Cumartesi, Nisan 27, 2024
Ana SayfaBelgelikRefah Partisi’nin Kapatılması İstemli Açılan Davada Refah Partisi'nin Esas Hakkındaki Savunması

Refah Partisi’nin Kapatılması İstemli Açılan Davada Refah Partisi’nin Esas Hakkındaki Savunması

Bu İçeriğimizin Başlıkları

- Advertisement -

ANAYASA MAHKEMESİ SAYIN BAŞKANLIĞI’NA

Esas No: 1997/1 (Siyasi Parti-Kapatma)

 

İDDİANAMEYE CEVAP

VEREN DAVALI : REFAH PARTİSİ

DAVACI : Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı

KONU : Yüksek Mahkeme’nin 20.05.1997 Tarihli Tensip Kararı Uyarınca Esas Hakkındaki Savunma’mızın Sunulması.

AÇIKLAMALAR
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca “Laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olduğu iddiası ile Refah Partisi hakkında, Anayasa’nın 69. maddesinin 6. Fıkrası yollaması suretiyle 68. maddesinin 4. Fıkrası ileri sürülerek açılan kapatma davasına karşı Esas Hakkındaki Savunmamızı saygılarımızla arz ederim.

I. BÖLÜM: SAYIN BAŞSAVCI’NIN “ESAS HAKKINDA GÖRÜŞ” ÜNE GENEL BAKIŞ

  1. BİRİNCİ KISIM: REFAH PARTİSİ GERÇEĞİ 

1. Yargıtay Cumuhuriyet Başsavcılığı’nın Esas Hakkındaki Görüşünde “Refah Partisi Gerçeği” ile ilgisi olmayan hayali ve yanlış kabullere dayanılmıştır. 

Yargıtay Cumuhuriyet Başsavcılığı’nın “Esas Hakkında Görüş”ünün incelenmesinden, Sayın Başsavcı’nın Refah Partisi’nin temel görüşleri hakkında yanlış izlenimler edinmiş olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bahis konusu “Esas Hakkında Görüş”te bir kısım basında da “Siyasal İslam” adı altında tartışılan bir konunun uzun uzadıya tahlil edildiği görülmektedir. Bu konunun tahlili ile Refah Partisi’nin uzaktan ve yakından bir ilişkisi yoktur. 

Bir konuda ciddi araştırmalar yapılmadan, geçerli deliller elde edilmeden peşin hükümler verilmesi ve bütün iddiaların bu faraziye üzerine bina edilmesi elbette doğru değildir.

İşin asıl yanlış tarafı da, bu görüşlerin peşinen Refah Partisi’ne ait olduğu varsayımının kabullenilmiş olmasıdır. Bu itibarla biz de savunmamızın bu bölümünde Refah Partisi Gerçeğini ana hatlarıyla açıklamayı kaçınılmaz bir vazife sayıyoruz. 

Sayın Başsavcı’nın tarif etmeye çalıştığı görüş, Refah Partisi ile ilgisi olmayan soyut iddialardan ibarettir. 

Bugün 15 yıla yakın bir süreçte oluşan ve Türkiye’nin her yerinde milyonlarca insanın çalışmasıyla meydana gelmiş bir “Refah Partisi Gerçeği” vardır. Bu gerçek, Refah Partisi’nin dürüst, temiz, vatansever bir hizmet partisi olduğu hakikatidir. Halkın önemli bir kısmı, Türkiye’nin meselelerini ancak Refah Partisi’nin çözebileceğine inanmaktadır. Böyle apaçık bir gerçek ortada iken bu gerçeği, sun’i, hayali, yanlış imajlarla değiştirmek, olduğundan başka türlü göstermek mümkün değildir. 

Şöyle ki:

2. Refah Partisi bir siyasi kuruluştur; dini veya felsefi bir ekol değildir. 

Refah Partisi, Türkiye’nin meselelerini çözmek, Türk Milletine refah getirmek, Türkiye’yi “Muasır Medeniyetin” üstüne çıkarmak ve güçlü, müreffeh, özgür, insan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti haline getirmek için kurulmuş siyasi bir partidir.

Refah Partisi’nin kuruluşunun gerçek nedeni, çağdaş medeniyet yarışında bütün çabalara rağmen ülkemizin hala gerilerde kalmış olmasına son verilmesidir. Dünya milletleri, teknoloji ve medeniyet yarışında hızla ilerlerken, bizim hala ekonomik, sosyal, siyasal bakımdan onlardan çok gerilerde kalmış olmamız elbette vatanını, milletini seven bütün insanlarımız için üzüntü kaynağı olmaktadır. Gerek demokratikleşme, gerek insan hakları, gerek hukuk devleti ve gerekse gelişmişlik standartlarında, milletimizin layık olduğu seviyeyi hala yakalayabilmiş değiliz. 

İşte Refah Partisi’nin gayesi, Türkiye’yi layık olduğu seviyeye yükseltmektir.

Bir çok kişinin bildiği ve kabul ettiği bu “Refah Gerçeği“, Refah Partisi’nin bütün beyanlarından apaçık görmek mümkün olduğu gibi (EK:1’de) sunulmuş olan “Nereden Nereye” broşürünün başlangıcındaki tablolardan da tesbit etmek mümkündür. (EK-1 Nereden Nereye Broşürü)

Bu tablolarda açıkça görüldüğü gibi, Türkiye’miz toprak büyüklüğü itibarıyle dünya ülkeleri içerisinde 36. sırada, nüfusu itibarıyle 16. sırada olduğu halde Milli Gelir itibariyle 23. sırada ve hele fert başına düşen milli gelir itibariyle 57. sırada bulunmaktadır. (Ek: 1, Grafik No: 1-2-3-4)

Halbuki Türkiye’miz bütün dünyanın tam merkezinde, bütün ekonomik blokların tam ortasında ve enerji üretim ve kullanım sahalarının geçiş yolunda, dünyanın en müstesna bir yerinde bulunmaktadır. 

Türkiye’nin, maden rezervleri, orman zenginlikleri, tarım arazileri, su ürünleri insan gücü ve genç nüfusu sayesinde bugün ekonomide lider ülke durumunda olan diğer ülkelerle her sahada boy ölçüşebilecek büyük bir potansiyele sahip olduğu açık bir gerçektir.

EK-1’de ki “Nereden Nereye” broşürünün 5, 6, 7 nolu grafiklerindeki tablolardan da açıkca görüldüğü gibi Türkiye 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan son 40 yıllık dönemde Batı Avrupa ülkelerine nazaran kalkınma yarışında hayli gerilerde kaldığı gibi son 20 yıllık dönemde Uzak Doğu ülkelerinden de gerilere düşmüştür. (Ek-1, Grafik: 5-6-7)

Takip edilen yanlış politikaların sonucu olarak Türkiye, bütçesi, yıldan yıla açığı artan, bütçenin büyük kısmının faizlere ödenmesi yüzünden, yatırım yapamıyan, işsizlerine iş bulamıyan, halkının enflasyondan ezildiği bir ülke haline gelmiştir. Öyle ki, Türkiye, bölgeler ve zümreler arasında kalkınmışlık farkı gittikce büyüyen, yerel yönetimlerin yetkilerini sınırlayan, aynı işi yapan vatandaşına, Batı ülkelerinin onda biri kadar gelir sağlıyabilen bir ülke durumuna düşmüştür.

Eğer bu güne kadar, Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda tesbit edilen ve gösterilen hedefler istikametinde yürünmüş olsaydı, Türkiye bugün bir Federal Almanya ve bir Japonya gibi kalkınmış ülkeler arasında yer alacaktı.

Nitekim;

Cumhuriyetimizin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanı’mız büyük devlet adamı Atatürk, devletimiz kurulur kurulmaz milletimize en önemli hedef olarak “Çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkma”yı göstermişti.

Oysa bugün ne kadar iyimser olursak olalım, değil bu seviyenin üstüne çıkmak, hala bu seviyeye dahi ulaşamadığımız acı bir gerçektir.

Halbuki, daha 1923 yılında toplanan “İzmir İktisat Kongresi”nde ekonomisi güçlü olmayan bir ülkenin, siyasi bağımsızlığını koruması mümkün olmadığı için çok önemli bir adım atılmış, Ağır sanayi hamlesinin başlatılması karar altına alınmış; ne yazık ki, sonra gelen iktidarlar, bu toplantıda alınan kararları ihmal ettiler. Bu kararlar gereğince çıkartılmış olan “Sanayi Teşvik Kanunu”nu rafa kaldırdılar.

Zaman zaman bu hamleyi yeniden başlatmak isteyen bazı vatansever parlamenterlerin ısrarı üzerine, sanayileşme konusunda Avrupa’dan getirtilen uzmanlar bizim güçlenmemizi istemedikleri için”siz ancak tarım ülkesi olarak kalkınabilirsiniz” manasına gelen art niyetli raporlar vererek bu teşebbüsleri sonuçsuz bırakmışlardır. 

İşte Refah Partisi’nin kurulmasında en önemli etkenlerden birisi, ülkemizin bu büyük potansiyelini harekete geçirmek ve hazineler üzerinde bulunan Türkiye’yi borç batağında kıvranan bir ülke olmaktan kurtarmak azmi ve mücadelesi olmuştur.

Zira Refah Partisi, bu hizmetleri yapabilecek, idealist, vatansever, bilgili, tecrübeli kadroları çatısı altında toplayan bir partidir.

Nitekim, bu kadroların, 1974-1978 yılları arasında kurdukları 3 koalisyon hükümetinde, iktidar partisi olarak, imkan bulur bulmaz yaptıkları ilk büyük icraat, Cumhuriyetin 2. ağır sanayi hamlesini başlatmak ve yürütmek olmuştur. Ekte sunduğumuz “Ağır Sanayi 1977″ (EK – 2. Ağır Sanayi 1977 Kitabı) adlı kitap bu hamlenin Türkiye’yi topyekün sanayileştirmek için yürürlüğe konmuş ne büyük bir hamle olduğunu açıkca göstermeye kafidir.

Bu kitaptaki haritalarda da açıkça görüldüğü gibi, bu kadrolar, bölgeler arasındaki dengesizliği ortadan kaldırmak için yurdun her tarafına yayılmış 200 büyük sanayi tesisini, ayrıca özel sektörün gelişmesi için hemen her ilde organize sanayi bölgesini ve her ilçede küçük sanayi sitelerinin kurulmasını hedef almıştır. 7 yıl için proğramlanan 200 tesisin, 70 tanesi 2 yılda bitirilmiş ve hizmete konmuştur. Bir milyon insana yeni iş sahası öngören bu hamlenin sadece iki yılda tamamlanan kısmı o günden bu güne 300-400 bin ülke evladına iş yeri olarak hizmet ifa etmektedir. Orta, Güney ve Doğu Anadolu’nun bu gün mevcut sanayi tesisleri ve hayvancılığın geliştirilmesi için hizmet veren 35 adet et kombinası hep o dönemde yürütülen hamlenin eserleridir. 

Refah Partisi kadrolarının, o yıllarda başlatmış olduğu bu ağır sanayi hamlesi daha o zaman, dış ve iç rantiyeci sermaye çevrelerince engellendi. Eğer engellenmiş olmasaydı, şimdi ülkemiz sanayileşme konusunda çok daha ilerde olacak, aradan geçen sürede o dönemde başlatılan 7 yıllık hamlenin, takriben benzerlerini 3 defa yineleyecek ve böylece bugün sanayimiz batı ülkeleri seviyesine gelmiş olacaktı.

3- Refah Parti’miz, Milletimizin maddi varlığının gelişmesine olduğu kadar manevi varlığının geliştirilmesine de önem veren bir partidir; 14 yıldan beri bu konuda da büyük hizmetler yapmıştır.

Refah Partisi’nin yine önemli hedeflerinden birisi, Anayasa’mızın 5. maddesinde yer alan “Manevi Gelişme” yi gerçekleştirmektir. 

Bizler, milletimizin üstün hasletlere ve sağlam bir karaktere sahip olduğuna inanıyoruz. Ancak eğitim sisteminde kişinin manevi gelişmesine yeterince önem verilmediği için, fıtratımızda mevcut olan bu cevherden yeterince istifade edilmemiştir. Vaktiyle Finlandiya’da yapılan başarılı bir eğitim reformu neticesinde, daha evvel mahkemeleri dolup taşan, hapishaneleri tıpkı bizimki gibi tıklım tıklım dolu olan bu ülke sonradan mahkemeleri işsiz, hapishaneleri bomboş bir hale gelmişti.

İşte, Türkiye’yi yolsuzluklardan kurtaracak gerçek manada temiz eller operasyonları, ancak eğitim yoluyla gerçekleştirilebilecek hizmetlerdir

Şuna kesin inanıyoruz ki; ülkemiz insanı, şekilde değil, muhtevada ağırlık taşıyan bir eğitim reformu yapılırsa, bütün meziyet ve hasletleri ortaya çıkacağından, Finlandiya’yı aşacak ve bu konuda hatta dünyaya örnek olacak bir düzeye erişecektir.

Refah Partisi, kendi bünyesinde kısmen de olsa böyle bir gelişmeyi başarabildiği için, yerel yönetimlerde, rüşveti kaldırabilmiş, israfı önlemiş, temiz eller operasyonunu gerçekleştirmiştir. Milletimizin Refah Partisi’ne yönelmesinin sebebi, Sayın Cumhuriyet Başsavcısı’nın ileri sürdüğü gibi asla din istismarı değil, gerek yerel yönetimlerde ve gerekse merkezi yönetimde bu özelliği ile başarılı olmasıdır. Bu yüzden bir kısım medyanın uzun zamandan beri sürdürdüğü Refah Partisi aleyhine maksatlı ve yıpratıcı propagandalar, halkımız tarafından kabul görmemiştir. 

Önce 1980’li yıllarda, yerel yönetimlerde iktidara gelmekle gösterdiği bu başarısını, genel yönetimde de iktidara gelerek, bu defa her ikisinde de başarıyla sürdürerek, yıpranmayan, tam tersine kamuoyunda gittikce güçlenen tek partinin Refah Partisi olduğu bu gün hala inkar edilemez bir gerçektir. 

Hizmette başarılı icraat yaparak aynı zamanda devlet-millet kaynaşmasını pekiştiren Refah Partisi bölücülük hareketlerine karşı sağlam bir bünye oluşturmuştur. Bu bakımdan Refah Partisi, milletimiz ve devletimiz için Anayasa’nın deyimiyle demokrasimizin vazgeçilmez bir kuruluşu olma özelliğini fiilen isbat etmiş bir partidir.

Tüm bunlar, nazari ve hayali beyanlar değil, hakikatin ta kendisidir.

Nitekim Refah Parti’mizin gerek yerel yönetimlerde, gerekse genel yönetimde Türkiye’nin meselelerini çözebilecek, halka hizmet edebilecek bir parti olduğunu bu gün ülkemizin büyük çoğunluğu kabul etmektedir. 

4- Refah Partisi yerel yönetimlerde, bütün milletimizin teveccühünü kazanan başarılı hizmetler yapmıştır ve yapmaktadır.

Refah Partisi, kuruluşunu müteakip kısa bir süre sonra 16 yerde belediye başkanlığı seçimlerini kazanarak buraların yerel yönetimlerinde iktidara gelmiş,1984 seçimlerini takiben K.Maraş, Van, Ş.Urfa başta olmak üzere hizmete başlamıştır. 

Bu belediyelerdeki başarılı hizmetlerin sonucu olarak bu defa 1989 seçimlerinde bu üç İl’e Konya ve Sivas illerini de ilave ederek 100 belediyede hizmete devam etmiştir.

1989-1994 yılları arasındaki dönemde yapılan örnek ve başarılı belediye hizmetleri, sadece Türkiye’de değil, dünyada yankı uyandırmış ve Refah Partili Konya Büyükşehir Belediye Başkanı sadece Türkiye’nin değil, Dünyanın en başarılı Belediye Başkanı olarak Japonya’ya davet edilmiş ve kendisine merasimle madalya verilmiştir.

Bu sürekli ve başarılı çalışmalar, en son 27 Mart 1994’de yapılan mahalli seçimlerde 65 milyon nüfusun 45 milyonunun yaşadığı yerlerin Belediye Başkanlıklarının Refah Partisi’ne emanet edilmesi sonucunu doğurmuştur.

Başta İstanbul, Ankara, Konya, Kayseri, Erzurum ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyeleri olmak üzere 80 ilden 30’unda, ayrıca pekçok İlçe ve Belde Belediye Başkanlıklarında Refah Partili kadrolar üç yıla yakın bir süredir büyük hamleler ve örnek hizmetler yürütmektedirler. 

Bu Belediyeler, Refah Partili kadrolar tarafından ağır borç, faiz yükü; rüşvet, yolsuzluk ve israf içinde, hizmet yapamayan kuruluşlar olarak teslim alınmış ilk günden itibaren temiz, şeffaf yönetimler sayesinde, rüşvetsiz, israfsız, verimli, planlı proğramlı çalışan atılımcı kuruluşlar haline dönüştürülmüştür.

Refah Partili kadroların, bütün milletimiz tarafından takdirle karşılanan bu belediye hizmetleri hakkında mehterem heyetinize bir fikir vermek için İlişikte “Refah Partili Belediyeler-1995 (EK-3), Refah Partili Belediyeler-1996 (EK-4), Refah Partili Belediyeler-1997” (EK-5), adlı 3 büyük cilt eser sunulmuştur. 

Bu eserlerin incelenmesinden de açıkca görüleceği üzere Refah Partili Belediye Başkanları, işbaşına gelince belediyelerin yıllık gelirleri 1’e – 2, 1’e – 3 değil 1’e 10 olmak üzere 10 misli artmıştır. Bu belediyeler merkezi yönetimden gereken desteği görmedikleri halde borçlarını ve ağır faizlerini ödemeyi başarmışlar, kendi güçleriyle hemen her sahada büyük yatırımları gerçekleştirmişlerdir.

Bu büyük hamleleri burada tekrar tekrar saymak elbette mümkün değildir. İlişikteki büyük ciltlere ilaveten sunduğumuz broşürler ve aşağıda kısaca bahsedeceğimiz 2 konu, Refah Partili Belediyelerin bu başarılı hizmetleri hakkında Mahkemenizin Yüce Heyetine bir fikir vermek için yeterli olacaktır. (EK-6 Dosyası içerisindeki broşürler)

İSKİ (İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi): (EK -7 – 8 – 9) da sunduğumuz kitaplarda da görüleceği gibi 27 Mart 1994 tarihinde, takriben 2 milyar dolar (320 Trilyon) borçla, rüşvet, yolsuzluk, borç ve faiz batağında boğulmuş, hiçbir hizmet üretmeyen, 10 yıldan beri artan nüfusa karşı İstanbul’a hiçbir ilave su getiremiyen, bilakis bakımsızlıktan dolayı borularındaki suyun % 40’ı zayi olan, su ihtiyacının tankerlerle karşılanmasına çalışılan ve vatandaşların bir kova su alabilmek için uzun saatlar kuyrukta bekledikleri, Kerbela’ya dönmüş İstanbul vahim bir durumda teslim alınmış, kısa zamanda her türlü yolsuzluk, rüşvet, israf önlenmiş ve şimdi emin ellerdeki İSKİ halen kendi gelirleriyle yılda 30 trilyonluk yatırım yapan Türkiye’nin 5. büyük yatırımcı kuruluşu haline gelmiştir. 

Şu andaki İSKİ, Istıranca dağlarında denize akan suları toplayıp İstanbul’a getirmek üzere her dört ayda yeni bir baraj inşatını tamamlayıp işletmeye açmaktadır.

Halen İstanbul’un 2010 yılına kadar su ihtiyacı karşılandığı gibi Marmara, Haliç, Boğaz ve Karadeniz’in atık sulardan korunması için de muazzam yatırımlar süratle tamamlanıp hizmete konulmaktadır.

Öte yandan, Ankara Belediyesi’nin de diğer belediyeler gibi su, yol asfaltlaması, çevre, doğalgaz, trafik konusu ile ilgili sayısız hizmetleri ve atılımları bütün Ankara’nın çehresini değiştirmektedir.

Ankara’da gecekondu bölgeleri modern mahallelere dönüştürülmektedir. Hemen hemen her yere su, asfalt, doğalgaz götürülmüştür ve gecekondudaki vatandaşlarımızın sağlık muayeneleri, diş kontrolları ve tedavileri 50 seyyar teçhizatlı araba ve sağlık ekipleri ile gecekondulardaki vatandaşlarımızın ayağına gidilerek yapılmaktadır ve her gün muhtaç 50 bin kişinin evlerine günde 2 öğün yemek muntazaman dağıtılmaktadır. (EK – 10 – 11 – 12 )

İşte halkımız Refah Partisi’ne, din istismarı yaptığı için değil, bütün Türkiye’de bu başarılı hizmetleri gördüğü için teveccüh etmektedir. Zira halkımız bilinçlidir. Siyasi rüşte sahiptir. Kendini din istismarına kaptıracak seviyenin çok çok üstündedir.

Türkiye’nin her yerinde halkımızın içinde yaşadığı bu gerçekleri ne görmezlikten gelmek, ne de bu gerçeklerin yerine hayali, mesnetsiz yorumları koymak mümkündür.

5. Refah Partisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin 54. Hükümeti’nde de, Türkiye’nin meselelerini çözmek, güçlü ve müreffeh Türkiye’yi meydana getirmek için çok başarılı hizmetler yapmıştır.

Refah Partisi’nin bilhassa 27 Mart 1994 tarihinden sonra başta büyük şehirler olmak üzere Türkiye’nin her tarafında yapmış olduğu mahalli, başarılı çalışmalar, halkımızın Refah Partisi’ne olan teveccühünü gittikçe arttırmış ve 24 Aralık 1995 seçimlerinde halkımız Refah Partisi’ni tartışılmaz şekilde en büyük parti yapmıştır. Bu seçimlerde Refah Partisi bütün oyların takriben % 22’sini, oyların 6.5 milyonunu almış ve milletvekili sayısı bir evvelki seçime nazaran %400 artarak 38’den 158’e çıkmıştır.

Yurdun her yerinde dürüst şekilde yapılan 1995 seçimleri halkın demokratik tercihini ortaya koymuştur. Bu seçimlerin arkasından Türkiye takriben 6 ay süren bir hükümet krizi dönemi yaşadıktan sonra Yüksek Mahkeme’nizin 53. Hükümet’in güvenoylamasının Anayasa’ya aykırı olduğunu tesbit etmesi ve bu oylamayı İPTAL etmesi üzerine bu kriz dönemi son bulmuş ve Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin bir araya gelerek teşkil ettikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin 54. Hükümeti kurulmuştur. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin 54. Hükümeti, 24 Aralık 1995 serbest seçimlerinin demokratik kurallara uygun, doğal bir sonucu olarak kurulmuştur. Her iki parti bir yıl boyunca uyum içinde çalışmış, gerek Türkiye’nin meselelerini çözmekte gerekse halkımızın refah payını artırmak hususunda, son derece başarılı olmuşlardır. İlişikte takdim ettiğimiz “Nereden, Nereye” broşürü ve “İktidarda Bir Yıl” kitabı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 54. Hükümeti’nin yaptığı bu başarılı çalışmaları açıkca ortaya koymaktadır. (EK:1 ve EK-13 )

Ekte sunulan bu kitap ve broşürde de görüldüğü gibi 28 Haziran 1996’da Refahyol Hükümeti işbaşına geldiği zaman, Türkiye korkunç bir iç borç ve faiz yükü altına sokulmuş, ekonomik bakımdan vahim bir duruma sürüklenmişti.

İç borç 28 Haziran 1996’da 32 milyar doları bulmuş ve bu borcun yapısı, ortalama 4 ay vadeli, % 200 ila 400 arasında yıllık faiz ödenecek şekilde teşekkül etmişti. Aynı politikalar devam ettirilseydi Devlet sürekli olarak borçlanacak ve her 4 ayda bir iç borç, bir misli artacak ve çığ gibi büyüyerek ülke ekonomisini çıkmaza sokacaktı. (EK-1: Grafik No: 8)

Uzmanlar tarafından yapılan hesaplar, en iyimser tahmine göre dahi, 1996 yılı sonunda iç borcun 43 milyar dolara, 1997 yılı sonunda da 53 milyar dolara yükseleceğini gösteriyordu.

Bu ağır iç borç ve faiz yükünün altında devlet bütçesi iflasın eşiğindeydi. Nitekim 1996 yılı bütçesinin gider faslı 48 milyar dolar iken bunun 16 milyar doları açık ve 18.5 milyar doları da faize ödenecek miktar olarak öngörülmekte idi. Böylece 70 milyonluk Türkiye’nin bütün hizmetlerini yürütmek için elde 13-14 milyar dolar kalmakta idi. Bununla da ne memura maaş vermek, ne de patlayan yolu tamir etmek imkanı vardı. Bütün uzmanlar en geç Eylül 1996’da Türk ekonomisinin büyük bir krize gireceğini tahmin ediyorlardı. (EK-1 Grafik No:9 – 10)

İşte Refahyol Hükümeti, yönetime geldiği zaman ülkenin durumu buydu.

Eski hükümetlerin bütçe açıklarını kapatmak için başvurdukları yol gittikce artan faizle yeniden iç borç almak, vergileri halkın taşıyamıyacağı kadar artırmak ve halkın zaruri ihtiyacını karşılayan bütün kamu üretimlerine taşınamayacak ölçüde zamlar yapmak idi. 

Refahyol Hükümeti, Türkiye’yi çıkmaza sürükleyen bu politikaları değiştirdi. Kamu finansman ihtiyacını karşılamak için gece gündüz çalışarak, yeniden yüksek faizlerle borçlanma, vergi ve zam yerine ülkenin ekonomik kaynaklarını harekete geçiren kaynak paketlerini hazırladı ve bunları yürürlüğe koydu. Bunu yapabilmek için pek çok Kanun, kararname ve tebliğ çıkardı, yürürlüğe koydu.

Herbiri takriben 10 milyar dolarlık mali imkan temin eden bu paketleri bir yandan bizzat hükümetin sıkı takibi ile yürütürken öbür yandan devlet ve bütün kamu kuruluşları ağır faizlerle borçlanmaktan kurtarıldı, vergi ve zam yoluna sapmadan devletin gelirleri artırıldı. (Ek: 1, Grafik No: 11)

Böylece, Türkiye dünyada ilk defa tatlı reçetelerle ekonomisinin dengesini kuran ülke oldu.

Bu gayretli çalışmaların sonucu olarak, 1996 yılı sonunda iç borç 45 milyar dolar olacak iken 22 milyar dolara indirildi ve 1997 yılı için 50 yıldan beri ilk defa Türkiye denk bütçeye kavuşturuldu. 1997 yılı bütçesinde yatırımlar toplam ve reel olarak 20 yıldan beri ilk defa % 40 olarak artırıldı. Devlet böylece yatırım ve kalkınma yapan bir devlet haline dönüştü. 1997 yılı bütçesi sadece denk olmakla kalmadı. Bu yıl, faize ödenmesi öngörülen miktar bir evvelki yılın 18.5 milyar dolarına mukabil 12 milyar dolara indirildi ve böylece halka hizmet için bir evvelki yılın13-14 milyarına mukabil 35 milyar dolarlık bir imkan daha ortaya kondu ve bu gelişme sadece yatırımların değil aynı zamanda ücretlerin ve maaşların artırılmasına da imkan sağladı. (Ek-1, Grafik No: 12)

Böylece, 54. Hükümet, ekonomideki başarısıyla sadece devletin dengelerini düzeltmekle kalmamış ayrıca bir yandan bütün gelir gruplarının refah paylarının artmasını temin etmiş, diğer yandan ekonominin bütün göstergelerini olumlu yönde etkilemiştir.

Ek-14’de, bu başarıyı teyid eden iç basındaki ekonomi yazarlarının makaleleri, 

Ek-15’de ise, dış basındaki yazarların bu başarıyı teyid edici yazılarından örnekler takdim olunmuştur.

Bu başarıya paralel olarak; Ek: 1 “Nereden Nereye” broşüründeki; ekonomi grafiklerindende açıkca görüleceği gibi Türkiye bir büyük ekonomik değişim yaşadı ve yıllardan beri sürekli artan bütçe açıklarının bütçeye ve gayri safi milli hasılaya oranı süratle azalmaya başladı. (Ek-1, Grafik No: 13)

Yine yıllardan beri sürekli artan iç borcun bütçeye nazaran oranı ve iç borcun gayri safi milli hasılaya nazaran oranı artma yerine azalmaya başlamıştır.

