç Sistemini anlatan bir alt başlık altında Ali Özek şöyle diyor: “Her sistemin kendisine karşı olan sistemlerle yapacağı mücadeleyi değerlendiren bir prensibi vardır. İslamın bu prensibine veya nizamına Cihat derıilmiştir. Bu itibarla cihat vazifesini ihmal eden bir Müslüman, bunun dışında ne kadar hayır hasenatta bulunursa bulunsun yine de islamı vazifesini noksan yapıyor demektir.” Yazının ileriki bölümlerinde İslam’da cihadın iki anlamı üzerinde durulmaktadır. İlk anlamı nefisle cihad olarak açıklanmakta ve bunun nefsi terbiye anlamına geldiği ve esas büyük cihadın da bu olduğu ifade edilmektedir. İkinci cihad ise küçük cihad olarak adlandırılıp, cephede düşmanla savaşmak olarak tanımlanmaktadır. Türkiye savaşta olmadığına göre, bu küçük cihadın şu anda önemi olmadığı düşünülebilir. Ancak Siyasal İslam, kendini böyle bir mücadelenin içinde görmüş olmalı ki, yazının devamında küçük cihadın boyutları anlatılmaktadır.  “İslamiyet yalnız belli ibadetleri yapmak, sonra da yan gelip yatmak değildir. Hakiki Müslümanlık, icap ederse bize Müslümanlığı getiren Peygamberimizin ve onun ashabının çektiği sıkıntıları çekmek, icabında dövülmek, kovulmak, hatta ölmek, fakat vatan ve millet uğruna doğruyu ve hakkı müdafaadan asla vazgeçmemektir…  Allah Teala Kıyamet gününde huzura varan kuluna, “Cihad vazifesini yaptın mı? Allah’ın dini İslamı muarızlarına karşı müdafaa ettin mi? Bu uğurda ne gibi eziyetlere ve fedakarlıklara katlandın?” diye sorarsa, her Müslüman ne cevap vereceği şimdiden düşünmelidir.” Yazının ilerleyen bölümünde, cihadın anlamına daha da açıklık getiren ayetlere yer verilmektedir. Prof. Özek, “Şüphesiz Allah Teala, müminlerden Allah yolunda (din uğruna) savaşan, öldüren, öldürülenlerin canlarını ve mallarını, mukabilinde – onlara Cennet’i vermek suretiyle satın aldı. Allah, bunu Tevrat, İncil ve Kuran’da kati olarak taahhüt etmiştir. Allah’tan başka kim taahhüdünü noksansız yerine getirir. 0 halde yapmış olduğunuz savaştan size müjdeler olsun. İşte büyük kazanç budur. (Tevbe/III) Bu ayette Allah yolunda cihad edenlere Cennet vaad olunmak suretiyle, İslam’ın en büyük rüknü olan cihadın mana ve ehemmiyeti tam olarak belirtilmiştir.” diyerek cihad konusundaki İslami yoruma açıklık kazandırmaktadır.

Cihad çığlıkları ve intikam yeminlerine bir başka örnek de radikal islamcıların bir diğer yayın organı olan Cuma Dergisinde şu satırlarla dile getiriliyor: “Müslüman olarak bizlerin hem namusumuza kastedenler, hem ibaret ettirmezler, hem de kendi topraklarında esir hayatını, yani Müslüman kanı akıtılarak kazanılmış topraklarda esir gibi yaşatırlar. Bizler artık dinimizi ve topraklarımızı bu pis, necis, soysuz satılmışlardan kurtarmalıyız… Onlara karşı tek yumruk haline gelmeliyiz. Onların o ilkel ve sadist kafalarını koparmadıkça dinim, şehit kanlarıyla sulanmış bu mukaddes topraklarda esir olmaya devam edecektir… Biz Müslümanlar; biz de dinimizi ve namusumuzu koruyacağız. Çünkü, Kuran-ı Kerim bizlere şehitliği müjdeliyor. Peygamberlikten sonra gelen mübarek makamı… Cihad farzdır. Cihat edelim, birleşelim. Uykudan uyanalım- Cuma Dergisi, Şubat 1997, s.40-.

Yukarıdaki ifadeler, cihad için bir inançsız tarafın olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Zira savaş, Allah yolunda yapılacağına göre, düşman tarafın, Allah’ı ve dini inkarı gerekmektedir. Oysa ülkemizde halk, müslüman ve inançlıdır. 0 halde bu savaşın, karşı tarafı yoktur. Ne var ki bu görüş, bir kesim Siyasal İslamcılarca kabul görmemektedir. Onlara göre savaşılması gereken taraf, laiklerdir. 1 Şubat 1997 tarihli Akit Gazetesinde yazar Faruk Köse, “Laik olanın Müslüman olması mümkün değildir… Bir kimse laik ise Müslüman değildir. Müslüman ise laik değildir…” denilmektedir. Bu yaklaşım oldukça geniş kabul görmekte ve cihadın ikinci tarafını da belirlemektedir. Yine aynı gazetenin 30 Ocak 1997 tarihli nüshasında Yaşar Kaplan, “Hainlere Geçit Yok” başlıklı yazısında, ”Türkiye’de faşist, ateist, Kemalist çeteler suyun başını tutmuşlar” diyerek, düşman cepheyi daha açık biçimde ifade etmekte ve “Şimdi halkımızın bu ihanete karşı bir hareket başlatması gerekir. Aydın-halk elele vererek ülkenin geleceği için seslerimizi yükseltmemiz gerekir. Milletlerin, milli bir şahlanış olmadan, büyük badireleri atlatması mümkün değildir. Bugün milli bir şahlanış başlatma günüdür. Meydanlara inmeye şimdilik ihtiyaç yoktur diye düşünebiliriz, ama hiç değilse elimizdeki medya platformlarını bu amaçla kullanalım istiyoruz. Haydi platformlara… Hainlere geçit yok!” diye haykıralım… Bu ihanete karşı birleşik cephe oluşturalım ve sesimizi yükseltelim. İhanete geçit yok!”

Bu ayırımcı anlayışın Siyasal İslamcılarca kabulü halinde, İslamın demokrasiye açık olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir? Zira sistem kendine düşman kabul ettiği kitlelere kendilerini ifade etme özgürlüğü vermeyecektir.

Siyasal İslamcıların hayallerini süsleyen yönetim tarzının özgürlüklerden ne kadar uzak olduğunu, yine kendi kalemlerinden okuyalım. Akit Gazetesi yazarlarından Mustafa Kaplan yazıyor: benim hayal dünyamın görüntüsü ile 2017 senesi şöyle boy gösteriyor: Bütün İslam alemindeki rejimler tarumar olmuş, birkaç tanesi hariç hemen hepsi halifelik sancağı altında tek devlet olmuşlar. Kalan birkaçı da aynı ideal için kaynayıp duruyor. Şeriat-ı garra her köşeye hakim olmuş. Kuran-ı Kerimin sosyal hayata bakan bütün emirleri eksiksiz tatbik ediliyor. El kesme cezası hırsızlığı, recm cezası zinayı kökten kaldırmış, Kadınlar zaruret olmadan sokağa çıkmıyor, çıkanlar da çarşaflarını, peçelerini edeple takıyorlar. Resim ve heykel diye birşey yok. İnançsızlar sanki yer yarılmış da içine girmişler. Sosyal adalet bütünüyle temin edilmiş. Yirmi sene önce mangalda kül bırakmayan şeriat düşmanlarının çoğu Cehenmeme yollanmış, kalan bir-ikisi de camilerin en ön safında yer tutmuş, hepsinin çocukları İslam mücahidi olmuşlar. Yek vücut olan İslam alemi Hz.Mehdinin riyaseti altına huzura kavuşmuş, dünyanın öbür yakasını hizaya getirme hazırlıklarına başlamışlar. Hz.İsa da aynı maksat için çalışıyor. -Akit Gazetesi ,12.3. 1997-.

Bu hayaller, Siyasal İslamcıların kurmayı amaçladıkları sistem hakkında bilgilenmek isteyenlere ışık tutucudur. İnsan haklarını, çağdaşlığı, özgürlüğü yok eden bir sistemin hayalini kuranların, buna demokrasiyi alet etmeyi amaçladıkları son derece açıktır.

Peygamberden sonraki dört halifenin seçimini, İslamın demokrasiye açık bir din olduğu şeklinde yorumlamak ise çok zordur. Zira toplumda temsil edilen görüş ve inançların din odaklı bir seçicilik içinde halkın oyuna sunulması halinde, gerçek bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir. örneğin bir İslam devletinde birden çok siyasi parti bulunsa bile, bu siyasi partilerin hepsinin İslam devleti ilkelerini yaşama geçirmek istemeleri durumunda demokrasiden söz edilemez. İslamla yönetilenlerin özgür iradeleriyle ehil olan kimseleri yönetici olarak seçmesi ve onlarla hukuki bir sözleşme (Biat) aktedmesini ya da işlerin Şura ile yürütülmesini demokrasi olarak nitelemek de mümkün değildir. Zira demokrasi farklı düşünce ve inançlara da temsil edilme, seçilme ve yönetme hakkı veren bir sistemdir. Bir İslam devletinde, halkı dini esaslara göre yönetmeye talip olan bir partinin yanısıra, din ve devlet işlerini birbirinden ayıran, laik devlet anlayışına sahip bir siyasi parti de kurulabiliyorsa, demokrasiden söz edilebilir. Ancak tüm siyasal rejimler gibi, İslam devleti de kendi varlığını korumayı öncelikli hedef olarak alacağından, laik, demokratik bir devlet anlayışına izin vermeyi doğal alarak kabul etmeyecektir.

Kaldı ki demokrasi örneği gibi takdim edilen halife seçimlerinde, bu seçime halkın bütünü katılmamıştır. “Halifeyi başkentte oturan, ileri gelenler seçmiş, biat ise diğer yerleşim merkezlerinden alınmıştır- ALİ BULAÇ,  adıgeçen eser, s.211-. Dolayısıyle halkın iradesi, sandığa yansımamıştır. Öte yandan seçilen halifenin iktidar süresi belirlenmemiş ve halifeler kaydı hayat şartı ile yönetimde kalmışlardır. Hatta hukuki ihlal eden, baskı ve şiddete başvuran halifelerin bile hangi yöntemle azledileceği belli olmadığı için halkın halife ile gelen iktidarı değiştirmesi için kılıca başvurması gerekmiştir.

Zaman içinde hilafet, saltanatla bütünleşmiş, dini önderlik babadan oğula geçmeye başlamış, ve biyoloji kanunları, Allah’ın gücünü arkasına alarak ümmeti yönetme hakkını tayin eder olmuştur. Günümüzde ise Din Devletine alkış tutanların ve iktidar hırslarını Allah’ın gücünü arkalarına alarak tatmine çalışanların, bu yönetim erkinin kendilerine hangi kutsal vahiy ile devredildiğini açıklamaları gerekmektedir.

Kuran’ı çağdaş dünyanın tüm ihtiyaçlarına cevap veren bir Kutsal Kitap olarak kabul etmek mümkün müdür? Bazı İslam bilginleri bu konuda büyük gayret içindedirler. Bu gayret öylesine büyüktür ki, yapılan Kuran yorumları, adeta yeni bir din yaratmaya eşdeğer hale getirilmektedir. Buna karşı çıkan radikal İslamcı kesim ise dini çarpıtmaya çalışanları ağır bir dille eleştirmektedir. İşte bu kesin eleştirilere bir örnek:

Abdurahman Dilipak  “Sizi Allah ve Kuran ile Aldatmasınlar” başlıklı yazısında şöyle yazıyor: “İslam adına hümanist, rasyonalist, pragmanist bir din icat etmek isteyenlere dikkat etmek gerek. Kuran’daki İslam talebini alkışlıyorum, destekliyorum, övünüyorum, ama bunu istismar etmek isteyenlere karşı da dikkatli ve duyarlı olmak zorundayız. Kuran’daki İslam, laikleştirilmiş İslam değildir. Kuran’ı açıp okuyunuz. Kuran’ın her hükmüne tabiyiz. Değil bir ayetini, bir harfini inkar eden dinden çıkar”- Akit Gazetesi, 6.2.1997-.

Toplumun gelişen ihtiyaçlarına Kuran ve sünnetle cevap verebilmenin mümkün olmadığı, zaman içinde ortaya çıkmış ve İslam Hukuku, Kuran ve sünnete bağımlı kalmanın zorluklarını yaşayarak beşeri ihtiyaçlara insan aklının yorumlarıyla çözüm aramak zorunda kalmıştır. Ancak Kuran ve sünnetin bağlayıcılığı, insan aklının beşeri ihtiyaçlar doğrultusunda çözüm bulma imkanlarını ve özgürlüğünü engellemiş ve dogmaların esareti ile yol alan İslam dünyası, gerçek demokrasiye kapalı bir yönetim tarzını sürdürmüştür.

Kuran’daki esaslardan hareketle İslamın demokrasiye açık olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Kuran’ın bireyi inanç konusunda özgür kaldığı ve demokrasiye açık olduğu yolundaki ifadeler ise, demokrasinin nitelikleri dikkate alındığında son derece yetersiz kalmaktadır. Zira üzerinde esas durulması gereken husus bireyin özgürlüğü değil, devletin yönetim biçimini ve hukuku belirlemedeki tercihlerinde dogmalardan bağımsız olup, olmadığıdır. İslam devleti ise kendi varlığını korumak ve vahyin gerektirdiği sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeni kurmak için Allah’ın sözü olarak kabul ettiği Kuran’la bağlıdır – Prof.Dr.NUR SERTEL. Dinde Siyasal İslam Tekeli, 1997,  s.48 ve devamı-)

Ord.Prof.Dr.HÜSEYİN NAİL KUBALI, yıllar önce şöyle yazmıştı:

(Laiklik… demokratik nizamın her nevi his, fikir ve kanaatlere aynı derecede saygı duyması, bunlar arasında adeta bir eşdeğer=(equivalence) demektir. Bu manadaki laiklik bir kelime ile, hoşgörülülük (tolerance) demektir… Laikliğe göre, devletin her türlü dini akidelere saygı göstermesi onlar karşısında tamamen tarafsız, objektif bir vaziyet alması lazımdır. Yani laik Devlet ne dindardır, ne de dinsizdir. Sadece dine yabancıdır… Bir Devletin hukuki manası ile ve mutlak suretle laik bir Devlet olabilmesi için teşkilatında ve fonksiyonlarında dini akidelere kanuni bir müeyyide tanımaması, dini müesseselere ve faaliyetlere kendi içinde asla yer vermemesi lazımdır… Türk demokrasisinin laikliği, memleketimizin özel şartlarının icabı olarak, Devletçe önleyici ve aydınlatıcı bir himaye ve murakabeyi mümkün ve lüzumlu kılan, Devlete dikkatli bir zabıta görevi yükleyen laiklik olmak gerekir. – Hüseyin Nail Kubalı. Anayasa Hukuku Dersleri, 1971, s.254-).

Prof.Dr.ERGUN ÖZBUDUN, konuya bir başka açıdan yaklaşarak şöyle diyor:

(İslam dünyasında İslam dini, yüzyıllardan beri, devlet ve toplum hayatını güçlü etkisi altında bulundurmuştur. Bu durumda, din hizmetlerinin devlet kontrolünden tamamen uzak biçimde cemaat örgütlerine bırakılması çok sakıncalı olur: Atatürk’ün Türk toplumu için çizdiği <<çağdaş uygarlık düzeyine uIaşmak>> hedefinin gerçekleştirilmesini tehlikeye düşürebilirdi. Bu sebepledir ki, Türk İnkılabının laiklik anlayışı, Diyanet İşleri Başkanlığının devlet teşkilatı içinde yer almasını tercih etmiş ve bu sistem, 1961 ve 1982 Anayasalarıyla sürdürülmüştür. 