Ve yine faize ödenen paranın bütçeye ve GSMH’ya oranı da yıllardan beri artmaya devam ederken hızla azalmaya başlamıştır. (EK-1, Grafik No: 14)

Yıllardan beri sürekli artan bütçe açığının bütçeye oranı ve GSMH oranı denk bütçe hazırlanmak sureyle sıfıra indirilmiştir. (EK-1, Grafik N0: 12)

Ve yıllardan beri azalan yatırımın bütçeye ve GSMH’ye oranı da ilk defa büyük oranda artış göstermiştir. (EK-1, Grafik No: 15)

Ülke ekonomisindeki bu iyileşmeye paralel olarak;

EK-1, 16 nolu grafikte görüleceği gibi, 1 Temmuz 1996 ‘da 100 alan memur, 1 Ocak 1997’de yani 6 ay gibi kısa bir zaman içinde 250 alacak şekilde dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen maaş artışına; EK-1, 17 nolu grafikde görüldüğü gibi, aynı kısa dönemde 100 alan işçi emeklisi 280, 100 alan Bağ-Kur emeklisi 300’den fazla maaş alacak şekilde refah artışına mazhar olmuştur. (Ek-1, Grafik No: 18)

Nüfusumuzun % 50’si kırsal alanda yaşamaktadır. Bir önceki hükümet, zirai dönemde köylüye toplam olarak 100 öderken 54. Hükümet bunu 312’ye çıkarmıştır. (Ek-1, Grafik No: 19)

Yine 54. Hükümet döneminde (Ek-1, Grafik No: 20-21) de görüleceği gibi Türkiye’ye giren yabancı sermaye % 400 oranında artmıştır. Hükümetin desteği ile bütün Anadolu illerinde “Anadolu Arslanları” büyük bir yatırım, üretim ve ihracat seferberliğini gerçekleştirmişlerdir.

Bu ekonomik başarının sonucu olarak;

1 Temmuz 1996 – 1 Şubat 1997 arasında borsa endeksi bütün yılların en büyük artma oranını göstererek 1700’e ulaşmıştır. (Ek-1, Grafik No: 11)

Devletin borçlanma vadeleri 4 aydan 13 aya çıkmış böylece Türkiye iç borç ve faiz sarmalından kendisini kurtarmıştır. 

Nereden Nereye” broşüründeki diğer grafikler de (Şubat ayı sonuna kadar) ekonomideki bütün göstergelerin nasıl iyileştiğini açık bir şekilde göstermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 54. Hükümeti’nin ülkemiz ve halkımız için en başarılı hizmeti, bir yandan faizleri büyük oranda düşürmek, diğer yandan denk bütçe yaparak devlet borçlanmasını asgariye indirmek, öbür taraftan kamu maliyesini “Tek Hesap Havuzu” ile takip etmek, böylece bilhassa KİT’lerin özel bankalardan yüksek faizle borçlanma mecburiyetini ortadan kaldırmak ve böylece ülkeyi rant ekonomisinden reel ekonomiye geçirmesi olmuştur.

Bütün bu başarılı tatbikat her kesime mensup geniş halk yığınlarını son derece memnun etmiştir ve 3 Kasım 1996’da, yurdun muhtelif yerlerindeki 26 seçim bölgesinde yapılan ara yerel seçimlerde Refah Partisi’nin oy oranı % 33’e yükselmiştir.

Bu gerçekler de açık bir şekilde gösteriyor ki; halkımızın Refah Partisi’ne teveccühündeki temel sebep Refah Partisi’nin dürüst, inanclı kadrolarının Türkiye’nin meselelerini çözecek deneyime sahip olması, ülke kalkınması için gece gündüz demeden gayretle çalışması ve tek kelime ile halkımıza başarılı hizmet etmesinde yatmaktadır.

Refahyol Hükümeti bir yıl içinde bir yandan halkımıza bu başarılı hizmetleri yaparak ülkemizin ekonomik dengelerini kurarken, diğer yandan yürütmekte olduğu başarılı “Özelleştirme” (EK-1,Grafik No: 22-23-24-25), “Yap-İşlet”, “Yap-İşlet-Devret” hamle ve seferberlikleri vasıtasıyla “Yeniden Büyük Türkiye”yi kurma çalışmalarını da başlatmıştır. 1997’de başlamak 2000 yılında tamamlanmak üzere 120 milyar dolarlık büyük altyapı kalkınma hamlesi yürürlüğe konmuştur. (EK-16)

Refahyol Hükümeti döneminde, yurt içindeki terör yok denecek kadar asgari noktaya inmiş, terörün yurt dışındaki kaynaklarının kurutulmasında başarılı sınır operasyonları gerçekleştirilmiş, terörün tamamen ortadan kaldırılması için “Terörle Çok Yönlü Mücadele” çerçevesinde “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Kalkınma Projeleri” nin yıllık proğramları hazırlanıp yürürlüğe konmuş, bunlarla ilgili yasaların TBMM’sinden biran önce çıkarılabilmesi için muhalefet partileriyle birlikte çalışma yoluna gidilmiştir.

Aynı şekilde, “Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi” projesi de bütün detaylarıyla tasarlanarak muhalefetle diyalog ve işbirliği yoluna gidilmiştir. 

Ve yine Refahyol Hükümeti “Kaynak Paketleri” ve “Çekiç-Güç” konularında TBMM’nde Genel Görüşme açarak ulusal meselelerde parlamento çatısı altında bütün partilerle birlikte çalışılmasının en güzel örneklerini vermiştir.

Refah Partisi kadrolarının 1974-1978 devresinde hükümet ortaklığı döneminde yürüttükleri “şahsiyetli dış politika” nasıl o dönemde Kıbrıs Zaferi’nin gerçekleşmesine vesile olduysa, aynı şahsiyetli dış politika, Refahyol döneminde bugünkü hükümetin de benimsediği dünya çapında bir büyük küresel oluşum olan ve gelişmiş ülkelerce de büyük takdirle karşılanan “D-8’lerin kuruluşunu” gerçekleştirmiştir.

Refah Partisi barışcı bir partidir. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesinin takipçisidir. 

Refah Partisi kurulduğu günden beri gerek ülkemizde gerek dünyada her türlü terörist eyleme kesinlikle karşı olan bir partidir.

Refah Partisi ülkemizde demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin, laikliğin ve hukuk devletinin, bölgemizde ve dünyada barışın, istikrarın ve bütün ülkelerle iyi münasebetlerin teminatı olan bir partidir ve bu özelliklerini icraatlarıyla da fiilen isbat etmiştir.

Gerek ABD ve gerekse AB ülkeleri başta olmak üzere bütün Batı ülkeleri Refah Partisi’ni ve Refahyol Hükümeti’ni güvenilir bir muhatap ve partner olarak görmüşler her vesile ile ve her görüşmede bu kanaatlerini vurgulamışlardır. 

İşte Refah Partisi’nin ne olduğunu, niçin ve nasıl çalıştığını gösteren bu gerçekler sadece ülkemizin 70 milyon halkı tarafından değil bütün dünya tarafından görülen ve bilinen gerçeklerdir.

6- Sonuç Olarak:

1. Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalar Refah Partisi’nin Türkiye’nin meselelerini çözmek, ülkemize ve halkımıza hizmet etmek için kurulmuş bir parti olduğunu açıkca göstermektedir.

Yine bütün bu belgeler ve deliller açık bir şekilde Refah Partisi’nin gayesinin Türkiye Cumhuriyeti’ni yüceltmek, muasır medeniyetin üstüne çıkarmak, demokratik, laik, insan haklarına saygılı, özgür bir hukuk devleti olarak güçlü ve müreffeh Türkiye’yi kurmak ve Türk halkına mutluluk sağlamak olduğunu ispat etmektedir.

2. Refah Partisi bütün mensuplarıyla 14 yılı aşkın bir zamandır bu gaye etrafında seferber olmuş, canla başla geceli gündüzlü çalışmaktadır.

Gerek yerel yönetimlerde, gerekse hükümette yapılan çalışmalar apaçık ortadadır. Yukarıda yaptığımız özet açıklamalar gerçeği göstermektedir ve bu gerçeği 70 milyon halkımız ve bütün dünya görmektedir, bilmektedir ve takdir etmektedir.

3. Yukarıda da açıkladığımız gibi, Refah Partisi bir hizmet partisidir. Bir siyasi kuruluştur. Dini veya felsefi bir ekol değildir.

4. Refah Partisi’nin gerek yerel yönetimlerde gerekse hükümette yürüttüğü çalışmalarında ve icraatında laikliğe aykırı hiçbir tutum ve davranışı, karar ve icraatı olmamıştır. Yurdun her tarafında bütün bu icraat yürütülürken Refah Partililer kimsenin yediği, içtiği ve nasıl giyindiği ile meşgul olmamıştır, tam tersine herkese eşit muamele yapılmasına, milli birlik ve bütünlüğün herşeyin üstünde tutulmasına azami itina gösterilmiştir.

Bunun en canlı örnekleri ve delileri ön savunmamızın IV. bölümünde 7 nolu ekte sunulan azınlık cemaat liderlerinin teşekkür mektuplarıdır.

5. “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz”

6. Görülüyor ki: Refah Partisi’nin temel görüşlerinin, politikalarının ve gerçek karakterinin ne olduğu sözde kalmamış, devlet icraatına dönüşen politika olarak belgeleriyle tarihe tescil edilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, delilsiz, mesnedsiz, sadece Refah Partisi’ne karşı olan bazı köşe yazarlarının görüşlerini ihtiva eden gazete kupürlerine dayanan indi mülahaza ve varsayımları, 70 milyon halkımızın ve bütün dünyanın bildiği, gördüğü ve kabul ettiği bu tarihi gerçekleri ne değiştirebilir ne de olduğundan başka türlü gösterebilir.

B. İKİNCİ KISIM: BU DAVANIN AÇILMASININ GERÇEK SEBEBİ REFAH PARTİSİ’NİN SÖMÜRÜYE İZİN VERMEYEN İCRAATIDIR.1. Bu davanın açılmasında etkin olan zahiri sebep, bir kısım medyanın Refah Partisi aleyhindeki maksatlı propagandalarıdır.

Bu gerçeği, Ön Savunma’mızın 255-258. sayfalarında bir ölçüde açıklamıştık.

Burada bu konuya bir kere daha temas etmemizin sebebi şudur;

Bu bölümün (A) kısmında “Refah Partisi Gerçeği“nin ne olduğunu bütün delileri ile açıkça ortaya koyduk.

Akla gelen sual şudur:

Refah Partisi 14 yılı aşkın bir zamandır Türkiye’nin her yerinde bütün gücüyle Türkiye Cumhuriyeti’ni yüceltmek, Türkiye’nin meselelerini çözmek ve halkımıza hizmet etmek için gece gündüz canla başla çalıştığına, bütün icraatında hizmeti esas alıp, laikliğe aykırı ne bir niyeti ne de her hangi bir davranış ve faaliyeti söz konusu olmadığına ve bu gerçekleri de bütün halkımız ve bütün dünya bildiğine göre nasıl oluyor da böyle bir dava açılabiliyor?

Bu sorunun bir tek cevabı vardır: O da bir kısım medyanın yaptığı (gerçek dışı, maksatlı, aleyhde) propaganda ve olağan üstü tahriklerdir.

Ön savunmamızda da belirttiğimiz gibi yeni gelişmeler ile sayıları günden güne artan TV kanalları ve yazılı basını ile medya, olayları olabildiğince abartabilen ve habbeyi kubbe yapabilen yeni tahrik metodlarıyla günümüzde birinci kuvvet olmaya başlamıştır.

Ve bu haliyle medya “ülkeleri ben yönlendireceğim, eğemenlik kayıtsız şartsız medyanındır.” diyecek konuma gelmiştir. Aynı durum bundan önce Batı ülkelerinde de yaşanmıştır. Ancak ne var ki başta ABD olmak üzere Batı Ülkelerinde, medya gücünün tekelleşmesini ve tahribatını önlemek için katı ve kesin önlemler alınmasına, Kanunlar çıkarılmasına ihtiyaç duyulmuş hatta bu hususta kıtalar arası anlaşmalar yürürlüğe konulmuştur. 

Bir hukuk devleti olmayı temel şart sayan ülkelerde, menfaatleri için hak ve hukuk tanımayan böyle bir gücün, orta yerde kasırga gibi eserek tahribat yapmasına asla izin verilemez. Aksini düşünmek hukuk devleti olmaktan ve onun nimetlerinden vazgeçmek anlamına gelir.

Bundan dolayıdır ki; demokratik batı ülkelerinde TV’leri olanın gazete çıkarmasına müsaade edilmediği gibi, medya sahiplerinin ayrıca ticari ve finansal faaliyette bulunmalarına da müsade edilmemekte, bu konuda çok sıkı Kanuni tedbirler alınmaktadır.

Ancak ne var ki ülkemizde, ortaya çıkan medya patlaması karşısında, medyanın kartelleşmesini engelleyecek yasal tedbirler maalesef henüz alınamamıştır. Elbette yakın bir gelecekte bu problem çözülecek: ülkemizde de gereken yasal önlemlerle istikrar sağlanacaktır.

2- Bir kısım medya Refah Partisi Hakkında neden gerçek dışı ithamlar oluşturmaya çalışıyor? Refah aleyhtarı bu kampanyanın gerçek sebebi nedir?

Burada hemen 2. bir soruya geçmek gerekmektedir. O da şudur:

Bütün Türkiye’nin ve bütün dünyanın bildiği ve yukarıda (A) kısmında açıkladığımız “Refah Partisi Gerçeği” böyleyken bir kısım medya neden Refah Partisi hakkında gerçek dışı ve sun’i ithamlar oluşturmaya çalışıyor?

Bu sualin cevabı çok açıktır:

Çünkü bir kısım medyanın sahibleri tekelci sermayedir. Bunlar Refah Partisi’nin sömürüye izin vermeyen, refahı geniş kitlelere yaymaya çalışan politikasını kendi çıkarlarına uygun görmemektedirler.

Nitekim bu bölümün (A) kısmında yaptığımız açıklamalar, Refah Partisi’nin gerek yerel yönetimlerde, gerekse merkezi yönetimde sömürüye izin vermediğini, Türkiye’yi rant ekonomisinden reel ekonomiye geçirmeyi hedef aldığını ve ülkenin bütünü ile dengeli ve hızla kalkınabilmesi için tekelci sermaye dışındaki “Anadolu Arslanları” diye isimlendirilen müteşebbislerinin gelişmesine de önem verdiğini açıkca göstermektedir.

Refah Partisi kadroları, bir yandan devletin, kamu kurumlarının ve KİT’lerin, tekelci sermayeye bağlı özel bankalardan yüksek faizle borçlanmalarına müsaade etmezken diğer yandan Anadolu’nun her yeryerinde organize sanayi bölgeleri, küçük sanayi siteleri kurarak Anadolu müteşebbislerini her bakımdan teşvik etmek suretiyle bunların ekonomideki paylarının artmasına destek olmaktadırlar.

Böylece tekelci sermaye, bir yandan yılda takriben elde etmekte olduğu 4,5 katrilyonluk haksız menfaati kaybetmişler öbür yandan da Türkiye’nin ekonomik hayatının çeşitli sahalarındaki üretim, istihdam ve ihracat bakımından evvelce sahip oldukları pazar paylarını yavaş yavaş yitirmişlerdir.

İşte, tekelci sermaye, kaybettiği bu avantajını tekrar elde etmeyi istemekte ve işte bu istek ve hırs, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin neden bir türlü sosyal devlet olması ilkesini gerçekleştiremediğinin temel sebebini teşkil etmektedir. 

3. Tekelci sermaye, kontrolündeki medyayı Refah Partisi hakkında gerçek dışı ithamlar oluşturmak için sürekli tahrik etmekte ve yönlendirmektedir.

Yukarıda açıkladığımız sebeplerden dolayı, tekelci sermayenin yönlendirmesiyle bunların kontrolündeki bir kısım medya, Refah Partisi’ne karşı amansız bir mücadele sürdürmektedir. 

Bu haksız, gerçek dışı ve art maksatlı kampanyalarda asıl maksat saklanmaktadır. Asıl maksat, Refah Partisi’nin gerek yerel, gerekse merkezi yönetimde sömürüye izin vermemesi, haksız özel muamelelere mani olması, buna mukabil ülkenin bütünü ile kalkınmasını istemesidir. İşte tekelci sermaye, ülkeye ve halka yapılan bu hizmeti kendi menfaatlerine aykırı görmektedir.

“SÖMÜRÜ DEVAM ETSİN, AVANTA DEVAM ETSİN ve kendilerinin ekonomideki pazar payları AZALMASIN, ARTSIN, bunun için gerekirse TÜRKİYE HİÇ KALKINMASIN.”

Çabasını sürdüren bu tekelci sermaye, geniş halk yığınları önünde bu isteklerini açıkca ortaya koymadığından ve Refah Partisi’nin bunlara müsaade etmediğini söyleyemediğinden ve “Biz Refah Partisi’ni sömürüyü önlediği için istemiyoruz” diyemediğinden bu mücadelelesini gerçek dışı sun’i gündemlerle sürdürmek mecburiyetinde kalıyor. Bunun için de bula bula, gerçekle alakası olmadığı halde, akılları sıra bir takım düzmece senaryolarla Refah Partisi’nin laikliğe karşı olduğu iddiasını ileri sürmeye çalışıyorlar. Halbuki “Refah Partisi Gerçeği” karşısında bu sun’i iddiaların kabulü asla mümkün değildir.

İşte olayın temelinde yatan gerçek sebep budur.

4. Sonuç Olarak:

Yukarıda yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı gibi herkesce ve bütün dünyaca bilinen “Refah Partisi Gerçeği“ne rağmen, bu gerçekle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığı halde böyle bir davanın açılabilmesi ve böyle bir iddianın ortaya atılabilmesinde asıl sebep; bir kısım tekelci sermayenin kendi menfaatlerini düşünerek, sömürü, avanta, vesair haksız kazançlarının devamını istemeleri ve Türk ekonomisindeki pazar paylarının düşmemesi için Anadolu kalkınmasını arzu etmemeleri nedeniyle kendi kontrollarındaki medyada tezgahlanan gerçek dışı propaganda ve tahriklerdir.

C. ÜÇÜNCÜ KISIM: SAYIN BAŞSAVCI’NIN ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜNE GENEL BİR BAKIŞ

C.1. GİRİŞ:Bu bölümün yukarıdaki (A) kısmında “Refah Partisi Gerçeği”ni ana hatlarıyla kısaca ortaya koyduk. (B) bölümünde ise bu gerçeğe rağmen nasıl olup ta bu davanın açılabildiği hususunun temeldeki sebeplerini belirttik. Bu açıklamalarımız artık Türkiye’de herkesin bildiği bir hususu ortaya koymuştur. O da bu davanın gerçekle ve hukukla hiçbir ilgisi olmadığıdır ve bu dava Türkiye’yi kendi çıkarları doğrultusunda kontrolları altında tutmak isteyen bir kısım tekelci sermayenin yönlendirdiği bir kısım medyanın gerçekdışı ve art maksatlı kampanyaları ve yoğun propagandalarının sonucunda açılmıştır.

Bu yoğun propagandalar ve kışkırtmalar bir kısım çevreleri etkilediği gibi kanaatimizce Sayın Başsavcı da farkında olmadan bu kampanyanın etkisi altında kalmıştır. “Esas Hakkında Görüş”ünün muhtevası da bunu teyit etmektedir.

Nitekim, bizzat Sayın Başsavcı göreve başladıktan sonra aylarca bu tahriklere direnmiş, hukuken böyle bir davanın açılma imkanı olmadığını tekrar tekrar ifade etmiş, bunun için, ön savunmamızda belirttiğimiz gibi basına beyanatlar vermiş, TBMM Başkanlığı’na kanun teklifinde bulunmuş, yıllardan beri aynı görevi yapan diğer Başsavcıların hukuka saygılı olarak bu kabil siyasi maksatlı propaganda ve kışkırtma faaliyetlerine karşı hukukun gereklerine uygun hareket etmelerine mukabil, sonradan, o Başsavcıların dönemlerinde cereyan eden olayları söz konusu ederek, bütün ülkemiz halkını ve dünyayı hayrete düşürme pahasına demokratik Türkiye’nin en büyük iktidar partisi hakkında hiç beklenmedik şekilde bu davayı açmıştır.

Hukukla ve gerçekle alakası olmayan böyle bir davayı açabilmek için Sayın Başsavcı’nın;

  • Bir yandan ülkedeki büyük kamuoyu tepkisine karşı kendisini savunma ihtiyacını duyarak bazı alışılmamış yollara tevessül etmek, 
  • Diğer yandan İddianame ve Esas Hakkında Görüşünde gerçeklere değil, bir takım farazıyelere, ön yargılara ve hayali kabullere dayanmak, 
  • Ve ayrıca hukuku, insan haklarını, uluslararası anlaşmaları, Anayasayı ve yasaları yok saymak, 

mecburiyetinde kalmıştır. 

İşte Sayın Başsavcılığın gerek bu davayı açtığı İddianamesinde ve gerekse Esas Hakkındaki Görüşünde müşahade olunan, kural dışı davranışların temelinde yatan sebep budur.

Şimdi bu tesbitlerimizi aşağıdaki bölümlerde kısaca ortaya koymakta yarar görüyoruz.

C.2. SAYIN BAŞSAVCI’NIN İŞ BU DAVA İLE İLGİLİ KİŞİSEL TUTUM VE DAVRANIŞLARI, BULUNDUĞU MAKAMIN MEHABETİNE UYGUN DÜŞMEMİŞTİR. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Anayasal bir kurumdur. (An.154)

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Hakimlik ve Savcılık mes-leğinin en tepe noktalarından birisidir. Bu önemine binaen bu yüksek makamda görev alacak kişilerin seçim prosedürü Anayasa’da belirlenmiştir. (An.154)

Bugüne kadar bu göreve gelen tüm Başsavcılar görevlerini büyük bir titizlik, takdire şayan bir olgunluk, basın ve medya tahriklerine karşı fevkalade temkinli bir duyarlılık içinde ifa etmişlerdir.

Buna mukabil;

1. Türkiye’de ilk defa bir Yargıtay Başsavcısı, Kanunların imkan vermediğini ve buna hakkı olmadığını bildiği halde TBMM Başkanlığı’na Siyasi Partiler Kanunu hakkında özel amaçlı değişiklik teklifi sunmuştur.

2. Türkiye’de ilk defa bir Yargıtay Başsavcısı, bir siyasi parti (Refah Partisi) hakkında Anayasa’nın amir hükmüne rağmen yürürlükteki Siyasi Partiler Kanunu’nu yok sayarak dava açmıştır.

3. Türkiye’de ilk defa bir Yargıtay Başsavcısı, Basın Kanunu’nun 30. maddesindeki yasağa rağmen basına iddianame dağıtmış: görevini kötüye kullanmıştır. (Basın Kan.Md. 30., TCK 240 Md.)

4. Türkiye’de ilk defa bir Yargıtay Başsavcısı, Basından, bu iddianameyi gazetelerinde basıp ek olarak dağıtmalarını talep ederek basını suça teşvik ve tahrik etmiştir.

5. Türkiye’de ilk defa bir Yargıtay Başsavcısı, henüz yargılaması yapılmayan bir siyasi partiyi (Refah Partisi’ni), kamuoyu önünde Anayasa’yı çiğneyerek (An.38/4) basın toplantılarıyla suçlu ilan etmeye kalkışmıştır.

6. Türkiye’de ilk defa bir Yargıtay Başsavcısı, Refah Partisi hakkında dava açarken, dosyasında Parti lehine olan yüzlerce delili, Kanuni mecburiyete rağmen (CMUK 153/2) mahkemeye ibrazdan sarfınazar etmiştir.

7. Türkiye’de ilk defa bir Yargıtay Başsavcısı, Anayasa Mahkemesi’ne sunmadan önce Esas Hakkındaki Görüşünü, bilinmeyen nedenle basın dünyasından bir gazeteye özel olarak verip tefrika ettirmiştir.

8. Türkiye’de ilk defa bir Yargıtay Başsavcısı, hakkında id-dianame düzenlediği bir partinin Ön Savunmasını okumadan ve dosyaya ibraz ettiği delillerini tetkike gerek görmeden, CMUK 251/1 maddesini bilmezlikten gelerek Esas Hakkında Görüş layihası tanzim etmiştir.

9. Türkiye’de ilk defa bir Yargıtay Başsavcısı, yazılı ve görsel basında çıkan yazılara göre Esas Hakkında Görüş tanzim etme usulünü icat etmiştir. 

10. Türkiye’de ilk defa bir Yargıtay Başsavcısı, Anayasa Mahkemesi’ni hukuk dışı bir üslup ile etkilemeye kalkışmıştır.

Sayın Başsavcı’nın bu davadaki davranışları için bütün bu ilklere daha başka ilklerin de ilavesi mümkündür. Ancak bu, Yüksek Mahkeme’nin zamanını israf etmek olur.

Esasen buraya kadar dercettiğimiz örnekler de maksadı hasıl etmeye yeterlidir.

Gerek hakkımızda tanzim ettiği iddianameyi ve gerekse Ön Savunmamızı okumadan tanzim ettiği Esas Hakkındaki Görüşünü takdimi sırasında Sayın Başsavcı’nın sergilediği kişisel ve hatalı davranışları Yargının bu en yüce makamının mehabetine uygun düşmemiştir. 

İşte böyle bir tutum ve davranış içinde hazırlanan Esas Hakkındaki Görüşün şimdi muhtevasına genel bir bakış yapmaya sıra gelmiştir.

C.3. “ESAS HAKKINDA GÖRÜŞ”DE YER VERİLEN HUSUSLARIN REFAH PARTİSİ İLE İLGİSİ OLMADIĞI GİBİ, BU DAVA İLE DE BİR İLGİSİ YOKTUR. Böyle önemli bir davada Sayın Başsavcı’nın Esas Hakkındaki görüşünün, herşeyden önce Ön Savunma’nın dikkatli bir şekilde incelenmesinden sonra hukuki esaslar çerçevesinde hazırlanması gerekirdi. Bu davada Sayın Başsavcılıkca “Esas Hakkında Görüş” olarak Yüksek Mahkeme’ye takdim olunan metinde bu temel esaslara uyulmadığı açık bir şekilde görülmektedir.

“Esas Hakkında Görüş” olarak sunulan metin ana hatlarıyla ve özü itibariyle aşağıdaki özellikleri haiz bir metindir.

1. Sayın Başsavcı’nın bu görüşünde en önemli gerçek, esas itibariyle Yüksek Mahkemeyi muhatap almamasıdır. Esas muhatabı, kendisi’nin, “okuyucu” diye adlandırdığı belli bir çevredir. Nitekim “Esas Hakkındaki Görüş”ün 83. sayfasında Sayın Başsavcı kendi fikrini ifade ederken: “Bu örnekle ilgili yorumu okuyucuya bırakıyorum” sözünü kullanmaktadır. İşte bu ifade ile Sayın Başsavcı, Yüksek Mahkeme’den ziyade bu davayı vesile ederek belli bir çevreye mesaj vermek istemiş olmaktadır.

2. Kendi itirafı ile de sabit olduğu üzere Sayın Başsavcı “Esas Hakkında Görüş” Layihasını, Refah Partisi’nin 215 sayfalık Ön Savunmasını okumadan düzenlemiştir.

3. 80 sayfadan oluşan Esas Hakkındaki Görüş’te Refah Partisi ve Refah Partililerden bahsedilen sayfa sayısı sadece 2’dir.

4. “Esas Hakkındaki Görüş”te, iddianamede ileri sürülen iddia ve isnatlar ortada bırakılmış, bunların ispatı için Refah Partisi’ni ilzam edecek en ufak somut bir olay ve delil dermeyan edilememiştir.

5. “Esas Hakkındaki Görüş”ün hemen hemen tamamı, bir takım kitaplardan, makalelerden derlenen alıntılarla doldurulmuş, o kadar ki Sayın Başsavcıya iddiasını ispat için hukuki birkaç söz edecek yer kalmamıştır.

6. “Esas Hakkındaki Görüş”ü dolgun göstermek için eser ve basından seçilen tüm yazılar Refah Partisi’ne ve onun görüşlerine karşı olanların hatta husumeti olanların arasından özenle seçilmiştir. 

7. Sayın Başsavcı, “Esas Hakkındaki Görüşü”nde, en başta ortaya koyduğu kabule yani neticeye sun’i gerekçeler bulmaya çalıştığı için de birçok konuda Anayasal hakları ve İnsan Haklarını adeta yok saymıştır.

8. Hukuk sosyolojisinin temel konusu olan ve bugünkü demokratik hukuk düzeninin ve insan hakları kavramının oluşmasında büyük rolü olan kutsal dinlerin hepisini, alıntı yapılan bazı yazarların ateist uslup ve mantıklarıyla ağır eleştirilere tabi tutmuştur. Bu konuların Refah Partisi ile ve dava ile bir ilgisi bulunmadığı ve ayrıca özel ihtisas gerektiren konular olduğu için üzerinde duracak değiliz.