Benzer görüşler Anayasa Mahkemesinin 1961 Anayasası döneminde verdiği bir kararda da dile getirilmiştir. Bu karara göre, “laiklik ilkesi din ve devlet ilişkilerini düzenleyen bir ilke olması nedeniyle, her ülkenin içinde bulunduğu ve her dinin bünyesinin oluşturduğu koşullar arasındaki ayrılıkların, laiklik anlayışında da ortaya ayrımlar çıkarması zorunlu bir sonuçtur… Hıristiyan dininin taşıdığı özelliğe göre din ve devlet işlerinin birbirine karışmama esasının, kilisenin bağımsızlığı biçiminde manalandırılmasında bir sakınca görülmemiştir. Çünkü, batı devletlerinde dinin kötüye kullanılması ve sömürülmesi bizdeki şekilde bir sonuç doğurmadığından din ve devlet işlerinin birbirine karışmaması yönünden kabul edilen, kilisenin bağımsızlığı durumu, devlet düzeni bakımından bir tehlike göstermemektedir. Oysa İslamlık bireylerin yalnız vicdanlarına ilişkin olan dini inanç bölümünü düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda bütün toplum ilişkilerini, devlet faaliyetlerini ve hukuku da tanzim etmiştir. Bu durumda ülkemizde din hürriyetinin Anayasa ile çizilen sınırlarının ihlali, dinin sömürülmesi ve kötüye kullanılması, Devletin laiklik esasına dayanan düzenine karşı gelinmesi anlamını taşımaktadır. “  – 21.10.1971, 53/76 – .

Laik bir devlette devlet yönetimi, din kurallarına göre değil, toplum ihtiyaçlarının akılcı ve bilimsel yönden değerlendirilmesine göre yürütülür. Bu ilkenin asgari ve azami olmak üzere iki anlamı vardır. Asgari (en az) anlamında ilke, devlet işlemlerinin din kurallarına uygun olma zorunda bulunmamalarını ifade eder. Oysa, dine bağlı (teokratik) devlet sisteminde devlet işlemlerinin hukuken geçerli olmaları, bunların din kurallarına uygunluğuna bağlıdır. Mesela 1876 Osmanlı Kanun-u Esasisi, padişaha <<ahkam-ı
şer’iyenin icrası>> (şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi) görev ve yetkisini verdiği gibi (m.7) Heyet-i Ayan’ı da Heyeti Mebusan’ca kabul edilen kanun tasarısı ve tekliflerini <<Umur-u diniyeye>> (din işlerine) uygunluk açısından denetlemekle görevli kılmıştı. (m.64). Laik bir devlette hukuki işlemlerin geçerliğini böyle din kurallarına uygunluk şartına bağlamak elbette mümkün değildir. Devlet yönetimimin din kurallarından etkilenmemesi ilkesinin azami (en geniş) anlamı ise, devlet yönetiminde din kurallarından esinlenilmemesini ifade eder. Şüphesiz, bunu gerçekleştirmek, ilkenin asgari anlamını gerçekleştirmekten daha güçtür ve akılcı düşünce tarımın topluma hakim olmasına bağlıdır. Ancak kabul etmek gerekir ki, Atatürkçü laiklik anlayışı, laikliğin bu anlamda da gerçekleşmesini, devlet yöneticilerin dinsel kurallardan esinlenerek değil, toplum ihtiyaçlarını akıl ve bilim verilerine göre değerlendirilerek kararlar vermelerini ve böylece toplumumuzun en kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasını gerektirir. – Prof.Dr.ERGUN  ÖZBUDUN, Türk Anayasa Hukuku, 3.Bası, s.57-).

Tüm bu görüşleri ve kararları gözönünde tutan Anayasa Mahkememiz, 1982 Anayasamızın yürürlükte olduğu bir dönemde verdiği kararla konuya tam bir açıklık getirmiştir: (Ulusal egemenlik kavramı, demokratik yapının temelidir. Demokratik düzen ise, dinsel gerekleri egemen kılmayı amaçlayan şeriat düzeninin karşıtıdır. Dinsel gereklere yönetimde ağırlık veren bir düzenleme demokratik olamaz. Demokratik devlet, ancak laik devlettir. Dinsel gerekli düzenlemeler dinsel çabaları, zorlamaları, bunlarda dinsel ayrılıkları getirir. Sonuçta demokrasinin özgürlükçü, çoğulcu, hoşgörülü niteliği kalmaz… Laiklik, bireysel, toplumsal düzeyde ve devlet islerinde metafizik dışında Özgür düşünce gereklerine bağlanır. Kişisel ve toplumsal yaşamın siyasal yönden düzenlenmesinde aklın ve bilimin gereklerini zorunlu kılar. Herhangi bir dinin teolojik baskısına uyulmasını önler… Devletin temsil ettiği ve egemenlik gereği olarak kullandığı siyasal gücün düzenleyicisi hukuktur. Gerçekte hukuksal bir kurum olan devletin tüm işlem ve eylemlerinin hukuka uygunluğu başlıca geçerli koşuludur. Devlet yönetiminde tüm  düzenlemeler ancak hukuk  kurallarına  göre yapılır. Din kurallarına göre  yapılan düzenlemeler hukuksal nitelik taşımaz. Din kurallarının kaynağı Tanrı’dır. “İlahi istenç, (irade) “ tanrı buyrukları, din kurallarının başlıca dayanağıdır. Hukukun kaynağı ise hukuku yaratan istenç olarak kendi ulusunun istencidir. Din, ulustan kaynaklanan bir değer olmadığından temelini ulusal istencin oluşturduğu bir düzende hukuk kaynağı sayılması olanaksızdır. Egemenliğin ulusta oluşuna dayanan hukuk düzenleriyle tanrısal buyruklara dayalı ilahi istenç arasında ilişki kurulamaz. Hukuk düzeni, dinsel düzeni dışarıda bırakan, varlığını hukuktan alıp hukukla sürdüren devlettedir. Egemenlik insana dayalıdır. özünde insan değeri bulunan egemenliğin hukuksal biçimleme ile devlet gücüne dönüşmesi, hukuk devletinin uygar yapısını açıklamaktadır. Bu yapıyı etkileyecek olumsuzluklar, hukuk devleti ilkesini tartışma konusu yapar. Yasalar dine dayanamaz ve bağlanamaz. Yasalar ilkelerini dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almazlarsa hukuk devleti niteliği zedelenir. Dine dayanan yasalar, vicdan özgürlünü benimsemediğinden, her din için ayrı yasalar gereğini ortaya çıkarır, Ulusal bir devlette bu tür bir düzenleme olamaz. Böyle düzenlemeler din kurallarını benimseyenler için baskı aracı sayılabileceği gibi, ayrı dinler içinde ayrılık aracı olur. Gelişmek ve ilerlemek için durağan din kurallarına değil insanlığa ayak uydurmak, akla ve bilime öncülük tanımak gerekir. Siyasal düzenlemelerin kaynağı hukuk, dayanağı Anayasadır. Başka kaynak ve dayanak aranamaz. – Anayasa Mahkemesinin 7.3.1989 gün ve 1/12 sayılı kararı -).

2) Anayasamızın metnine dahil olan <<Başlangıç>> kısmı, bir yabancı yazar tarafından şöyle değerlendirilmiştir:

(Başlangıçta yer alan “Laiklik ilkesinin gereği kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya karıştırılamayacağı” şeklindeki ifade önem taşımaktadır. Bu ifadede laiklik ilkesi temel bir biçimiyle nitelenmiştir: Din ve devletin birbirinden ayrılığı, Laiklik ilkesi ‘Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliği”ifadesiyle aynı cümleye konularak, laikliğin Atatürk ilke ve inkılaplarından, özellikle Atatürk milliyetçiliğinden ayrı düşünülemeyeceği ortaya konmuş ve bir medeniyetçilik ilkesi olarak rolü vurgulanmıştır – Dr.CHIRISTIAN RUMPE, Türk Anayasa Hukukuna Giriş, s.54-).

3) Anayasamızın 2 nci maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti, sadece <<demokratik, laik ve sosyal bir Hukuk Devleti değil, <<…Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.>> Bu maddede yer aldığı için Cumhuriyetimizin
değiştirilemez niteliklerinden olan <<Atatürk Milliyetçiliği>>nin açıklığa kavuşturulmasında yarar bulunmaktadır:

    a) Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız… Çünkü tarih, hadiseler ve müşahedeler, insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hakim olduğu gösterilmiştir…

Özellikle bizim milletimiz, milliyetin ihmal edişinin çok acı cezalarını çekmiştir. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çok çeşitli toplumlar hep millet inançlarına sarılarak, milliyetçilik idealinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. 

Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi hor ve hakir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmuş olduğumuzmuş. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, ilk önce biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti; hissi, fikri ve fiili olarak bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.  – ATATÜRK’ün, 26 Mart 1923  tarihli Hakimiyeti Milliye Gazetesinden yayınlanan konuşması-.

    b) Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri eğitimin sınırları ne olursa olsun, ilk önce her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir.

Dünyada, milletlerarası duruma göre böyle bir mücadelenin gerektirdiği manevi unsurlara sahip olmayan kişilere ve bu nitelikte kişilerden oluşan toplumlara, hayat ve bağımsızlık yoktur.

Çocuklarımızı aynı eğitim derecesinden geçirerek yetiştireceğiz. Kesinlikle bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır. -Atatürk’ün Atatürkçü Düşünce Sistemi, III. Kitap, s.30-31 de yer alan konuşması-.

    c) Yine Atatürk, kendi el yazısı ile yazdığı “MEDENİ BİLGİLER” adlı kitabında şöyle diyor:

(Din birliğinin de bir millet teşkilinde etkili olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.

Türkler İslamiyeti kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. İslamiyeti kabul ettikten sonra, bu din, ne arapların, ne aynı dinde bulunan acemlerin ve ne de mısırlıların vesairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir etki yapmadı. Bilakis Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü İslam dininin gayesi, bütün milliyetlerin üstünde, kapsayıcı bir arap milliyeti siyasetine indirgeniyordu. Bu arap fikri, Ümmet kelimesi ile ifade olundu. Bu dini kabul edenler, kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasr etmeye mecburdurlar. Bununla beraber, Allah’a kendi milli dilinde değil, Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve yakarmada bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe Allah’ın ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti bir çok asırlar, ne yaptığını ne yapacağını bilmeksizin, adeta, bir kelimesinin manasını bilmediği halde, Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince, karışık cahil hocalar ağzıyla, ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan, dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler.

…Milli duyguyu boğan, fani dünyaya kıymet verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felaketler his olunmaya başlayınca, asıl hakiki saadete o öldükten sonra ahirette kavuşacağını vaat ve temin eden dini akide ve dini his, millet uyandığı zaman onun şu acı hakikati görmesine mani olamadı. Bu feci manzara karşısında kalanlara, kendilerinden evvel ölenlerin ahiretteki saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm dileyerek ahiret hayatına kavuşmak telkin eden din hissi; dünyanın acısı dünyanın tokatıyla, derhal, Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. Türk vicdanı umumisi, derhal, yüzlerce asırlık kudret ve ferahlığıyla, büyük heyecanlarla çarpıyordu. Ne oldu? Türkün milli hissi, artık ocağında ateşlenmişti: artık Türk cenneti değil, eski, hakiki büyük Türk atalarının mukaddes miraslarının son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milliyetinde bıraktığı hatıra.

Türk milleti, milli hissi; dini hisle değil, fakat insani hisle yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında, milli hissin yanında, insani hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekte iftihar eder. – Medeni Bilgiler, s.21. 364 ve devamı-) 

    d) Sözkonusu Medeni Bilgiler ders kitabında laiklik şöyle tanımlanır:

(Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar bilimin çağdaş medeniyete sağladığı esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır. Din anlayışı vicdani olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür- Medeni Bilgiler, 1932 Basım:, s.56- ).

    e) Atatürk, 1 Kasım 1937 günü, yılda bir yaptığı TBMM’yi açış gibi önemli konuşmasında aynen şunları söylüyordu.

(Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı siyasetler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipler gökten indirildiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaibten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s.405-)

    f) Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve alınyazılarını ve canlarını, falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan meydana gelmiş bir toplulukla çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılamaz. -Atatürk, Nutku, cilt, 2, 6.Bası, s.655-.

    g) İnsanların ruhun selameti için yakıldıklarını biliyoruz. Herhalde bunu yapan engizisyon papazları hüsniniyetlerinden ve iyi iş yaptıklarından bahsederlerdi: Belki de cidden bu sözlerinde samimi idiler. Fakat bir ahmaklığı yahut bir hıyaneti iyi bir iş kalıbına uydurmak güç değildir. En nihayet bu bir isim değiştirmek meselesidir… Unutulmamalıdır ki, bazı insanlar istikbali, mazinin arasından görmekte ısrarlıdırlar. Bunlar, alakamızı kestiğimiz an ananelere karşı behemahal sadakatin iadesini isterler. Bu gibi insanlar, kendi itikat ettiği gibi itikat etmeyen kimseleri, istedikleri gibi ezemezlerse, kendilerini cenderede hissederler. – Atatürk’ün bu konuşması için bakınız: Doğu Perinçek, Anayasa ve Partiler Rejimi, 3.Bası, s.1- .

    h) Cumhuriyetimizin nitelikleri arasında yer alan <<Atatürk Milliyetçiliği>>, 17 Haziran 1997 günü T.B.M.M.’de yaptığı konuşmada, ettiği yemine sadık bir milletvekili, Prof. Dr. HALİL CİN tarafından, içeriğine uygun şekilde şöyle dile getiriyor:

(Dünyada, her devletin vatandaşı, devletinin adını teşkil eden ad ve kimlikle anılır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Türk’tür. Bu kimlik, tarihin en şerefli kimliğidir. <<Hayatımın en büyük serveti ve övüncü Türklüğümdür.>>)

“Ne mutlu Türküm diyene” diyen Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetinde, Türk kimliğini reddeden, yerine, İslam kimliğini, ümmetten olmayı yeğleyenlerin cumhuriyete karşı yürüttükleri açık ve gizli mücadele, milletimizi derinden üzmektedir.

“Kendi kimliğine hürmet etmeyenleri başka milletler de saymaz” sözü, tarihi, siyasi ve sosyolojik bir gerçeğin ifadesidir. Osmanlı devleti, Türk kimliği yerine Osmanlılığı tercih edince, çökmüş; gerçek kimliği olan Türklüğe dönünce, harabe haline dönüşmüş bir imparatorluktan, yepyeni, güçlü, dinamik bir Türk Devleti ortaya çıkmıştır. Bin yıldan beri birlikte yaşayan Anadolu halkı, Türk Milletini oluşturmuştur. Türk kimliğinin esası, etnik unsur değil, ortak tarih, ortak kültür, ortak ülkü ve hukuk birliğidir. 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları, Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi Türk saymıştır; din, mezhep, ırk farkı gözetmemiştir. Kendini Türk sayan herkes Türktür).

         ı)  Prof. Dr. SUNA KİLİ, adı geçen eserinde (s.272) şöyle diyor:

(Atatürkçü ideoloji  ulusal devleti benimser ve ulusal devletin amaçlarına yasallık kazandırmayı amaçlar. İslam siyasal içerikli ve amaçlı bir din olarak kendi üstünde ve denetim dışında bir siyasal yapıyı kabul etmez. Egemenliğin halka, ulusa ait olduğunu savunan Atatürkçü görüş ile gerçek yasal otoritenin Tanrı istencini yansıtan otorite olduğunu savlayan İslamcı görüş çelişkili durumdadır. Atatürkçülük’te laik Cumhuriyetin “otorite”si yasaldır. İslam “cemaat”i, “ümmet”i temel olarak görür. Atatürkçü görüş ise ulusa, ulus egemenliğine dayanır. İslamcı düşünce dinsel devlet otoritesine boyun eğilmesini ister. Atatürkçü görüş ise kaynağını ulus egemenliğinden alan laik Cumhuriyet otoritesini yasal sayar. İslamcı düşün dinsel “birlik” üzerinde durur. Atatürkçü görüş ulusal “birlik”i vurgular).

Esas hakkında mütalaamızın bu bölümünü yine Atatürk’ün sözleriyle tamamlamak istiyorum:

(Efendiler, yeryüzünde üç yüz milyonu mütecaviz İslam vardır. Bunlar ana, baba, hoca terbiyesiyle, terbiye ve ahlak almaktadırlar. Fakat maalesef hakikat şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kitleleri şunun veya bunun esareti ve zillet zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak onlara bu esaret zincirini kırabilecek meziyeti, insaniyeti vermemiştir, veremiyor. Çünkü terbiye hedefleri milli değildir. -Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, s.198- )

4) <<Demokrasilerde siyasi parti kapatılamaz>> görüşü doğru değildir.

Klasik demokrasi teorisyenlerinden MAYO,

Demokrasinin korunması için, siyasi parti çalışmalarının Anayasal sınırı aşmaması gerektiğini ileri sürüyor. – Henri B.Mayo, Demokratik Teoriye Giriş, s.127-.

İkinci Dünya Savaşı öncesi olayları göstermiştir ki, faşist karakterli partiler, liberalizmin geleneksel özgürlük anlayışından yararlanarak, planlı saldırılarla demokratik kurumları sistemli bir şekilde tahrip etmiş ve demokrasiyi yıkmışlardır.

Kaynağını ve gücünü, toplumun ilerlemesine karşı direnen hakim sınıflarda bulan bu saldırıların ceza kanunlarıyla önlenemeyeceği bütün bu tecrübeler sonucunda anlaşılmıştır. Liberal anlayış, devlet düzeninin ancak bireysel bir eylemle tehlikeye düşürülebileceğini tasavvur etmiş ve bu eylemlerle mücadele için ceza kanunlarını yeterli  saymıştır. Ceza kanunlarındaki devlet aleyhine işlenen cürümlerle ilgili bölümler bu görüşün eseridir. Bir siyasi grubun demokratik düzeni yıkma faaliyetinde ise durum değişiktir. Bu faaliyetler sonucunda düzen yıkıldıktan sonra artık cezalandırma imkanı kalmamaktadır.

Bütün bu gerçekler karşısında bazı ülkelerde, “Klasik-liberal demokraside eski tevekkülü terkeden bir dönüş olmuş ve Loewenstein’ın da ‘ateşe ateşle mukabele’ şeklinde ifade ettiği üzere demokraside mücadeleci bir eğilim başgöstermiştir. -Prof. Dr. MÜNCİ KAPANİ, Freedom to destory Freedom, Hirsch’e Armağan, s.266-,

“Mücadeleci demokrasi” eğiliminin etkisiyle 1930 yıllarından itibaren demokratik düzeni ve devletin bağımsızlığı ile bütünlüğünü tehdit eden siyasi kuruluşlara engel olmak için bazı önlemler alınmaya başlanmıştır. Toplumun türdeş bir bünyeye sahip olmadığı ülkelerde din ve ırk bakımından bölücü partilerin, devletin ve onun topluluk unsurunun bütünlüğünü tehlikeye sokan yöntemlerle mücadele etmeleri nedeniyle kurulmalarına ve yabancı devletlere iltihaklarına engel olmak için alınan önlemler bu türdendir .  -ARİF PAYASLIOĞLU, Siyasi Partiler, s.110-.

İtalyan Anayasasının 49. maddesi parti faaliyetlerinin demokrasi ilkelerine uygun olması gerektiğini hükme bağlamıştır. Ayrıca geçici hükümlerin XII. maddesiyle Faşist Parti kapatılmış ve tekrar kurulması yasaklanmıştır. Aynı maddenin ikinci fıkrası ise, kanun koyucuya Anayasanın yürürlüğe girmesinden itibaren beş yılı aşmamak üzere Faşist Partisinin sorumlu liderlerinin seçme ve seçilme haklarını geçici olarak kayıtlayabilmek imkanını vermektedir.

1949 Federal Almanya Anayasası <<mücadeleci demokrasi>> tipini yeğlemede İtalyan Anayasasından daha cesur bir düzenleme getirmiştir. Federal Almanya Anayasasının 21.madde 2.fıkrasına göre, herhangi bir siyasi partinin, gayesi ve taraftarlarının davranışıyla özgür demokratik düzeni kayıtlamayı veya ortadan kaldırmayı veya Federal Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmeği amaç edinmesi, o partinin kapatılmasını gerektirir. Almanya’da bu hüküm üç defa uygulanmış ve Federal Almanya Mahkemesi, 23 Ekim 1952 tarihinde Sosyalist Rayh Partisinin (Sozialistische Reichsparteib 17 Ağustos 1956 tarihinde de Almanya Komünist Partisinin (Kammunistische Partei Deutschlands) kapatılmasına hükmetmiştir. Önemi dolayısıyla Federal Almanya Anayasa Mahkemesinin bu partileri kapatma kararlarının gerekçelerini özet halinde belirteceğiz.

Federal Almanya Anayasa Mahkemesi neo-faşist SRP’nin kapatılması gerekçesini aşağıdaki noktalarda toplamıştır.

    a) SRP, taraftarlarının davranışlarında da görüldüğü gibi, insan hakları esasına, özellikle insan onuruna, kişiliği özgürce geliştirme hakkına, yasa önünde eşitlik ilkesine saygı göstermemiştir. Yahudi düşmanlığının yeniden diriltilmesine çalışmıştır.

    b) SRP, Federal Cumhuriyeti içindeki siyasal partilerle mücadele etmiştir. Ancak bu mücadele bir program ve fikir mücadelesi olmayıp, diğer partileri politik hayatın dışına atma mücadelesiydi; Özgür demokratik düzenin çok partili sistemiyle mücadeledir.

    c) SRP, yukarıdan aşağıya doğru, <<Führer>> prensibinin ruhuna uygun örgütlenmiştir. Aşağı kademelerdeki seçimlerin merkez organlarının onayına tabi tutulması, toptan ihraçlar ve genel başkanın parti meclisine istediği üyeyi çağırması bunu göstermektedir.

    d) SRP, programı, dünya görüşü ve genel üslubu bakımından NSDAP (Nazi Partisi)’ye benzemektedir. Demokrasinin sözü edilmekten kaçınılmıştır. Programda <<Almanya hegemonyasında büyük alan>> (Grossraum) ve <<Alman Rayhı>> gibi komşu devletlere karşı saldırgan bir tutumu gerektirecek fikirlere rastlanmaktadır. Yan kuruluşları ve propaganda araçları NSDAP’deki gibidir. SRP, eski nazileri bünyesinde toplamaya gayret etmiştir. Hükümet organlarını yıpratmak, politikacıları aşağılamak suretiyle rejimi zayıflatmak ve yıkmak amacını gütmüştür.

Federal Almanya Anayasa Mahkemesinin Almanya Komünist Partisini (KPD) kapatma nedenleri ise şunlardır;

    a) KPD’nin hedefi, proleterya ihtilali ve diktatörlüğü yoluyla sosyalist-komünist toplum düzenini kurmaktır. Proletarya diktatörlüğü özgür demokratik düzenle bağdaşmaz.

    b) Marksist-Leninist mücadele partisi olarak KPD, genel faaliyeti açısından özgür demokratik düzene ve onun temel ilkelerine karşı davranmıştır.

    c) KPD, Almanya’nın tekrar birleşmesi amacını, özgür demokratik düzeni yıkmak için <<menzil atı>> olarak anlamış ve sömürmüştür. Böylece Federal Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmeye çalışmıştır.

    d) KPD’nin genel olarak mücadele üslubu, özgür düzeni gözden düşürmek ve aşağılamaktır.

Yukarıda kısaca belirtilen gerekçeyle Federal Anayasa Mahkemesi, Sosyalist Rayh Partisinin ve Komünist Partinin, Anayasaya aykırılıkları dolayısıyla kapatılmalarına, bu partiler yerine örgüt kurmanın veya varolan bir örgütü, kapatılan parti yerine geçecek şeklinde devam ettirmenin yasak olduğuna, bu partilerin üyesi olan Federal Meclis veya Federe Meclisler üyelerinin milletvekillerinin düşmesine, kapatılan siyasi partilerin mallarının hazineye aktarılmasına hükmetmiştir. -Kararlar için bakınız, Doğu Perinçek, Anayasa ve Siyasi Partiler Rejimi, s.197-200-.

Yine Federal Almanya, yakın bir geçmişte Hürriyetçi İşçi Partisini kapatmıştır.

Yakın tarihin incelenmesi bize gösteriyor ki, herhangi bir demokratik ülkede Anayasa dışı eğilimleri olan <<dinci>>, <<mezhepçi>>, <<bölücü>>, <<faşist>>  ve <<komünist>> partiler, geniş taban buldukları zaman,  o buldukları zaman, o ülkelerde kapalı olaylar olmuş, pek çok ülkede demokratik düzenini yaşatmamıştır.  İspanya, Almanya, İtalya, Cezayir, İrlanda’da çok uzak olmayan bir   geçmişte yaşanan   olayIarı hatırlamak dahi bu gerçeğin anlaşılmasına yeterlidir sanıyoruz.

Dikkat edilecek olursa,  sözkonusu ülkelerde,  Anayasa dışı eğilimleri olan bir tek parti dahi,  demokratik düzeni işleyemez hale getirmeye yetmiştir. Bizde ise, hem <<dinci>>, hem <<bölücü>>, hem <<faşist eğilimli>> ve hem de <<mezhepçi>> partilerin geniş  taban bulabileceği anlaşılmaktadır. Böyle bir ülkede, gerçekten demokrat kişi ve kurumların, tüm partilerin Anayasa’ya uygun şekilde faaliyet göstermeleri için çaba harcamaları gerektiğinde bu çeşit partilerin  kapatılmasına karar verilmesinde zorunluluk bulunmaktadır.

Uluslararası hukuki metinlerde siyasi partiler hakkında özel hükümler bulunmamaktadır. Bununla birlikte iç hukuktaki mücadeleci demokrasi eğiliminin izlerine bu alanda rastlanmaktadır. Siyasi partiler, dernek olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 11. maddesinin koruması altındadırlar. Sözleşmenin 17. maddesi ise, herhangi bir topluluğun sözleşmedeki temel haklara dayanarak bu hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmak amacını güden bir faaliyet ve harekette bulunmasına engeldir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, kapatılan Almanya Komünist Partisinin Federal Almanya Hükümeti aleyhindeki şikayetini bu maddeye dayanarak reddetmiştir. Federal Anayasa Mahkemesinin 17.8.1956 tarihli kararı ile feshedilen Komünist Partisi, 11.12.1957 tarihinde sözleşmenin 25. maddesine dayanarak Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna başvurmuştur. Başvuruda KPD’nın kapatılmasıyla sözleşmede güvence altına alınmış düşünce özgürlüğü (mad. 9) düşünceyi açıklama özgürlüğü (mad.10) ve dernek özgürlüğünün (mad.11) zedelendiği ileri sürülüyordu. Komisyon 20.7.1957 tarihli kararı ile KPD’nin Federal Almanya Hükümeti aleyhine yaptığı başvuruyu, Sözleşmenin 17. Mad. 2. fıkrasına dayanarak dinlememiştir. Komisyonun gerekçesi şöyle özetlenebilir:

KPD’nin Federal Almanya’da iktidarı yasal yollarla ele geçirmeye çalışması geleneksel amacından vazgeçtiği anlamına gelmez. Proletarya diktası, partinin kendi açıklamalarına göre esas siyasi amaçtır. Bir dikta rejiminin kurulması, İnsan Hakları Sözleşmesinin temel hükümleri ile bağdaşamaz. Çünkü dikta, sözleşmede güvence altına alınmış birçok hak ve özgürlükleri ortadan kaldırır. Sözleşmenin 17. maddesine göre, Sözleşmedeki hiçbir hüküm, hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya veya kayıtlamaya yönelen bir çalışmaya girişmek hakkını vermez.

Bir yazara göre, Komisyon kararına dayanak olan Sözleşmenin 17. maddesi, pratikte Alman Anayasası Mad.21, f.2 ile aynı amaca yönelmiştir: Temel hak ve özgürlüklere dayanarak onları kolayca yoketmek için iktidarı ele geçirmeye çalışan totaliter gruplara engel olmak- GOLSONG, S.1349-.

Anayasa dışı eğilimleri olan partilere, kendilerini geliştirmeleri, yoğun bir propaganda ve eğitim faaliyeti ile taraftarlarını Anayasaya karşı bir savaşçı olarak yetiştirmeleri imkanını tanımak, aslında özgür düzeni, liberal demokrasinin biçimsel ilkelerine kurban etmekten başka bir anlama gelmez.

Kökleşmiş demokrasi geleneği olan ve emelleri Anayasa dışı bir düzen kurmak olmayan siyasi partilere sahip ülkelerde, elbetteki siyasi partiler kapatılmaz.

<<Anayasa dışı>> eğilimler taban bulmaya başlayınca Amerika Birleşik Devletlerinde olanları, <<Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku (3.Bası)>> adlı eserinde, Prof. Dr. TARIK ZAFER TUNAYA şöyle özetliyor:

(Ondokuzuncu yüzyıl ortalarına değin, iktidarla muhalefet, ortak bir toplum felsefesi üzerinde anlaşmıştılar. Sosyalist partilerin ortaya çıkışı, oyun kurallarını bozmuştur. Çünkü, bu partiler, iktidara geldikleri zaman, değişik bir toplum düzenini gerçekleştirmek isteyeceklerdir. İktidar değişimlerinde, yeni iktidarlar eski düzeni bulamayacaklardır. -Prof.Dr.HAROLD LASKİ, Le Gouvernement Parlamentaire en Anglettere, S.40-. 

Bu gözlemi devam ettirelim: özellikle aşırı sağ ve aşırı sol partiler, iktidara demokratik yolla da geçmiş olsalar, ideolojileri gereğince demokratik düzeni ortadan kaldırma yoluna gideceklerdir. Hitler, seçimle iktidara gelmiş, çoğunluğun kendisine verdiği oylardan, totaliter diktasını ilan etme sonucunu çıkarmıştır. Sosyalist Blok içindeki memleketlerde, iktidarı ele geçiren Komünist partiler, aynı yolda yürüyerek Proleterya Diktatörlüğünü kurmuşlardır.

Demokrasi, zor bir sorunla karşılaşıyor: Doğrudan doğruya, demokratik düzeni ortadan kaldıracak siyasi partilerin kurulmasına izin verip vermemek… Sınırlı çok partili sistem -çok partili rejimin bir çeşidi olarak- böylece ortaya çıkmıştır. Aşırı partilerin kurulmasını yasaklama bakımından iki sistem vardır: Bu partilerin kanun dışı sayılması ya da ağır kayıtlarla bağlanması…

Aşırı partilerin ağır kayıtlara bağlanması sisteminin örneğini Amerika Birleşik Devletlerinde görmekteyiz. Avrupadaki ideolojiler çatışması, İkinci Dünya Savaşından önce ve savaş boyunca, Amerikan toplumuna da geçmiş ve Devlet, çözülmesi hayli dikkat ve incelik isteyen sorunlarla karşılaşmıştır. Meseleler, önce kamu hürriyetleri alanında ortaya çıkmışlardır. Daha sonra Hükümeti “zor ve şiddet yoluyla yıkmak” isteyen aşırı akımlar şeklinde görülmüşlerdir. Bunlar faşist ve komünist akımlar ve vücut verdikleri gruplaşmalardı. Üçüncü bir aşamada. faşizm arka planda kalmış ve tedbirlerin hedefi komünist akım olmuştur.

Bu gelişme karşısında, yürütme ve yasama, toplumu koruyucu tedbirler üzerinde durmuşlardır. Federal Yüksek Mahkeme, kamu hürriyetleri alanının bekçisi kalarak “açık ve halen var olan bir tehlike” ölçüsüne dayanmıştır. Olayları bu açıdan incelemek gerekiyor.