9. İddianamede olduğu gibi “Esas Hakkındaki Görüş”te de, sadece Refah Partisi değil;

TCK. nun 141, 142 ve 163. maddelerini kaldıran TBMM, o günkü Meclisi oluşturan ve şu anda bir kısmı muhalefette bir kısmı iktidarda olan tüm siyasi partiler;

İmam Hatip Okullarını ilk defa açan ATATÜRK dahil, elli yıl önce yeniden açan CHP iktidarının Başbakanı merhum Şemsettin GÜNALTAY ve açmaya devam eden 50 yıllık tarihimizin bütün hükümetleri ve o günden bugüne görev yapan tüm Meclisler; sorumsuzluk teminatını haiz ihtilal hükümetleri, hatta ve hatta bu partilere oy veren bütün millet tenkit edilmiş ve suçlanmıştır!

10. Sayın Başsavcı, “Esas Hakkındaki Görüşü”nde, Anayasa Mahkemesi’ne karşı açıkça (istediğim kararı verirsen şeref kazanırsın, vermezsen Anayasayı ihlal etmiş olursun) demek suretiyle adeta meydan okumuş, ve manevi baskı altına almak istemiştir.

11. “Esas Hakkındaki Görüş”ünde Sayın Başsavcı, Refah Partisi hakkında kendi kendine gerçek dışı bir takım kabuller yapmış, sonra da kendi kabullerini kendisi eleştirmeye çalışmıştır.

Birinci Bölümün (A) Kısmında, Refah Partisi Gerçeği’nin ne olduğu delilleriyle ortaya konmuştur. Bu arada Refah Partisi’nin demokrasinin ve laikliğin teminatı olduğu aynı şekilde delilleriyle belirtilmiştir.

Refah Partisi, Türkiye’nin en büyük partisidir. Milletimizin teveccühüne mazhar olmuştur. Refah Partisi, gücünü halktan ve demokrasiden almaktadır. Refah Partisi’nin demokrasiye her partiden daha fazla taraftar olması çok doğaldır. Aynı şekilde Refah Partisi laikliğin de samimi savunucusu ve teminatıdır. Laikliğin, ne taassup, ön yargı, kaba softa davranışlarla ihlal edilmesine izin verir ne de laikliğe aykırı olarak inançlara baskı yapılmasına sessiz kalır. 15 yıla yakın bir süredir bütün çalışmalarıyla, tatbikatıyla, beyanlarıyla yerel ve genel yönetimdeki icraatıyla bu gerçekler tarihe tescil olunmuştur.

Aynı şekilde Refah Partisi, Atatürk Milliyetçiliği’nin de, ulusal devletin de samimi, inançlı savunucusu ve takipçisidir. Bu hususta da 15 yıla yakın zamandır bütün beyanları ve icraatı apaçık ortadadır. Bu hususlar da aynı şekilde tarihe tescil edilmiştir.

Bütün milletimizin ve dünyanın bildiği bu gerçekler apaçık ortadayken yukarıda açıkladığımız temel sebebin etkisiyle Refah Partisi’ne her hangi bir ithamda bulunabilmek için delil ve hukuki gerekçe bulamadığından dolayı Sayın Başsavcı, “Esas Hakkında Görüş”ünün 1, 2, 3, 8 ve 9 numaralı bölümlerinde Refah Partisi hakkında kendi kendine hayali bir takım kabuller yapmaya sonrada kendi kabullerini kendisi eleştirmeye mecbur kalmıştır.

Yukarıda açıklanan Refah Partisi Gerçeği karşısında bu hayali kabullerin hiçbirisinin ne Refah Partisi ile ilgisi ne de hukuki bir değeri vardır.

Sayın Başsavcı, bir yandan gerçek dışı faraziyelere dayanmaya mecbur kalırken öbür taraftan da incelemeden ve araştırmadan gerçek dışı kabullere dayanarak bunların yanlış yorumlarıyla sun’i iddialar ortaya koymaya çalışmıştır. Aşağıda bunların çok belirgin bir kaç örneğini belirtmekle iktifa ediyoruz.

C.4. “ESAS HAKKINDA GÖRÜŞ” BÜTÜNÜYLE YANLIŞ BİLGİ, YANLIŞ YORUM, YANLIŞ SONUÇLARA DAYANMAKTADIR.1. Necmettin ERBAKAN ve arkadaşları hakkında yıllar öncesinden bugüne kadar belgelenmiş laikliğe aykırı tek bir davranış söz konusu değildir.

Sayın Başsavcı’nın bu konu ile ilgi iddiası tamamen gerçek dışıdır, maksatlıdır.

2. TCK 141, 142 ve 163. maddelerinin kaldırılmasında Refah Partisi’nin bir rolü olmamıştır.

Yüksek malumları olduğu üzere, ülkemizde fikir ve vicdan hürriyetinin kamil manada yaşanmasına engel gösterilen TCK.nun bu maddelerinin kaldırılması 12.04.1991 tarihinde 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun kabulü sırasında TBMM’de bulunan bütün siyasi partilerin oy birliğiyle ve alkışlarla gerçekleşmiştir.

O tarihte Refah Partisi henüz Parlamento’da değildi.

Hal böyle iken, Sayın Başsavcı’nın, hem bu teşrii tasarrufu illegal bir hareket gibi göstermeye kalkışması ve hem de bu tasarrufta en ufak bir rolü olmayan, olmasına da imkan bulunmayan Refah Partisi’ni ithama kalkışması gerçekten üzülünecek bir olaydır. Ancak bu itham maksatlıdır, Yüce Mahkeme’yi etkilemek için yapılmıştır.

3. 1995 yılındaki Anayasa değişikliği sırasında Refah Partisi’nin değişikliğe oy verdiği iddiası doğru değildir.

Zira, bu değişiklik, Refah Partisi dışında kendi aralarında anlaşan partilerin işbirliği ile gerçekleşmiştir.

Her ne kadar Anayasa Değişikliği oylamaları Anayasa’nın 175., Millet Meclisi İçtüzüğü’nün 94. maddesi gereği gizli ise de, gerek müzakereler esnasında yapılan konuşmalar ve gerekse oylama sonuçları Refah Partili Milletvekillerinin bu Anayasa’ya kabul oyu vermediklerini isbata yeterlidir.

Dolayısıyla Sayın Başsavcı’nın bu konudaki kabulü de yanlıştır, gerçek dışıdır.

Aynı şekilde Sayın Başsavcı’nın bu yanlış kabule dayanarak yaptığı yorum da yanlıştır. Bu yorumla vardığı sonuç da yanlıştır. 

Şöyle ki; Sayın Başsavcı “Esas Hakkındaki Görüş”ünde, Refah Partisi 1995 Anayasa değişikliğinde yapılan değişikliklere müsbet oy verdi, bunu takiben oyları artınca bu sefer bu değişikliğe karşı çıkmaya başladı. Bu demektir ki her ne kadar Refah Partisi şimdi laikliği benimsemiş ve laikliğe uygun hareket ediyorsa da yarın oyları daha çok artınca aynı şekilde “laikliğe de karşı çıkacaktır” 

İşte Sayın Başsavcı’nın yukarıda açıkladığımız etkilerin altında açtığı bu davadaki hukuka ve gerçeğe aykırı iddiasını kabul ettirebilmek için başvurduğu metod bu mantıktır. Bu mantığa göre;

Gerçek dışı bir kabul yapacaksınız. Bunu gerçek dışı bir yoruma tabi tutacaksınız. Vardığınız gerçek dışı sonucu kabule şayan bir şeymiş gibi göstermeye çalışacaksınız.

Burada şunu da belirtelim ki, Refah Partisi 1995 değişikliğine oy vermemiş olsa bile Anayasa’ya ve Anayasal düzene bağlı bir partidir. 

Bütün bunlara rağmen Sayın Başsavcı’nın, “Esas Hakkındaki Görüş”ünde yeralan bu yanlış kabul, yanlış yorum ve yanlış sonucun yine de ortaya koyduğu önemli bir gerçek vardır: o da Sayın Başsavcılığın, Refah Partisi’nin bugüne kadar laikliği benimsediğini ve laikliğe uygun hareket ettiğini itiraf edişidir. Yanlış bir mantıkla “şimdi böyle yapıyorlar bundan sonrada şöyle yapacaklar” vehminin hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü; vehmin hukukta yeri yoktur zira, hukukta “Vehme İtibar Olunmaz“.

4. İmam Hatip Okullarının en fazla MSP döneminde açıldığı isnadı da doğru değildir.

Çünkü Milli Eğitim Temel Kanunu uyarınca okul açmak Bakanlar Kurulu’nun değil, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kararıyla gerçekleştiğine; prosedür böyle olduğuna, 54. Hükümette Refah Partili ve daha önceki yıllarda Milli Selamet Partili hiçbir milletvekili, Milli Eğitim Bakanlığı yapmadığına, küçük bir araştırma sonucu bu hususu Sayın Başsavcı’nın kolayca öğrenmesi mümkün olduğuna göre bu araştırmayı yapmadan bu ithama tesevvül etmesi gerçekten şayan-ı hayret bir olaydır.

Kaldı ki hükümetlerin icraatlarını denetlemek, Sayın Başsavcı’nın değil, TBMM’nin görevidir. 

Diğer yandan Milli Eğitim Bakanlığı’nın İmam Hatip Okulu açması, kaynağını, Anayasa ve yasalardan alan normal bir hükümet icraatıdır. Eğer İmam Hatip Okulu açmak suç sayılacaksa veya parti kapatma sebebi olacaksa Refah Partisi’nden önce diğer partilerin kapatılması gerekir.

5. Refah Partisi’ndeki pekçok ünlü insanın, İmam-Hatip Okulu’ndan mezun olduğu iddiası da maksatlı olarak ortaya atılmıştır.

Hemen ifade edelim ki, İmam-Hatip Okulları, devletin resmi okullarıdır.

Her partide olduğu gibi Refah Partisi’nde de İHL çıkışlı milletvekilleri ve teşkilat mensupları vardır. Bunların arasında ünlü olanlar da vardır. Yalnız hemen belirtelim ki Refah Partisi’nde normal lise çıkışlı olanların sayısının yanında, İHL çıkışlıların sayısı çok az kalır.

Burada da hemen belirtelim ki; Anayasa’nın 10. maddesine tamamen aykırı olarak, vatandaşlar arasında ayırım yapmak suretiyle İmam Hatip Okulu mensuplarını 2. sınıf vatandaş sayarak her hangi bir partide İmam Hatip Okulu mezunu çok, öyleyse bu parti tehlikelidir yorumu da bundan önceki yanlış kabul ve yorumların bir diğer tipik örneğidir.

6. Sayın Başsavcı’nın, Esas Hakkındaki Görüş’ünü hazırlarken baştan sona kadar gerçek dışı faraziyelere yanlış bilgi, yanlış yorum ve yanlış sonuca dayandığının diğer bir açık örneği de:

Esas Hakkındaki Görüş’ün 44. sayfasında yer verdiği;

“Yine Federal Almanya yakın bir geçmişte Hürriyetçi İşçi Partisi’ni kapatmıştır”ifadesidir.

Bu ifadeye dayanarak bunun arkasından da:

“Yakın tarihin incelenmesi bize gösteriyor ki, herhangi bir demokratik ülkede…..”ifadelerini kullanmaya tevessül etmiştir.

Gerçeklerin bu şekilde tersine çevrilmeye çalışılması kanaatimizce tasvip edilemeyecek bir davranıştır.

Zira,

Defalarca belirttiğimiz gibi çağdaş demokratik Batı ülkeleri siyasi parti kapatmayı takriben 50 yıldan beri terk etmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’nın arkasından Nazizm ve Faşizmin olumsuz etkilerinin henüz zihinlerde taze olduğu bir dönemde Almanya’da açıkça demokrasiyi kaldıracağını programına koyan ve bu yolda toplumu rahatsız edici eylemler yapan iki parti kapatılmış bu olay o zamandan beri hep hukuk otoritelerince tenkit edilmiş ve bu partiler sonradan tekrar kurulmuş, fakat bir daha kapatılmamışlardır.

Böylece, çağdaş Batı demokrasilerinde takriben 40-50 yıldan beri siyasi parti kapatılması artık terk edilmiştir.

Hal böyle iken gerçekleri tamamen ters gösterebilmek için,

Esas Hakkındaki Görüş’te:

“Yine Federal Almanya yakın bir geçmişte Hürriyetçi İşçi Partisi’ni kapatmıştır”cümlesine yer verilmiş olması dikkatle ve ibretle ele alınması gereken bir konudur.

Çünkü,

Gerçek odur ki:

“Hürriyetçi İşçi Partisi” (Freie Arbeiterpatei) Alman Anayasası’nda ve Siyasi Partiler Kanunu’nda öngörülen usul esaslarına göre kurulup teşekkül etmiş bir siyasi parti değildir.

Siyasi parti kapatma davalarının Anayasa Mahkemesi’nde görülmesi, siyasi partilerle ilgili bir güvence olarak telakki edildiği için; Federal Anayasa Mahkemesi parti kapatma talebiyle açılan bir davada dava konusu örgütün Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu’na göre kurulmuş bir siyasi parti niteliğinde olup olmadığını öncelikle inceleyerek karara bağlamaktadır. Eğer dava konusu örgüt, hukuki anlamda siyasi parti niteliğinde değilse, Anayasa Mahkemesi, davayı öncelikle bu gerekçeyle reddetmektedir (BVerfGE 91, 262 vd. [266] 276 vd. [283]).

Bu mülahazalarla Federal Hükümetin başvurusunun reddedilmesi dolayısıyla; her ne kadar isminde “parti” ibaresi bulunsa da, hukuki anlamda bir dernek statüsünde olan adı geçen örgüt, Federal İçişleri Bakanlığı’nın 27.2.1995 tarihli kararı ile yasaklanmıştır.

Gerçek böyle olduğu içindir ki Sayın Başsavcı 40-50 yıldan önce kapatılmış olan iki komünist ve faşist partinin Alman Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldığını ifade ettiği halde, isminde parti kelimesini kullanan bu derneğin kapatılmasını “Yine Federal Almanya” tabiriyle ifade ederek bu derneğin de sanki Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış izlenimi vermeye çalışmakta ama “Federal Almanya Anayasa Mahkemesi” ifadesi yerine “Yine Federal Almanya” demek suretiyle olayın bir parti kapatma olayı değil, bir derneğin İçişleri Bakanlığı’nca faaliyetten men edilmesi olayı olduğunu dikkatlerden kaçırmaktadır.

Sanki yakın tarihtede bir parti kapatılmış gibi gösterilmeye çalışılmak suretiyle gerçek dışı farazi yollara dayanılmakta, bu yanlış bilgi ve yanlış kabule dayanılarak bundan sonraki cümlelerde de,

“Yakın tarihin incelemesi bize gösteriyor ki”  tabirlerini kullanmak suretiyle yanlış yoruma ve yanlış sonuca ulaşmaya çalışmaktadır.

Bütün bunlar Sayın Başsavcı’nın Esas Hakkındaki Görüş’ünü hangi düşünce ve davranışlarla hazırladığını gösteren pek çok misalden sadece birisidir.

Görüldüğü gibi Sayın Başsavcı’nın “Esas Hakkında Görüş”ünde sergilediği mantık baştan sona kadar budur. Bu düşünce tarzının daha pek çok misallerini sıralamak mümkündür.

D. DÖRDÜNCÜ KISIM: BU BÖLÜMÜN SONUCU OLARAK;Bu bölümün (A) kısmında açıklanan “Refah Partisi Gerçeği” karşısında, (B) kısımında açıklanan sebep ve saikle açılmış olan bu davada, isnadın, gerçekle ve hukukla bir ilgisi bulunmamasından dolayı, Sayın Başsavcılık, gerek İddianame’de, gerekse “Esas Hakkındaki Görüş”ünde sadece gerçek dışı faraziyelere, yanlış bilgi ve yanlış kabul, yanlış yorum ve yanlış sonuca dayanmak suretiyle “Esas Hakkındaki Görüş”ünü hukuki hiçbir değeri olmayan bir takım gazete kupürlerine istinad ettirmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu durum karşısında, gerek İddianame’nin, gerekse “Esas Hakkındaki Görüş”ün hiçbir hukuki dayanağı bulunmamaktadır.

Bu dava delilden de mahrumdur. Hem usül hem de esas yönünden reddedilmesi gerekir.

II . BÖLÜM

SAYIN BAŞSAVCININ ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ İÇ HUKUKUMUZUN AYRILMAZ PARÇASI OLAN TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI YÜKÜMLÜLÜKLERİNE DE AYKIRIDIR.

 

A. BİRİNCİ KISIM: 

GİRİŞYukarıda belirttiğimiz gibi, 1. Bölümün (A) kısmında “Refah Partisi Gerçeği” ana hatlarıyla kısaca ortaya konmuş (B) kısmında ise, bu gerçek karşısında böyle bir davanın açılmasına imkan olmadığı halde hangi saik ile bu davanın açıldığı belirtilmiş, (C) kısmında ise hukuken mümkün olmadığı halde böyle bir davanın açılabilmesi için Sayın Başsavcılığın hangi yollara tevessül etmek mecburiyetinde kaldığı açıkca gösterilmiştir.

Şimdi bu II. Bölümde ise Sayın Başsavcı’nın;

Hukuku, insan haklarını, uluslararası anlaşmaları, Anayasa’yı ve yasaları yok saymak mecburiyetiyle karşı karşıya kaldığını açıklıyacağız.

Bu gerçeği ortaya koymak için önce Sayın Başsavcı’nın Esas Hakkındaki Görüşünde ileri sürdüğü bu hususla ilgili gerçek dışı kabul ve yorumlarını özet olarak belirtmekte ve sonra da bu kabul ve görüşlerin gerçek dışı olduğunu delilleriyle ortaya koymakta yarar görüyoruz.

Bunun için aşağıdaki bölümlerde sırayla:

  • Sayın Başsavcı’nın, dünyadaki “İnsan Hakları“, “Demokrasi”, “Özgürlük” ve “Siyasi Partiler Hukuku” ile ilgili çağdaş gelişmeleri ters göstermeye ve bunu kabul ettirebilmek için 50 yıl öncesine ait terk edilmiş görüşleri yeni görüşlermiş gibi göstermeye çalışmasını, 
  • Yine Sayın Başsavcı’nın, bununla beraber çağdaş gelişmeyi ters göstermenin mümkün olmadığını bildiği için bu sefer de, zımnen “ben çağdaş gelişmeleri, Türkiye’nin uluslararası taahhütlerini ve milli hukukumuzun ayrılmaz parçası olan uluslararası çağdaş hukuk yorumlarını kabul etmem” demek mecburiyetinde kaldığını, 
  • Çağdaş demokrasilerde terörle ilgisi olmayan siyasi partilerin hangi şart altında olursa olsun kapatılmalarından vazgeçilmiş olduğunu, 
  • Uluslararası anlaşmaların ve çağdaş normların iç hukukumuzun ayrılmaz parçası olduğunu, 
  • Yüksek yargı organlarımızın uygulamalarının, uluslararası çağdaş normları esas almakta olduğunu inceleyeceğiz. 
  1. İKİNCİ KISIM: SAYIN BAŞSAVCI, DÜNYADAKİ “İNSAN HAKLARI”, “DEMOKRASİ”, “ÖZGÜRLÜK” VE “SİYASİ PARTİLER HUKUKU” İLE İLGİLİ ÇAĞDAŞ GELİŞMELERİ TERS GÖSTERMEYE ÇALIŞIYOR. 

BUNU KABUL ETTİREBİLMEK İÇİN 50 YIL ÖNCESİNE AİT TERKEDİLMİŞ GÖRÜŞLERİ, YENİYMİŞ GİBİ GÖSTERMEYE ÇALIŞIYOR. 

Demokrasilerde “Siyasi Parti Kapatılamaz” Sözünün Tartışılması:

Bu konudaki son 50 senelik gelişmeler görüşümüzü doğruluyor:

Ön Savunma’mızda, çağdaş dünyada ve yurtta, Siyasi Partiler Hukuku’nda meydana gelen son gelişmeleri ele almıştık. Ön Savunma’mızın “1.bölüm, 3.Fasıl, A Kısım” Bölümünde çağdaş dünyadaki gelişmeleri ayrıntıları ile açıklamış, “1.Bölüm, 1.Fasıl, Kısım B-4” ve onu takip eden paragraflarda ise yurdumuzdaki gelişmelere değinmiştik.

İncelendiğinde görülür ki, çağdaş dünyada ve yurdumuzda meydana gelen gelişmeler, Siyasi Partiler Hukuku’nda daha özgürlükçü, siyasi hak ve hürriyetleri daha koruyucu, bu alanda kollektif cezalandırma metotlarından uzaklaşılmasını öngören, eğer yasaklara veya parti yasaklarına aykırı davranışlar varsa, bu davranışları önlemeye yönelik gelişmelerdir. 

Çağdaş dünyada meydana gelen bu gelişmelerle ulaşılan nokta;

Terörle ilgisi olmayan siyasi partilerin hangi şart altında olursa olsun kapatılmalarından vazgeçilmiştir.

Aşağıdaki kısım (D) de bu husus bir kere daha delilleriyle ortaya konmuştur. 

Hal böyle iken;

Sayın Başsavcı, I. Bölümde açıkladığımız sebeplerden dolayı gerçekle ilgisi olmayan bu davayı sürdürebilmek için bu açık gerçeği tersine göstermek mecburiyetini hissetmiştir.

Bunun için, “Esas Hakkındaki Görüşü”nün 4. Bölümünü bu konuya hasretmiş, çağdaş gelişmeleri tersine göstermeye tevessül etmiş, 50 yıl öncesine ait terkedilmiş görüşleri canlandırmaya çalışmış, yeni görüşlermiş gibi takdim etmiş ve boşuna bir uğraşının içine girmiştir.

Nitekim, “Esas Hakkındaki Görüşü”nün 4. kısmı incelendiğinde, Demokratik Batı Ülkelerinde 2. Cihan Harbi’ni takip eden yıllardaki bazı olayların zikredildiği, bu meyanda Almanya’da 23 Ekim 1952 tarihinde faşist Hitlerci “Sosyalist REICH Partisi’nin”, yine Almanya’da 17 Ağustos 1956 tarihinde proğramında açıkca proleterya diktatörlüğünü kuracağını ilan eden “Almanya Komünist Partisi”nin, ayrıca İtalya’da aynı tarihlerde faşist partinin kapatıldığını, misal olarak göstermeye tevessül etmiştir.

Bundan başka, Amerika’da Komünist Partiye karşı Mc Carty dönemine ait alınan bazı kısıtlayıcı tedbirlerden ve İngiltere’deki terörist IRA örgütünün siyasal kanadını teşkil eden Sinn Fein Partisi hakkında alınan aynı şekildeki bazı kısıtlayıcı tedbirlerden söz etmiştir.

Bu olaylar takriben 50 yıl öncesine aittir. Almanya’da kapatılan partiler, sonradan tekrar kuruldukları halde, bunların çağdaş dönemde kapatılmadığını belirtmekten kaçınılmıştır. Bu eski dönemdeki kapatmalara dahi çağdaş dönemde yıllardan beri hukukcular tarafından yapılan ağır tenkitler hiç söz konusu edilmemiştir ve bu konularla ilgili bazı kitaplardan yapılan alıntılar bu kitaplardaki ana fikirleri tersine gösterecek şekilde özel surette tertip edilerek takdim edilmiştir. Ve böylece gerçekler gizlenmeye ve tersine gösterilmeye çalışılmıştır. 

O kadar ki, 124. sayfada da belirttiğimiz gibi, sanki çağdaş demokrasilerde son yıllarda da siyasi partiler kapatılıyormuş görüntüsünü verebilmek için Almanya’daki Hürriyetci İşçi Partisi (Freie Arbeiterpatei) isimli bir derneğin Almanya İçişleri Bakanlığı tarafından faaliyetinden men edilmesi olayını, sanki Alman Anayasa Mahkemesi yakın tarihlerde parti kapatmış gibi gösterilmeye tevessül edilmiştir. 

Aşağıdaki kısım (D)’de bu husustaki gerçekler delilleriyle ortaya konmuştur. Gerçeğin, Sayın Başsavcı’nın gösterdiği gibi değil, tam tersine olduğu açıkca ispatlanmıştır. 

Bir kere daha vurguluyoruz ki, gerek çağdaş dünyanın ve gerekse Türkiye’nin bugün gelmiş olduğu nokta;

Terörle ilgisi olmayan siyasi partilerin hangi şart altında olursa olsun kapatılmalarından vazgeçilme noktasıdır.

Bu gerçeği delilleriyle ortaya koymak için Ön Savunma’mızın 14 ila 19. sayfalarında yer alan (Ön Savunma: Bölüm I, Fasıl: 1, Kısım B-4 ve B-5’i) bir kere daha takdirlerinize sunuyoruz.

B.1. MİLLİ HUKUKUMUZUN, SİYASİ PARTİLERLE İLGİLİ GAYESİ DE; ÇAĞDAŞ DEMOKRASİ, İNSAN HAKLARI VE ÖZGÜRLÜK STANDARTLARINA NOKSANSIZ UYMAKTIR. Ön Savunma’mızda da belirttiğimiz gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha kuruluş esnasında bile, her sahada çağdaşlık temel ilke olarak benimsenmiştir. O günden bugüne kadar da daima çağdaş gelişmelere uymak için elden gelen gayret gösterilmiştir. Çağdaşlığın ölçüsü olan demokrasi, insan hakları, özgürlük bakımından da en ileri ülkelerdeki uygulamaların ortaya koyduğu dünya standartlarına ulaşmak ve aynı seviyede olmak Türkiye’nin her zaman temel gayesi olmuştur. 

Siyasi partilerle ilgili Anayasa ve Kanuni düzenlemeler de bu temel prensipler ve hedefe bağlı olarak geliştirilmiştir. 

B.2. TÜRKİYE’NİN UYMAYI TAAHHÜT ETTİĞİ ULUSLARARASI ANLAŞMALARA GÖRE SİYASİ PARTİLER HUKUKU’NDA GELDİĞİ SON NOKTA: Uluslararası andlaşmalar ‘Kanun hükmünde’ olup doğrudan uygulanma gücüne sahip olduğundan, gerek Lozan Andlaşması, gerekse AİHS hükümleri, Türkiye için bugün gelinen nokta hakkında açık ve net ilkeler ortaya koymaktadır. Siyasi parti davalarında da AİHS hükümlerinin gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Bu gereklilik, yüksek mahkemelerin varlık nedenleri (raison d’etre) düşünüldüğünde, kendini daha fazla hisettirmektedir. Anayasa Mahkemeleri, hak ve özgürlükleri, kamu erkini kullananların muhtemel ihlallerine karşı korumak için vardırlar. (DURAN, L.: ‘The Function and Position of Constitutional Jurisdiction in Turkey’, in: Turkish Public Administration Annual, 1984, no.11, sh.3)

Anayasa Mahkemesi eski üyelerinden Sayın Yılmaz Aliefendioğlu‘nun kelimeleriyle ifade edecek olursak:

“Anayasa Mahkemesi, Anayasa ilkelerini yorumlarken, insan hak ve özgürlüklerinin eriştiği çağdaş anlayış ve insan haklarına saygıyı sürekli göz önünde tutmak, Anayasa’nın öngördüğü devlet yetkileriyle temel hak ve özgürlükler arasındaki dengenin korunmasına özen göstermek durumundadır” (‘Karşıoy Yazısından E.1993/3, K.1994/2, AMKD, sayı 30, cilt 2, sh.1217/1218.)  Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Yekta Güngör Özden de Anayasa Mahkemesi’nin 30. Kuruluş Yıldönümü’nde düzenlenen Sempozyum’un açış konuşmasında aynı gerçeği belirtmiştir.