Bu akımlar karşısında varılan tedbirler, özellikle komünist hareketleri ağır kayıtlara bağlamak şeklinde alınmışlardır: 
     a – 1938’de, Başkanının adıyla anılan Dies Komitesi (Committee on Un-American Activites – Amerika Aleyhtarı Hareketler Komitesi) kurulmuştur. Komite uzun soruşturmalardan sonra, yıkıcı faaliyette bulunan kişiler listesi hazırlamıştır. 

     b – 1939’da  Hatch Act (Kanunu) çıkarılmıştır. Bu kanuna göre, “herkes belli bir fikre sahip olabilirdi, ne var ki hükümette bu kişilere iş bulmak ve faşist ideolojilere ya da hükümet şeklinde ihtilal yapmayı savunan ve kışkırtan kimseleri bulundukları memuriyetten uzaklaştırılacaklar ya da kendilerine bir iş verilmeyecekti. Hatch Kanunu, aynı zamanda, memurların bir siyasi parti yönetiminde ve seçim kampanyalarında aktif bir rol oynamalarını yasaklamıştır. 

     c – 1940’da tedbirler daha da ağırlaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı içinde, Amerika Birleşik Devletleri, bir savaş hazırlığı şeklinde Smith Act ya da Alien Registration Act’ı (Yabancıların tescili kanunu) çıkarmıştır. Bu kanuna göre, aslında, yabancı komünistlerin Amerika dışına çıkarılması öngörülüyordu. Fakat, bu müeyyide aynı zamanda Amerikan vatandaşlarına da uygulanacaktı. “Zor ve şiddet yoluyla” hükümeti yıkma fikrini savunanlar ve kışkırtanlar, bu fikre dayanan dernekler kuranlar cezalandırılacaktı. Nitekim, kanun uygulanmıştır. Yüksek Mahkeme bu kanunu Anayasaya aykırı bulmadığına, bir dava dolayısıyla karar vermiştir. 

    d – Taft-Hartley Act da, komünistlerin sendikalarda görev almasını yasaklamıştır.

Tedbirlere bir süre ara verilmişken, Senatör Mc Carthy’nin önderliğini yaptığı hareket, kamuoyunu bir çeşit dehşete kaptırmıştır. Smith Act yeterli görülmemiştir. Tedbirleri ağırlaştırma yoluna devam edilmiştir. 

    e – 1950’de Mc Carran Kanunu ya da İç Güvenlik Kanunu (Internal Security Act) çıkarılmıştır. Bu kanuna göre, komünist dernek ve partiler, Adalet Bakanlığına bağlı bir komisyon tarafından (Yıkıcı Hareketler Federal Kontrol Dairesi) tescil edileceklerdir. Bu daire, bir derneğin komünist olup olmadığını araştıracaktır. Komünistlere, bu kanun gereğince, birçok haklar tanınmamaktadır.(Pasaport verilmemek, belli bir süre hapsedilmek, iş verilmemek gibi…) 

    f – 1954’de çıkan bir kanunla da, komünist partisinin kanun dışı sayıldığı kabul edilmiştir. 1954 Komünist Kontrol Kanunu (Communist Control Act), kanunlara uygun olarak kurulmuş dernek ve partilere tanınan hakların komünist partisine tanınmayacağını kabul etmiştir. Bundan böyle, Komünist Partisinin Amerika hükümetine karşı yıkıcı olup olmadığını saptamaya gerek kalmamıştır. Aynı kanun, partinin ismini değiştirebileceğini de kabul etmiştir. Amerika, aşırı partileri, özellikle komünist partisini, açıkça kanun dışı etmemiştir. Fakat ağır kayıtlara bağlamıştır ve dolaylı bir yoldan çalışmalarına set çekmiştir.

ROBESPIERRE’in “hürriyetin düşmanlarına hürriyet yok” prensibine bir dönüşten sözedilebilir. Demokrasiler, kendilerini ortadan kaldırma hürriyetinin tanınamayacağını kabul etmiş durumdadırlar. -Prof. Dr. TARIK ZAFER TUNAYA, Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, 3.Bası, S.378 ve devamı-).

İngiltere hükümeti, 1988 yılında koyduğu yasaklamalarla SINN FEIN gibi, IRA ile bağlantısı olduğu bilinen ama gene de yasal bir partinin, sadece terör değil, başka her konuda açıklama yapmasını engellemiştir. Örneğin bu parti, kadın hakları, posta hizmetleri ya da eğitim gibi konularda da radyo ve televizyonda temsilcilerini konuşturamıyor. Demokratik açıdan bu uygulamanın tartışmalara sebep olması üzerine İngiltere Kültür Bakanı Peter Brooke, “Teröristlerle, yandaşları, demokrasiye saygılı insanlarla aynı yayın haklarından yararlanmamalıdır” diyerek yayın yasağını kaldırmayı düşünmediklerini belirtmiştir. SABAH Gazetesi, Entellektüel Bakış, Terör-Medya ve Sansür İngiltere’de Ne Durumda, 21.10.1993-.

Demokrasi,  aynı zamanda bir kurallar rejimidir.

ERBAKAN ve arkadaşları, siyasi partilerin hangi hallerde kapatılacağını düzenleyen ve 1995 yılında Anayasamızın 68  ve 69 ncu maddelerinde yapılan değişikliklere kendileri de oy vermişlerdir. Ancak oylarının biraz arttığını görünce ısrarla “Demokrasilerde siyasi parti kapatılamaz” görüşünü savunmaya başlamaları, Anayasamızın kurallarına uymayacaklarının, başka bir deyişle Türkiye Cumhuriyeti’nin   değiştirilemez temel ilkesi olan laikliğe karşı yıllardır devam ettirdikleri savaşa devam edeceklerinin en güzel delilidir.”

Verdiğimiz örneklerde de qörüldüğü gibi, demokrasilerde siyasi partiler Anayasalarına ters düştüklerinde kapatıldıkları gibi faaliyetlerine kısıtlamalar da getirilebilmektedir. Esasen Anayasamız siyasi partilerin kapatılabileceğini kabul etmiştir. Yasal ve Anayasal şartlar oluştuğu halde, Anayasa Mahkememizin bir siyasi partiyi kapatmaması, Anayasamızın, Anayasa Mahkemesi kararıyla ihlali anlamını taşır.

Refah Partisinin 14 ncü kuruluş yıldönümü olan 19.7.1997 tarihinde, bu partinin Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk, açtığımız kapatma davasına ilişkin olarak binlerce kişiye <<Bir Refahçı olarak size söz ve teminat veriyorum. Herkes bu uğurda canını ve malını ortaya koymaya hazırdır. Bu dava şimdi bizden can vermemizi istemiyor. Bu davayı herkese anlatın yeter (Hürriyet Gazetesi, 20.7.1997)>> diyerek Anayasal düzenimize karşı partisinin diğer sözcüleriyle aynı eylem planını benimsediğini vurgulamışsa da; ettiği yemine daima sadık kaldıklarını bildiğim Anayasa Mahkemesi üyelerinin, gerektiğinde canları pahasına Anayasal düzenimizi koruyacaklarından kuşku duymamaktayım.

Refah Partisinin kapatılması için Başsavcılığımızca dava açılmasından sonra konuyu değerlendiren yazarlardan Prof. Dr. İHSAN ARSEL:

(Demokraside parti kapatılamaz diye bir kural yoktur. Çünkü demokrasi denen şey, herkesin bildiği gibi, bir özgürlük rejimidir ve özgürlükleri yok etmeyi amaç edinen bir parti kesinlikle kapatılır. Eğer siyasal bir parti, inanç bağnazlığına bayrak açmış olarak temel özgürlüklere göz dikmişse, örneğin şeriat heveslisi olarak laik cumhuriyeti yıkmak niyetinde ise kapatılır. “Cihad” sözcüğünün kaypak anlamlarından yararlanarak kendisini “İslami cihad ordusu’ olarak ilan etmiş ise kapatılır. Dini politikaya araç edenlere, örneğin, “biz şeriat hukukuna bağlıyız ve iktidara geldiğimiz zaman bu hukuku uygulayacağız” biçiminde laf edenlere ya da bu siyaseti gerçekleştirme uğruna “kan dökülecektir’ diyerek bu politikanın taktiğini çizenlere kanat açmış bir parti kapatılır; Seçmenlerin yüzde 21’inin değil de yüzde 99’unun oylarına konmuş olsa dahi, mutlaka kapatılır.

Bu nedenle Refah Partisi liderinin yaptığı gibi; “Demokrasilerde parti kapatılamaz; parti kapatmak ilkelliktir” demek ve halkoylamasıyla iktidar olup laik cumhuriyeti yıkmayı umut etmek, demokrasinin sayı hesabına değil, fakat ‘insana saygı” esasına dayalı bir yaşam tarzı olduğunu bilmezlikten gelmek demektir. Söylemeye gerek yoktur ki ‘ilkellik” bu tür partileri kapatmak değil, fakat bu partilerin boyunduruğu altında yaşamaktır.

İki bin beş yüz yıl önceleri eski Yunan’da özellikle Atina’da halk, egemenliğin tek sahibi olarak zaman zaman toplanır, çoğunluk oyu ile kanunlar geçirir, bu kanunları uygulayacak görevlileri ve yönetim işini yüklenecek yetkilileri seçerdi. “Kanun” demek, yurttaşların (iradelerinin) oy yolu ile ortaya çıkmış biçimi demekti. Bu kanunlar devletin ve toplumun gerek iç gerek dış siyasetle ilgili tüm yaşamlarını, her yönüyle hükme bağlardı. Kişilerin günlük yaşantılarının ve özgürlüklerinin bir tek noktası yoktu ki çoğunluk kararıyla buyruklara bağlanmamış olsun. Öylesine ki, duygusal tutum ve davranışlar dahi halk çoğunluğunun geçirdiği kanunlarla ayarlanırdı. Örneğin Atina’nın yenilgisiyle sona eren bir savaşta ölenlerin hısım ve akrabalarının, ağlayıp sızlayacak yerde tam tersine sokaklarda sevinç göstererek, yani gülerek, eğlenerek, şarkı söyleyerek dolaşmaları, buna karşılık savaştan sağ salim dönenlerin ve akrabalarının ise üzüntü belirterek, ağlayıp sızlayarak mutsuz görünerek dolaşmaları hususu kanun konusu yapılmıştı. Böylece kişiler yapmacık yollardan sevinç duygularını üzüntüye ve keder duygularını da sevince dönüştürmek gibi şaşılası bir zorunlulukta bırakılmıştı.

Söylemeye gerek yoktur ki, böyle bir sistemi “demokrasi” olarak niteleme olanağı yoktur; çünkü demokrasi demek, halkın herşeyi, her istediğini yapabilmesi, kaprislerini dile getirmesi, insanın “doğal” hak ve özgürlüklerini yok edebilmesi değil, fakat kişi özgürlüklerinin güvenliğe bağlanmış olarak var bulunmasıdır. Kişi özgürlüklerini hiçe sayan bir toplumda velev ki halk yüzde doksan dokuz çoğunlukla karar versin “demokrasi” diye bir şey olamaz. Nitekim eski Atina’daki rejim “demokrasi” değil fakat “çoğunluk diktatoryası” idi ki “kakokrasi” deyimiyle tanımlanırdı. 

Şimdi geliniz 2500 yıllık bir sıçrama ile günümüz Türkiyesi’ne göz atalım. Bir siyasal parti düşününüz ki, “Egemenlik halka aittir, beni halk seçmiştir “diyerek bu ülkeyi 1400 yıl gerilere, çöl zihniyetinin göbeğine götürmek ister !

Bir siyasal parti düşününüz ki, ideolojisinde “şeriat” yatar ve şeriat dışında hüküm getirmeyi “gavurluk” sayar.

Bir siyasal parti düşününüz ki, şeriat gereği olarak İslamdan gayri inanca yönelmeyi sapıklık ya da “müşrikleri” ve “dinden çıkanları” öldürmeyi layık ya da kadını “aklen ve dinen” aşağılık ve daha buna benzer nice şeyleri makbul saymaktan tutunuz da, kişinin gülmesinden eğlenmesine, düşünmesine, yemesine, içmesine, esnemesine, çiftleşmesine, dinini seçmesine ve saymakla bitmeyecek buna benzer her şeyine varıncaya kadar her şeyini zincire vuran, günlük yaşantılarının her noktasını kısıtlayan şeriat verilerini, “Gökten inmiştir” diyerek kutsal bilir ve uygulamak ister.

Söylemeye gerek yoktur ki, böyle bir partinin demokratik ortamda yeri olamaz. Böyle bir partinin yaşaması değil, mutlaka kapatılması gerekir. Batı demokrasilerinin hiçbirinde özgürlükleri yok etme amacına yönelik bir partiye yaşam olasılığı tanınmamıştır. -Cumhuriyet, 27.6.1997-) demiştir.

1 Temmuz 1997 tarihli LE MONDE gazetesinde, Paris-VIII üniversitesi öğretim üyelerinden NORA SENİ şöyle diyor:

<<REFAHYOL Hükümetinin iktidardan düşmesinin sadece ordudan kaynaklanmadığını unutmayalım. Bu olayda sivil toplum da örgütlenerek seferber olmuştur>>

Peki, Türkiye’de bazı yazarların Refah’la Avrupa Hıristiyan Demokratları arasında yaptıkları kıyaslama hakkında ne düşünüyor Fransız öğretim üyesi.

“Refah’la mukayese etmek Avrupa Hıristiyan Demokrat partilerine hakaret etmek anlamına gelir. Bu partinin misyonu cumhuriyet parantezini kapatmaktır. Bu niyetlerini saklamıyorlar. Geçenlerde Paris’e gelen islamcı basından bir gazeteci bize cumhuriyete son vermek gerektiğini söyledi. İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan da demokrasinin Refah için bir amaç değil, araç olduğunu söyledi. Refah’ın, oyların yüzde 20’sini almış olması, bu partiyi demokrat yapmaya yetmiyor.”

Ve Nora Seni’nin en çarpıcı değerlendirmesine yol açan soru:

İslamcılarla ordu arasındaki sürtüşmede Türk aydınının rolü ne oldu?

Yanıt özetle şöyle;

Osmanlı’nın mirasını devralan Türk Devleti çok merkezcidir. Aydınlar da uzun süre kendilerini devletle özleştirdi. Ama 1980’lerde ve 90’larda bazı aydınlar Türk Toplumunun önemli sorunlarından birinin sivil toplumun zayıflığı olduğunu gördüler ve devletle aralarına mesafe koydular. Bunu yapmak için de devlete karşı olan her şeyi destekleme eğilimine girdiler. Bu süreç içinde Refah’ın totaliter niteliğini ortaya çıkaran göstergeleri tahlil edemeyip gözden kaçırdılar.”

Yani Nora Seni, patolojik bir vakaya işaret ediyor. Geçmişe tepki olarak tüm değerlendirmelerini “devlete karşı olmak” kıstasından hareketle yapan, bu bağlamda totaliter eğilimleri bile devlete karşı oldukları için destekleyen bir aydın tipini (tabi bu tipe, aydın demek ne kadar doğruysa) çiziyor Fransız öğretim üyesi. -ERGUN BALCI, Le Monde’daki Röportaj ve Düşündürdükleri, 4 Temmuz 1997 tarihli Cumhuriyet Gazetesi-)

Burada, Prof. Dr. TOKTAMIŞ ATEŞ’in  görüşlerine değinmekte de yarar bulunmaktadır:

(Devlet, rastlantıların biraraya  getirdiği insanların oluşturduğu sıradan bir örgütlenme değildir. Devlet “ortak amaçları ve umutları” olan insanların oluşturduğu ve çoğu kez kanlı ve zorlu savaşımların sonucunda ortaya çıkabilmiş olan “özel bir örgüttür’ ve devleti kuran insanların ortak amaç ve umutları ”o devletin “ kuruluş felsefesini belirler. 0 devletin “ideolojisini” ortaya koyar.

Ama azınlık, ama çoğunluk; bu “kuruluş felsefesini” değiştirmek, hiç kimsenin hakkı da değildir, haddi de değildir. Bu “felsefenin”, bu “ideolojinin” değişmesi için, önce o devletin “tümüyle yıkılması” ve tarih sahnesinden silinmesi gerekir. Bu gerçekleşmedikten sonra “demokrasinin kuralları” içinde ve “demokrasi adına”, bir devletin kuruluş felsefesi ve “ideolojisi” değiştirilemez.

“Demokrasinin kuralları içindeler” diye, demokrasiyi yok etme arzu ve niyeti içinde olanlara göz yummak, demokratlık değil, “budalalıktır” ve aymazlık içinde olmanın en açık bir görüntüsüdür.

Bir ülkenin düzenini belirleyenler, bir devletin kuruluş felsefesini ortaya koyanlar; o ülkeyi, o devleti “kuranlardır.”  Bunların yaptıkları bir anlamda, “oyunun kurallarını” belirlemektir. Ve kurallar bir kez belirlendikten sonra, hiçbir biçimde değiştirilemez. Bunu bir azınlık da değiştiremez, bir çoğunluk da değiştiremez.