Sayın ÖZDEN’e göre:

“İnsan hakları evrensel bir ülküdür. Her durum ve koşulda, her zaman yaşanıp savunulmalı, hiçbir nedenle sınırlanmamalı ve özüne dokunulmamalıdır. İnsan haklarının çiğnenmesi bağışlanmaz bir suç kabul edilmedikçe bu konudaki yakınmaların arkası kesilmez. Hukukçuların, özellikle Anayasa yargıçlarının bu konuda sorumlulukları büyüktür. Mahkememiz, insan haklarına dayanan, yollamalar yapan kararlar vermektedir. Yargıçların da uluslararası sözleşmelere daha çok özen göstermesi gerekir.” (‘Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Göngör Özden’in Açış Konuşması’, Anayasa Yargısı, no.9, sh.10/11.)Anayasa Mahkemesi Raportörü Sayın Doç. Dr. Mehmet Turhan’ın da belirttiği gibi:

“Anayasa Mahkememiz, bir siyasî partinin kapatılması davasında, “Kanun hükmünde” olduğu için AİHS’ni Siyasi Partiler Yasası ile birlikte değerlendirmek; Anayasa’ya aykırılığı tespit ederken de, Anayasa hükümlerini AİHS’de (ve ek Protokollerde) öngörülen hak ve özgürlükleri dikkate alarak yorumlamak durumundadır.’ (TURHAN, M.: ‘Demokratik Devlet İlkesi Açısından Siyasi Partilerin Kapatılmaları ile İlgili Hükümlerdeki Uyumsuzluklar’, in: Yeni Türkiye Dergisi, sayı 10, yıl: 1996, sh.420.)  Nitekim, Anayasa Mahkemesi kimi kararlarında, AİHS’nin örgütlenme hakkını düzenleyen 11. maddesine göndermede bulunmuştur. (Örneğin bkz. E.1993/3 K.1994/2, 16.6.1994; AMKD, sayı:30, Cilt:2, sh.1207/1208)

Dolayısıyla, Türkiye’de bir siyasî parti kapatma davasında, şu hususların değerlendirilmesi gerekir:

a- Siyasi parti kapatma kararı AİHS 11. maddesinin ikinci paragrafından sayılan sebeplerden hangisine dayandırılmaktadır? Partinin programı ya da eylemleri kamu güvenliğini mi tehdit etmektedir? Genel Ahlak’a mı aykırıdır? Yoksa başkalarının hak ve özgürlüklerini mi ihlal etmektedir? 

Öncelikle bu soruları sınırlama temellerini dar bir yoruma tabi tutarak cevaplamak gerekir.

Anılan sorulara açık ve kesin cevaplar bulunamıyorsa bir siyasî partinin kapatılması talebiyle dava açılamaz.

Sınırlama nedenlerini keyfi, geniş yoruma tabi tutarak ve kapsamlarını genişleterek de bu sorular ‘olumlu’ yönde cevaplandırılamaz. 

Anayasa Mahkemesi Raportörü Sayın Doç. Dr. Mehmet Turhan bu kavramlardan ne anlaşılması gerektiğini şu şekilde açıklıyor:

“Bir siyasî partinin kapatılması sözkonusuysa, örgütlenme hak ve özgürlüğünün AİHS’nin 11. maddesinin ikinci fıkrasında sayılan ‘milli güvenlik’, ‘kamu güvenliği’ ve ‘….başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması’ gibi kısıtlama sebeplerinin somutlaştırılması gereklidir. Milli güvenliğin korunması sebebine dayanmak için, örgütlenmenin, ülke topraklarını parçalamaya yöneldiği ve bu amaca yönelik hareketlerin bölge barışını bozma eğilimi gösterdiği delillendirilmeli; kamu güvenliğinin korunması sebebini ileri sürebilmek için ise parti örgütünün terörü des-teklediği veya yönettiği, halk arasında kin ve husumet duygularını körüklediği ispat edilmelidir. Keza, başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması sebebine dayanabilmek için de, terörle örgütün (partinin) bağlantısı kanıtlanmalıdır.” (TURHAN, Yeni Türkiye, Sayı 10, sh.422) b- Bu sebeplerden bir ya da daha fazlası ileri sürülerek partinin kapatılması isteniyorsa, bunun “demokratik bir top-lumda gerekli” olup olmadığı sorgulanmalıdır. AİHK‘nun Sosyalist Parti davasında da vurguladığı gibi, rastgele, keyfi sınırlandırmaları önlemek için “demokratik bir toplumda gereklilik” katı (strict) bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. (Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun 26 Kasım 1996 tarih ve 21237/93 Sayılı kararı: Sosyalist Parti davası, parg. 81) (Ön Savunma Ek: Bölüm I, No:1)

Burada dikkate alınması gereken husus, bir siyasî partiyi kapatmanın “acil bir toplumsal gereksinme“ye (pressing social need) matuf olup olmadığıdır. Bir başka ifadeyle, zorunlu, kaçınılmaz ve acil bir sosyal ihtiyaç olmadığı müddetçe haklar sınırlandırılamaz.

Bu nedenle, yıllar önce söylenmiş olduğu iddia edilen sözler delil gösterilerek, bir siyasî partinin kapatılması mümkün değildir. 

Nitekim 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu’nun parti üyelerinin eylem ve konuşmalarının üzerinden iki yıl geçmişse, değerlendirmeye alınamıyacağını belirten hükmü böylesi iddiaların önünü kesmek içindir. (Madde 101/d-1)

Aynı şekilde, kapatılması istenen siyasî partinin eylem ve düşüncelerinin “potansiyel tehlike teşkil ettiği” ve “ileride büyük zararlara sebep olabileceği” gibi faraziyelerle de örgütlenme özgürlüğü kısıtlanamaz.

Bu açıklamalar ışığında, İddianamede yer alan ve Sayın Başsavcı’nın Parti’mizin kapatılmasına delil olarak ileri sürdüğü görüş ve beyanların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile garanti altına alınmış, ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında ele alınması gerektiği açıktır. Aşağıda ayrıntısıyla izah edileceği üzere; iddia konusu görüş ve konuşmaların AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrasındaki sebepler kapsamında mütalea edilmesi mümkün değildir. Bu ifadelerin, “geniş” ve “keyfi” yorumlanması halinde dahi sınırlandırma sebeplerine dayanılması mümkün değildir. Ayrıca, bu şekildeki sınırlandırmalar, temel unsurları “çoğulculuk” ve “hoşgörü” olan demokratik bir top-lumda “gerekli“de değildir. Dolayısiyle, parti kapatma davaları, bir yandan örgütlenme hakkını ortadan kaldırmakta, diğer yandan da ifade özgürlüğünün alanını son derece daraltmaktadır. Çağdaş demokrasilerde şiddet ve terörü savunmayan, başkaları için “açık“, “ciddi“, “mevcut” ve “somut” bir tehlike teşkil etmeyen siyasî partiler kapatılamaz ve kapatılmamaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasının soğuk savaş şartlarında ve faşist rejimlerin olumsuz etkilerinin hafızalarda henüz canlı olduğu bir dönemde, Federal Almanya Anayasa Mahkemesi’nin Faşist Parti ve Komünist Partisi’ni kapatma kararları, 50 yıl önceki o dönemin şartları içinde değerlendirilmesi gereken istisnai durumlardır. Bunun dışında, çağdaş dünya-nın bugün ulaştığı noktada genel kural olarak siyasî partiler kapatılamaz. Kapatılamaz, zira siyasî partiler modern demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarıdır. Nitekim, aynı partiler daha sonra tekrar kurulmuş; fakat, bir daha kapatılmamışlardır.

Helsinki İnsan Hakları İzleme Komitesi (Human Rights Watch) gibi saygın NGO’ların ve The Ecomomist gibi prestijli uluslararası dergilerin partimizin kapatılması istemiyle açılan davaya gösterdikleri duyarlılık ve tepki de esasen bu hakikatı ifade etmektedir. (Bkz. Refah Partisi’nin Kapatılmasına Dair Davaya İlişkin İnsan Hakları İzleme Komitesi Helsinki: Endişe Beyanatı, 3 Temmuz 1997 ve ‘Generals and Politics: The Increasing Lonilenes of being Turkey’, The Economist, 19 Temmuz 1997) (Ön Savunma Ek: Bölüm I, No:2-Ek: Bölüm I, No:3)

Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun Türkiye Birleşik Komünist Partisi ve Sosyalist Partisi’nin kapatılma kararlarını, Sözleşme’nin 11. maddesi ile garanti altına alınan örgütlenme özgürlüğüne oybirliği ile aykırı bulması da bu görüşe somut destek teşkil etmektedir. (Bkz. TC. Dışişleri Bakanlığı’nın Adalet Bakanlığı’na yazdığı AKGY+387-2614 sayı ve 25 Şubat 1997 tarihli yazı) (Ön Savunma Ek: Bölüm I, No:4) ” 

Davamızla ilgili olarak, çağdaş ve milli hukuk alanında gelinen nokta, varılan aşama nedir dersek, bu sualin tek bir cevabı vardır. O da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen 11. maddesindeki hükümlerdir.

Yukarıda da izah edildiği gibi, bu hükümlere göre bir parti ancak:

  1. Milli güvenliğin korunması için (yani ülke topraklarının bölünmeye yönelinmesi), 
  2. Partinin, bir terör örgütünü yönettiğinin anlaşılması, 
  3. Veya terör örgütü ile bağlantısının bulunması, 

hallerinde kapatılabilecektir. Varılan bu son prensiplerden geriye gidilmesi sözkonusu olamaz. Potansiyel tehlike iddiası veya ileride belki zarar verebileceği gibi faraziyelere çağdaş hukukta yer yoktur.

C. ÜÇÜNCÜ KISIM: SAYIN BAŞSAVCI ÇAĞDAŞ GELİŞMEYİ TERS GÖSTERMENİN MÜMKÜN OLMADIĞINI BİLDİĞİ İÇİN BU SEFER DE ZIMNEN “BEN ÇAĞDAŞ GELİŞMEYİ ULUSLARARASI YÜKÜMLÜLÜKLERİMİZİ VE İÇ HUKUKUMUZUN AYRILMAZ PARÇASI OLAN ULUSLARARASI HUKUK NORMLARINI KABUL ETMEM” DEMEK MECBURİYETİNDE KALIYOR.Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Sayın Başsavcı “Esas Hakkındaki Görüşü”nü, bizim Yüksek Mahkeme’nize sunduğumuz “Ön Savunmamızı” okumadan hazırlamıştır.

Bu davranışın, bütün hukuk aleminden ve kamuoyundan gördüğü büyük tepki herkesin malumudur. Bu durum karşısında, bu benzeri görülmemiş davranışı savunabilmek için 08.08.1997 tarihinde bir basın toplantısı yapmaya tevessül etmiştir. Ancak aradan geçen iki gün zarfında dahi Ön Savunmamızı inceleme imkanı bulamadıkları için, adı geçen basın toplantısında, basın mensuplarının kendisine Helsinki İzleme Komitesi gibi uluslararası insan hakları teşkilatlarının tepkisi hatırlatıldığında herkesi hayrete düşüren şu sözleri sarf etmiştir:

“Ben bir müstemleke devletin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başsavcısıyım.” Bu sözlerin manası açıktır. Bununla kastedilen şey;

“Ben çağdaş gelişmeleri, uluslararası yükümlülüklerimizi ve iç hukukumuzun ayrılmaz parçası olan uluslararası hukuk normalarını kabul etmem.”

Sayın Başsavcı, bütün dünyadaki son 50 yıllık çağdaş gelişmeleri ve Türkiye’nin bu süre esnasında bütün dünyaya paralel adımlarını ana hatlarıyla takip etme imkanını bulamamış olsalar dahi, şayet Ön Savunma’mızı lütfedip incelemek imkanını bulabilmiş olsalardı bu yanılgıya düşmeyeceklerdi.

Çünkü; Ön Savunma’mızda, 

I. Bölüm, 1 Fasıl, Kısım-A’da: Sayfa 27-32:

“Dünyadaki gelişmeler: Dünya küreselleşiyor. Artık bir ülkenin çağdaşlığı demokrasi, insan hakları ve özgürlük standartları ile ölçülüyor.” bölümünde

“Bilhassa son 50 yılda bütün dünyadaki demokrasi, insan hakları ve özgürlük” sahasında yaşanan çağdaş gelişme.

I. Bölüm, 3. Fasıl, Kısım-A’da (Sayfa 56-62):

“Çağdaş demokrasilerde siyasal partilerin kapatılması, ifade özgürlükleriyle bağdaşmaz” bölümünde ise:

Bugün çağdaş demokratik ülkelerde siyasi partiler hukukunda gelinen son nokta bilirtildiği gibi,

I. Bölüm, 1. Fasıl, 2. Kısım’da (Sayfa 33-35)

“B-1, Türkiye bütün bu uluslararası, demokrasi, insan hakları ve özgürlük standartlarına uymayı taahhüt etmiş bir ülkedir.”

“B-2 Uluslararası taahhütler milli hukukun bir parçasıdır.”

Bölümlerinde, Türkiye’nin,

Birleşmiş Milletler Antlaşması,

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi,

Avrupa Konseyi Statüsü,

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi,

Halsinki Nihai Senedi (Sayfa: 31),

Paris Anlaşması,

gibi bütün uluslararası anlaşmaları imza ettiği ve böylece bu anlaşmalardaki hükümlere uyması taahhüt ettiği belirtildiği gibi; 

Yine Türk vatandaşlarının ve kuruluşlarının AİHK’na müracaatını 1987’de, AİHM (Divanın) yetkisini ise 1990’da kabul ettiği belirtilmiştir.

Böylece Türkiye AİHM’ni de yetkili mahkeme olarak kabul etmiş, imzaladığı anlaşmaların ilgili hükümleri gereğince vatandaşlarının ve kurumların müracaatlarını tanımış, bu mahkemelerin hükümlerine uymayı taahhüt etmiştir. 

Yine Ön Savunma,

Bölüm I, Fasıl-1, Kısım B-2 (Sayfa 34)

“Uluslararası taahhütler Milli Hukukun bir parçasıdır” Bölümünde ise aynen aşağıdaki açıklamalara yer verilmiştir:

Anayasa’nın 90. maddesinde açıkca:

“Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak anlaşmaların onaylanması, TBMM’nin onaylamayı bir Kanunla uygun bulmasına bağlıdır….

Usulüne göre yürürlüğe konmuş milletlerarası anlaşmalar Kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz.” hükmü yer almıştır.

Bu hükme göre, Türkiye usulüne uygun şekilde, yukarıdaki uluslararası anlaşmaların altına imza koymuş, bu anlaşma hükümlerini onaylayarak yürürlüğe koymuştur. 

Bu anlaşmaların hükümlerinin Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülemeyeceği gibi, bunlar Milli hukukun bir parçası olduğundan, mer’i hukukta tatbiki zaruri hükümlerdir.

Aynı şekilde Türkiye;

Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın 14. bölümü gereği kurulan uluslararası Lahey Adalet Divanı‘nı uluslararası yetkili bir yargı mercii olarak tanımıştır ve yine yukarıda belirtildiği gibi:

Ve yine yukarıda belirtildiği gibi, Türk vatandaşlarının ve kuruluşlarının Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na (AİHK) müracaatını 1987’de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (Divanın) (AİHM) yetkisini ise 1990’da kabul etmiştir.

Böylece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni de yetkili mahkeme olarak kabul etmiş, bu Anlaşmaların ilgili hükümleri gereğince vatandaşlarının ve kurumlarının bu Mahkemelere müracaat hakkını tanımış, bu Mahkemelerin hükümlerine uymayı taahhüt etmiştir.

Dolayısıyla, AIHS hükümleri,

meri hukukta tatbiki zaruri hükümlerdir.

Çağdaş insan haklarının, demokrasi ve özgürlüklerin ülkemize getirilmesi ile ilgili uluslararası hukuk normlarına uymayı Türkiye’nin müstemleke olması şeklinde yorumlamak mümkün değildir. Çünkü Türkiye bu ulusararası çağdaş adımları başkalarının kendisine empoze etmesi suretiyle değil kendi serbest iradesiyle şuurlu olarak kabul etmektedir.

D. DÖRDÜNCÜ KISIM: ÇAĞDAŞ DEMOKRASİLERDE TERÖRLE İLGİSİ OLMAYAN SİYASİ PARTİLERİN HANGİ ŞART ALTINDA OLURSA OLSUN KAPATILMALARINDAN VAZGEÇİLMİŞTİR.Sayın Başsavcı, Esasa İlişkin Görüş’ünün önemli bir kısmında, mücadeleci demokrasi anlayışı bakımından siyasal parti kapatma olaylarının gerekli olduğunu ve esasen bunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 17. maddesine dayandığını ispatlamaya çalışmıştır. (Sh.40-62) Esasa İlişkin Görüşün bir iki kitaptan ve gazete haberlerinden nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan alıntılarla yazılan ve hiçbir analiz içermeyen bu bölümü gerçekte tek bir şeyi ispatlıyor: çağdaş liberal demokrasilerde siyasal partilerin kapatılamıyacağını.

Sayın Başsavcı’nın yazdıklarının daha doğrusu alıntılarının muhtevasına geçmeden önce iki hususu belirtmek faydalı olacaktır:

Birincisi, eğer Sayın Başsavcı, Parti’mizin hazırladığı Ön Savunma metnini okuma zahmetine katlansaydı, belki de imkansızı ispat için bu kadar uğraşmazdı. Ön Savunma’mızda dünyanın bugün geldiği noktada genel kural olarak siyasal partilerin kapatılmadığını ve kapatılma girişimlerinin AIHS’nin örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen 11. maddesine aykırı olduğunu belirtmiştik. Ayrıca 2. Dünya Savaşı sonrasının soğuk savaş ortamında ve olağanüstü şartlar altında gerçekleştirilen bir kaç totaliter partinin kapatılma eylemlerinin istisnai nitelikte ve geçici olduğunu vurgulamıştık.

İkincisi, Esasa İlişkin Görüşün sayfa 40’den sayfa 46’e kadar olan kısmı tırnak içinde verilmediği halde tamamen bir alıntıdan ibarettir. Noktası ve virgülüne kadar Doğu PERİNÇEK’in “Anayasa ve Partiler Rejimi” isimli kitabından alınan bu cümleler sanki Başsavcı’nın kendi ifadeleriymiş gibi sunulmaktadır. Adı geçen kitaba sadece 44. sayfada, Fede-ral Almanya Mahkemesi’nin kararları için (bu kararların metni kitapta olmadığı halde!) göndermede bulunuluyor. Sayın Başsavcı bu alıntıları yaparken kurnazca hareket ediyor: işine geleni alıyor, işine gelmeyeni yani alıntıların devamını bırakıyor. örneğin mütaleanın 41. sayfasında şu alıntıyı yapıyor:

“Mücadeleci demokrasi” egiliminin etkisiyle 1930 yıllarından itibaren demokratik düzeni ve devletin bağımsızlığı ile bütünlüğünü tehdit eden siyasi kuruluşlara engel olmak için bazı önlemler alınmaya başlanmıştır. Toplumun türdeş bir bünyeye sahip olmadığı ülkelerde din ve ırk bakımından bölücü partilerin, devletin ve onun topluluk unsurunun bütünlüğünü tehlikeye sokan yöntemlerle mücadele etmeleri nedeniyle kurulmalarına ve yabancı devletlere iltihaklarına engel olmak için alınan önlemler bu türdendir. (Arif Payaslıoğlu, Siyasi Partiler, Sh. 110).” Bu ifadeler Perinçek’e aittir, Payaslıoğlu’na değil. (Bkz. Perinçek, Anayasa ve Partiler Rejimi, 3. Baskı, İstanbul, 1985, s. 196) Perinçek’in “alınan önlemlerin” örnekleri için dipnotta referans verdiği Payaslıoğlu’nun kitabı doğrudan yukarıdaki ifadelerin referansı olarak verilmiştir. Daha da önemlisi bu cümleleri takibeden cümle her nedense alınmamış. Biz alalım:

“Ancak bunların çoğu savaş sırasında, olaganüstü haller dolayısıyla alınan geçici önlemlerdir.” (Perinçek, age, s.196) Aynı şekilde Sayın Başsavcı’nın “Esas Hakkındaki Görüşü”nün, 45. sayfasında ne olduğu anlaşılmaz bir biçimde Golsong, s.1349’e atfen bir paragraf bulunmaktadır. Bu atıf gerçekte Golsong’un Almanca yayınlanmış bir makalesine yapılmaktadır. Bu makaleye göndermede bulunulan dipnotta Perinçek Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun Alman Komünist Partisi davasındaki kararını eleştirmektedir. Bu cümleler de her nedense alınmamış. Biz aynen alalım:

“Davanın, Divana gönderilip orada incelenmesi gerekirken Komisyon’da dinlenmeyerek önyargı ile reddedilmesi, eleştiriye değer. Komünist Partisi’nin iktidarı ele geçirdikten sonra özgür demokratik düzeni yıkacağı kanısına ancak hukuki bir inceleme sonucunda varılabilir. Değerli hocam Prof.Dr.Tahsin Bekir BALTA, 1965 yılında Komisyonun bu eleştiriye hak veren bir egilime sahip olduğunu belirtmişlerdi.” (Perinçek, age, s.202, dipnot 24) Sayın Başsavcı’nın kaynak belirtmeden başkasının eserinden keyfi alıntı yapması doğru bir davranış değildir. Ayrıca alıntılanan metnin ihtiva ettiği bilgilerin doğru olup olmadığını araştırmadan aktarmanın bilimsel ciddiyetle hele hele hukuki hassasiyetle bağdaşır hiçbir yönü olmasa gerek. Esasa ilişkin görüş metninin 45. sayfalarında, Anayasa ve Partiler Rejimi’nden (S.201) alınan “Komisyon 20.7.1957 tarihli kararı ile KPD’nin Federal Almanya Hükümeti aleyhine yaptığı başvuruyu, Sözleşmenin 17. maddesi 2. fıkrasına dayanarak dinlememiştir” cümlesindeki “17. mad. 2. fıkrası” ifadesi yanlıştır. Yanlıştır çünkü 17. maddenin 2. fıkrası yoktur; 17. madde tek bir fıkradan ibarettir. O da aşağıdaki gibidir.

“Bu Sözleşmenin hiçbir hükmü, bir devlet, zümre ya da kişiye burada ilan edilen hak ve özgürlüklerden herhangi birini yok etmeyi ya da sözleşme’de öngörülen daha geniş ölçüde sınırlandırmayı amaçlayan bir faaliyette veya eylemde bulunma hakkı verir şeklinde yorumlanamaz”. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Hukuku’nda otorite kabul edilen Profesör Fawcett’a göre bu maddede bireyler ve gruplar için sorulması gereken temel soru bunların eylemlerinin başkalarının haklarını yok etmeyi amaçlayıp amaçlamadıkları sorusudur. (J.E.S. Fawcett, The Application of the European Convention on Human Rights, (Oxford, 1987), s. 315) Bu temel soruyu cevaplamaya yarayacak açıklamalarına Fawcett şu şekilde devam ediyor:

“Biz burada (17. maddede), adına ne denirse densin, düzensiz savaşçılar, teröristler ya da özgürlük savaşçıları ile karşı karşıyayız. Bunlar siyasal amaçları için silahlı güçler kullanmakta ve rastgele ateş açmadan bombalamaya ve gerilla savaşına kadar uzanan bir eksende şiddete başvurmaktadırlar. Ya da totaliter ve ayırımcı rejimler kurmak için kampanya (propaganda) yapmaktadırlar. Denebilir ki bu aktivite-lerden ilki başkalarının haklarını ve özgürlüklerini yok etmeyi hedeflemekte ve dolayısıyla müstakilen 17. maddeyi ihlal etmektedir. Kampanya ya da propaganda ise Sözleşme hakları, özellikle madde 9-11’de yer alan haklar kapsamında savunulabilir; bunların uygulanması kampanyanın amaç ve siyasal sonuçlarının degerlendirilmesine bağlı olacaktır.” (Fawcett, age, s.315) Strasburg Organları, 17. maddeyi yorumlarken genellikle Fawcett’in yukarıda aktardığımız ayrımını benimsemekle birlikte zaman zaman eleştirilen kararlar da vermişlerdir. Siyasal partilerle ilgili en fazla eleştirilen karar, 1957’de Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun Alman Komünist Partisi’nin Federal Almanya aleyhine açtığı davayı 17. maddeye dayanarak reddettiği karardır. Komisyon burada Komünist Parti’nin, kendi beyanlarıyla sabit olan, “bir dikta rejimi kurmayı hedeflemesinin Sözleşme’de korunan hak ve özgürlükleri yıkmaya yönelik olduğuna” kanaat getirmiştir. (Bkz. Partie Communiste v. Federal Republic of Germany, (App. 250/57), 20 July 1957, (1955-57) 1 Yearbook, S.222) Bu karar daha çok totaliter rejimlerin Almanya’da bıraktığı acı izlerin etkisiyle alınmış bir karar olarak yorumlanmış ve Komisyon sadece 17. madde hükümlerine dayanarak karar verdiği için eleştirilmiştir. (Bu konuda bk. Perinçek, age, s.202 ve M.Turhan, Demokratik Devlet İlkesi Açısından Siyasi Partilerin Kapatılmaları ile İlgili Hükümlerdeki uyumsuzluklar: Yeni Türkiye Dergisi, Sayı 10, 1996, S.422.)

Anayasa Mahkemesi Raportörlerinden Doç.Dr.Mehmet Turhan’ın bu husustaki tesbitlerini aktarmakta fayda var:

“AİHK’nın bu ünlü kararı tek başına uygulandığı için eleştirilmiştir. Eleştiren görüşe göre, 17. maddenin tek başına uygulanması, ilgililerin AIHS’de yer alan hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılabileceği şeklinde yanlış yorumlanmasına yol açabilir (Frowein; sayfa 339-340) AIHS 17. maddesinin uygulandığı diğer olaylarda bu maddenin tek başına uygulanmadığını görmekteyiz. AIHK, olayla ilgisi bulunan AIHS maddesiyle birlikte 17. maddeyi uygulamayı tercih etmektedir. (AIHK’nın 11.10.1979 tarihli kararı; Dec. ve Rep.; vol.18, sayfa 187 vd), (AIHK’nın 12.5.1988 tarihli kararı; Dec. ve Rep.; vol. 56, p.205 vd.) Her iki kararında AIHK, 17. madde nedeniyle ifade özgürlüğünün (md. 10), ırk ayırımcılığı veya nazizmin canlandırılması a-maçlarıyla kötüye kullanılamayacağına karar vermiştir. ” (Turhan, age, ss. 422-423) 

Gerçekten de eleştirilen Komünist Parti kararından sonra Strasburg Organları 17. maddeyi çok daha dar bir yoruma tabi tutmuş ve bu maddenin amacının “totaliter grupların sözleşme prensiplerini kendi çıkarları doğrultusunda istismar etmelerini önlemek” olduğunu açıkça belirtmişlerdir. (Bkz. Glimmerveen and Hagenbeek v. The Nedherlands, (App.8348/78 ve 8406/78), 11 October 1979, (1980) 18 DR 187, ve Lawless v. Ireland, 1 July 1961, (1979-1980) 1 EHRR 13.)

Ayrıca Sözleşme Organları 17. maddeyi yorumlarken totaliter amaçlı aktivitelerde dahi bir eylemin ne zaman gerçekleştiğine dikkat çekmektedirler. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerle işbirliği yapan Belçikalı bir gazetecinin (De Becker) savaştan sonra da yazı yazmasını ve yayınlamasını engelleyen Belçika Ceza Kanunu’nun bir maddesini değerlendiren AIHK bu hükmü AIHS’nin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesine aykırı bulmuştur. Komisyon, De Becker davasında 17. maddeyle ilgili olarak AIHM’nin de daha sonra iştirak ettiği şu sonuca ulaşmıştır:

17. madde, bir zamanlar totaliter düşünceler serdetti ve buna göre davrandı diye bir kişiyi sürekli olarak haklarından ve özgürlüklerinden mahrum bırakmak için kullanılamaz. Şüphesiz, Bay De Becker’in geçmiş davranışları, her ne kadar Sözleşme yürürlüğe girmeden gerçekleşmiş olsa da, Sözleşme’nin 17. maddesi kapsamında değerlendirilebilir. Ancak bu, davacı ifade özgürlüğünü kötüye kullanmaya kalkmadıkça, bugün bu madde (17. madde ) hükümlerince engellenir anlamına gelmez. (De Becker v. Belgium (App. 214/56), 9 June 1958, (1958-59) 2 Yearbook s. 214. De Becker davasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı için bk. (1978-80) 1 EHRR 43.) Bu karar karşısında Sayın Başsavcı’nın iddianamesinde Parti’miz mensuplarına atfen aktardığı yıllar önce ifade edilen sözlerin hiçbir şekilde 17. madde kapsamında değerlendirilemeyeceği açık olduğu halde delil olarak sunulması anlaşılmaz bir tutumdur. Yukarıda ifade edildiği gibi Sözleşme Organları 17. maddenin alanını bugün devam eden açık ve sürekli tehlikeler olarak sınırlandırırken Sayın Başsavcı bu alanı genişletme çabası içindedir. Esasen bu tavır dikkat edilirse bizzat 17. maddenin kendisine aykırıdır. Çünkü 17. madde sadece bireyleri ve grupları sözleşmedeki hak ve özgürlükleri istismardan alıkoymak amacıyla düzenlenmemiştir. Bu madde aynı zamanda devletin de hakları istismar etmesini ve bu hakları Sözleşmede öngörülenden daha geniş ölçüde sınırlamasını açıkca menetmiştir. (Bkz. A.H. Robertson J.G. Merrils, Human Rights in Europe: A Study of the Europen Convention on Human Rights, Third Edition, (Manchester, New York, 1993), s.193) Dolayısıyla hiçbir ciddi ve hukuki delile dayanmadan, ifade ve örgütlenme özgürlüklerini düzenleyen AIHS’nin 10 ve 11. maddelerini görmezlikten gelerek, siyasal hak ve özgürlükleri sınırlamanın ötesinde bazıları için bu hakların ortadan kalkması sonucunu doğurabilecek olan bir istemde bulunmak açıkça 17. madde hükümlerine aykırılık teşkil etmektedir.