Türkiye Cumhuriyeti, “halk egemenliğine dayanan, laik ve çağdaş bir cumhuriyettir“ ve “Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız üniter bir devlettir.” Bunlar Türkiye’nin “kuruluş felsefesi” ve ideolojisini belirler. Bunu hiç kimse değiştiremez.

Ve Türkiye’nin “sahipleri” bu “felsefeye” inanan ve onu canı pahasına savunma kararı içinde olanlardır. -Prof. Dr. TOKTAMIŞ ATEŞ, Cumhuriyet Gazetesi, 10.7.1997-). 

Prof. Dr. TOKTAMIŞ ATEŞ’in 19.7.1977 tarihinde yazdıkları ise şöyle;

(Şeriatçı basınımıza göre, Türk Silahlı Kuvvetleri, sanki işgal ordusu. Genel olarak tüm Silahlı Kuvvetlerden söz etmiyorlar ama, tek tek isimlere öylesine çamur atıyorlar ki; sonunda yıpratılmak istenen, gene Silahlı Kuvvetlerin tümü oluyor.

En büyük eleştirileri ise Silahlı Kuvvetlerin tutumunun, “milli iradeye” ortak çıkması. REFAHYOL’u sona erdiren “28 Şubat müdahalesini” antidemokratik bir davranış olarak değerlendiriyorlar.

Acaba kendileri pek mi demokratik? Refah Partili önde gelen pek çok siyaset adamı, gerine gerine “Beri demokrat değilim” diye nutuk atar. Sonra da demokrasiden dem vururlar. Bunlar arasında çok akıllı ve bilgili gördüğüm Dilipak bile “Sizin demokrasinizden bana ne? Ben demokrat falan değilim, beri Müslümanım…” diye konuşur çoğu kez. Bunun şahidi benim.

Görebildiğim kadarıyla Refah kendini “dişlerini gösterme” konusunda yeterince güçlü görüyor. Gene kendi deyimiyle “Güneydoğu’da 3—5 bin PKK’lıyla baş edemeyen” Silahlı Kuvvetlerin Refah’ın milyonlarca yandaşına karşı bir tutum içine giremeyeceğini sanıyorlar. Çok yanılırlar.

Laik cumhuriyet ve ülke bütünlüğü söz konusu olduğunda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin göze alamayacağı hiçbir risk yoktur. Bu ülkede çıkabilecek bir kardeş kavgası, akla gelebilecek en kötü şeydir. Allah hepimizi korusun. Ve görebildiğim kadarıyla Silahlı Kuvvetler, bu konuda özen içindedir. Ancak bu özeni yanlış yorumlamamak, hele hele “ürkme” olarak değerlendirmemek gerekir. Oyunun kuralları bellidir. Türkiye, “halk egemenliğine dayanan laik ve çağdaş bir cumhuriyettir” ve bu “felsefeyi” hiçbir güç değiştiremez. Demokraside demokrasiyi yok etme özgürlüğü yoktur. Demokrat olmadığını ilan edenlerin de “sadece kendileri için” demokrasi talep etmeleri yüzsüzlüktür.

Hiç kimse ateşle oynamasın. Sonu çok kötü olur. Karşılıklı saygı, sevgi ve özgürlük içinde birlikte yaşamayı öğrenmenin zamanı gelmedi mi?).

Prof. Dr. AHMET TANER KIŞLALI şöyle diyor:

(Buyuran buyurana !

Sayın Erbakan buyuruyor:

“-Parti kapatmak ilkelliktir…”

Almanya, 1950’li yıllarda komünist partisini kapattı. Hem de İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 17. maddesine dayanarak!

Nazizmin, faşizmin ürünü olarak büyük bir felaketi yaşayan dünya, ateşin elle tutulamayacağını anladı.  Demokrasiyi kullanarak demokrasiyi yıkma özgürlüğünün olamayacağını kabul etti.

Avrupa’nın insan hakları konusundaki en üst yargı organı şu kararı alalı daha uzun yıllar olmadı:
 “Anlatım ve örgütlenme özgürlüğü, sözleşmenin 17. maddesini etkisiz kılmaz!”

“Almanya ilkel mi? İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ni imzalayan ülkeler ilkel mi?

Peki parti kapatmak ilkellik değilse, ilkellik nedir?

İlkellik, kamuya açık yerlerde sigara içilmesini yasaklayan bir yasa çıkarıp… sonra da yasak yazılarının altında fosur fosur sigara içilmesine göz yummaktır.

İlkellik, tek yönlü trafik akışının olduğu sokağa tersten giren açıkgöze trafik polisinin kayıtsız bir biçimde bakmasıdır.

Ve de ilkellik… 21.yüzyıla üç kala, toplumu yüzlerce yıl öncesinin koşullarına göre yönetmeye talip olmaktır.

Çiller buyuruyor:

“- RP’siz hükümet, toplumsal uzlaşmayı bozar.”

Toplumun yüzde 80’ini ideolojisine temelden karşı olduğu bir yüzde 20’nin insafına terk etmenin adı “toplumsal uzlaşma”… Laik cumhuriyetin Kültür Bakanlığını imamlarla doldurmaya göz yummanın adı “toplumsal uzlaşma”… Cumhuriyete karşı bir kuşağın devlet eliyle oluşturulması, sekiz yıllık kesintisiz temel eğitimin hasıraltı edilmesinin adı “toplumsal uzlaşma”…

Ama toplumun büyük çoğunluğunun üzerinde uzlaştığı bir laik-demokratik rejimi yıkmak isteyenleri hükümetten uzaklaştırmak.  Toplumsal uzlaşmaya aykırı!

İlkellik, “herkesi kör, alemi sersem sanmak”tır.

Bazı iyi niyetli köşe yazarları buyuruyor:

“RP’yi kapatmazsanız, giderek daha da azar; kapatırsanız yeraltına iner…”

Endişeliler. Kendilerini de rejimi de bir açmazda hissediyorlar.

Çünkü “yeraltına inmek” lafına kendilerini fena kaptırmışlar. Bunu tartışılmaz bir doğru sanıyorlar.

Yasalara aykırı davranan bazı milletvekillerinden ve yöneticilerinden… ve de partinin onları destekliyor görünmesinden dolayı, bir partiyi kapatırsanız ne olur? 0 partiye gönül verenler sokakta kalıp da ancak yeraltında mı yer bulabilir.”

Eğer demokrasinin bazı kuralları işliyorsa, hayır !

Ya o partinin yerine bir yenisi kurulur. Kapatılmasına neden olanlar cezalandırılır. Yeni parti de sivriliklere karşı daha duyarlı olmak ve demokrasinin kuralları bulunduğunu unutmamak zorunda kalır. Merkezdeki zıpırlıklardan cesaret alan yerel bıçkınlar da seslerini keserler. -AHMET TANER KIŞLALI, Cumhuriyet, 22.6.1997-).

Aynı konuda YALÇIN DOĞAN şöyle yazıyor:

(DEMOKRASİNİN sonbaharından döndük. Aylarca “İslami dayatmacılığı” yaşadık. Ya İslam ya demokrasi ikilemine sürüklendik. Hızla daha kötüsüne yol aldık.

Refah Partisi hastalığa tutuldu. Kendini bilmez bir ortak sayesinde, sağladığı iktidarla, “elini uzatsa, özlediği düzeni kuracağı” inancına kapıldı. Büyük çoğunluk RP’nin amacını gördü. “her geleni etekleyen köpekler” ile RP’yi savunma yanılgısına düşen bazı safdil aydınlar hariç.

Bu ikinciler “RP’yi demokrasi adına” savundu. RP’yi savunurken, RP’nin sözlerini görmedi: “Demokrasi amaç değil araçtır” sözü ile, “sizin demokrasiniz” ve ek olarak “kan akacak, fıstık gibi olacak” sözleri hiç unutulmadı. RP “bizim demokrasimiz üzerinden, kendi rejimini dayatmaya” başladı. Çok kurnaz bir denklem buldu. “RP’yi savunursan demokratsın, karşıysan demokrat değilsin!…” İşte, dayatmacılığın ta kendisi !

Bu arada “dayatmacılığın pratikleri” yaşandı. Sincan’da, Erzurum’da, D-8 komedisinde, Başbakanlık Konutundaki yemeklerde ve ayrımlarda, kadrolaşmada safdiller hep aynı tuzağa düştü. Aylarca Hitler’in iktidara geliş biçimi ile RP’nin uygulamaları karşılaştırıldı. Safdiller tınmadı, RP yolundan şaşmadı. Köpekler kemikleri iştahla yaladı. Demokrasi adım adım “sonbaharına” yaklaştı.

Bunu da aşan tehlikeli noktaya gelindi. “Demokrasi hesaplaşma gücünü yitirdiği anda, dayatmacılığın doruğunda, uzakta iç savaşın kara bulutları” toplumu ürpertti. -Yalçın Doğan, 22.6.1997, Milliyet Gazetesi-).

Prof. Dr. Nur Vergin şöyle diyor:

(Bunca ayıp ve garabet, milli irade retoriğine sarılarak milleti alaya almak, aba altından gösterilen sopalar, Cumhuriyetin bilumum kurumlarıyla kavga, bize yeter. Traji-komik rüya kabusa dönüşmeden önce Türkiye’nin demokratik ve de milli uyanışı için ramak kalmıştır. -Nur Vergin, Yeni Yüzyıl Gazetesi, 22.6.1997-).

Prof. Dr. İbrahim Ö.KABOĞLU’nun bu konudaki düşünceleri ise şöyle:

(Batıda faşist ve totaliter partilerin iktidara tırmanışını gerekli kılan ortam ve koşullar, yarım yüzyıl sonra farklı etmenler sonucu başka coğrafi ortam ve koşullarda belirmeye başlamış bulunuyor. Burada ana sorun, din özgürlüğünü kötüye kullanarak “özel” den “kamusal” a, “sosyal alan” dan “siyasi alana” taşınmasından kaynaklanıyor. Hoşgörü, hoşgörülmezi hoşgörmek değildir. Eğer hoşgörülmez olan bugün hoşgörülürse, yarın hoşgören bile hoşgörülmeyebilir. -İbrahim Ö.Kabaoğlu, Cumhuriyet Gazetesi, 25.6.1997-).

Prof. Dr. MUSTAFA ALTINTAŞ’ın değerlendirilmesi ise şöyle:

(Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, Anayasa Mahkemesinde RP’nin temelli kapatılması istemini içeren 25.5.1997 tarihli başvurusu büyük gürültü kopardı. Gürültünün büyük olmasının başta gelen nedeni, belki de iktidarda bulunan bir siyasal parti hakkında kapatılma davasının açılmasına ilişkin ilk örnek oluşturması idi. Gürültünün bir başka nedeni “ılımlı İslam İdeolojisini” Türkiye ve benzeri ülkelerde uygulama girişiminin yerli ve yabancı destekçilerinde yarattığı panik oldu. Düşledikleri senaryoyu uygulama olanağını ellerinden yitirir olmaları, onların tüm programlarını aksattı. Kendilerinin İkinci Cumhuriyetçi, dönek ve dönme tanımı içine yerleştirebileceklerimiz ise ‘Şeriatsız demokrasi olmaz! Kahrolsun laiklik, yaşasın demokrasi!’ çığlıkları ile açılan davanın içeriğine bile bakmaya gerek duymaksızın, bu türden davaları açmakla görevli olan Cumhuriyet Başsavcısını boy hedefi yaptılar.

Daha önceleri, çok sayıda siyasal parti, çeşitli biçimsel ya da ideolojik nedenlerle yargılanıp kapatılırken pek de ses çıkartmayanlar, birden ‘demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez unsuru olarak’ tanımladıkları RP’ye, sınırsız bir ‘dokunulmazlık’ kazandırmanın gerekçelerini yaratmaya, fetvalarını vermeye başladılar. Bu çabalar öyle gülünç bir nitelik kazanmaya başladı ki, yaptıkları RP tanımları, Refah Partilileri bile şaşırtır, onları kendilerini tanıyamaz duruma getirir boyutlar kazanmakta. Fetvalar ve inciler sıralanmakta: “RP, demokrasinin kuralları çerçevesinde politika yapan bir partidir. Demokrasi konusunda takiyye yapmaları söz konusu değil”, “RP, bir İslam devleti kurmak istemiyor”, “İnsanlara istedikleri hukuk sisteminin uygulanması mümkün olmalı”, “Demokrasilerde parti kapatılması olmadığından (!) RP’nin kapatılmasına kesinlikte karşı çıkılmalı”… Bunları uzatmak olası. Ancak RP’yi ve RP’nin demokrasi anlayışına yönelik bu incilere, en çok RP’li kimi yöneticiler şaşırıyorlardır: “Demokrasiyi, amaçları olan şeriat düzenini kurmak için araç olarak gördüklerini”, “herkese şeriatı zorla enjekte edeceklerini”, “hukuk, eğitim, ekonomik sistemi ve yaşam biçimini dinsel kurallara dayandıracaklarını” açıktan söylemelerine karşın, kimilerinin kendileri ile birlikte toplumu aldatma çabalarına kahkahalarla gülüyor olmalılar.

RP ile oluşturduğu hükümetin ne menem bir hükümet olduğunu kavrayabilmek için ne Cumhuriyet Başsavcılığı’nın dava dilekçesine ne MGK belgelerine ve ne de Genelkurmay Başkanlığı’nca gerçekleştirilen “bilgilendirme ve kimi kurumları göreve çağırma toplantılarındaki açıklamalarına” başvurmak gerekmez. REFAHYOL hükümetinin suç belgelerinin en yadsınmazları, hükümetten ve hükümet partisinden istifa gerekçeleri bu alandaki belge ve kanıt yokluğunu ortadan kaldıracak kadar bol. Son belge ise, TBMM’de güvenoyu almış olan 55. Cumhuriyet Hükümeti protokolü ile programıdır. 55. Hükümet Protokol ve Programı, Erbakan-Çiller ikilisi baş-kanlığındaki 54. Hükümet için, “ülkeyi rejim ve devlet bunalı-mına düşürmek”,”toplumda gerginlik yaratmak”,”ahlaki yozlaşmayı azdırmak”, “kamu yönetimini yıpratmak”, “temiz toplum özlemini yok etmek”, “ülke ekonomisini üretken niteliğinden kopartmak”, “devletin saygınlığını yitirtmek’, “laik, demokratik cumhuriyeti zayıflatmak”tan söz açıyor. Hükümet protokolü ile programdaki 54. Hükümet hakkındaki bu değerlendirmeler ile istifa eden bakan ve milletvekillerinin gerekçelerinin, Cumhuriyet Başsavcısının savbelgesinden geri kalan yanı var mı? Partilerin kapatılmasına karşı çıkanların, öncelikle bu türden kuruluşların rejim ve devlet bunalımına neden olmamaları gerektiğini, suç ve cürüm örgütüne dönüşmeleri gerektiğini akıldan çıkartmamaları gerekmektedir. -Prof. Dr. MUSTAFA, ALTINTAŞ, Suç Belgeleri Çoğalıyor, 19.7.1997-).

Anayasa Mahkememiz, toplumsal yapımızı ve çağdaş gelişmeleri gözönünde tutarak daima “mücadeleci demokrasi” anlayışını benimsemiştir. 23.11.1993 gün ve 1/2 sayılı kararında:

(Siyasi partilerin faaliyetleri, demokratik düzende güvence altına alınmışlardır. Çağımız partiler demokrasisi çağıdır. Ancak bu, demokrasilerin kendilerini korumaları anlamına da gelir. Siyasal partilerin   hukuk devletinin sağladığı güvencelerden yararlanabilmesi, ancak Anayasa’ya uygun davranmaları ile mümkündür.

Çünkü Anayasa’da  güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerin korunması, ancak anayasal hakları yok edecek siyasal örgütlenmelerin (faaliyetlerin) önlenmesi ile mümkündür. Bu aynı zamanda çoğulculuğun da korunması anlamına gelir.

Demokrasi, demokratik hak ve özgürlüklerden yararlanarak yıkılamaz. Hakkı ve özgürlüğü kötüye kullanmaya engel olmak devletin görevidir. Hele bir siyasi parti bunu gerçekleştirmek isterse buna olanak verilemez. Demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez öğesi olan siyasi partiler, demokrasiye ters düşen,  demokrasiyle demokrasiyi güçsüz ve etkisiz düşürecek, toplumsal barışı yıkacak program düzenleyemez ve eylemde bulunamazlar.