Sayın Başsavcı kapatma istemine illaki AIHS’den destek bulmak istiyorsa dikkatini bu davayla hiçbir ilgisi olmayan 17. maddeye değil, Sözleşme’nin 10. ve 11. maddelerine ve bu maddelerdeki sınırlama hükümlerine çevirmeliydi. Bunu yapabilirdi. Zira Ön Savunma’mızda da belirttiğimiz gibi Sözleşme Organları bugün gelinen noktada parti kapatma davalarını incelerken 11. maddeyi esas almaktadır. Nitekim Türkiye Birleşik Komünist Partisi ve Sosyalist Parti’nin kapatılma kararlarını Komisyon, Sözleşme ile korunmuş örgütlenme özgürlüğüne yani 11. maddeye aykırı bulmuştur. Komisyonun kapatılan Alman Komünist Partisi ile benzer ideolojik yapılanmaya ve programa sahip olan bu partilerin kapatılmalarını 17. maddeye değinmeden 11. maddeye aykırı bulması Sayın Başsavcı’yı 17. maddeye sarılmaktan ve 1957 tarihli Komünist Parti davasına göndermede bulunmaktan alıkoymalıydı. Sayın Başsavcı’nın Komisyon’un en son içtihatlarından haberi olmadığını düşünmek imkansız. Geriye tek ihtimal hatta ihtimalin ötesinde tek gerçek kalıyor: Sayın Başsavcı Refah Partisi aleyhine açılan bu davanın çok açık bir şekilde AIHS hükümleriyle (madde 10 ve 11) bağdaşmadığının farkındadır. Bu yüzden de savunulamıyacak pozisyonunu savunmak için bu davada aslında kendisine hiçbir şekilde destek teşkil etmeyen 17. maddeye başvurmuştur.

Ayrıca Sayın Başsavcı’nın 1950’li yıllarda Federal Almanya tarafından Faşist ve Komünist Partilerin kapatılması olayını hatırlatması bugün siyasal partilerin kapatılabileceğini ispatlamaz. Bu olaylar İkinci Dünya Savaşı sonrasının fevkalade özel şartları altında gerçekleşmiş olaylardır. Üstelik kapatılan partiler daha sonra değişik isimler altında açılmış ve bir daha kapatılmamışlardır. Bu olayı Prof.Dr.Münci KAPANİ Kamu Hürriyetleri adlı kitabında şöyle anlatıyor:

Federal Almanya Anayasa Mahkemesi, bu maddeye (21/2) dayanarak, totaliter bir devlet düzeni kurma hedefini güttükleri için, (1952’de) Neo Nazi “Sosyal Reich” Partisini, daha sonra da (1956)’ da Alman Komünist Partisini kapatmıştır. Fakat aradan birkaç yıl geçtikten sonra, siyasal konjonktürün değişmesi ve ülkede çok partili demokratik düzenin güçlenmesi üzerine her iki parti de değişik adlarla yeniden kurulmuşlardır ve halen varlıklarını sürdürmektedirler. (M.Kapani, Kamu Hürriyetleri, 6. Baskı, Ankara, 1981, Sh.223)Daha önce Sayın Başsavcı’nın gerçekleri tersine gösterebilmek için başvurduğu davranışlara temas etmiş ve Almanya’da Hürriyetçi İşçi Partisi Freie Arbeiterpartei adlı bir derneğin isminde parti kelimesi kullandığı halde gerçekte bir parti olmayıp dernek olması dolayısıyla Almanya Anayasa Mahkemesi tarafından değil, İçişleri Bakanlığı tarafından faaliyetten men edilmesi olayını sanki Batı demokrasisi içinde yakın tarihte bir parti kapatılmış gibi göstermeye çalıştığını belirtmiştik.

Bu husus üzerinde ayrıca durmaya lüzum görmüyoruz. Çünkü açıkladığımız gerçek bir yandan Sayın Başsavcı’nın boşuna çabalarını ortaya koyan bir örnek olduğu gibi aslında herkesçe bilinen ve bizim de vurguladığımız çağdaş gelişmiş batı demokrasilerinde yaklaşık 40-50 yıldan beri parti kapatılmasının artık terk edildiğini teyid eden bir olaydır.

Sayın Başsavcı’nın modern demokrasilerde siyasal partilere kısıtlama getirilebileceği yönündeki nostaljik arayışları tuhaf bir şekilde kendisini ABD’nin McCarthyticilik dönemine de sürüklemiştir. 1950’li yıllar Amerikasında anti-komünist yasalar uygulanarak bir çok Komünist Parti üyesinin cezalandırıldığı doğrudur. Bu dönemin anti-komünist yasalarından Smith Kanunu (Smith Act)’a göre güç ya da şiddet kullanarak hükümeti (rejimi) yıkmayı savunma, teşvik etme ya da bu yönde propaganda yapma yasaklanmaktaydı. Aynı şekilde Ulusal Güvenlik Kanun’una (McCarran Act) dayanarak Amerikan Komünist Partisi’nin tüm görevlilerinin ve üyelerinin isim ve adreslerinin hükümete bildirilmesi, partiyle ilgili mali ve diğer bütün konularda her türlü bilginin açıklanması istenmekteydi. (Bakz. T.I.Emerson, Toward A General Theory of the First Amendment, (New York, 1966), Sh.200)

Ancak Komünist Partiye yönelik bu kısıtlamalar hiçbir zaman partinin faaliyetten menedilmesi ya da kapatılması boyutlarına ulaşmamıştır. Buna rağmen bu kısıtlamalar ABD liberal çevrelerinde şiddetle eleştirilmiştir. Senatör Joseph McCarthy’nin adına atfen McCartizm olarak bilinen ve paranoya düzeyinde bir “Komünizm kopleksi”ni yansıtan bu uygulamalar Amerikan demokrasisinin kara bir lekesi olarak tarihe geçmiştir. Prof.Münci KAPANİ’nin cümleleriyle ifade edecek olursak:

“Bu konularla getirilen kısıtlayıcı hükümler doğrudan doğruya ve sadece Komünist Partisi ile (ki Amerika’da meşru olarak faaliyet gösteren bir partidir) onun üyele-rini hedef almaktaydı. Bununla beraber, bu Kanun hükümleri şiddetli eleştirilere ve tartışmalara yolaçmış, siyasal düşünce ve örgütlenme hürriyetlerini kısıtlamaları bakımından Anayasa’ya aykırı oldukları ileri sürülmüştür. Uzun süre ülkede tedirginlik yaratan bu yasal tedbirler, barış zamanında hangi gerekçeyle olursa olsun demokratik hakların kısıtlanamayacağı görüşünü savunan hukukçu ve yazarların direnmesi, Federal Yüksek Mahkeme’nin liberalleşen tutumu ve daha sonra da “soğuk savaş”ın sona ermesiyle artık etkinliklerini kaybetmiş bulunmaktadır. (Prof.Münci KAPANİ, age, s.225)Burada demokrasinin ve özgürlüklerin gelişiminde devrimci ve dönüştürücü bir rol oynamış olan Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin (Supreme Court) tutumu üzerinde durmak aydınlatıcı olacaktır. Smith Kanunu’nu yorumladığı Yates davasında Supreme Court özgürlükçü yaklaşımın güzel bir örneğini sergilemiştir. Bu davada Yüksek Mahkeme’nin görüşünü açıklayan Yargıç Harlan “Soyut Prensip” ve “Somut Eylem” ayrımına dayanarak Smith Kanunu’nun soyut prensip olarak zorla rejim yıkmaya yönelik propaganda ve öğretiyi, amaçlı bir eyleme dönüşmediği müddetçe, yasaklamadığını belirtmiştir. (Yates v.United States, 354 U.S. 298 1957) 

Prof.David Barnum’un belirttiği gibi Yüksek Mahkeme’nin bu kararı, “Smith Kanunu”na dayanılarak yapılan resmi kovuşturmalara bir son vermiş ve 1950’lerin anti-komünist histerisinin sonunun başlangıcını teşkil etmiştir”. (D.G.Barnum, The Supreme Court and American Democracy, (New York, 1993), Sh. 138)

Sayın Başsavcı son olarak parti kapatma olayının bilinmediği bir adaya, İngiltere’ye de ugrayarak Sinn Fein’e yönelik kısıtlamalara değinmektedir. Diğer bütün örneklerde olduğu gibi bunun da Refah Partisi’nin kapatılması istemiyle açılan davayla ne ilgisi olduğu belli değildir. Belli olan Sinn Fein’in Kuzey Irlanda’nın İngiltere’den ayrılması için silahlı mücadelede bulunan ve İngiliz Hükümeti’nin “terörist örgüt” olarak nitelediği IRA (Irish Republican Army)’nın siyasi kanadı olduğudur. Bir terör örgütü’nün siyasal kanadını teşkil eden partiye bazı kısıtlamalar ve sansürler getirilmesi terör eylemlerine maruz kalan ülkenin şartları içinde anlaşılabilir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, Sinn Fein IRA ile organik ilişkisine rağmen yasal bir parti olarak seçimlere girmekte ve İngiliz Parlamentosu’na milletvekili gönderebilmektedir.

Sinn Fein’e yönelik “medya savaşı” ve sansür bizzat önde gelen İngilizler tarafından da eleştirilmiştir. Örneğin İngilizler’in dünyaca meşhur gazetecisi ve televizyon proğramı yapımcısı Jonathan Dimbley şöyle diyor:

Haberciler ve editörler üzerine konan sansür ve kısıtlamalar pratik olarak onlara “neden?” sorusunu sormayı imkansız kılmıştır. Niçin katolikler bir yıl önce olsa çay ikram edeceği İngiliz askerinin vurulup öldürülmesi karşısında şimdi açıktan gülmektedir? Neden Katolikler bombalama ve öldürme eylemlerini kınamıyorlar? Neden onlar hala IRA’ya yardım ediyor-lar?… Bu sorulara verilecek cevaplar, sorunu anlamak ve İngiliz politikasını değerlendirebilmek için hayati önem taşıyor. Ne var ki, bu sorular BBC görevlilerince sorulmamaktadır. (New Statesman, 31.12.1971’den aktaran: T.P.Coogan, The Troubles: Ireland’s Ordeal 1966-1995 and the Search For Peace, (London, 1995 ) Sh.299)Ayrıca parantez içinde belirtelim ki Sinn Fein’in lideri Gery Adams’ın kendi sesiyle TV’lere mülakat verme yasağı bilahere kaldırılmıştır. Dahası İngiliz Hükümeti Kuzey Irlanda sorununa barışçıl çözüm bulma sürecinde bu parti ile masaya oturmuş ve müzakerelerde bulunmuştur.

ABD Komünist Partisi’nde olduğu gibi burada da Sinn Fein’in propagandalarına zaman zaman kimi kısıtlamalar konmuş olsa da parti kapatılması diye bir “tedbir” hiçbir zaman sözkonusu olmamıştır. Proletarya diktatörlüğünü savunan partiye üyelerini bildirme gibi yükümlükler ve terör örgütünü açıkça destekleyen partinin liderine kendi sesisiyle yayın yasağı gibi geçici sınırlamalar demokratik toplumda gereklidir diye yorumlanabilir. Ancak parti kapatma olayları sınırlamanın ötesinde, bir hakkın birileri için tamamen ortadan kaldırılması demektir. Sonuçları son derece ağır olan bu işlemi haklı gösterebilmek için Batı ülkelerinde terörle mücadele ve soğuk savaş dönemi politikaları çerçevesinde alınan ve/fakat buna rağmen eleştirilen, siyasal partileri sınırlamaya yönelik kimi geçici uygulamaları örnek olarak sunmak anlaşılabilir bir tavır olmasa gerek. Ayrıca 50 yıl öncesinin olağanüstü şartlarında gerçekleştirilen bir iki parti kapatma olayını 2000’e üç kala da siyasal partilerin kapatılabileceğine delil olarak sunmak olsa olsa ancak kapalı bir rejim anlayışının ifadesi olabilir

Kaldı ki, Refah Partisi’nin, Sayın Başsavcı’nın örneklemeye çalıştığı siyasal partilerle ne organizasyon yapısı, ne ideolojisi, ne faaliyetleri, ne de amaçları bakımından en ufak bir benzerliği söz konusu değildir. Mevcut Anayasal düzeni şiddet ve zor kullanarak yıkmayı ve yerine örneğin proletarya diktatörlüğü gibi totaliter bir yönetim kurmayı amaçlayan bu partilerle Refah Partisi arasında bir paralellik kurulamaz. Refah Partisi kurulduğundan bu yana, mevcut Anayasal çerçeve içinde faaliyette bulunan ve yasa dışı hiçbir eylemi ve amacı olmayan bir partidir. Toplumsal barışın temini için her türlü özveride bulunan partimizin demokrasiye sadakatini hiç kimse sorgulayamaz. Refah Partisi demokrasinin, insan haklarının ve özgürlüklerin bu ülkede sözleri ve eylemleri ile her zaman teminatı olmuş ve olmaya da devam edecektir. Ancak hemen belirtelim ki Türk siyasal yelpazesinde partimizin görüşleri, politikaları bir alternatif olarak algılanmaktadır. Öyledir de. Demokratik sistem içerisinde alternatif politikalara sahip olmak doğaldır. Dahası bu siyasal parti olmanın bir gereğidir. Bu farklılık hiçbir zaman bir partinin faaliyetlerinin kısıtlanmasına ya da kapatılmasına gerekçe gösterilemez.

Otoriter demokrasi anlayışını benimseyenlerin, Refah Partisi’nin özgürlükçü demokrasi anlayışını algılamakta güçlük çekmeleri normal karşılanabilir. Özgürlükçü demokrasi anlayışı çağdaş dünyanın bugün ulaştığı son noktayı işaret eder. Bu noktada siyasal meşruiyetin iki ayağından biri milli irade iken diğeri temel hak ve özgürlüklerdir. Bu iki unsur çağdaş demokrasinin sine qua non larıdır. Komünist ve Faşist tehditlerin ortadan kalktığı bu dönemde yeni bir takım tehditler uydurarak “mücadeleci demokrasi” den bahsetmek çağın gereklerine uygun düşmez. Dolayısıyla özgürlükçü demokrasiyi “mücadeleci demokrasi” gibi yarım yüzyıl öncesinin demode bir anlayışı ile bastırmak mümkün değildir. Hele hele şabloncu, statik ve anakronik bir “demokrasi” adına çağdaş demokrasiyi ve demokratik değerleri savunan bir siyasal partiyi kapatmak hiç mümkün değildir. Sayın Başsavcı’nın argümanlarına destek için başvurduğu yazarlardan Prof.Toktamış ATEŞ bu konuda şöyle diyor:

“Demokrasiyi koruma adına, siyasi hasımları saf dışı etme çabası, çok rastlanan bir olgudur. Hiçbir şey, anlaşılmaz bir özgürlük psikozu ile, kendi düşüncesine aykırı olan her düşünceyi demokrasiye tehlike olarak görmek kadar sakıncalı olamaz. (Prof.T.ATEŞ, Demokrasi, (Ankara, 1994,) Sh. 138) Aktarılan metne koyduğu dipnotta Prof.T.ATEŞ önemli bir not düşüyor: “Bu bakımdan, ülkemiz açısından duyduğum endişeyi de burada belirtmek isteriz.” (Prof.T.ATEŞ, age, Sh.138).

Refah Partisi aleyhine dayanaksız ve mesnetsiz bir şekilde, “demokrasi adına” kapatma davası açan Sayın Başsavcı’nın tutumu üzülerek belirtmek gerekir ki bu “endişe” nin hiç de haksız olmadığını göstermektedir.

Sonuç olarak yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi ne yıllar önce çok özel şartlar altında bazı totaliter partilerin faaliyetlerinin sınırlandırılması ya da kapatılması, ne de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hakların kötüye kullanılmamasını öngören 17. maddesi bugün için bir siyasal partinin kapatılması davasında kullanılabilecek malzeme teşkil etmemektedir. Tersine, en başta belirttiğimiz gibi, bütün bu istisnai ve geçici tedbirler bugün dünyanın geldiği noktada siyasal partilerin kapatılamayacağını göstermektedir.

Evet, özgürlükçü demokrasilerde siyasal partiler kapatılamaz. Kapatılamaz, çünkü Prof.Turan GÜNEŞ’in ifadesiyle, “Partiler olmadan demokrasi olmaz” (T.Güneş, Araba Devrilmeden Önce, (İstanbul, 1983), Sh. 81).

E. BEŞİNCİ KISIM: ULUSLARARASI ANLAŞMALAR İÇ HUKUKUMUZUN AYRILMAZ PARÇASI OLDUĞU İÇİN YÜKSEK YARGI ORGANLARIMIZ UYGULAMALA-RINDA BU ÇAĞDAŞ NORMLARI ESAS ALMAKTADIR.Gerek Ön Savunmamızın ilgili bölümlerinde ve gerekse yukarıda Bölüm II, (B), (C), (D) kısımlarında çağdaş demokratik ülkelerde siyasi partiler hukukunun bugün hangi noktaya geldiğini hiçbir tereddüte mahal kalmayacak şekilde açıkca ortaya koymuş bulunuyoruz. Ve yine bütün bu bölümlerde Anayasa’mızın 90. maddesinin amir hükmü mucibince uluslararası anlaşmalarımızın bir sonucu olarak açıklanan son çağdaş hukuk normalarının iç hukukumuzun ayrılmaz bir parçası olduğu tekrar tekrar belirtilmiştir.

Ve yine bütün bu açıklamamızda Türkiye olarak uymayı taahhüt ettiğimiz AIHS ile iç hukuk hükümlerimizle AİHS hükümlerinin çatıştıkları hallerde iç hukuk hükümlerinin değil AIHS’nin tatbik edilmesinin gerekli olduğu hukuki delilleriyle ve gerekçeleriyle ortaya konmuştur.

Bu kısımda Yüksek Mahkemelerimizin uygulamalarının da bu temel esasa uygun olduğunu vurgulamak istiyoruz. 

Nitekim Yüksek Mahkemelerimiz AIHS hükümleriyle iç hukuk hükümlerinin çatışmaları halinde AIHS hükümlerine üstünlük vermişdir. Esasen bu durum Anayasa’nın 90. maddesinin amir hükmünün doğal bir sonucudur.

Mahkemelerimiz daha açık bir şekilde AİHS hükümleri ile iç hukuk hükümleri çatıştığında AİHS hükümlerine üstünlük vermişlerdir.

Bu gerçeği aşağıdaki misaller açık bir şekilde göstermektedir. 

Yargıtay 6. Ceza Dairesi TCK 39 ve CUMK’un 406 ve devamı maddeleri ile AİHS’nin 6/3-e maddesinin çatıştığı bir davada CUMK’nu ihmal ederek doğrudan doğruya AİHS’nin 6. maddesini uygulamıştır. Bilindiği gibi, CUMK’na göre bir davada tercümeye ihtiyaç duyulduğunda bu sağlanmaktadır ve ancak davanın beraatle sonuçlanması halinde sanık tercüme masrafını ödememektedir. Oysa, AİHS Madde 6/3-e’ye göre mahkemede konuşulan dili anlamayan sanığa tercüman sağlanır ve bunun parası, neticede sanık mahküm olsa bile alınmaz. E.1995/11619; K.1995/12124; Tarih: 20.11.1995 Yargıtay Kararlar Dergisi, Cilt 22,Sayı2, 1996, s. 304-305.) Aynı konuda Yargıtay Ceza Genel Kurulu da şu kararı almıştır:

“İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 6366 sayılı Yasa ile onaylanarak yürürlüğe konulmuş ve Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca yasa niteliğini kazanmıştır. 

“Türk Ceza Yasasının 39 ve Ceza Muhakemeleri Yasası’nın 406 ve devamı maddelerinde, yargılama giderlerinin kime yükletileceği ve ne şekilde tahsil edileceği gösterilmiştir. Duruşmada kullanılan dili bilmiyen sanığın, bir çevirmenin yardımından ücretsiz yararlanacağına ilişkin, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesi’nin 6/3-e maddesi, genel kuralı düzenleyen Ceza Yasası ve Ceza Muhakemeleri Usulü Yasasının yanında istinai hükümdür. Adil yargılamayı gerçekleştirmek, sanığın duruşmada kullanılan dili bilmemesi nedeniyle kendini etkili şekilde savunmaktan yoksun kalmasını önlemek amacıyla kabul edilmiştir…” (Yargıtay, Ceza Genel Kurulu, E.1996/6-2; K.1996/33; T.12.3.1996, Yargıtay Kararlar Dergisi, C.22, S.4, 1996, S.621-624.) Danıştay, birkaç davada iç hukukla çatışan AİHS’ne üstünlük tanımış ve uygulamıştır. Bu kararlardan en dikkat çekeni Danıştay 5. Dairesi’nin 1991’de ifade özgürlüğü ile ilgili olarak verdiği bir karardır. Bu davada , bir tebrik kartına yazdığı yazı dolayısıyla disiplin cezasına uğrayan Yozgat Hukuk İşleri Müdürü’ne uygulanan disiplin tedbiri 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’una uygundu. Ama, Danıştay bunu AİHS’nin 10. maddesine aykırı buldu ve idari işlemi iptal etti. Danıştay’ın bu davada verdiği kararın şu kısmı çok açıklayıcıdır:

“Uluslararası sözleşmelerin Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülemeyeceğine ve bu sözleşmelerle bir devlet diğer devletlere karşı sözleşmede yer alan hak ve hürriyetlerden kendi vatandaşlarını da yararlandırmak konusunda diğer devletlere karşı uluslararası yükümlülük altına girmiş olduğuna göre, usulüne uygun şekilde onaylanarak yürürlüğe konulmuş bu nitelikteki bir sözleşmenin Anayasa’ya aykırı hüküm taşısa bile uygulanmaktan alıkonulamayacağı, kendisinden önce veya sonra çıkmış olan yasalar aykırılığı ya da sonradan çıkan yasanın sözleşme kurallarını değiştirdiği ileri sürülerek uygulamasının savsaklanamayacağı Türk Hukuku’nda genellikle kabul edilmektedir. Anayasa, andlaşmaların Anayasa’ya aykırılığının ileri sürülemeyeceğini açıklamak suretiyle, iç hukuk yönünden andlaşmaların üstünlüğü ilkesini benimsediğini belirtmiş olmaktır…”Danıştay daha sonra andlaşmaların iç hukukta doğrudan uygulanırlığı hakkında şunları söylemektedir:

“Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrasında yer alan “Kanun hükmünde” sözcüklerinin, usulüne göre yürürlüğe konulan sözleşmelerin hukuksal değerinin, ve bağlayıcılığının gösterilmesine yönelik olduğunu da belirtmek gerekir. Söz konusu hükme göre, iç hukukta doğrudan hukuksal sonuclar yaratan uluslararası sözleşmelerin yukarıda belirtilen niteliği ve bunlara karşı Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmaması ve böylece sözleşmelerin sonradan yapılacak ulusal yasal düzenlemelerle etkisiz kılınması yolunun kapatılmış uluslararası sözleşmelerin iç hukukta yasalar üstü bir konumda olduğunu, yürütme ve yargı organları için bağlayıcı nitelik taşıdığını apaçık ortaya koymaktadır..” Bkz: Danıştay, Beşinci Daire, Esas No: 1986/1723; Kara No: 1991/1993, Danıştay Dergisi, Yıl 22, Sayı 84-85, 1992, s.321 vd. Daha özel olarak Danıştay Onuncu Dairesi, kamu çalışanlarının sendika kurma hakkı ile ilgili olarak AİHS’nin 11. maddesini doğrudan uygulamıştır:

“Kamu görevlilerinin sendikalaşma hakkı, 6366 sayılı Yasa ile onaylanan “İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesi” nin 11. maddesinde güvence altına alınmıştır. Anayasa’nın 90. maddesine göre Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülmeyecek uluslararası anlaşma niteliğindeki Sözleşme’nin 11. maddesi “Her şahıs asayişi ihlal etmiyen toplantılara katılmak ve birlikte sendikalar tesis etmek ve kendi menfaatleri-ni korumak üzere sendikalara girmek hakkı dahil olmak üzere dernek kurma hakkını haizdir.” (Bkz. Danıştay Onuncu Dairesi, Esas No 1991/1262; Karar N0: 1992/3911; T. 10.11.1992)Bu temel kuralı esasen bizzat Yüksek Mahkeme’nin aldığı kararlar çok daha açık ve net bir şekilde ortaya koymuştur. 

O halde, iç hukukumuza göre de AİHS hem doğrudan doğruya uygulanmalı hem de iç hukukla çatışıyorsa, iç hukukun aykırı hükümleri değil, AİHS’nin hükümleri uygulanmalıdır. Bu sebeple bu davada, Anayasa Mahkemesi’nin davaya AİHS’nin lex specialis olarak 11. maddesini ve lex generalis olarak 9. ve özellikle 10. maddesini uygulaması, yukarıda açıkladığımız gelişmeye uygun olacaktır.

III. BÖLÜMDAVANIN USUL BAKIMINDAN REDDİ GEREKİR

1. FASIL: GİRİŞYukarıda belirttiğimiz gibi 14 yıldan beri ülkemize başarılı hizmetler yapan, bu hizmetler dolayısıyla halkımızın her geçen gün teveccühünün daha da arttığı Refah Partisi’nin bir hizmet partisi olması gerçeği karşısında, hiçbir delil olmadan bu davanın açılmasında, Sayın Başsavcı nasıl imkansızlık karşısında kalmışsa, mevcut Anayasa ve yasa hükümleri karşısında böyle bir davanın 14 yıl sonra birden bire açılabilmesi hususunda usul bakımından da imkansızlıkla karşı karşıya kalmıştır. 

Esasen böyle bir davanın açılmasına usul bakımından imkan olmadığını kendileri göreve başladıklarında tekrar tekrar ifade etmişler ve bir imkanın olabilmesi için TBMM Başkanlığı’na bir yazı ile Kanun teklifinde bulunmuşlardır. Bütün bu gerçeklerde, bu davanın açılmasının usul bakımından mümkün olmadığını ayrıca belirten hususlardır.

Halböyle olduğu içindir ki, Sayın Başsavcı yine yukarıda açıklanan saiklerin etkisi altında kalarak, gerçekle ve hukukla ilgisi olmayan bu davayı açabilmek için mevcut Anayasa ve Kanun hükümlerini hukukla ilgisi olmayan yorumlara tabi tutmak mecburiyetinde kalmıştır.

Sayın Başsavcı’nın bu davayı açabilmek için yaptığı kabullerin hukuken geçerli olmadığını Ön Savunma’mızda sayfa 81-124 (Bölüm 3’de) delilleriyle ortaya koymuştuk.

Sayın Başsavcı Ön Savunma’mızı okumak ve incelemek imkanını bulmuş olsalardı ortaya konulan açık gerçekler karşısında bu davanın usule uygun olarak açılmadığını kabul edecekler ve Esas Hakkında görüşünde aynı hukuka aykırı iddialarında ısrar etmiyeceklerdi.

Buna imkan bulamadıkları için Esas Hakkında Görüşlerinde de iddianamedeki hukuka aykırı kabullerini tekrar etmişlerdir.

Bu yüzden kısa da olsa:

Sayın Başsavcı’nın usul hakkındaki iddialarının neden geçerli olmadığını,

Bu davada uyulması zorunlu usul kurallarını 

bir kere daha özet olarak belirtmekte yarar görüyoruz.

Bundan dolayı bu savunmamızın,

Usulle ilgili bu üçüncü bölümünde;

Hangi yönden bakılırsa bakılsın bu davanın öncelikle usul bakımından reddedilmesi gerektiğini isbat için aşağıdaki fasıllara ve kısımlara yer verilmiştir:

2. Fasıl’daSayın Başsavcı’nın iddianamesinde ve usul hakkındaki görüşünde ileri sürdüğü usulle ilgili kabulleri ve bunların hepsinin gerçeğe ve hukuka aykırı olduğu açık bir şekilde belirtilmiştir.

3. Fasıl’da, ise usul kurallarının yargılama bakımından önce bütün davalarda, sonrada bilhassa Siyasi Partileri kapatma davalarında ne kadar büyük önem taşıdıkları belirtilmiştir. 

4. Fasıl’da, bu davanın gerek dayandırıldığı kanun maddele-rinin belirtilmiş olmaması yönünden ve gerekse hangi yönden bakılırsa bakılsın, iddia ile ilgili ön şartların yerine getirilmemiş olması yüzünden, öncelikle usul bakımından reddedilmesi gerektiği açıklanmıştır.

Yine bu fasılda, usul bakımından 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun uygulanması gerektiği ve bu kanunun bu davadaki iddianın ileri sürülebilmesi için zorunlu kıldığı dava şartları belirtilmiş,

5. Fasıl’da ise, farz-ı muhal olarak Sayın Başsavcı’nın hukuka aykırı kabulleri bir an için geçerli sayılsa bile, bu davada Anayasa’nın 69. maddesinin doğrudan uygulanması için gerekli dava şartlarının neler olduğu hukuki daya-naklarıyla belirtilmiş ve bu halde dahi bu davanın ön şartlarının mevcut olmadığı açıkca gösterilmiştir.

Ve nihayet 6. Fasıl’da, bütün bu açıklamalardan sonra hangi yönden bakılırsa bakılsın, bu davanın öncelikle usul bakmadan reddinin gerektiği dayanaklarıyla ortaya konmuştur.

2. FASIL: SAYIN BAŞSAVCI İDDİANAMESİNDE İLERİ SÜRDÜĞÜ USULLE İLGİLİ BEYANLARINI “ESAS HAKKINDA GÖRÜŞ” ÜNDE DE TEKRARLAMIŞTIR.Ön savunmamızda da belirttiğimiz gibi:

Kural olarak Anayasa hükümleri, doğrudan uygulanmazlar. Anayasa kuralının uygulanabilirliğini temin için, ayrıca Kanuni düzenlemelere ihtiyaç vardır.

Hal böyleyken Sayın Cumhuriyet Başsavcısı iddianamesinde,

1. Anayasa’nın 23.7.1995 tarih ve 4121 sayılı Kanunla değişik 68 ve 69. maddeleri ile 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun parti kapatmaya ilişkin hükümleri arasında mübayenet bulunduğunu,

2. Siyasi Partiler Kanunu’nun 103. ve 101/d hükümlerin “Zımnen İlga” edildiğini,

3. Bu yüzden doğrudan Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinin tatbik edilmesi gerektiğini,

ileri sürerek, 

Bu kabullere dayanmak suretiyle, Parti’mizin eylemleriyle laikliğe aykırı nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğini iddia ederek kapatılmasını talep etmiştir.

Sayın Başsavcı, Esas Hakkındaki Görüşünde de yukarıdaki üç iddiasını tekrar etmiş ve bu iddialarını geçerli gösterebilmek için bunlara iki iddia daha ilave etmiştir:

Sayın Başsavcı’ya göre;

4. Siyasi Partiler Kanunu yürürlüğe girdiğinde TCK 163. maddesi yürürlükte idi. Ancak anılan maddenin yürürlükten kaldırılmasından sonra laikliğe aykırı propaganda ve eylemlerden dolayı parti üyeleri hakkında kamu davası açılması imkansız hale geldiğinden, bu durumda bir siyasi parti hakkında bu yönden odak haline gelmesi sebebiyle dava açılabilmesi ve kapatma kararı verilebilmesi de imkansız hale gelmiştir.

5. İşte bu sebeple yasakoyucu TCK. 163’ün kaldırılması karşısında Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerini yeniden düzenlemiştir. 

Bu iddiaların 5’i de gerçeğe ve hukuka aykırıdır.

İddianamede ileri sürülen ilk üç iddianın niçin gerçeğe ve hukuka aykırı olduğunu Ön Savunma’mızda gerekçesiyle belirtmiş ve bu davanın her şeyden önce usul yönünden reddedilmesi gerektiğini vurgulamıştık.

Şimdi bu Savunma’mızda da diğer iki iddianın: yani 4. ve 5. iddianın da aynı şekilde hukuka ve gerçeğe aykırı olduğunu gerekçeleriyle ortaya koyacağız. 

4. ve 5. iddialara geçmeden önce 1., 2., ve 3. iddiaların geçersizliğini ortaya koyan, Ön Savunma’mızdaki açıklamaları çok kısa bir özet halinde bir kere daha sunmak istiyoruz.

3. FASIL: YARGILAMANIN GÜVENCESİ USUL KURALLARIDIR:

A. BİRİNCİ KISIM: GENEL OLARAKBir hukuk devletinde Anayasa’nın temel fonksiyonu, vatandaşların ve kuruluşların en geniş şekilde özgürlüğe sahip olmalarını temin, özgürlüklerin hudutlarını açık ve kesin bir şekilde tesbit ederek böyle bir ortamda huzur ve güven içinde yaşamalarını sağlamaktır. 

Bunun için, Anayasa ve yasaların herkese en geniş şekilde özgürlük tanıyacak esaslara uygun olarak düzenlenmeleri kadar, vatandaşların ve kuruluşların olur olmaz sebeplerle tedirgin edilmemeleri, ceza tehditi altında tutulmamaları son derece büyük ve hayati önem taşımaktadır.

Bundan dolayıdır ki, usul hükümleri kamu düzeni kapsamında yer alırlar. Usul hükümlerinin noksansız yerine getirilmesi uygulayıcıların re’sen dikkate almaları gereken bir husus olduğu gibi, ilgililerin bu husustaki talepleri dikkate almaları da görevleri arasındadır.

İş bu yüzdendir ki, Anayasa Mahkemesi kurulduğu günden beri usül kurallarına uymaya çok büyük önem vermiştir. Yüksek Mahkemeye göre, usul kurallarına uymak, yargılamanın güvencesi açısından çok önemlidir. O kadar önemlidir ki, bizzat kendisi Anayasa’da ve yasalarda öngörülmeyen bir güvence yöntemi oluşturmuş ve iptal davalarında Kanunların yürürlüğünün durdurulmasını içtihad ederek adeta kurumsallaştırmıştır.

B. İKİNCİ KISIM: SİYASİ PARTİLERİN KAPATILMASI İDDİASIYLA AÇILAN DAVALARDA USULİ HÜKÜMLER DAHA DA BÜYÜK ÖNEM TAŞIR.Siyasi partilerin kapatılması davalarının iki safhası vardır:

  1. Davanın açılmasından önceki safha: Hazırlık safhası 
  2. Yargılama safhası. 

a. Davanın açılmasından önceki safha: Hazırlık Safhası.

Bu safha, davanın alt yapısının hazırlandığı safhadır. Bu hazırlığı yapmak, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın görevidir. 

Siyasi partilerin, uymadıkları takdirde, kapatma sebebi olabilecek haller ile kapatma kararı verilebilecek haller, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nda düzenlenmiş ve 1995 Anayasa değişikliği ile kapatma sebepleri ve halleri, yasadakilere oranla daha da dar kapsamlı ve mantıklı bir hale getirilmiştir. (TANÖR.B: Türkiye’de Demokratikleşme Pers-pektifleri, TÜSİAD Raporu, Sh.51)

TBMM Anayasa Komisyonu da, 1995 Anayasa değişikliği sırasında, bu halleri raporunda şu şekilde belirtmiştir;

“…..partinin tüzüğü gibi programı da Anayasa ve Kanunla partiler için konan yasaklara veya emredici hükümlere aykırıysa, parti, esasen Anayasa Mahkemesi’nce temelli veya basit olarak kapatılacaktır…. Aynı sistematiğe uygun olarak komisyonumuz, siyasi partilerin bu ilkelere uygun hareket etmemelerinin iki ayrı şeklini açıkça düzenlemiştir. Bunlardan birincisi, partinin tüzük ve programının bu ilkelere aykırı olması; ikinci durum ise, partinin beyan ve eylemlerinin bu ilkelere aykırı olmasıdır…..Komisyonumuz, bu ayrımı yapmış ve ikinci halde temelli kapatılmayı ancak partinin bu tür eylemlerin işlendiği bir odak haline gelmiş olmasına bağlamıştır.” (Anayasa Komisyonu Raporu: TBMM, Dönem: 19, Yasama Yılı: 4 [S.Sayısı:861] sh: 32/33).Görülmektedir ki, Siyasi Partilerin mevzuatı, parti tüzük ve programının, yasaklara aykırı olması halini, kapatma nedeni olarak saymış, ancak bu konuda Başsavcı’ya bir mükellefiyet yüklemiyerek, doğrudan kapatma davası açabilme yolunu açık bırakmıştır. Fakat buna mukabil bir siyasi parti hakkında “yasak eylemleri sebebiyle odak haline gelmiş olma” iddiasıyla bir kapatma davası açılmasını bir takım usul ve işlemlere bağlamıştır.

Parti kapatma davalarının açılabilmesi için, Kanun’un öngördüğü bu şartların yerine getirilmesi zorunluluğu Yüksek Mahkeme’nin kararlarıyla da teyid edilmiştir.

Nitekim, Anayasa Mahkemesi, 14.7.1993 günlü, 1992/1 E, 1993/1 K. sayılı kararında:

“2820 sayılı Yasa’nın getirdiği düzenlemeye göre, siyasi partilerin 101. maddenin (b) bendinde sayılan organ ve görevlilerinin, Dördüncü Kısımda yazılı yasaklara aykırı davrandıklarının saptanması durumunda doğrudan doğruya kapatma davası açılabilmesine karşın, aynı yasak eylemlerin (d) bendinde sayılan organ, merci ya da kurullar veya parti üyeleri tarafından işlenmesi durumunda kapatma davasının açılabilmesi kimi koşullara bağlanmıştır. Bunlar, parti üyeleri bakımından “hüküm giyme” ve bunun sonucunda üyelikten çıkarılması için yasa metninde belirlenen “tebligat” ve buna karşın “üyelikten çıkarma” koşuludur.

Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Yasa’nın 103. maddesinin en önemli öğesi olan “101. maddenin (d) bendinin uygulanmasını” gözetmediği, eş anlatımla, parti üyeleri-nin Dördüncü Kısım’da yer alan hükümlere aykırı eylem ve konuşmalarından dolayı “hüküm giyme” ile tebligatta bulunma ve buna karşın üyelikten çıkarma koşulunu aramadığı ve parti üyeleri hakkında açılmış ve devam etmekte olan kamu davalarının varlığını yeterli görerek davalı siyasi partinin kapatılmasını iste-diği görülmektedir. Bu durumda, Siyasi Partiler Yasası’nın 103. maddesinde yazılı kapatma nedeninin öğeler yönünden gerçekleşmediği açıktır. Buna dayalı kapatma isteminin reddi gerekir” (Resmi Gazete: 18 Ağustos 1993/21672).demek suretiyle parti kapatma davalarında, davaların açılabilmesi için mevzuatın belirttiği ön şartların yerine gelmiş olmasının, ne kadar önemli olduğunu net olarak ortaya koymuş ve dava konusu olayda bu prosedür uygulanmadığı için Başsavcılığın odaklaşma iddiasına dayanan kapatma talebini reddetmiştir.

b. Yargılama Safhası:

Bilindiği gibi, siyasi partilerin kapatılması davalarına, Yargıtay C.Başsavcısı’nın, dava açma şartalarının noksansız tahakkukundan sonra, açacağı dava üzerine, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle Anayasa Mahkemesi’nce bakılmaktadır 

Kanaatımız odur ki, Yüksek Mahkeme, parti yasaklarına aykırı eylemleriyle odak haline geldiği iddia edilen bir partinin, temelli kapatılmasına dair açılan bir davada önce, davanın açılmasından önceki safhada gerçekleşmesi zorunlu şartların tahakkuk edip etmediğini inceleyecek, bu ön şartların varlığından sonra partinin odak haline gelip gelmediğini incelemeye başlayacaktır.

Bu usuli şartlara kesin bir dikkatle riayet edilmesi zorunluluğu, Anayasa Mahkemesi’nin, hem bidayet mahkemeleri hem de Başsavcılığın sorgu hakimliği göreviyle, görevli olmamasından ileriye gelmektedir.

Nitekim, Anayasa’nın 149/son fıkrasında da belirtildiği gibi, Anayasa Mahkemesi, bu kabil davaları “dosya üzerinden inceleyerek” yargılamasını yapan, nihai bir Yüksek Mahkemedir.

Keza Anayasa Mahkemesi emekli üyelerinden Doç.Dr.Yılmaz ALİEFENDİOĞLU’da bu gerçeği teyid etmektedir.:

“Anayasa Mahkemesi bu işlevini yerine getirirken, ilk derece mahkemesinden farklı olarak, Anayasa’nın ya da siyasi partiler yasasının temel ilkelerini, uluslararası sözleşmeleri ve bu davaların yukarda açıklanan özelliklerini gözönünde tutarak karar vermesi gerekir.” (Y.Aliefendiıoğlu. Anayasa Mahkeme’sinin: 14.7.1993 tarih ve E.1992/1 (Siyasi Parti Kapatma) K. 1993/1 sayılı kararı, muhalefet şerhi Any.Mah.Kar.Der. Sayı:29, c.2.Sh.1186-1187)Siyasi Partiler Yasası’nın 103. maddesi yollaması ile 101. maddesinin (d) bendinde belirtilen usule uyulmadan, Yüksek Mahkeme’de, her nasılsa, bir dava ikame edilmişse ne olacaktır?

Kanaatimizce, bu durum tıpkı Kanun’un ihtar mecburiyeti aradığı davalarda, bu vecibe yerine getirilmeden dava açılmasına benzer ki; bu ahvalde, sırf bu sebeple, davanın esasına girmeden usul yönünden reddi gerekecektir.

4. FASIL: BU DAVANIN AÇILMASINDA HUKUKUN ÖNGÖRDÜĞÜ ŞARTLAR YERİNE GETİRİLMEMİŞTİR.

A. BİRİNCİ KISIM: BU DAVA USUL HÜKÜMLERİNE İKİ BAKIMDAN AYKIRI OLARAK AÇILMIŞTIR. Ön savunmamızda da belirttiğimiz gibi, iş bu dava iki bakımdan eksik ve hatalı açılmıştır.

a. Hem İddianamede ve hem de Esas Hakkındaki Görüşte, davanın dayandırıldığı Kanun maddeleri zik-redilmemiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Parti’miz hakkında açtığı davanın iddianamesinde ve Esas Hakkındaki Görüş’ünde, dayanılan yasa maddeleri olarak, Anayasa’mızın 69. maddesinin 6. fıkrası yollamasıyla 68. maddenin 4. fıkrasını göstermektedir. Gerekçe olarak da

“….Anayasa’da sadece özü belirlenmiş bir kural değil de, konuyu ayrıntılı ve doğrudan düzenleyen bir hüküm var ise, Anayasa daha önceki bir Kanun’un aykırı hükümlerini zimnen ilga edebilmektedir….'”  düşüncesini ileri sürmüştür.

Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Çünkü Anayasa’nın anılan maddeleri, sadece özü belirlenmiş kuralları içermektedir ve ayrıca bu kurallar, yürürlükte olan yasa hükümleri ile mübayenet halinde de değildir.

Keza Anayasa’nın 69. maddesinin son fıkrasında, siyasi parti kapatma ile ilgili hükümlerin kanunla düzenleneceği emredici bir hükümle belirtilmiştir.

Hal böyleyken, Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın, halen yürürlükte bulunan ve Anayasa’nın değişik 68 ve 69. maddeleriyle mübayenet halinde bulunmayan Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. ve 103. maddelerine dayanmaması hatalı olmuştur. İddianamedeki sevk maddesi kanuni değildir.

Nitekim, CMUK 163/2 maddesinde aynen şu hüküm yer almış bulunmaktadır: “iddianamede sanığın açık kimliği isnad olunan suçun neden ibaret olduğu, suçun kanuni unsurlarıyla uygulanması gereken kanun maddeleri … gösterilir.”

b. Davanın açılmasından önce odaklaşma iddiası ile ilgili usuli şartlar da yerine getirilmemiştir.

Nitekim, halen yürürlükte bulunan 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d. ve 103 maddelerine göre, bir siyasi partinin yasak eylemlerin mihrakı “odağı” haline gelmesi iddiasının ileri sürülebilmesi Ön Savunma’mızın 82-83 sayfalarda belirttiğimiz gibi, ancak aşağıdaki beş şartın tamamının tahakkuku ile mümkündür. 

Bu şartlar:

  1. Suç sayılan fiillerin, parti mensuplarınca işlendiğinin ‘hüküm giymeleriyle” sübut bulması
  2. Bu üyelerin partiden ihraçları için, Cumhuriyet Başsavcısı’nın partiye bildirimde bulunması, 
  3. Partinin bu üyeleri 30 gün içinde ihraç etmemesi
  4. Bu yasak eylemlerin, üyelerce yaygın ve yoğun bir (kesif) şekilde işlendiğinin, yukardaki işlemlerin yapılmasıyla sübut bulması. 
  5. Bu eylemlerin kesif olarak işlenmesinin partinin Büyük Kongre, MKYK veya TBMM deki Gurup Genel Kurulu yahut bu kurulun Yönetim Kurulunca benimsendiğinin sübuta ermesi. 

İşte 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu, ancak yukarıdaki bu beş şartın hepsinin birden tahakkuku halinde bir parti hakkında odak olma iddiasıyla kapatma davası açılabileceğini öngörmektedir.

Halbuki, bu davayı Sayın Başsavcı, Parti’mizin “Anayasa’nın laikliğe aykırı eylemlerinin odağı olduğolduğu” iddiasıyla açmıştır. Buna rağmen, davanın açılmasında delil olarak birkaç üyenin sübut bulmamış konuşmaları ileri sürülmüş ve Partimizin suç odağı olduğu varsayımına daya-nılmıştır.
Başsavcı, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun dava açmak için şart koştuğu yukarıdaki beş şarttan hepsinin birden gerçekleşmiş olduğunun isbatına yetecek delil ve belgeleri şöyle dursun, birinin dahi gerçekleştiğine dair dos-yaya herhangi bir belge koyamamıştır. Çünkü, iddia varit değildir.

Bu bakımdan, bu dava, herşeyden önce, usul yönünden hukuki mesnedten yoksundur.

Öte yandan, Siyasi Partiler Kanunu’nun 98. maddesi, Başsavcı’ya, iddianamesine esas teşkil edecek olayların, araştırılıp soruşturulmasında ve davanın açılıp ve yürütülmesinde Cumhuriyet Savcıları’na tanınan bütün yetkileri ve görevleri vermiştir. Buna rağmen, Sayın Başsavcı, Refah Partisi lehinde olan delilleri toplama cihetine gitmeyerek, savunma hakkımızı hiçe saymıştır.

Nitekim bu davanın açılışında, Kanun’un ve Anayasa’nın amir hükümlerinin yerine getirilmesi şöyle dursun, her hangi bir konuda Parti’ye ne bir şey sorulmuş ne de haber verilmiştir. Tamamen Parti’nin gıyabında, birden bire Anayasa Mahkemesi’ne müracaat edilmiş ve partimiz bunu medyadan duymuştur. 

Halbuki, Anayasa’nın ve Yasa’nın tarif ettiği odak olma, öyle bir haldir ki; bu hiçbir şey cereyan etmemişken birden bire hasıl olacak bir durum değildir. Tam tersine, bu ancak yıllar içerisinde sübut bulmuş, birçok merhalelerin adım adım aşılmasından sonra gerçekleşebilecek bir olaydır. 

Nitekim, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 103. maddesi, odak halinin meydana gelebilmesi için, 101/d. deki işlemlerin bir çok kereler cereyan ederek, yoğun ve kesif bir hal alması şartını ortaya koymaktadır. 

Hal böyleyken, çağdaş demokrasilerin olmazsa olmaz koşulu olan bir siyasi partiye, halen 4 milyon üyesi bulunan, aldığı oy sayısı itibariyle Türkiye’nin en büyük siyasi kuruluşu olan ve 14 yıldan beri ülkemize ve milletimize, yerel yönetimlerde ve genel yönetimde büyük hizmetler yapan bir partiye, Başsavcılıkca ön şartlar mevcut olmadan, hiçbir savunma hakkı tanınmadan ve Dernekler Kanunu’nun 53. maddesindeki dernek kapatma davalarında derneklere tanınan haklar kadar dahi imkan tanınmaması kabule şayan görülemez. 

Nitekim, aşağıdaki bilimsel görüşler de bir davada ön şartların önemi, bunlar yerine getirilmediği taktirde davanın öncelikle reddedilmesi gerektiğni açıkca belirtmektedir: 

Prof.Dr.Bahri ÖZTÜRK’e göre: “dava şartlarının gerçekleşmemesi durumunda, savcılık dava açmayacak, takipsizlik kararı verecektir.” (Madde 164 CMUK) kural budur. Ancak, her nasılsa ŞARTLARIN GERÇEKLEŞMEDİĞİ GÖZDEN KAÇIRILARAK DAVA AÇILMIŞSA … henüz yargılama başlamış değilse, DAVANIN KABULE ŞAYAN OLMAMASI NEDENİYLE RED KARARI (kıyas yoluyla Madde 315 CMUK) verilir. (Prof.Dr.B.ÖZTÜRK Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, Sayfa:38)

Sayın ÖZTÜRK aynı eserinin 38. sayfasının dip notunda da, Sayın Prof.Dr.N.KUNTER’e atıfta bulunarak, Şu görüşe yer veriyor: “Her yargılama makamı, esasa girmeden önce kabul edilebilirlik sorununu çözmelidir ki, boşuna ugraşmış olmasın. Bu nedenle, işin başında davanın kabule şayan olup olmadığı bakımından bir yargılama yapılır ve gerekirse davanın kabule şayan olmaması nedeniyle red kararı verilir..”

O halde, bu dava, dava şartlarının gerçekleşmediği gerekçesiyle, esasa girilmeden, reddedilmelidir.

Netice olarak; Aşağıdaki hukuki mesnedlere dayanılarak belirtildiği gibi;

Bu dava, hem 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu 101/d ve 103. maddelerinin gerektirdiği DAVA ŞARTLARINA aykırı olarak açılmıştır. (Sayfa:176)

Bu davada, hem Partinin yetkili kurullarının iştirakiyle yapılmış hiçbir eylemi bulunmadığı halde, Anayasa’nın bunu şart koşan 68 ve 69. maddelerinin gerektirdiği DAVA ŞARTLARINA aykırı olarak açılmıştır. (Sayfa:216)

Bu dava, herşeyden önce USUL yönünden hukukun temel prensiplerine aykırı açılmıştır. 

Bu nedenle, Yüksek Mahkeme’nin bu davada da, teminat olma özelliği taşıyan usül kurallarını, öteden beri olduğu gibi, büyük bir duyarlılıkla dikkate alacağından ve yapılacak bir ÖN İNCELEME sonucunda, bu davanın ÖNCELİKLE USULE AYKIRILIK SEBEBİYLE RED EDİLECEĞİNDEN KUŞKUMUZ YOKTUR. KALDIKİ, AYRICA, YÜKSEK MAHKEMENİZCE BU DAVANIN ESAS YÖNÜNDEN DE REDDEDİLECEĞİNDEN HİÇ BİR ŞÜPHEMİZ BULUNMAMAKTADIR.

B. İKİNCİ KISIM: ANAYASA’NIN 68. ve 69. MADDELERİNİN DOĞRUDAN UYGULANMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR. 2820 SAYILI SİYASİ PARTİLER KANUNU’NUN UYGULANMASI GEREKİR.Ön savunmamızın III. Bölümünün (B) bendinde (Sayfa 56-90) bu konudaki görüşlerimizi ayrıntıları ile açıklamış, dayandığı Anayasa ve Yasa hükümlerini, Yüksek Mahkeme’nizin içtihatlarını belirtmiş, mesnetlerini göstermiştik.

Keza yukarıdaki III. bölümün 2. Fasıl, Sayfa:169’da, Sayın Başsavcı’nın iddianamedeki kabullerini, Esas Hakkındaki Görüşünde de tekrar ettiğini, İddianamede üç iddiası olduğunu, bunları teyid maksadıyla Esas Hakkındaki Görüşünde iki iddia daha eklediğini, böylece bu konuda ileri sürdüğü 5 iddiasının neler olduğunu, hemen arkasından da bu iddiaların hepsinin gerçeğe ve hukuka aykırı olduğunu belirtmiştik.

Sayın Başsavcı İddianamesi’ndeki 3 iddiasını dermeyan ederken;

  1. Anayasa’nın 23.7.1995 tarih ve 4121 sayılı Kanunla değişik 68 ve 69. maddeleri ile 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun parti kapatmaya ilişkin hükümleri arasında mübayenet bulunduğunu, 
  2. Bu yüzden, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun Anayasa’ya aykırı düşen hükümlerinin “Zımnen İlga” edildiğini, 
  3. Bu yüzden, Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinin doğrudan tatbik edilmesi gerektiğini, 

ileri sürmüştür.

Sayın Başsavcı’nın bu iddialarının hukuken geçersizliğini, ön savunmamızın 82-108 sayfaları arasında, Kanuni mesnedleri ve delilleriyle isbat ettiğimiz için, burada anılan yazılı beyanlarımızın kısa bir özetini sunuyoruz.

B.1. ANAYASA HÜKÜMLERİYLE SİYASİ PARTİLER KANUNU HÜKÜMLERİ ARASINDA BİR AYKIRILIK YOKTUR.Bir siyasi partinin Kanunen yasaklanmış belli faaliyetlerin odağı (mihrakı) haline geldiği iddiasıyla kapatılması davasına ilişkin esaslar açısından 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu hükümleriyle 1982 Anayasası’nın 1995 değişikliğinden sonraki 69. maddesi hükmü arasında bir aykırılık mevcut değildir.

Zira, bir siyasi partinin, yasaklanmış belli faaliyetler açısından odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi’nce tespit edilmesi halinde, partinin temelli kapatılacağı hususundaki Anayasa hükmü; bir siyasi partinin hangi hallerde bu faaliyetlerin odağı haline gelebileceği hususunda açık seçik bir ölçü getirmemiştir. 69. maddenin 10. fıkrasındaki;

“Siyasi partilerin….. denetlenme ve kapatılmaları… yukarıdaki esaslar çerçevesinde Kanunla düzenlenir.” hükmü gereğince bu husus, Kanuna bırakılmıştır. Yani, bir siyasi partinin yasaklanmış belli faaliyetlerin odağı haline gelip gelmediği, 2820 Sayılı Kanun’un 103. ve bu maddenin atıfta bulunduğu 101. maddenin 1. fıkrasının (d) bendinde belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde belirlenecektir.

Görülüyor ki, 69. maddenin 6. fıkrası hükmü ile Siyasi Partiler Kanunu’nun 103. maddesinin Anayasal dayanağı oluşturulmuştur.

B.2. BİR AN İÇİN BÖYLE BİR AYKIRILIĞIN VARLIĞI KABUL EDİLSE BİLE SİYASİ PARTİLER KANUNU’NUN 101/d. VE 103. MADDELERİNİN UYGULANMASI GEREKİR. Bir an için böyle bir aykırılığın varlığı kabul edilse bile, konuyu özel olarak düzenleyen Siyasi Partiler Kanun’undaki parti kapatmaya ilişkin usul ve esaslar bir kenara itilerek, genel esasları belirten Anayasa hükümlerinin doğrudan tatbiki ile, parti kapatma davası açılamaz.

Bu hususun açıklığa kavuşması için, şu iki sorunun cevaplandırılması gerekmektedir:

Soru-1. 22.4.1983 tarih ve 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu, 1982 Anayasası’nın 177. maddesi kapsamında mıdır, değil midir?

Soru-2. Daha önce yürürlüğe girmiş Kanun hükümleriyle, bilahare Anayasa değişikliği arasında aykırılık varsa; özel Kanun hükümleri zımnen ilga edilmiş sayılacak mıdır?

Birinci Soru İle İlgili Açıklamalarımız:

Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, 2820 Sayılı Kanun’un “Anayasa’nın yürürlüğe girmesi” kenar başlığını taşıyan 177. madde kapsamına dahil olduğunu düşünmektedir. Bu itibarla, Sayın Başsavcı, davayı Siyasi Partiler Kanunu yerine, doğrudan Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerine istinaden açmıştır.

İddianamede yer alan bu görüş ve yorum tarzı, doğru değildir. Şöyle ki:

Anayasa’nın 177. maddesi, yeni Anayasa’nın yürürlüğe girmesini sağlamak için aşamalı bir usul öngören “bir geçiş dönemi” hükmüdür. Maddenin (e) bendi münhasıran yeni Anayasa yürürlüğe girdikten sonra, yeni Kanunlar çıkarılıncaya kadar, nasıl bir yol izleneceği hususunu düzenlemektedir.