Bulundukları takdirde, yukarıda açıklandığı gibi, Anayasamız’ın ve Siyasi Partiler Yasası’nın ilgili hükümleri uyarınca, haklarında kapatma davası açılması öngörülmüştür) denilerek, bu anlayış bir kez daha vurgulanmıştır.

5) 21.5.1997 tarihli iddianamemizle, Anayasamızın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrası ile, 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası “soyut” değil, “somut” nitelikte normlar olduğundan ve Siyasi Partiler Kanunundan sonra yürürlüğe girdiğinden, bir siyasi partinin laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemleri odağı haline geldiğinin, Siyasi Partiler Kanununun l03.maddesi gözönünde tutularak değil, Anayasamızın anılan maddelerinin gözönünde tutularak belirlenmesi gerektiğini, Prof. Dr. BÜLENT TANÖR, Prof. Dr. TEKİN AKILLIOĞLU ve Prof. Dr. ZAFER GÖREN’in görüşlerine de yer vererek ayrıntıları ile açıklamıştık.

İddianamemizin düzenlenmesinden sonra, çeşitli televizyonlarda tartışmalara katılan Anayasa Hukuku Profesörlerinden ERGUN ÖZBUDUN, ORHAN ALDIKAÇTI, SÜHEYL BATUM, İLHAN ARSEL, BAHRİ SAVCI, Başsavcılığımızın bu husustaki görüşüne katıldıklarını belirtmişlerdir.

Konuyu ayrıntılarıyla inceleyen Prof. Dr. ERDOĞAN TEZİÇ de;

(Anayasa da bir kanun olduğuna göre, bir konuyu açık ve ayrıntılı  düzenlediği durumlarda, aynı konuyu düzenlemiş olan kanunları üstü kapalı olarak ilga ettiğini kabul etmek gerekir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi, 4.12.1963 gün ve 82/286 sayılı kararında, Emekli Sandığı Kanununun 39. maddesinin (b) bendinin yargıçlar açısından “uygulanmasına imkan kalmadığı” gerekçesiyle, üstü kapalı ilgayı kabul ettiği gibi; daha sonraki 3.6.1976 gün ve 13/31, 6.5.1982 gün ve 8/3 sayılı kararlarında da, Anayasanın açıkça düzenlediği bir konuda, önceki kanunu üstü kapalı ilga ettiği sonucuna varmıştır.

1982 Anayasasının yürürlüğe girmesiyle ilgili kural (m.177/e bendi). Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğüne (m.11) atıfta bulunarak, yürürlükteki kanunların Anayasaya uygunluğu sağlanıncaya ya da yeni kanunlar çıkarılıncaya kadar, mevcut kanunların Anayasaya aykırı olmayan hükümlerinin ya da doğrudan Anayasa hükümlerinin uygulanacağını öngörüyor. Bu düzenleme, Anayasanın bir konuyu açık seçik düzenlediği durumlarda, aynı konuyu düzenlemiş olan önceki kanunla çakışmasında, Anayasanın doğrudan uygulanıp uygulanmayacağı konusundaki tereddütleri ortadan kaldırma amacını gütmektedir.

“Anayasa bu hükmü ile 1961 Anayasası’ndan ayrılmış, kanunlardaki Anayasaya aykırı hükümlerin çözümü için öngörülmüş prosedüre başvurulmaksızın doğrudan ve tereddütsüz Anayasa hükümlerinin uygulanması zorunluluğunu getirmiştir”. Bkz. Yargıtay Hukuku Genel Kurulu’nun 14.9.1983 tarih ve E.1980/4-1714, K.1983/803 sayılı kararı, Yargıtay Kararları Dergisi, cilt 9, sayı 11, Kasım 983,  s.1589-1590. Ayni yönde Bkz. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 28.3.1988 tarih ve 
E.1988/5-76. K.1988/135. Yargıtay Kararları Dergisi Cilt 14. Sayı 6, Haziran 1988, s.840-846.

Mevcut kanunlar kapsamına, Anayasanın Geçici 15. maddesi uyarınca 12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu oluşan, TBMM Başkanlık Divanı oluşuncaya kadar (6 Aralık 1983) çıkarılan Kanunların da girdiğini kabul etmek gerekir. Çünkü, Geçici 15. madde kapsamına giren kanunların içinde Anayasaya aykırı hükümlerin bulunması halinde, 177. maddenin (e) bendi gereği bunların ihmal edilerek, 11. madde uyarınca, Anayasa doğrudan uygulanmalıdır.

Kanunların Anayasaya uygunluğunun öngörüldüğü 1961 Anayasasında, “kanunlar çerçevesinde” yerine getirilen yürütme görevi, idare açısından da, kanun/Anayasa ilişkisinde, hukuken zımni (üstü kapalı) ilgaya imkan tanımıyordu. Buna karşılık, 1982 Anayasasında, “Anayasa ve Kanunlara uygun olarak yerine getirilen” yürütme yetkisi ve görevi, 177. maddenin (e) bendi karşısında, üstü kapalı ilgayı mümkün kılmaktadır. Ancak, belirtmek gerekir ki, ayrıca Anayasa yargılamasının da öngörüldüğü 1982 Anayasa sisteminde, önceki kanun ile sonraki Anayasa kuralları arasında bir çatışma varsa, aynı konuda Anayasada açık ve doğrudan uygulanması mümkün bir kuralın bulunması gerekir. Aksi halde, kanunla Anayasa arasındaki çatışmada, aynı konuda, Anayasa doğrudan uygulanabilir bir kural içermiyorsa, ortaya bir Anayasaya aykırılık sorunu çıkarak çözüm yoluna gidilmelidir. Bunun için de, ya iptal davası yolu ile (m.150, 151) ya da aykırılığın görülmekte olan bir dava sonunda ileri sürülerek, sorunun çözümü Anayasa Mahkemesine havale edilmelidir.

Şu halde, Anayasanın bir konuyu açık, ayrıntılı ve doğrudan uygulanabilir nitelikte düzenlediği durumda, buna aykırı kanunları üstü kapalı (zımnen) ilga ettiğini buna karşılık Anayasanın genel nitelikteki kuralları ile, aynı konuyu düzenleyen önceki kanun arasında bir çatışma bulunuyorsa, üstü kapalı ilga sözkonusu olmaması gerekir. Bu durumda, ileri sürülen aykırılığın mevcut olup olmadığı ancak Anayasa Mahkemesince karara bağlanmalıdır. Anayasanın 177. maddesinin (e) bendi bu çerçeve içinde 
yorumlanmalıdır -Prof. Dr. ERDOĞAN TEZİÇ, Anayasa Hukuku, 1966, S.54-56-) demektedir.

Siyasi Partiler Kanunu yürürlüğe girdiği zaman, TCK’nun 163 ncü maddesi de yürürlükteydi. Başka bir    deyişle, kişilerin laikİiğe aykırı davranışları nedeni ile cezalandırılmasına karar verilebiliyordu. Anılan    madde yürürlükten kaldırıldığına göre, laikliğe aykırı propaganda ve eylemlerinden dolayı parti üyeleri hakkında kamu davası açılması bile imkansızdır.

Bu durumda <<Odak haline gelme, Siyasi Parti Kanununun 103 ncü maddesi gereğince, ancak parti üyelerinin hükümlülük kararları ile kanıtlanabilir>> demek, laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği   için Anayasamızın 68 nci maddesinin dördüncü ve 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası gereğince kapatılmasına karar verilmesi gereken partilerin, Anayasaya aykırı şekilde faaliyetlerine izin vermek   sonucunu doğurur. Mesela bir partinin 100 milletvekili, bir milyon üyesi olsa; o partinin genel başkanı, yardımcıları ve genel sekreteri ölçülü konuşsa, diğer milletvekilleri ve parti üyelerinin hepsi, gece gündüz laikliğe aykırı propaganda ve eylemlerde bulunsalar, sadece Siyasi Partiler Yasası gözönünde tutulursa, o parti kapatılamayacaktır. Halbuki yasa koyucu TCK.nun 163 ncü maddesini kaldırmakla yetinmemiş; Anayasamızın 68 ve 69 ncu maddelerini yeniden düzenleyerek, her türlü delili değerlendirip bir siyasi partinin laikliğe eylemlerin odağı haline gelip gelmediğinin belirlenmesini Anayasa Mahkememizin takdirine bırakmıştır.

Esasen, Siyasi Partiler Kanunun 98 nci maddesinde “Siyasi partilerin kapatılması, Cumhuriyet Başsavcısının açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesince Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle karara bağlanır” hükmüne yer verilmiştir.

Ceza Muhakemeleri Hukukunda, CMUK.nun 135/A yazılı olduğu şekilde yasak sorgu yöntemleriyle ve 254 ncü maddesinin ikinci fıkrası gereğince hukuka aykırı bir şekilde elde edilmiş olmadıkça herşey delil olarak kullanılabilir.

Anayasa Mahkemesi, bir kapatma davasına bakarken, Siyasi Partiler Kanunun da Anayasamızın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrası ve 69 ncu maddesinin altıncı fıkrasıyla bağdaşmasına imkan olmayan bir değişiklik yapılırsa, Anayasa Mahkemesi ne şekilde hareket edecektir?

Bu konuda COŞKUN KIRCA, Yeniyüzyıl Gazetesine yazdığı makalede şöyle diyor ve haklıdır:

(Anayasanın 152’nci maddesi, herhangi bir mahkemenin, uygulamakla yükümlü olduğu herhangi bir kanun için yapılan Anayasa’ya aykırılık iddiasını ciddi bulursa, davayı hükme bağlamayıp bu iddiayı Anayasa Mahkemesinin incelemesine sunma yetkisine sahip olduğunu söylüyor. Herhangi bir mahkemenin sahip olduğu bu yetkinin Anayasa Mahkemesi tarafından kullanılamaması düşünülemez. Anayasa Mahkemesi, kendi yetkilerini Anayasa’ya aykırı olarak kayıtlayan kanun hükümlerinin bu vasfını bir ara kararla tespit eder ve bu hükümleri temelli kapatma davası sırasında uygulamaz. Kaldı ki, bu sonuca ulaşabilmek için Anayasa’nın 152’nci maddesine dayanmaya da gerek yoktur. Bu maddenin varlığı sadece ek bir gerekçe getirmektedir. Aslında, Anayasa Mahkemesi, bu tarzda hareket etmeye, kanunların Anayasaya uygunluğunun ve partilerin Anayasaya uygun davranmalarının denetilmesi kavramlarının ruhunda özümsenmiş bir genel hukuk kuralından ötürü zaten yükümlüdür. Zira, aksi halde, Anayasa koyucusunun arzuladığının aksine, rejim dışı siyasi partilere Anayasayı ihlal etme imkanları kanun yoluyla ardına kadar açılmış olur. Anayasanın ruhuna bu kadar açık biçimde aykırı bir densizliğe Anayasa Mahkemesinin geçit vermeyeceği kuşkusuzdur.

Şunu da belirtelim ki, bir partinin üyelerinin söz ve davranışlarından ötürü temelli kapatılabilmesi için bu söz ve davranışların suç oluşturmuş olmaktan ötürü daha önce kesin mahkumiyet kararına konu olmuş bulunmasını şart kılan hüküm de Anayasaya aykırıdır ve Anayasa Mahkemesi ile Cumhuriyet Başsavcısı tarafından dikkate alınmaması gerekir. Çünkü, hukukta suç ile tedbir birbirinden farklı kavramlardır. Bir fiil suç olarak kabul edilmemiş olabilir; fakat aynı fiil, mesela bir tüzel kişiliğin kapatılması gibi bir tedbir alınması için sebep olarak görülebilir. Tersine mantığı güdecek olsak, Anayasanın 24’ncü maddesinin laikliğin tanımlanmasına dair olan son fıkrasına   rağmen Ceza Kanunun yine Turgut Özal tarafından kaldırılmış olan 163 ncü maddesine giren fiiller -Anayasa’ya aykırı biçimde de olsa- suç olmaktan çıkarıldığından, bu fiiller hakkında   kesin mahkumiyet kararı verilemeyecek ve böyle olunca, Cumhuriyet Başsavcısı bu fiillerden ötürü temelli kapatma   isteyemeyecek ve Anayasa Mahkemesi de temelli kapatma kararı alamayacaktır. Oysa, Anayasa’nın 68’ nci maddesinin 4’üncü fıkrası bu fiilleri açıkça temelli kapatma sebebi olarak görmektedir. Kaldı ki, Anayasa’nın bu hükmü 23 Temmuz 1995 değişiklikleri sırasında da teyit edildiğinden, Anayasa’nın 68’inci maddesindeki bu Anayasal değişiklik, sonradan yürürlüğe girmiş kanun niteliğindeki hukuk kuralı olmakla, Siyasi Partiler Kanunundaki bu hükmü de kaldırmış sayılmalıdır).

Bu görüşlerin aksinin kabulü halinde, değerli yazar TÜRKER ALKAN’ın aşağıya tam metnini aldığımız yazısındaki komik durumlara düşeriz:

(Demirel, “tapuyu deldirtmem” der dururdu.

Özal’ın delme saplantısı ise oldukça farklıydı: “Efendim” derdi, koskoca başbakan ve reisicumhur olduğuna bakmadan,  “Anayasayı bir kerecik delsek ne olur sanki!” Özal’ın rakipleri de az değildi hani, başlarlardı koro halinde bağrışmaya: “Anayasayı deldirtmeyiz de deldirtmeyiz” Deldirtirdin, deldirtmezdin derken, yarı siyasal, yarı pornografik bir tartışma, sizin benim gibi sade vatandaşların hafifçe kızardığı bir ortamda yürür giderdi.

Doğrusu bu “delme, deldirtme, deldirtmeme” laflarına bir türlü alışamadım. Gerçi bazen öztürkçecilik damarım kabardığı için ‘ihlal’ karşılığı kullansam mı diye düşündüğüm olmuştur, ama pek estetik bulmadığımdan olmalı, kalemimden bu sözcük kolay kolay çıkmadı.

Dünyanın en eski anayasalarından birisi ABD Anayasası’dır. Amerikan siyasal yaşamının kutsal kitabıdır
anayasa. ABD’de bir siyasetçinin çıkıp “Anayasayı bir kez delsek ne olur yani” demesi, bizde bir politikacının aynı sözleri Kuran için söylemesinden hiç de farklı olmayan sonuçlar doğurur. Anayasaya gösterilen bu saygı, ABD’de iki yüz yılı aşkın bir süredir, hem siyasal kurumlaşmanın zeminini hazırlamıştır hem de sivil siyaseti her türlü askeri müdahalenin uzağında tutan bir meşrulukla donatmıştır. Siviller anayasayı bir kez ihlalde bir sakınca görmezlerse, elbette askerler de ‘delmekte’ bir sakınca görmeyebilirler, değil mi?

Amerika’da sivil politikacılar,  Anayasanın ve yasaların koyduğu sınırlamalardan zaman zaman bunalırlar elbet, fakat hiçbir zaman ‘delme’ fiiline dönüştürmezler. Çünkü kendi meşruluklarının anayasaya dayandığının çok iyi farkındadırlar.

Bizim politikacılar bu duyarlılığı hiçbir zaman göstermediler. Ve kendilerinin her fırsatta deldikleri anayasayı askerlerin delmesini engellemeleri de en azından moral açıdan zor oldu.

Askeri müdahale olasılığının ciddi olarak ufukta gözüktüğü şu günlerde olsun, politikacıların anayasal düzene sahip çıkma basiretini göstermeleri gerekirdi değil mi?  Siyasal Partiler Yasası’nda değişiklik girişimine bakıyorum: Meclis’e ilk gönderildiği biçimiyle, bu değişiklik teklifinde, siyasal partilerin anayasayı ”yılda en fazla üç kez delebilecekleri” öngörülmüştür. Anayasa komisyonunda yapılan görüşmelerde, “Bu kadar fazla  delersek, zavallı anayasa kevgire döner, şunu bir kereye indirelim” denmiş ve  öyle kabul edilmiş bulunuyor.