Anayasa’nın 177. maddesinin (e) bendinde söz konusu edilen “mevcut Kanunlar” ifadesi ile, 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girdiği anda mevcut olan Kanunlar kastedilmiştir. Bu sebepten dolayı 24.4.1983 tarih ve 18027 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu, bu madde kapsamına giren bir Kanun olarak mütalaa edilemez. 177. maddenin (e) bendindeki “mevcut Kanunlar” ifadesiyle kastedilenin, 1982 Anayasa’nın yürürlüğe girdiği anda mevcut olan Kanunlar olduğu hususu Yüksek Yargıtay’ın pek çok kararında açıklanmıştır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 14.9.1983 T. ve E.1980/4-1714, K.1983/803 (YKD, Kasım 1983, Sh.1587 vd.); Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 28.3.1988 T.ve E.1988/5-76, K.1988/135 (YKD, Haziran 1988, Sh. 840 vd.) S.lı kararları buna örnek olarak gösterilebilir.

İkinci Soru İle İlgili Açıklamalarımız:

1995 yılında yapılan değişiklikten sonra, Anayasa’nın 68 ve 69. maddeleri hükümleriyle 2820 Sayılı Kanun’un 103. maddesi hükmü arasında bir “aykırılık” bulunduğu fikrinden hareket eden Sayın Başsavcı, 103. madde hükmünün “zımnen ilga” edilmiş olduğunu iddia etmektedir.

Sayın Başsavcı’nın bu iddiası ve kabulü bu davada hukuken geçersizdir.

Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası ile kurulmuştur. İlk yıllardaki kararlarında, ilke olarak, Anayasa kurallarının doğrudan uygulanmasını kabul etmemiştir.

Daha sonra, 1961 Anayasası’nın Geçici 9. ve 151. Madde-lerindeki Anayasa’nın yürürlüğe konmasını temin için sevk edilmiş olan istisnai hükümlerden dolayı, bazı özel haller için, (hak ve hürriyetleri genişletme ve ilgili kişiler ve kurumların lehine hareket etme maksadıyla), Anayasa’da ayrıntılı ve doğrudan tatbik edilebilir hükümlerin mevcudiyeti halinde, Anayasa’yı uygulama istikametinde kararlar vermiştir.

Ancak 1982 Anayasası’nın kabulü ile, bu Anayasa’nın 152, 177 ve Geçici 15. maddeleri yürürlüğe konulunca, artık Kanunları ihmal kapısı kesinlikle kapanmış, bundan dolayı da 1982 Anayasası’ndan sonraki bütün Anayasa Mahkemesi kararlarında meri Kanun hükümlerinin uygulanmasının ihmal edilemeyeceği, özel hüküm olması dolayısıyla, mutlaka Kanun’un tatbiki gerektiği tekrar tekrar vurgulanmıştır.

Sayın Başsavcı’nın iddianamesi’nde zikrettiği kararlar, 1982 Anayasası’ndan önceki döneme ait kararlardır. 1982’den sonra, 1982 Anayasası’nın getirdiği hükümlerle bu kararlar geçerliliğini kaybetmiştir. O sebeple, 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden önceki bu kararlar, işbu davada dayanak olamazlar.

Bu hukuki gerçek, Ön Savunmamızın 97 ila 107. sayfalarında, alıntı yaptığımız Anayasa Mahkemesi kararlarında, dayanaklarıyla açıkça ortaya konulmuştur.

B.3. ANAYASA MAHKEMESİ’NİN 1982’DEN SONRAKİ KARARLARI SAYIN BAŞSAVCININ İDDİASINA DAYANAK YAPTIĞI DİĞER YÜKSEK MAHKEME KARARLARINI DA GEÇERSİZ KILMIŞTIR.Sayın Başsavcı’nın iddiasına dayanak yapmak istediği Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay kararlarının, 1982 Anayasa’sından sonra geçerliliği olmadığı hususu ön savunmamızın 97-107 sayfalarında, 1982 Anayasa’sı ile 1961 Anayasa’sı ilgili hükümlerinin karşılaştırılması suretiyle isbat olunmuştur. 

B.4. 2820 SAYILI SİYASİ PARTİLER KANUNU’NUN ANAYASA’YA AYKIRILIĞI İDDİA EDİLEMEZ.1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesinde aşağıdaki hüküm yer almıştır:

“12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak T.B.M.M.’nin Başkanlık divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde … çıkarılan Kanunların Anayasa’ya aykırılığı iddia edilemez” 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu, bilindiği gibi, 24 Nisan 1983 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Dolayısıyle Anayasa’nın gecici 15. maddesinin koruması altındadır.

Bundan dolayı, bu Kanun’daki kural ve hükümlerin Anayasa’ya aykırılığı iddia edilemez.

Anayasa Mahkemesi’nin yukarıdaki bölümlerde belirtilen çeşitli kararıları da bu gerçeği teyid etmiştir. Yüksek Mahkeme, özellikle siyasi partilerin kapatılması davalarında, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun Anayasa’ya aykırılığı iddialarını red ettiği gibi, bu Kanun hükümlerinin uygulanmasını ihmal ederek doğrudan Anayasa hükmünü uygulama yoluna da gitmemiştir.

Anayasa Mahkemesi’ne göre “iptali istenemeyen kararların ihmali de söz konusu olamaz.” (Anayasa Mahkemesi E. 1992/1, k 1993/1, 14.3.1993 tarihli karar)

Diğer taraftan, önemle belirtelim ki; gerek Anayasa Mahkemesi gerekse Yargıtay ve Danıştay tarafından 1961 Anayasa hükümlerine göre doğrudan Anayasa kurallarının uygulanması yoluna, sadece hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasını önlemek ve sanığın lehine olan hükümleri uygulamak amacıyla gidilmiştir. Oysa Sayın Başsavcı, bu Yüksek Mahkeme’lerin aksine, bu yöntemi bir siyasi partinin kapatılması davasında kullanmak istemektedir. Bu yaklaşım tarzı, Yüksek Mahkemelerimizin 1982 Anayasası’ndan önce Kanunların Anayasa’ya aykırı hükümlerini “ihmal” ederek doğrudan Anayasa kurallarını uygulamadaki esprisine de aykırıdır.

B.5. CEZA VE CEZA YERİNE GEÇEN GÜVENLİK TEDBİRLERİ ANCAK KANUNLA KONULUR: “Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak Kanunla konulur” prensibi, Anayasa’mızın 38. maddesinin üçüncü fıkrasının ihtiva ettiği amir bir hükümdür. “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” şeklinde ifade edilen bu kural, bütün modern ceza hukuku sistemlerinin vazgeçilmez temellerinden biridir. Kişiler ve kurumlar hareketlerini belli ve kesin hükümlerin ışığı altında tayin etmek ihtiyacı içindedirler. Siyasi Parti yasaklamaları da ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri cümlesindendir.

Çünkü, TCK. Madde 11’de cezaların nevileri belirtilmiştir. Bu meyanda “kamu hizmetlerinden memnuiyet” de bu cezalar arasında sayılmıştır. 

Diğer yandan mezkur Türk Ceza Kanunu’nun 20. maddesi ise “seçilme hakkından mahrumiyet” ve “bir partinin kurucusu, üyesi ve yöneticisi olmak gibi siyasi haklardan mahrumiyet” hallerini de “kamu hizmetlerinden mahrumiyet” cezası meyanında saymıştır.

Sonuç olarak, Anayasa’nın 84/Son fıkrasında sayılan müeyyideler basit birer tedbir olmayıp, doğrudan doğruya cezai müeyyidelerdir.

Eğer, Sayın Başsavcı’nın ileri sürdüğü gibi, ceza sınırlarını belirlemeyen, sadece temel prensipler koyan Anayasa hükümleri, özel ceza kanunu veya cezai nitelikte olan güvenlik tedbirleri hükümleri yerine doğrudan uygulama alanına konulacak olursa, Anayasa’nın tam tersine “kanunsuz ceza olamaz” hükmü açıkca çiğnenmiş olur.

Cezalar ancak kanunla düzenlenir” prensibi asla ihmal edilemez. Aksi takdirde, hukuk devleti niteliklerine aykırı keyfi bir belirsizlik ortamı ihdas edilmiş olur. Bu bakımdan, kanunkoyucu bu prensibin korunması için olağanüstü bir titizlik göstermiştir. Nitekim 1995 değişikliği ile yürürlüğe konulan, Anayasa’nın siyasi partilere ilişkin 69. maddesinin son fıkrasında da bu titizlik kendisini göstermiştir. Bu fıkrada aynen:

“Siyasi Partilerin kuruluş ve çalışmaları, denetleme ve kapatılmaları ile siyasi partilerin ve adayların seçim harcamaları ve usulleri yukarıdaki esaslar çerçevesinde kanunla düzenlenir”  denilmektedir.

Bu hüküm, kanunsuz suç ve ceza olmaz prensibinin ikinci bir teyidi mahiyetindedir.

Kanunkoyucu, bu ikinci teyid ile de iktifa etmemiş, bu konuda Anayasa’nın 177. maddesinin (b) bendinde, çok önemli bir hüküm daha getirerek, özel kanun hükmüne öncelik verilmesi konusunda üçüncü teyidini yapmıştır. Kanunkoyucu, siyasi partilerle ilgili Anayasa hükümlerinin yürürlüğe girme tarihini, bu konuda çıkartılacak özel kanunun yani “Siyasi Partiler Kanunu’nun” yürürlüğe girmesi şartına bağlamıştır. Önce Anayasa yürürlüğe girsin, sonra Siyasi Partiler Kanunu çıkartılsın dememiştir. Bu takdim tehir etme olayı dahi Kanunkoyucu’nun, Anayasa’nın 38. maddesindeki prensiplere ne kadar ehemmiyet atfettiğinin kesin bir ifadesidir. 

Hal böyleyken, “özel kanun ihmal edilmeli veya mülga sayılmalı, onun yerine genel Anayasa hükmü uygulanmalı demek”, hiçbir surette şayanı kabul bir görüş olamaz. İçtihatlarla veya emsal kararlarıyla ceza tedbirleri konulamaz. Konulursa, Anayasa’ya aykırı olur.

Yukarıdaki prensiplerin ışığı altında bu bölümü özetleyecek olursak:

    1. Anayasa’nın 1995 yılında değiştirilen, 68 ve 69. maddelerinin, bir ceza kanunu hükmü gibi doğrudan uygulanması mümkün değildir. 
    2. Anayasa’nın değişik 69. maddesinin 5. fıkrasında; 

 

     

    “Bir siyasi partinin 68. maddenin 4. fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak onun bu nitelikte fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi‘nce tesbit edilmesi halinde karar verilir” 

    denilmektedir.

    Bu maddenin doğrudan uygulanabilmesi için, herşeyden önce “odak haline gelme” olayının unsurlarının belli olması gerekir. Bu maddede bu konuda açıklık mevcut değildir. Odak haline gelmenin gerek sübut ve gerekse esas bakımından ayrıntılarıyla, kesin olarak belirtilmiş olması, kanunsuz “suç ve ceza olmaz” temel kuralının gereğidir. Bu bakımdan Sayın Başsavcı’nın, Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d. ve 103. maddelerinin mülga sayılmasına ve Anayasa’nın doğrudan uygulanmasının mümkün olduğuna dair isteminin, kabul edilmesine imkân yoktur.

    1. Tıpkı bunun gibi, 69. maddenin atıfta bulunduğu Anayasa’nın 68. maddesinin 4. fıkrasında sayılan fiillerin cezai unsurları da belirtilmemiştir. 

    68. Maddenin 4. fıkrasında sayılan fiiller şunlardır.

    Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri;

    • Devletin bağımsızlığına, ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğüne, 
    • İnsan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, 
    • Demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz 
    • Sınıf ve zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz. 
    • Suç işlenmesini teşvik edemez. 

    Görülüyorki, bu hükümler, genel olarak suç ve yasak sayılan temel konuları ifade etmektedir. Bu ifade tarzı, Anayasalara has normal uslubtur. Ancak, bu genel kuralların uygulanabilmesi için, her bir yasağın ve suçun, ayrıntıları ile unsurlarının da belirtilmesi gerekir. Bu metinlerde, bu unsurlar mevcut değildir.

    Ancak bu unsurları belirleyen özel kanun hükümlerinin yürürlüğe konması halinde; vatandaşlar, siyasi partiler, mahkemeler ve diğer resmi kuruluşlar, hangi fiillerin yasak olduğunu, hangi fiillerin yasak olmadığını ayırt edebilecektir. Böylece, temel kurallar netleşecek, siyasi partilerin, parti örgüt ve üyelerinin sorumlu tutulmaları ancak bundan sonra mümkün olacaktır.

    1. Nitekim, bu ihtiyacın karşılanması için kanun çıkartılması mecburiyeti bir Anayasa emridir. Yukarıda da açıkladığımız gibi, bu emredici hüküm, hem Anayasa’nın 38. maddesinde, hem 69. maddesinin son fıkrasında ve hem de 177. maddenin (b) fıkrasında tekrar tekrar teyid edilmiştir. Bilindiği gibi, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 4. bölümünde yer alan parti yasakları ve bu yasak ve suçların unsurları ayrıntılarıyla mezkur amir hükümlerin gereği yerine getirilmek için, tedvin edilmiştir. 

    Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerinin değişikliğinden sonra da ayrıntıları ile değişikliklerin uygulamaya konulması için Siyasi Partiler Yasası’nda değişiklikler yapılmadığına göre; bu konuda 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun hükümlerinin uygulanması zorunluluğu vardır.

    Sayın Başsavcılığın istediği gibi, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun davamız ile ilgili 101/d. ve 103. maddeleri mülga sayılacak olursa; ortada uygulanacak bir kanun hükmü kalmayacaktır. Yukarıda açıkladığımız sebeblere binaen, Anayasa’nın 68. maddesinin 4. fıkrası ve 69. maddesi de uygulanamayacaktır.

    Anayasa Mahkemesi’nin, içtihatlarla ceza hükümleri veya ceza tedbirlerini belirlemesi de istenemez. Zira, bu görev Yasama Organı’na aittir.

    Netice olarak: Tabii çözüm, yürürlükte olan 2820 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmasıdır. 

    B.6. İŞBU DAVADA, ANAYASA KURALLARININ DOĞRUDAN UYGULANMASI, ANAYASA DOKTRİNİNDE ÖNE SÜRÜLEN GÖRÜŞLERE GÖRE DE MÜMKÜN DEĞİLDİR. Bu gerçek, Ön Savunmamızın 115 ve 116. sayfalarında örnekleriyle açıklanmıştır.

    B.7. SONUÇ: DAVADA 2820 SAYILI SİYASİ PARTİLER KANUNU HÜKÜMLERİ UYGULANMALIDIR. BU KANUNUN GEREKTİRDİĞİ ÖN ŞARTLAR BULUNMADIĞINDAN DAVANIN REDDİ GEREKİR. 

    Yukarıda belirtiğimiz gibi, Anayasa’nın 69. maddesinin son fıkrasına göre, 

    “Siyasi Partilerin … denetleme ve kapatılmaları.. yukarıdaki esaslar çerçevesinde KANUNLA düzenlenir ”  Bu kanun, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’dur. Bu itibarla, Anayasa’mıza göre, bir siyasi partinin kapatılması davası 2820 Sayılı Kanun hükümlerine göre görülecektir.

    Bir siyasi partinin, yasaklanmış belli faaliyetlerin odağı haline gelip gelmediğinin tespitinde de 2820 Sayılı Kanun’un 103. maddesinin atıfta bulunduğu 101. maddenin d-1 fıkrasındaki usulün uygulanması gerekir.

    2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun yürürlükte bulunan 101/d. ve 103. maddelerindeki amir hükümlerin sonucu olarak, herhangi bir partinin yasak eylemlerin mih-rakı “odağı” haline gelmesi iddiasının ileri sürülebilmesi, ancak ön savunmamızın 82-83. sayfasında ve bu savunmamızın 102. sayfasındna açıkca belirtilen 5 şartın tamamının gerçekleşmesiyle mümkündür. 

    Bu davada ise, bu şartların beşinin birden sübutu şöyle dursun, hiçbirisinin mevcut olmadığını belirtmiştik.

    Nitekim, İddianame incelendiği zaman, bu isnada delil diye, sadece partinin birkaç üyesinin sübut bulmamış ve laikliğe aykırılıkla ilgisi olmayan ve hemen tamamı 1995 Anayasa değişikliğinden önceki beyanlarından ibaret olduğu görülecektir.

    Herşeyden önce, bu fiillerden dolayı, hiçbir parti mensubu 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 103. ve 101/d maddesinin şart koştuğu şekilde, hakim önünde yargılanıp hüküm giymiş değildir.

    14 yıldan beri Refah Partisi’ne Başsavcılıkca bu hususta bir bildiri ve ihtarda da bulunulmuş değildir. Dolayısıylapartinin yetkili kurullarının herhangi bir üyenin yasadışı faaliyetini benimsemesi de sözkonusu değildir.

    Bu gerçekler, 2820 Sayılı Kanun’un esas alındığı taktirde, bu dava için hukukun aradığı şartların mecut olmadığını açıkça göstermektedir.

    Sonuç Olarak

    2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’na göre: 

    İşbu davada 

    • 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d. ve 103. maddelerinin gerektirdiği sayfa 102.’deki, bu davadaki isnadın yapılabilmesinin DAVA ŞARTI olan beş şartın, hepsinin birden gerçekleşmesi şöyle dursun hiçbiri varit olmadığı için, 
    • 14 yılı aşkın bir zamandan beri, Davaya mesnet yapılan iddia ile ilgili olarak, Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin (d) bendinde ayrıntılı olarak açıklanan işlemlerden hiçbirinin yapılması söz konusu olmadığı için, 
    • Partimize savunma hakkı tanınmamıştır. İşbu dava, Parti’mizin gıyabında hazırlanmış, Sayın Başsavcı tarafından haklı olduğuna inanılmadığı halde, usul ve kanuna tamamen aykırı olarak ikame olunduğu için, 
    • Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluş Kanunu madde 33, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu madde 98 ve CMUK madde 153. amir hükümlerine riayet edilmediği için, 

    İşbu davanın, yapılacak bir ön inceleme sonucu,

    Öncelikle usul bakımından reddi gerekir.

    5. FASIL: ANAYASA’NIN 69. MADDESİ DOĞRUDAN UYGULANSA DAHİ BU DAVANIN REDDİ GEREKİR. FARZ-I MUHAL OLARAK, SAYIN BAŞSAVCI’NIN İDDİA ETTİĞİ GİBİ, BİR AN İÇİN ANAYASA’DA 1995 YILINDA YAPILAN DEĞİŞİKLİKLE 68. VE 69. MADDELERİN, 2820 SAYILI SİYASİ PARTİLER KANUNU HÜKÜMLERİ İLE AYKIRILIK HALİNDE OLDUĞU, BU DURUMDA 2820 SAYILI KANUN’UN İLGİLİ HÜKÜMLERİNİN İLGA EDİLMİŞ OLDUĞU, KABUL EDİLECEK OLURSA USUL BAKIMINDAN DURUM NE OLACAKTIR?

    Bu durumda dahi, böyle bir davanın açılabilmesi için, gereken hukuki ön şartlar yerine getirilmediğinden davanın öncelikle usul bakımından reddi gerekir.

    Bu bölümde, bu gerçeği hukuki mesnetleriyle ortaya koyacağız.

    Şöyle ki;

    Sayın Başsavcı’nın İddianamesinde ve Esas Hakkındaki Görüşünde usulle ilgili beyan ve kabullerini özet halinde sunmuştuk. Ve bu davayla ilgili olarak, Sayın Başsavcı’nın beş kabulde bulunduğunu, bunların hepsinin de hukuken geçersiz olduğunu ifade etmiştik.

    Yukarda açıklandığı gibi, bu beş kabul şunlardır:

    Sayın Cumhuriyet Başsavcısı, iddianamesinde,

    1. Anayasa’nın 23.7.1995 tarih ve 4121 sayılı Kanunla değişik 68 ve 69. maddeleri ile 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun parti kapatmaya ilişkin hükümleri arasında mübayenet bulunduğunu,

    2. Siyasi Partiler Kanunu’nun 103. ve 101/d hükümlerin “Zımnen İlga” edildiğini,

    3. Bu yüzden, doğrudan Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinin tatbik edilmesi gerektiğini,

    ileri sürerek, 

    Bu kabullere dayanmak suretiyle, Parti’mizin eylemleriyle laikliğe aykırı nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğini iddia ederek kapatılmasını talep etmiştir.

    Sayın Başsavcı, Esas Hakkındaki Görüş’ünde, yukarıdaki üç iddiasını tekrar etmiş ve bu iddialarını geçerli gösterebilmek için bunlara iki iddia daha ilave etmiştir:

    Sayın Başsavcı’ya göre;

    4. Siyasi Partiler Kanunu yürürlüğe girdiğinde TCK 163. maddesi yürürlükte idi. Ancak anılan maddenin yürürlükten kaldırılmasından sonra laikliğe aykırı propaganda ve eylemlerden dolayı parti üyeleri hakkında kamu davası açılması imkansız hale geldiğinden, bu durumda, bir siyasi parti hakkında, bu yönden odak haline gelmesi sebebiyle dava açılabilmesinin ve kapatma kararı verilebilmesi de imkansız hale gelmiştir.

    5. İşte bu sebeple, yasakoyucu TCK. 163’ün kaldırırılması karşısında Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerini yeniden düzenlemiştir. 

    Sayın Başsavcı, beşide gerçeğe ve hukuka aykırı olan bu kabulleri yapmaya neden mecbur kalmıştır?

    Çünkü;

    Yukarıda da açıkladığımız gibi, “Refah Partisi Gerçeği” karşısında gerçeğe aykırı bir iddiayı, ön şartları ve delilleri mevcut olmadığı halde, yine yukarıda açıklanan medya tahrikleri saikiyle, bunların etkisi altında ortaya atmak mecburiyetinde kalmıştır. 

    Bu yüzden, temel hukuk kurallarını, Anayasa’yı, Siyasi Partiler Yasasını ve uymayı taahhüt ettiğimiz Uluslararası Anlaşmalar’ın tüm gereklerini bir kenara bırakarak, Yüksek Mahkeme’nin huzuruna çıkıp “Ben size bir demet gazete kupürü sunuyorum, siz de benim kabullerime uyarak mer’i mevzuatı yok sayın, bu gazete kupürlerine bakarak hüküm verin” talebinde bulunmak mecburiyetinde kalmıştır.

    Bu davada, ayrıca dikkati çeken çok önemli hususta şudur ki; Sayın Başsavcı’nın Esas Hakkındaki Görüşünde alıntı yaptığı gazete kupürlerinin hemen hemen tamamı, İddianame ile Esas Hakkındaki Görüş ta-rihleri arasında geçen zaman dilimi içerisinde yayınlanmış olan yazılardır.

    Bu durum, mezkur yazıların bu dava ile ilgili olarak maksatlı bir şekilde istek üzerine yazılmış yazılar olduğu şüphesine yol açmaktadır. 

    Partiye karşı olan ve hatta husumeti bulunan bazı kimselerin maksatlı olarak yazdıkları yazıların ne ciddiye alınması ne de delil sayılması mümkündür. 

    Her parti hakkında, istenildiği kadar yazı yazdırılması veya zaten doğal olarak yazılmakta olan yazılardan arzu edilen sayıda gazete kupürlerinden bir derleme yapılması mümkündür. 

    Bu yolla, yani Sayın Başsavcı’nın başvurmaya mecbur kaldığı metodla, bütün partilerin her birisi için kapatma davası açılması mümkündür.

    Bu sebepten dolayı, elbette Sayın Başsavcı’nın yukarıda açıklanan talebinin kabulü mümkün değildir. 

    Çünkü, böyle bir talebin kabulü mümkün olsaydı, bir demet gazete kupürü ile istenen hergangi bir partinin kapatılması mümkün olurdu ve her parti için de Sayın Başsavcı’nın söz konusu ettiğinden çok daha fazla kupür toplanabilirdi.

    Halbuki, bir hukuk devletinde geçerli olan, hukuka aykırı mesnetsiz talepler değil, bizzat hukukun kuralları ve gerekleridir.

    Bu bakımdan, işbu bölümün bu kısımında,

    Nasıl ön savunmamızda ve bu savunmamızın bu bölümünün A. Kısmında Sayın Başsavcı’nın yukarıda, iddianamesinde ileri sürdüğü, 1., 2., ve 3. kabullerinin hukuken geçerliliğinin olmadığı ispat edildiyse, 4. ve 5. kabullerinin de hukuken geçerli olmadığı, bu bölümde delilleriyle ortaya konulacaktır. Ve ayrıca bu dava için gerekli dava şartları ve böyle bir isnadın mevcut olması için sübutu gereken unsurlar da açıkca belirtilecektir.

    Bu gerçekleri ortaya koyabilmek için, bu bölümün aşağıdaki kısımlarında gereken hukuki ispatlar yapılacaktır.

    A. BİRİNCİ KISIM: ANAYASA 69. MADDESİNİN UYGULANABİLMESİNİN ÖN ŞARTLARININ GEREKÇELERİ 1995 değişikliğinden sonra Anayasa’nın 69. maddesinin indi ve keyfi bir şekilde doğrudan uygulanması mümkün değildir.

    Anayasa’nın 69. maddesinin uygulanmasında ;

    • 1995 Anayasa değişikliklerinin ana gayesinin, 
    • Bu maddenin lafzı ve ruhunun, 
    • İlgili mevzuat hükümlerinin, 

    gerektirdiği ön şartlara uymak mecburiyeti vardır.

    A.1. TCK. 163. MADDENİN KALDIRILMASI VE 1995 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNİN ANA GAYESİ BAKIMINDAN;

    a. TBMM TARAFINDAN 1991 YILINDA TCK 163. MADDESİNİN KALDIRILMASI, DEVLETİ YIKMAK İÇİN DEĞİL, FİKİR VE İNANÇ, İFADE HÜRRİYETİ ÖNÜNDEKİ ENGELLERİ KALDIRARAK ÇAĞDAŞ DÜNYAYA UYUM SAĞLAMAK İÇİN ATILMIŞ İSABETLİ BİR ADIMDIR: Malum olduğu üzere ön savunmamızın I. Bölüm Sayfa 27-32’de Çağdaş Dünya’nın, insan hakları, özgürlük ve demokrasi bakımından nereye doğru gittiğini delilleriyle açıklamıştık. Çağdaş Dünya’da 2. Cihan Harbinden önceki müdahaleci fikir ve uygulamaların tamamen terk edildiğini, “Kutsal Devlet” yerine “insan hakları“, “özgürlük” ve “demokrasi“nin esas alındığını ve günümüzde artık çağdaşlık ölçüsü olarak yalnızca bunlara itibar edildiğini belirtmiştik.

    Yine Çağdaş Dünya’da “İnsan Hakları” içerisinde en önemli yeri “inanç hürriyeti“, “ifade hürriyeti” ve “örgütlenme hürriyeti“nin aldığını ortaya koymuştuk ve Türkiye’nin de uymayı taahhüt ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve kabul ettiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘nin karar ve içtihatlarıyla, düşünce ve ifade hürriyeti’nin sınırlarının ancak; 

    • Başkasına hakaret etmek, 
    • Cinayete teşvik etmek gibi, 

    son derece kısıtlı bir sahaya indirgendiğini bunların dışında herkese her türlü hürriyetin tanındığını da belgeleriyle dermeyan etmiştik.

    Ve yine bu Bölüm’de Türkiye’nin de Cumhuriyetin kuruluşundan beri çağdaş gelişmeleri aynen takip ettiğini bütün bu çağdaş gelişmelere uymayı, bir yandan uluslararası anlaşmalar diğer yandan da, iç hukukta bu gelişmelere paralel olarak sürekli Anayasa ve yasa değişiklikleri yaptığını ve bilhassa Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere Yüksek Yargı Organları’nın da bu çağdaş gelişmeleri takip ettiklerini delilleriyle ortaya koymuştuk.

    Esasen ülkemizde düşünce ve ifade hürriyetinin en geniş manasıyla geçerli olduğu Anayasa’nın 25. ve 26. maddelerinde açık bir şekilde ifade edilmiştir.

    İşte TCK 140, 141, 142. ve 163. maddeleri ile 6187 Sayılı Kanun’un kaldırılması bu çağdaş gelişmelerin sonunda gerekli bir adım olarak gerçekleşmiştir. 