Siyasal partilerin yılda bir kez anayasayı ihlal edebilecekleri hükmü dünyanın herhangi bir demokrasisinde var mıdır, çok merak ederim. Siyasal partilere yılda bir kez suç işleme hem de en ağır suçlardan birisini işleme izni verilecekse, vatandaşlar da aynı talepte bulunamaz mı acaba?

Katiller yılda bir cinayet kontenjanı isteyecektir, hırsızlar için yılda bir banka soygunu hoş görülecektir, eşlere yılda bir zina izni verilecektir… Aynı mantık bunlar için de geçerli olacaktır, değil mi?

Tabii işin en berbatı askerlerin tepkisi olabilir. “Anayasanın siyasal partiler tarafından yılda bir kez ihlalini normal sayıyorsunuz madem, bir de biz delelim” derlerse, hangi cevabı vereceksiniz sayın baylar. (TÜRKER ALKAN, Radikal Gazetesi-).

6) Siyasi Partiler Kanununun 101/b maddesi  gereğince, <<parti genel başkanı veya genel başkan yardımcısı veya genel sekreteri>>nin, anılan kanunun dördüncü kısmında yer alan hükümlere, bu meyanda laiklik ilkesine aykırı olarak sözlü veya yazılı beyanda bulunması halinde Anayasa Mahkemesince o siyasi partinin kapatılmasına karar verilir.

Dördüncü kısmında yer alan hükümler arasında, suç teşkil eden eylemler de vardır. Mesela laikliğe aykırı şekilde propaganda yapmak, TCK.nun 163 ncü maddesi kaldırıldığı için suç değildir, ancak parti kapatma nedenidir.

Anayasamızın 83 ncü maddesi gereğince, yasama dokunulmazlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin şahsi sorumluluğuna ilişkindir. Başsavcılığımız, Refah Partisi Genel Başkanının şahsen sorumlu tutulmasını istememekte, Refah Partisi’nin kapatılmasını istemektedir.

Cezaların nelerden ibaret olduğu TCK.nun 11. Maddesinde sayılmıştır. Parti kapatma, ceza değil, bir tedbirdir. Milletvekili olsun veya olmasın, parti genel başkanları, genel başkan yardımcıları ve genel sekreterlerinin sözlü veya yazılı olarak laiklik ilkesine aykırı beyanları parti kapatma nedenidir ve bu beyanlar yasama dokunulmazlığı kapsamında değildir. Anayasa Mahkememizin bugüne kadarki uygulamaları da bu yoldadır.

7) Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil Çelik gibi kişilerin, yıllardır sürdürdükleri laikliğe aykırı söz ve davranışları Refah Partisinin tüm yöneticilerince bilinmektedir. Bu şahıslar, Erbakan ve arkadaşları tarafından adeta bir <<tetikçi>> gibi kullanılmış, haklarında disiplin uygulaması şöyle dursun, milletvekili seçtirilerek yasama dokunulmazlığından yararlanmaları sağlanmıştır. Refah Partisiyle özdeşleşen bu kişilerin, parti kapatma davası açılmasından sonra partiden muvazaalı bir şekilde ihraç edilmeleri parti tüzel kişiliğini sorumluluktan kurtaramaz.

8) İddianamemizde, Refah Partisi Genel Başkanı tarafından ülkemizde uygulanması istenen <<çok hukukluluğun>> niçin Anayasamıza aykırı olduğuna değinmiştik. Konuyu Prof. Dr. NUR SERTER şöyle değerlendiriyor:

(…Demokrasi kullananın niyetine göre değişen bir keskin kılıçtır. Bireyi esas alan bu hak ve özgürlükler rejimini kendi kendini yok edecek bir maharette kullanma çabalarına Türkiye çokça tanık olmaktadır. Bu uygulamalardan en dikkat çekici olanı da demokrasiyi öne süren ve bireyi esas aldıklarını iddia eden bazı siyasal İslam yanlılarının ileri sürdükleri “çok hukukluluk” iddiasıdır.

Çok hukukluluk fikrini savunanlara göre, “devletin, farklı kültürleri olan insan topluluklarına tercihleriyle kendi hukukunu seçme şansını vermesi, hukuk üretme gibi bir görevi olmaması ve bu görevi insanlara bırakması; böylelikle insanların daha özgür bir ortamda ilerleme sağlamakla beraber, aynı zaman diliminde hukukların da tatbikattaki başarıları ile mukayeselerinin yapılabileceği” ileri sürülmektedir. -Milli Gazete, 14.10.1995-.

Bu iddiaya dayanak alınan uygulama ise Peygamberin “Medine Sözleşmesi”dir. Bu sözleşme Medine’deki Yahudi ve putperest kabilelerle imzalanmış ve imzacı taraflara kendi hukuklarına göre yaşama hakkı tanınmıştır. Bu sözleşmeden hareket eden Siyasal İslamcı bazı düşünürler, çağımızda da etnik, dini ideolojik gruplara kendi hukuklarını seçme özgürlüğü tanıyarak bir arada yaşamayı ve toplumsal barışa bu yolla ulaşmayı önermektedirler. Bu öneriler sadece fikri düzeyde kalmaktan öteye geçmiş ve RP İstanbul Milletvekili Mustafa Baş, Meclise bir kanun teklifi vererek, belediyelerin yanı sıra müftülere de nikah kıyma yetkisinin verilmesini ve resmi nikahtan önce dini nikah kıymanın serbest bırakılmasını istemiştir.

Çok hukukluluğun tarihi geçmişi araştırıldığında, tarafların eşit haklara sahip olduğu bir çok hukukluluk uygulamasının islamiyet içinde dahi belli bir dönem için yürürlükte kaldığı görülecektir. Medine sözleşmesi imzalandığında, söz konusu uygulama “Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” ayetinden güç alırken, daha sonra “Tek din İslamdır” ayetinin gelmesi ile gayri müslümlerin bu hukuki özgürlükleri kullanmadaki statüleri değişmiş, itaate ve Müslümanların hakimiyetini kabule dayalı, eşit olmayan bir yönetim başlamıştır. Kaldı ki çok hukukluluk geleneği sadece Müslümanlar arasında değil, Roma İmparatorluğunda, Avrupa’daki çeşitli İmparatorluklarda ve İslam öncesi Ortadoğu’da da mevcuttu. Ancak ulus devletin ortaya çıkışı ile birlikte bireysel hukuk yetersiz kalmış ve hukukun mülkiliği bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Ulus devletle birlikte “vatandaşlık” kavramının ortaya çıkışı, ulusun birliği, bütünlüğü bakımından kişiye ya da cemaatlere özel olmayan ve ülkenin tümü için geçerli olacak yasaları zorunlu kılmıştır. Hukuk birliğinin “milletleşme süreci”nin en önemli araçlarından biri olduğu açıktır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nda Kanuni döneminden itibaren başlatılan tek hukuka geçiş gayretleri cumhuriyete kadar aralıklı olarak devam etmiştir. Osmanlının parçalanma sebepleri arasında çok hukuklu yapıdan kurtulamamanın da önemli bir rolü olduğunda pek çok tarih bilimci birleşmektedir.

Günümüz Türkiyesi’nde Siyasal İslamcıların demokrasi ve insan haklarını öne sürerek başlattığı çok hukukluluk tartışması, Medine Sözleşmesini model almaktadır. Bu sözleşmenin yapıldığı koşulları, günümüz Türkiyesi’nin koşulları ile karşılaştırmanın dahi anlamsız olacağı ortadadır. Ancak birkaç özelliğe dikkat çekerek, çok hukuklulukla ilgili iddialara açıklık kazandırmak yararlı olacaktır.

Herşeyden önce Sözleşmenin kabul edildiği dönemde Medine’nin nüfusu Müslüman, gayrimüslim, toplam 10 bin kişi idi. Üstelik müslümanların sayısı yaklaşık 1500 dolaylarında kabul edilmektedir. -Muhammed Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, s.21-. Bir kent devletinin bile olmadığı Medine’de farklı mahallelerde oturan ve bütün işlerinde bağımsız kabileler yaşamaktaydı. Her kabilenin başında hayat boyu görev için seçilen kabile başkanları bulunuyordu. Bu koşullarda azınlıkta olan Müslümanların, bütün işlerinde bağımsızlaşmış kabilelerle ortak bir yönetimde anlaşmalarının yolu, elbet ki onlara kendi özyönetimlerini verecek bir model çerçevesinde olacaktı.

Bu zor şartlar altında, Peygamber, bütün kabile başkanlarını toplantıya çağırarak onlara konfederasyona dayalı bir kent devleti kurmayı önerdi. -Muhammed Hamidullah, adı geçen eser, s.21-. Dolayısıyla, üstü örtülmeye çalışılan gerçek, Medine sözleşmesi ile kurulan yönetimin bir konfederasyon olduğudur. Sadece bu özellik dahi, Medine’de yaşama geçirilen sistemin, her inanç grubunun kendi coğrafi bölgesinde yaşamasıyla işleyebilen bir yönetim olduğunu, aksi halde pek çok zorlukla karşılaşılacağını ortaya koymaktadır. Diğer bir ifade ile çok hukukluluğu önerenler, Türkiye’de de bir konfederasyon kurulmasını isteyip istemediklerine açıklık getirmemektedirler

İkinci olarak, ayrımın özü, inanç esasına dayanmaktaydı. Müslümanlar, Yahudiler, putperest Araplar ve az sayıda Hıristiyan’dan oluşan Medine halkı, hukuk konusundaki seçimini dine dayalı olarak yapmaktaydı.

Oysa Türkiye’de dine dayalı bir hukuk ayırımının temel alınmasının mümkün olamayacağı, alınması halinde ise çok parçalı bir tablo ile karşılaşılacağı açıktır. Herşeyden önce laik-anti laik ayrımı, dine dayalı bir ayırım olmayıp, siyasi tercihi belirleyen bir ayırımdır. Toplumun bir kesiminin kendisi için din hukukunu seçmesi halinde, geriye kalan çoğunluğun seçeceği beşeri hukukla, din dışı sayılması gibi bir çarpıklık ortaya çıkacaktır ki, kanımızca asıl amaçlanan da budur. Bunun yanı sıra peygamber zamanında mevcut olmayan mezhep ayırımı, bugün mevcuttur. Her mezhebin İslam Hukukuna ilişkin yorumları ise farklıdır. Çok hukukluluk karşısında Türkiye’de yaşayan müslümanlar sunni, alevi, caferi vs. gibi dallara ayrılarak, her biri farklı bir hukukla temsil edilmek mi isteyecektir?

İş bununla da bitmemektedir. Türkiye’de çok hukukluluğun talepçisi olacak başka gruplar da mevcuttur. Örneğin etnik gruplaşmanın önünü açan sistem, Kürtleri İslam hukuku içine mi alacak, yoksa onların Kürt Federe Devleti kurma taleplerine farklı bir hukuki statü mü tanıyacaktır? Ermenilerin bu konudaki talepleri ne olacaktır? Hiç olmayan bir Hıristiyan hukukunu mu yoksa özerk yönetimi gerçekleştirmek için beşeri hukuku mu seçeceklerdir? Ya Bahailer, Yehova şahitleri, Ortodoks, Protestan, Katolikler? Kısacası Türkiye’yi parçalamak için bundan uygun bir öneri olmasa gerek.

Üçüncü ve en önemli husus, Medine Sözleşmesi ile başlatılan sistemin, belli bir dönem için geçerli olduğu, daha sonra uygulanamadığıdır. Medine’nin farklı inanç grupları arasında yer alan “müşrikler”, yani puta tapanlara sözleşme ile birlikte tanınan özgürlük, daha sonra ortadan kaldırılmıştır. Medine’de gelen Tevbe suresi, bu konudaki anlaşma hükmünün iptalini açıkça anlatmaktadır. “Allah ve Resulünden, andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır” diye başlayan sure, dört ay içinde Allah’ın bir olduğunu kabul etmedikleri takdirde öldürüleceklerini bildirmektedir. Tevbe suresinin 2. ayetinde bu süre açıkça belirtilmiştir. “Dört ay yeryüzünde dolaşın, bilin ki, siz, Allah’ı aciz bırakamazsınız ve Allah, kafirleri rezil edecektir.” Müşriklerin tevbe etmeleri ve İslama dönmeleri halinde öldürülmelerine gerek yoktur. Ancak İslamı kabul etmeyenlerin öldürülmeleri Kuran’da emredilmektedir. “Haram aylar çıkınca Allah’a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün: onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları bekleyin. Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar. Zekat verirlerse yollarını serbest bırakın” – Tevbe Suresi/5- 

Söz konusu durumu günümüz şartlarına uyarlayacak olursak, Siyasal İslamcılara göre çağdaş müşrikler, laik ve Kemalistlerdir. Çok hukuklu bir yapıya geçişle, laiklerin İslam Şeriatına ilişkin uygulamalardan etkilenecekleri ve kendi iradeleriyle zaman içinde şeriatı seçecekleri umulmaktadır. Ancak şüphesiz ki bunun bir bekleme süresi vardır. Kemalist laikler böyle bir tercihe yönelmedikleri zaman ne olacaktır? Tevbe suresinin 5.ayeti mi uygulanacaktır.

Sistemin işleyişine ilişkin sorular da pek çoktur. Örneğin yargı nasıl yapılanacak? Her din ya da özerk yönetimin mahkemesi, savcısı, yargıcı avukatı ayrı okullarda mı eğitilecek? Farklı hukuku seçen bireyler arasındaki ilişkiler nasıl çözümlenecek? Bireysel seçme özgürlüğü olarak tanımlanan sistemde ailenin bireyleri farklı hukuk alanlarını seçerse, ailede ilişkiler nasıl, hangi hukuku esas alarak sürdürülecektir?

Maliye hangi hukuka göre teşkilatlanacak? Vergi nasıl toplanacak? İslam hukukunu seçen zekat verirken, laik hukuku seçen vergi mi verecektir?

Ekonomide hangi ilkeler esas alınacak? İslam ekonomisine göre faiz yasaklanırken, liberal ekonomide faiz mi uygulanacak? Aynı topraklarda iç içe yaşayan insanlar vatandaşlık olgusunu yitirince nasıl bir kör dövüşü yaşanacaktır?

Toplumda bireylerin birbirine yabancılaşması ve kaos ortamının yaratılmasından kimler, ne gibi amaçlar bekliyorlarsa, şüphesiz çok hukukluluk bu amaçlara vefasızlık etmeyecek bir tercih olacaktır.

Sonuç son derece açıktır. Çok hukukluluk, hukuk devletinden güç alan demokratik rejimin zaafa uğratılarak, yıpratılması ve din devletine kolay bir geçiş yapılması dışında hiçbir amaca hizmet etmeyecektir (Prof. Dr. NUR SERTER, Dinde Siyasal İslam Tekeli, 1997, s.97-101).”

9) Din eğitimi konusunda iddianamemizin (8) nci bölümündeki görüşlerimizi aynen tekrarlamakla birlikte; bu konuda şu hususlara değinmekte de yarar görmekteyiz:

Eğitimin amacı ne? Niçin bireyleri eğitmeye çalışıyoruz? Eğitimi neden toplumsal bir görev olarak görüyor, devletin temel işlevleri arasında sayıyoruz? Öncelikle bu soruların yanıtını, sekiz yıllık kesintisiz eğitim tartışmaları bağlamında vermeliyiz. Eğitimin amacı, bireyin bilgi ve beceri düzeyini yükseltmek, algılama ve düşünme yeteneğini geliştirmek, ufkunu genişletmek,  yaratıcılığını, üretkenliğini arttırmaktır. Eğitim kişiye nitelik kazandıran bir süreçtir. Eğitimle bireyin yaşam biçimi, yaşama bakış açısı değişmekte, beğenileri  farklılaşmakta, içgüdüsel yaşamına daha renkli ve anlamlı ögeler katılmaktadır. Eğitimi geniş anlamıyla algıladığımızda, belki abartılı bir say olacak, ama kişi eğitimle insanlaşmaktadır

Dinci kesim, toplumdaki etkisini ve etkinliğini sürdürebilmek için geniş kesimlerin çağdaş eğitimden yoksun kalmasının gerekli koşul olduğu bilincinde. Bunu sağlamak için de her aracı, din istismarı başta olmak üzere kullanıyor. Din tacirlerinin, ciddi eğitim almış, özgürce düşünebilen kesimler üstünde bir ağırlıkları, bir etkileri yok; bu gerçeği görüyor ve biliyorlar. Hangi kesimleri etkileyebildikleri, sürükleyebildikleri ortada. Etkinliklerini, çıkarlarını yitirmemek için, halk yararına, halkın eğitime yönelik her davranışa, her politikaya karşı çıkıyorlar, gerektiğinde kaba kuvvet kullanarak engellemeye çalışıyorlar. “Bize oy versinler bizi desteklesinler, çıkanlarımızı koruyalım” kaygısı ile geniş kitleleri sürü gibi görmek, onları eğitimsizliğe ya da geri eğitime mahkum etmenin insancıl bir yanı, dinsel bir yönü yok -ÖZTİN AKGÜÇ, Eğitim ve Halk Düşmanlığı- .

Anayasanın “Din ve Vicdan Hürriyeti” başlıklı 24. maddesinin dördüncü fıkrası, üç temel ilke getirmiş ve fıkrada, ilkeleri anlatan üç tümceye yer verilmiştir. Fıkradaki sırasıyla bu tümcelere göre: 
    1) Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetimi ve denetimi altında yapılacaktır. 
    2) Din ve ahlak eğitim ve öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alacaktır. 
    3) Din kültürü ve ahlak öğretimi dışındaki dinsel eğitim ve öğretim isteğe bağlı olacaktır. 

Bunlardan birinci tümce genel ilkeyi koymaktadır. Genel ilke, din eğitimi ve öğretiminin devlet gözetimi ve denetimi altında verilmesi zorunluluğudur. Gerçekte, din ve ahlak eğitimi ve öğretiminin, kötüye kullanılmasını önlemek amacıyla devlet gözetim ve denetimine alındığı açıklanmıştır. Bu ilke, hem zorunlu hem isteğe bağlı din öğretiminde geçerlidir. Ancak din kültürü ve ahlak öğretimi, ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alacağı için zaten devletin gözetim ve denetimi altındadır. Yeter ki bu gözetim ve denetim, göstermelik duruma getirilmesin. Üstelik devletin gözetim ve denetimi genel özel ayrımı yapılmadan tüm  ilk ve orta öğretim kurumları için geçerlidir. Çünkü bu husus  Öğretim Birliği Yasası’nda  yer almaktadır.

Öyle olunca, genel ilke üçüncü tümceyle düzenlenen isteğe bağlı din eğitim ve öğretimi yönünden daha anlamlıdır ve onu tamamlamaktadır. Milli Güvenlik Konseyi, anayasa Komisyonunun değiştirme gerekçesi de bu görüşü desteklemektedir. Gerekçede, “Maddenin dördüncü fıkrasında yer alan… biçimindeki hükmü… biçiminde değiştirilmek suretiyle din eğitim ve öğretiminin, devletin denetimi ve gözetimi altında olmak kaydıyla kişilerin kendi isteğine, küçüklerin ise yasal temsilcisinin istemine (talebine) bağlı olduğu, ancak din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve ortaöğretim kurumlarında, okutulması gerekli zorunlu dersler arasında yer alacağı gösterilmiştir” denilmiştir.

Dinsel eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında gerçekleştirmek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendine özgü laiklik anlayışından doğan zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.

Din kültürü öğretimi-dinsel öğretim farklılığı: Genel kültür dersleri arasında verilmesi öngörülen din kültürü ve ahlak dersi için yalnız “öğretim” zorunlu görülmüş, “eğitimden” söz edilmemiştir. Bu, bilinçli bir seçimdir. Devletin yükümlülüğü Öğretimle sınırlıdır. Öğretim, belli bir alanda, belirli bir amaca göre o alanın gerektirdiği bilgileri öğretmek eylemidir. Eğitim ise bir kimsenin herhangi bir etkinlik alanında yetiştirilmesidir. Eğitim içinde yönlendirme vardır. Eğitimde bilgi verilmekle kalınmaz, onun uygulaması da yaptırılır.

Din kültürü ve ahlak öğretiminin dinsel eğitim ve öğretimden farklılığını tutanaklar şöyle ortaya koymaktadır: “Din kültürü veriyoruz, din dersi değil.” “Buradaki murat, bunun tarih, coğrafya ve kimya dersleri gibi kültür olarak verilmek zorunluluğunu vurgulamaktır.” “Din eğitimi, kültürün dışında uygulama ile ilgilidir.”

Fıkra metninin altı çizilerek okunması da bu iki öğretimin farkını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Gerçekten fıkrada, din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu ders olarak okutulması belirtildikten sonra, “bunun dışındaki” dinsel eğitim ve öğretimin, isteğe bağlı olduğu vurgulanmıştır. İsteğe bağlı din dersinde, din kültürü ve ahlak öğretimi dışındaki konuların yer alması gerekmektedir. Dinsel eğitim ve öğretim isteğe bağlıdır ve metne göre bunun okullarda verilmesi zorunlu değildir. Ancak devlet gözetimi ve denetimi altında olması zorunludur.

Zorunlu din kültürü öğretiminin konuları, göksel (semavi) olsun olmasın tüm dinlerin tarihçesi, felsefesi, doğuşu ve gelişmesi, ahlak kuramları gibi konulardır. Bu derste, dinlere ilişkin genel bilgiler verilir. Nesnel biçimde, dinlerin ibadet dışındaki yönleri anlatılır. Zorunlu öğretim, toplumdaki yaygın dinsel inançları öğreten ve böylece çevresindeki insanlarla uyum içinde yaşayacak kişileri yetiştirmeyi amaçlayan bir “kültür ve ahlak” öğretimidir. Zorunlu ders, İslam dininin öğretildiği ders değildir. Yalnızca İslam dininin öğretileceği ders, isteğe bağlı olandır. Ne var ki, isteğe bağlı eğitim ve öğretim uygulamada yalnızca İslam dininin öğretilmesiyle kalmamakta, programını belli bir mezhebe özgüleyerek toplumsal barışı tehlikeye düşürücü boyut kazanmaktadır.

Anayasanın 24. maddesi yorumlanırken, 42. maddesi gözden uzak tutulmamalıdır. Bu maddede, tüm eğitim ve öğretimin, Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında verileceği, bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim kurumları açılamayacağı belirtilmiştir. Bu madde, zorunlu din kültürü öğretimi dışında kalan isteğe bağlı dinsel eğitim ve öğretim programının da Atatürk ilke ve devrimleri ile çağdaş bilim ve eğitim esasları gözetilerek saptanmasını zorunlu kılmaktadır. -BÜLENT SERİM, Anayasa Mahkemesi Genel Sekreteri, 30.7.1997, Cumhuriyet Gazetesi-.

Atatürk dönemi Milli Eğitim Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt,  “amacımız dedi ki diyen değil, diyorum ki diyen nesiller yetiştirmektir” demişti. Çağdaş bütün demokratik ülkelerde eğitim bu amaç doğrultusunda yapılmaktadır.

Din eğitimi görerek, başka bir deyişle <<dedi ki>>leri tartışmadan kabullenen insanların kafa yapılarının nasıl şekillendiğini, 1997 yılında yayınlanan iki örnekle açıklığa kavuşturmak istiyoruz.

Bir okuyucu Akit Gazetesi <<Fıkıh yazarı>> Yusuf Kerimoğlu’na soruyor: <<İslam dininde müziğin hükmü nedir? Mübah olan müzik çeşidi var mıdır?>>

(Cevap: İslam dininde müziğin hükmü nedir sualine tek bir cevap verebilmenin imkanı yoktur. Zira müçtehid imamlar, farklı delillere dayanarak değişik içtihadları gündeme getirmişlerdir. Bunlardan herhangi birisini tek başına İslamın hükmü ilan etmek doğru değildir. Önce Hanefi fukahasının müzik konusunda ortaya koyduğu hükümleri izah etmeye gayret edelim.

Resul-Ekrem (SAV)’in “çalgı aletlerini kendi arzusuyla dinlemesi ben-i adem için ma’siyettir. Onun ile zevklenmek, küfran-ı nimettir.” hadisi şerifini esas alan “Hanefi fukahası” Müzik çalmak ve isteyerek dinlemek caiz değildir” hükmünü Zahirur rivaye olarak benimsemiştir. Cihada teşvik için vurulan kös, düğünlerde çalınan zilleri olmayan tef (müzik olarak değil, ilan olarak belirlendiği için) istisna kabul edilmiştir. Başkasına dinletmek ve rızkını o yoldan temin etmek caiz değildir. Feteva-ı Hindiyye’de “Bir mükellef, davul zurna çalarak, bunun karşılığında mal alsa, bu kazancı helal olmaz. Teganni ederek (şarkı-türkü söyleyerek) kazandığı parayı borucuna veren kimsenin alacaklısı, bunu kabul edemez.” hükmü kayıtlıdır. İmam-ı Merginani bir değnek çubuğunun yere düzenli şekilde vurulmasından çıkan sesin dahi müzik hükmünde olduğunu ve bundan zevklenmenin caiz olmayacağını belirtmektedir. İmam-ı Yusuf’a “Tef çalmanın hükmü nedir?” suali sorulmuş, bunun üzerine: “Düğün merasiminde çalışma caizdir. Ayrıca bir kadın ağlayan çocuğunun susması için tef çalarsa zararı yoktur. Bu mekruh da değildir. Ancak tef ile beraber şarkı-türkü söylerse bu kerihtir. (iğrençtir). Bayram gününde tef çalmakta bir beis yoktur.” cevabını vermiştir. İmam-ı Şafi ve İmam-ı Malik, “Düğün merasimlerinde çalınan musikinin ve bayram eğlencelerinin caiz olduğunu esas almışlardır. İmam-ı Gazali “İhya” isimli meşhur eserinde, müzik hakkında varid olan bütün ihtilafları zikrettikten sonra, “Müziğin tek bir hükme bağlanamayacağını, durumuna göre haram, mekruh, mübah ve müstehab olabileceğini” kaydetmektedir… İslam uleması ‘Güftesi İslami hükümlerin reddini, kaderin inkarını ve fesadın yayılmasını teşvik ediyorsa, icra edilmesi caiz olmaz” hükmünde müttefiktirler. Konu “Elfaz-ı Küfr” açısından değerlendirilmiştir. Bugün güftesi elfaz-ı küfr (dinden çıkmaya sebep olan sözler) içinde mütalaa edebilecek çok şarkı ve türkü vardır…” -Akit Gazetesi, 20 Mart 1997-.

Bu örnek, müzik dinleme ve icra etmenin dini açıdan ne kadar farklı ve karmaşık yorumlara açık olduğunu ortaya koymaktadır. Kuran’da bu konuda herhangi bir hüküm olmamasına rağmen, köktendinciliğin, insan ruhunun gelişmesi, sanatın ilerlemesi açısından son derece önemli olan müzik gibi bir konuda bile nasıl kısıtlayıcı bir tavır aldığını ortaya koymaktadır. Elbette burada sorulması unutulan bir soru vardır. Onu da biz soralım. Müziğin kaynağı doğanın ta kendisi değil midir? Rüzgarın sesi, ağaçların hışırtısı, kuşların nağmeleri, yağmur damlacıklarının sesini dinlemek, dinen caiz midir?

Bir başka örnek, ilkinden daha da garip. Yine Akit Gazetesinin okuyucu köşesi olan “Sizin Köşeniz” bölümünde yer aldığı için, okuyanlardan özür dileyerek aktarıyorum:

Yazının başlığı: Yaşar Nuri ve ayakta bevl! Yazan İsmail Kurtaran adlı bir okur.
Yazının ana konusunu teşkil ettiği için bevl kelimesinin lügat anlamını da açıklayalım. Bevl: idrar yapma

(Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün 7.3.1997 günü ATV’de katıldığı bir programda şu ifadeleri kullandı; “Ayakta bevl yapmak günahtır diyorlar, bunun dinle ne alakası var?” ve buna benzer birçok ifadeler kullandı… Kitaplarda def-i hacetten bahsederken ayakta bevl yapmanın mekruh olduğu ifade edilmektedir. Bununla alakalı bilgi fıkıh kitaplarında hatta kitapların taharet bölümünde hususiyle kitapların ibtidasında zikredilmektedir.

Ayakta bevl yapma ve bevlden kaçınma hususunda bazı hadis-i şer’ifleri hatırlatmak istiyorum.
   1. İdrardan korununuz, çünkü kabir azabının hemen hepsi bevldendir.
   2. İdrardan çok iyi korununuz, çünkü kulun kabirde ilk önce hesaba çekileceği husus bevldir.
   3. Muhakkak ki sizden biriniz kabirde azab edilir. Şüphesiz bevl ettiği zaman istintar etmezdi denilir. İstintar, idrarın son damlasını çıkarmak için çaba harcamaktır.
Özürsüz olarak ayakta idrar yapmak mekruhtur. Bu hususta Peygamberimiz şöyle buyurur: “Hz.Ayşe: Kendisine Kuran nazil olmaya başladığından beri, Resulullah ayakta bevl etmemiştir.”
Yine İmam-ı Ahmed’in Tirmizi’nin (cilt 1, 225. sayfa) Nesai’nin 307 nolu hadis ve İbn-i Mace’nin tahriş ettiği hadiste de Ayşe demiştir ki, “Size Nebiyyi Azam’ın ayakta bevl ettiğini kim haber verirse ona inanmayın“ mutlaka oturarak abdest bozardı.
   4. Abdullah İbni Mesud’un şöyle dediği rivayet olunmuştur: Şüphesiz ayakta abdest bozma da cefadandır. 
   5. Peygamberimiz ayakta idrar yapmayı yasakladı.

Bazı alimler de ayakta idrar yapmayı caiz görmüşlerdir, ayakta idrar yapmaya ruhsat vermişlerdir. Dayandıkları isnad, şu hadisi şeriftir: “Hz.Huzeyf’dan bir gün peygamber bir kavimin çöplüğüne vardı ve oraya ayakta bevl etti.”

Ayakta idrar yapmayı mekruh gören ulema bu hadisi şerif karşısında şu tevili yapmıştır:

   A. Kadı İyaz’ın beyanına göre; uzun zaman oturan Efendimiz’i bevl sıkıştırmış, uzağa gidememiş hemen ayakta bevlini yapmıştır.
   B. Resulullah dizindeki veya belindeki bir hastalıktan dolayı idrarını ayakta yapmıştır.
   C. Çöplükte müsait bir yer bulamamıştır.
   D. Bir ihtimal de ayakta küçük abdest bozmanın caiz olduğunu göstermek için yapmıştır.

Bu hadis-i şeriflerden çıkarılan neticeye göre ayakta idrar yapmak mekruhtur. Fakat bu mekruhiyet, kerahati tahrimiye olmayıp. kerahati tenzihiyedir.

Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; ayakta veya oturarak bevl  yapmanın dinle alakası çoktur. -Akit Gazetesi, 15.3.1997-).

Bu örnekle ilgili yorumu okuyucuya bırakıyorum… Ancak yukarıdaki konularda bile bir fikir birliğine varmayı zorunlu gören, buna ulaşmak için de büyük emek harcayan köktendinci zihniyetin, çağdaş sorunları din aracılığı ile nasıl çözüme ulaştıracağını sormak, Türk insanının hakkı olsa gerek.

SONUÇ                    : Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı şekilde <<irtica>> tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Yukarıda ayrıntılarıyla açıkladığımız gibi, gerek ülkemiz ve gerekse diğer demokratik ülkeler Anayasa Mahkemelerince kapatılan hiçbir parti, kendi Anayasasına Refah Partisi kadar ters düşmemiştir. 

Demokratik savunma mekanizmaları felç olmuş toplumlar, demokrasiyi yaşatamazlar.

Anayasa Mahkemesinin değerli üyeleri, bugüne kadar daima ettikleri yemine sadık kalmış, Anayasal görevlerini cesaretle yapmaktan çekinmemişlerdir.

Refah Partisinin kapatılmasına karar vermek, Türkiye Cumhuriyetinin demokratikleşmesi yolunda Anayasa Mahkememizin yaptığı hizmetlerin en şereflisi olacaktır.5.8.1997

Vural SAVAŞ
Cumhuriyet Başsavcısı

Ankahukuk Sitesi kurucusu ve yöneticisi

İçeriğimize yorumda bulunmak ister misiniz?

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

İlginizi Çekebilir

Siteden...

İlgili İçerikler