    Nitekim Uluslararası taahhüdlerimize uymayı ve çağdaş gelişmeleri takip etmeyi şiar edinmiş olmamızdan dolayı,

    1991 yılında 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu çıkarılırken,

    Türkiye artık düşünce ve ifade hürriyetine en geniş şekilde yer vermeye karar vermiş, bu hürriyetleri sadece terörle ilgili cebir ve şiddete dayanan yıkıcı eylemlerle sınırlamıştır. Bu son derece yerinde ve çağdaş bir gelişmedir. Bundan dolayıdır ki 1991 yılında 163. madde kaldırılırken sadece bu madde değil, TCK 140, 141, 142. maddeleri ile 6187 sayılı Kanun da aynı anda kaldırılmıştır.

    Bu çağdaş yasama tasarrufu, açıklanan sebeplerden dolayı TBMM’nde bütün partilerin iştiraki ve ittifakıyla ve alkışlarla kabul olunmuştur.

    Burada hemen belirtelim ki; o tarihte Refah Partisi TBMM’nde temsil edilmiyordu.

    Bütün bu gerçekler apaçık ortada olduğu halde Sayın Başsavcı’nın Esas Hakkındaki Görüşünde aşağıdaki ifadele-ri kullanmış olması sadece Yüksek Adalet ve Yargı camiamız adına değil bütün ülkemiz hatta İnsan Hakları için asırlardır mücadele veren bütün insanlık adına üzüntü ile karşılanacak bir olay niteliğindedir:

    “Bu defa irticayı hortlatarak ülkemizi içinden kolay kolay çıkamayacağı sorunlarla karşı karşıya bırakmaya çalışan yabancı devletlerin güçlü ve paralı işbirlikçileri: Tek başlarına güçleri yetmeyeceği için yıllar önce TCK 141 ve 142. maddeleriyle 163. maddenin aynı anda kaldırılmasında işbirliği yaparak…!”Türkiye gibi demokratik bir ülkede sadece kamu hukukunu korumakla değil aynı zamanda siyasi davalarda sorgu hakimliği sıfatıyla bir bakıma yargıçlık göreviylede yükümlü Devletin bu Yüksek Mevkiindeki bir kimsenin, yüce milleti-mizin temsilcilerinden oluşan TBMM hakkında böylesine yakışıksız ifadeler kullanabilmiş olması ve o günkü TBMM’ni ve bütün partileri ağır bir şekilde suçlaması hiçbir demokratik ülkede eşine rastlanmıyan ve kuvvetler ayrılığı prensibinin saygınlığına gölge düşüren bir olaydır.

    Gerçek odur ki; TCK 163. maddenin kaldırılması tıpkı TCK 140, 141, 142 maddelerinin ve 6187 Sayılı Kanun’un aynı anda kaldırılışı gibi TBMM tarafından özgürlükleri genişletmek Anayasa’daki bağlayıcı hükümlerin uygulamada da geçerliliğini sağlamak ve gelişmiş bütün ülkelerdeki çağdaş hukuk normlarına uymak için atılmış çok önemli bir adımdır.

    b. 1995 YILINDA ANAYASA’DA YAPILAN DEĞİŞİKLİKLER DE AYNI ŞEKİLDE ÇAĞDAŞ GELİŞMEYE UYUM SAĞLAMAK İÇİN ATILMIŞ ADIMLARDIR. Bu gerçek ön savunmamızın I. Bölüm B-4’de ve bu Savunmamızın yukarıdaki bölümlerinde belirtilmiştir. 

    Bu bölümlerde açıklandığı gibi, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olabilmesi için Anayasa’mızda, 1995 yılında yapılan değişiklikler sırasında siyasî partiler lehine de önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerin amacı; Siyasi Partiler Hukuku’nda en çağdaş normların Türkiye’de yürürlüğe konmasını sağlamaktır.

    1995 Anayasa değişikliği ile çağdaş gelişmeye paralel olarak Türkiye’mizde de siyasî partilerin kapatılmaması ana prensibine doğru gidilmiş, 1982 Anayasası ile 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nda önceden kabul edilen pek çok kapatma sebebleri bu tadil ile ortadan kaldırılmıştır.

    A.2. ANAYASA 69. MADDESİNİN LAFZI VE RUHU BAKIMINDAN:

    a. BİR SİYASİ PARTİNİN KAPATILMASI 1995 ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİNDEN SONRA ARTIK, ANCAK AŞAĞIDAKİ ÜÇ SEBEBDEN DOLAYI VE ANAYASA’DA BELİRTİLEN, AÇIK, KESİN DELİLLERİN VE KOŞULLARIN SÜBUT BULMASI HALİNDE MÜMKÜN OLABİLECEKTİR.Bu sebepler;

      1. Bir siyasî partinin tüzük ve programının Anayasa’nın 68. maddesinin 4. fıkrası hükümlerine aykırı olması, 

    Böylece 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nda daha önce çok daha şümullü bir şekilde yer almış olan kapatma sebep-leri şimdi Anayasa’nın 68. maddesinin 4. fıkrasındaki hususlara inhisar ettirilmiştir.

      1. Bir siyasî partinin yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlar ile yabancı gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması, 

    Önceleri siyasî partilerin yurtdışından yardım almaları kat’i surette yasak iken 1995 değişikliği ile Anayasa, yabancı ülkede bulunmasına rağmen Türk uyrukluğunda olan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alınması yasağını kaldırmıştır. (mad.69, fıkra 9)

    1. Bir Siyasi Partinin, eylemleriyle Anayasa’nın 68/4 maddesinde belirtilen fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin sübut bulması. 

    Nitekim;

    1995 yılında Anayasa’da yapılan değişiklik ile Anayasa’nın 69. maddesinin 6. fıkrası aynen aşağıdaki şekli almıştır:

    “Bir siyasi parti’nin 68. maddesinin 4. fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi’nce tesbit edilmesi halinde karar verilir.”.Bu madde ve fıkranın atıf yaptığı 68. maddesinin 4. fıkrası ise davamızla ilgili cümlesi aynen şöyledir:

    Siyasi Partilerin tüzük ve proğramları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf ve zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesine iştirak edemez.”Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinin aldıkları bu son şekilden açıkca görüldüğü gibi bir siyasi partinin kapatılabilmesi ancak;

    Partinin eylemleri” ile mümkündür.

    Parti tüzel kişiliğini ilzam eden Merkez Karar Yönetim Kurulu, Parti Büyük Kongresi, TBMM Grubu gibi yetkili Merkez Karar Organlarının kararı ve iştiraki ile gerçekleştirilmiş “parti eylemleri” dışında başka herhangi bir sebeple parti kapatılması mümkün değildir. 

    Yani 1995 Anayasa değişikliği ile artık: 

    Ayrıca yetkili kurullarınca benimsendiği sübut bulmadıkça,

    Tek başına,

    • Ne parti üyelerinin beyan ve eylemleriyle, 
    • Ne Genel Başkan, Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Genel Sekreter gibi parti mensuplarının beyan ve eylemleriyle, 
    • Ne de partinin taşra teşkilatlarının beyan ve eylemleriyle 

    mümkündür.

    İşte Böylece 1995 Anayasa değişikliği ile siyasi partilerin kapatılması, çağdaş gelişmelere paralel olarak fevkalade dar bir sahaya inhisar ettirilmiş olmaktadır. 

    Bu saha da;

    Siyasi parti tüzel kişiliğini top yekün ilzama yetkili merkez kurullarının yani Parti Büyük Kongresi, Merkez Karar Yönetim Kurulu, Parti Gurubunun eylemleridir.

    Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerinin 1995 yılı değişikliği sonundaki lafzı bu hukuki gerçeği açıkca ortaya koyduğu gibi Anayasa değişikliği esnasında ilgili Anayasa Komisyonu Raporu da bu gerçeği teyit etmektedir:

    “…..partinin tüzüğü gibi programı da Anayasa ve Kanunla partiler için konan yasaklara veya emredici hükümlere aykırıysa, parti, esasen Anayasa Mahkemesi’nce temelli veya basit olarak kapatılacaktır…. Aynı sistematiğe uygun olarak komisyonumuz, siyasi partilerin bu ilkelere uygun hareket etmemelerinin iki ayrı şeklini açıkça düzenlenmiştir. Bunlardan birincisi, partinin tüzük ve programının bu ilkelere aykırı olması; ikinci durum ise, partinin beyan ve eylemlerinin bu ilkelere aykırı olmasıdır…..Komisyonumuz, bu ayrımı yapmış ve ikinci halde temelli kapatılmayı ancak partinin bu tür eylemlerin işlendiği bir odak haline gelmiş olmasına bağlamıştır.” (Anayasa Komisyonu Raporu: TBMM, Dönem: 19, Yasama Yılı: 4 [S.Sayısı:861] sh: 32/33).Ve yine bu değişikliklerin TBMM Genel Kurulunda görüşülmesi esnasında konu ile ilgili olarak milletvekilleri tarafından sorulan sorulara Anayasa Komisyonu adına Komisyon Sözcüsü’nün cevaben yaptığı aşağıdaki açıklamalar da bu hususu teyid etmektedir.

    “…..Bu madde ayrıca, çok önemli bazı hususları belirtiyor. Partilerin temelli kapatılması iki şekilde olur; ya partinin proğramı veya tüzüğü kapatılma sebeplerini ihtiva eder, yani Anayasa’nın değişmez maddelerinden doğan ilkelere aykırıdır, veyahut partinin eylemleri, bu ilkelere aykırıdır. Şimdi burada bir tüzel kişinin eylemlerinin bazı gerçek kişiler tarafından yapılması halinde hangi hallerde gerçek kişinin eyleminin parti tüzel kişiliğine atfedilebileceği meselesi ortaya çıkar. Bu her tüzel kişinin mesuliyeti konusunda ortaya çıkan bir konudur. Burada bu açıdan HUKUK BAKIMINDAN ALMAN TATBİKATINDAN ESİNLENEN ÇOK ÖNEMLİ BİR KAYIT GETİRİLMİŞTİR. Bugünkü Anayasada parti üyelerinin, kurucularının, idarecilerinin eylemlerinden ötürü kapatılır diyor; ama, her idarecinin, her kurucunun eylemi böyle bir kapatmaya sebebiyet verecek olursa, bu demokratik ilkelerle bağdaştırılabilecek bir durum olamaz. Alman tatbikatında odak kavramı getirilmiştir. Yani bu tarz Anayasa’mızın değişmez ilkelerinden doğan kayıtlara aykırı eylemler, partinin üyeleri ve idarecileri tarafından işlenmişse, Anayasa Mahkemesi’nin bakması gereken husus, sadece bu eylemlerin işlendiğini tesbit etmekten ibaret kalmayacak, aynı zamanda, bu yoldan, o partinin bu tarz eylemlerin işlendiği BİR ODAK HALİNE GELDİĞİNİ, Anayasa Mahkemesi tespit etmekle mükellef tutulacaktır: bu da, siyasi partilerimiz açısından son derece önemli bir teminattır.” (TBMM. Tutanak Dergisi, 128 inci Birleşim, 23.6.1995 Cuma, Sh.440).

    “ODAK” KELİMESİ, BATI TATBİKATINDA ANLAMI BELLİ OLAN BİR HUKUKİ KAVRAMDIR. Bu, hem toplum için hem parti için bir teminattır.” (TBMM. Tutanak Dergisi, 128 inci Birleşim, 23.6.1995 Cuma Sh. 458) Bütün bu hukuki raporlar ve açıklamalar yukarıda belirttiğimiz gerçeği açıkça ortaya koymakta, tekrar tekrar teyit etmektedir ki;

    1995 Anayasa değişikliklerinden sonra artık siyasi partilerin üyelerinin beyan ve eylemlerinden dolayı kapatılması mümkün değildir.

    Bir Partinin eylemlerinden dolayı kapatılabilmesi ancak;

    1. Parti hükmü şahsiyetini ilzam etmeye yetkili Merkez Karar Organlarının (yani Merkez Karar, Büyük Kongre, TBMM’si Gurubu) karar ve eylemleri,

    2. Partinin bütünüyle yasadışı eylemlerin odağı haline dönüşmesi,

    şartlarının gerçekleşmesiyle mümkündür.

    Görülüyor ki, 1995 Anayasa değişiklikleriyle Türkiye artık çağdaş, demokratik ülkelerdeki siyasi partilerin kapatılamaması ilkesine azami derecede yaklaşmıştır ve böylece bir yandan siyasi partilerin kapatılabilmesini çok dar bir sahaya inhisar ettirirken diğer yandan da çağdaş hukuk normlarına uygun, insan hakları, demokrasi ve özgürlükler bakımından daha adil bir düzene geçmiştir.

    Bu hususu böylece belirttikten sonra şimdi de;

    Anayasa’da 1995’de yapılan değişikliklerle siyasi partiler hukukunda meydana gelen son yeni durumu açık bir şekilde ortaya koyabilmek için, unsurlar açısından “parti eylemi” ve “odak haline gelme” kavramlarının hukuki anlamları üzerin-de durmakta yarar görüyoruz.

    b. “PARTİ EYLEMİ” KAVRAMININ HUKUKİ ANLAMI BAKIMINDAN: Yüksek malumları olduğu ve yukarıda da açıklandığı üzere Anayasa’da yapılan 1995 değişikliklerinden sonra siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili üç sebepten birisi “Siyasi Parti’nin eylemleriyle odak haline gelmesidir.”

    EYLEM, bir gerçek veya tüzel kişinin bir maksada erişmek için kendi iradesiyle gerçekleştirdiği faaliyettir.

    Bundan dolayı düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında kalan görüş bildirme, beyanda bulunma eylem değildir. Bu yüzden Anayasa’da, yasalarda ve doktirinde “beyan” ve “eylem” bir birinden farklı iki ayrı kavram olarak kabul ve ifade edilmektedir. 

    Ve yine bundan dolayı uygulamaya konulmadığı ve gerçekleşmesi için gereken faaliyet gösterilmediği sürece alınmış bir karar, eylem sayılamaz.

    Herhangi bir eylemin kastı ve gerçekleştirilmesi için yapılan faaliyet yasal ise o eylem yasal bir eylemdir. Kasıt veya gerçekleştirmek için yapılan faaliyet yasal değilse o eylem yasadışıdır.

    Partinin eylemi” demek, parti tüzel kişiliğini ilzam eden Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK), Büyük Kongre ve Parti Meclis Grubu’nun kararları ve bu kurulların iştirakleriyle yapılan eylemler demektir.

    Bundan dolayı parti üyelerinin, Genel Başkan’ın, Genel Başkan Yardımcıları, Genel Sekreter ve taşra yönetim kurullarının beyanları ve eylemleri “parti eylemi” sayılamaz.

    A.3. İLGİLİ MEVZUAT VE “ODAK OLMA HALİ”NİN HUKUKİ ANLAMI BAKIMINDAN Yukarıda sayfa 205-207’de belirtilen Anayasa Komisyonu Sözcüsü’nün de ifade ettiği gibi “odak” kavramı Batı tatbikatında anlamı belli olan bir hukuki kavram olduğu gibi iç hukukumuzda da; aşağıda ele alının konular vasıtasıyla da 30 yılı aşkın bir zamandır kullanılan bir hukuki kavramdır.

    Bu kavramın hukuki anlamı bakımından Anayasa Mahkeme’mizin kararları da büyük önem taşımaktadır. (14.7.1993 T.E.1992/1, K.1993/1 Sayılı Karar)

    Gerek Batı hukukundaki ve gerekse iç hukukumuzdaki tatbikat “odak olma” nın hukuki anlamı hususunda bir takım unsurların mevcudiyetini aramaktadır:

    Nasıl fizikte bir adesenin (merceğin) odağı bütün ışınların toplandığı bir noktayı tarif ediyorsa, hukuki anlamda odak olma da bir partinin yasa dışı eylemleri tüzel kişilik olarak benimsemesi, bu eylemlerin yaygın ve yoğun bir şekilde devam ederek partinin bünyesini kaplaması ve partinin artık esas itibariyle tüzük ve proğram dışına çıkarak adeta bu yasa dışı eylemleri yürüten bir kuruluş haline dönüşmesi anlamını taşır.

    İlgili mevzuatın aşağıda arzedeceğimiz hükümleri de hem bu gerçeği teyid etmektedir ve hem de 2820 Sayılı Siyasi Partiler kanunundaki “mihrak olma” kavramıyla, Anayasa’nın 69. maddesindeki “odak olma” kavramı sonuçta aynı temel esaslarda birleştiğini göstermektedir.

    1983 tarihli 2908 sayılı Dernekler Kanunu’nun, 

    SUÇ KAYNAĞI haline gelen “derneklerin kapatılması”,

    Başlığı altında 53. maddesinde aşağıdaki hüküm yer almış bulunmaktadır:

    Madde 53.- Dernekler

    1. Ülkenin başka başka yerlerinde olsa bile,

    a) Dernek yöneticileri tarafından veya dernek yöneticileri ile dernek üyelerinin iştiraki ile, siyasi ve ideolojik amaçla suç işlenmiş olduğunun,

    b) Dernek üyesi tarafından işlenen siyasi veya ideolojik amaçlı suçların dernek yöneticilerinin azmettirmesi, teşviki, zorlaması, yardımı veya kolaylık sağlaması suretiyle işlendiğinin,

    2. Derneğin suç sayılan eylemlerin kaynağı haline geldiğinin, Kesinleşen mahkeme kararı ile belirlenmesi halinde dernek bir ilde faaliyet gösteren derneklerden ise ilgili valiliğin veya Cumhuriyet Savcılığının birden çok ilde faaliyet gösteren derneklerden ise İçişleri Bakanlığı’nın veya dernek merkezinin bulunduğu il valiliğinin veya Cumhuriyet Savcılığının istemi üzerine mahkemece temelli olarak kapatılır.” Eski 1965 tarihli 648 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun “kanunsuz siyasi faliyetlere mihrak olma” başlığı altında 112. maddesinde ise aşağıdaki hüküm yer almış bulunuyor-du:

    “Kanunsuz siyasi faaliyetlere mihrak olma sebebiyle kapatma:

    Madde 112.- Bir siyasi partinin bu Kanun’un 83, 84, 86, 87, 88, 89, 90, 92, 93, 94, 100, 102 ve 103’ncü maddeleri hükümlerine aykırı fiillerin işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi takdirinde, o siyasi parti Anayasa Mahkemesi’nce kapatılır. 1983 tarihli 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 103. maddesine göre bir siyasi partinin odak haline gelmesi ise;

    a) Bu maddenin 1. fıkrasında belirtilen fiillerin o partinin üyelerince kesif bir şekilde işlenmiş olması,

    b) Bu fiillerin kesif olarak işlenmesinin o partinin Merkez Karar Organı veya Merkez Yönetim Organı veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki gurup genel kurulları yahut bu grupların yönetim kurullarınca tasvip edildiğinin sübuta ermesiyle olur.

    Bu madde gereğince bir siyasi partinin kapatılması hakkında dava, ancak re’sen Cumhuriyet Başsavcılığı’nca açılabilir.” Bütün bu hukuki mesnetler bir siyasi partinin eylemleriyle odak olmasının ancak 176. sayfada belirttiğimiz 5 şartın gerçeklemesiyle mümkün olabileceğini göstermektedir.

    1995 yılında Anayasa’da yapılan değişiklik ile, zikredilen kanunlar arasındaki farklar ve müşterek noktalar şunlardır:

    1983 tarihli ve 2908 Sayılı Dernekler Kanunu’nun yukarıda zikredilen 53. maddesinin metninden de açıkca görüldüğü gibi bu Kanun, 

    bir derneğin;

    • Hem üyelerinin yaygın ve yoğun yasadışı eylemleriyle, 
    • Hem de yetkili merkez karar organlarının eylemleriyle 

    Odak haline dönüşebileceğini kabul etmiştir.

    648 Sayılı eski Siyasi Partiler Kanunu ise;

    Bir siyasi partinin üyelerinin yoğun ve yaygın eylemleriyle odak haline dönüşmesi olayını esas almıştır.

    Halen yürürlükte bulunan 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ise 101/d ve 103. maddesi ile aynı şekilde bir siyasi partinin üyelerinin ve taşra organlarının yaygın ve yoğun eylemlerinin gelişerek zamanla partinin odak haline dönüşmesi olayını esas almıştır.

    Ancak ne var ki her üç Kanunda da kuruluşun “odak” haline gelebilmesi için neticede,

    Mutlaka kuruluşun tüzel kişiliğini ilzam eden yetkili Merkez Karar Kurullarının yasa dışı eylemleri benimsemesi, bunlara sahip çıkması ve hatta bunların kaynağı olması şartını vazgeçilmez şart olarak esas almaktadırlar.

    Bundan dolayıdır ki, 1995 Anayasa değişikliğinde özgürlüklerin genişletilmesi ve siyasi partilerin kapatılmalarının önlenmesi ana maksadıyla değişiklik yapılırken siyasi partilerin üyeleri veya taşra organlarının eylemlerinin yaygın ve yoğunlaşmasıyla değil, sadece parti tüzel kişiliğini ilzam eden Merkez Kurullarının eylemlerinin yaygın ve yoğunlaşmasıyla odak haline gelme esası kabul edilmiştir.

    Bunun sebebi üye ve taşra organlarının yasa dışı eylemleri-nin yaygınlaşıp, yoğunlaşması ile bir partinin odak haline gelebilmesi için dahi neticede Merkez Kurullarının bu yasa dışı olayları benimsemesi, yürütmesi ve bunlara kaynaklık yapmasının şart olmasıdır.

    Bütün bunlardan çıkan sonuç odur ki ister 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu esas alınsın, ister Anayasa’nın 69. maddesi esas alınsın bir partinin yasa dışı eylemlerin odağı haline gelmesi, dolayısıyla kapatılmasının söz konusu olabilmesi için mutlaka bu partinin Merkez Karar Kurullarının yasa dışı faaliyetleri benimsemiş olması, bu faaliyetleri eylemleriyle yürütmesi, bu faaliyetlere kaynaklık yapması ve partinin bütünüyle bu eylemlerin yapıldığı bir kuruluş haline dönüşmesi vazgeçilmez şarttır. 

    İşte odak haline gelmenin bu vazgeçilmez şartından dolayıdır ki Yüksek Mahkeme de 14.7.1993 tarih 1992/1 E. 1993/1 K. sayılı kararıyla bu söylediğimiz esasları teyid etmiştir. 

    Nitekim Yüksek Mahkeme ön savunma (Sayfa 54-55) da da belirttiğimiz gibi 500’e yakın sanık ve 80’e yakın eylemle suçlanıp, konusu suç teşkil eden fiillerin işlendiği bir odak haline gelmekle itham edilen Halkın Emek Partisi’nin odak haline gelmediğine karar vermiştir.

    Bu kararın gerekçesinden açıkca görüldüğü gibi buna sebep olarak sanıklar ve eylemler hakkında 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d maddesindeki şartların yerine gelmemiş olduğunun yanında, 103. maddedeki şartların yerine gelmemiş olması da vurgulanmış yani parti hükmi şahsiyetinin bu eylemleri tekabbülü, benimsemesi, bunları bizzat iştirak ederek yürütmesi ve parti hükmi şahsiyetinin bu eylemlere kaynak haline dönüşmüş olmasının gerçekleşmemesi asıl sebep olarak kabul edilmiştir.

    B. İKİNCİ KISIM: ANAYASA’NIN 69. MADDESİNİN GEREKLİ KILDIĞI ÖN ŞARTLAR ŞUNLARDIR. Yukarıdaki A-1 Kısmı’nda, 1995 yılında Anayasa’da yapılan değişikliklerin ana gayesinin Türkiye’de özgürlükleri arttırmak ve çağdaş gelişmelere ayak uydurmak maksadıyla siyasi partilerin kapatılma sebeplerini asgariye indirmek olduğu,

    Bizzat;

    • 68. ve 69. maddelerin açık ifadelerine, 
    • Bu maddelerle ilgili TBMM. Anayasa Komisyonu Raporuna, 
    • Bu maddelerin TBMM’ince görüşülmesi esnasında Anayasa Komisyonu Sözcüsünün beyanlarına ve müzakere zabıtlarına 
    • Ve diğer hukuki delillere 

    dayanılarak ortaya konulmuştur.

    Mezkur B-2 Kısmı’nda belirtildiği gibi 1995 yılından sonra artık bir siyasi partinin kapatılması sadece aşağıdaki üç sebepten dolayı söz konusu olabilecektir:

    1- Partinin tüzük ve proğramının Anayasa’nın değişik 68/4 maddesi hükümlerine aykırı olması,

    2- Siyasi partilerin yabancılardan maddi yardım alması,

    3- “Partinin, eylemleriyle suç odağı haline gelmesi” Ve yine aynı kısımda mesnetleriyle ortaya koyduğumuz gibi 1995 Anayasa değişikliğinden sonra artık bir siyasi partinin kapatılmasının söz konusu olması:

    Tek başına,

    – Ne parti üyelerinin beyan ve eylemleriyle,

    – Ne Genel Başkan, Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Genel Sekreter gibi parti mensuplarının beyan ve eylemleriyle,

    – Ne de partinin taşra teşkilatları kurullarının beyan ve eylemleriyle mümkündür.

    İşte böylece 1995 Anayasa değişikliği ile siyasi partilerin kapatılması, çağdaş gelişmelere paralel olarak fevkalade dar bir sahaya inhisar ettirilmiş olmaktadır. 

    Bu saha da;

    Siyasi parti tüzel kişiliğini top yekün ilzama yetkili merkez kurullarının yani Parti Büyük Kongresi, Merkez Karar Yönetim Kurulu, Parti Gurubunun eylemleridir.

    Ve yine 207. sayfada “parti eylemi” kavramının hukuki anlamı belirtildiği gibi “beyan ve eylemin” iki ayrı kavram olduğu ve beyanın eylem sayılamayacağı açıklanmış, “parti eylemi” nin ancak parti tüzel kişiliğini ilzam eden Merkez Karar ve Yönetim Kurulu, Büyük Kongre ve Parti Meclis Gurubunun Kararları ve bu kararlara dayanılarak, bu kurulların iştirakiyle yapılan eylemler demek olduğu belirtilmiş,

    A.2 kısmında ise, parti tüzel kişiliğini ilzam eden bu yetkili kurullarca benimsendiği isbat edilmedikce parti üyelerinin, Genel Başkan, Genel Başkan Yardımcıları, Genel Sekreter ve Taşra Yönetim Kurulları beyan ve eylemlerinin “parti eylemleri” sayılamayacağı açıklanmıştır.

    Aynı şekilde yukarıdaki 3. Bölüm, A-1. Kısmında (s.170) ise,

    Odak olma” hali’nin hukuki anlamı ve unsurlarının;

    A- 1995 Anayasa değişikliğinin ana gayesi, 

    B- Anayasa’nın 69. maddesinin lafzı ve ruhi,

    C- İlgili mevzuat, yani:

    a. 30 yılı aşkın zamandan beri “odak olma” ile ilgili mevzutamız,

    • 06.10.1983 Tarih ve 2908 Sayılı Dernekler Kanunu Madde 53, 
    • 16.07.1968 Tarih ve 648 Sayılı Eski Siyasi Partiler Kanunu Md. 12, 
    • 21.04.1983 Tarih ve 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu Madde 103, 

    b. Anayasa Mahkemesi Kararları,

    c. Batı Hukukundaki uygulamalar,

    d. İç hukukumuzdaki 30 yıllık tatbikat,

    ile açıkça belirlendiği ifade edilmiş ve bu hukuki mesnetlere dayanılarak;

    Bir partinin eylemleriyle “odak haline gelmesi” nin ancak aşağıdaki beş şartın beşinin birden gerçekleşmesiyle mümkün olabileceği açıklanmıştır:

    1. Parti tüzel kişiliğini ilzam eden, Parti Büyük Kongresi, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu, Parti Meclis Grubu gibi yetkili organlarının parti yasaklarına aykırı kararlar aldığının sübut bulması
    2. Bu kararların karar safhasında kalmayıp bu kurulların iştirakiyle eyleme dönüştüğünün sübut bulması
    3. Bu şartları haiz parti eylemlerinin yaygın ve yoğun bir şekilde sürdürüldüğünün sübut bulması
    4. Partiye yapılan Kanuni ihtarlara rağmen yasadışı eylemlerin sürdürülmesi. 
    5. Parti’nin bu yasadışı eylemleri yapan bir odak haline dönüşmesi. Yani partinin tüzük ve programındaki gayelerini bırakıp sadece bu yasadışı eylemlerle meşgul olan bir kuruluş haline dönüşmesi. 

    Ve yine yukarıdaki 3. Fasıl, A. Birinci Kısım (Sayfa 170) da Anayasa’nın 69. maddesinde yer alan “bir partinin, eylemleriyle suç odağı haline gelmesi” halinin hukuki anlamı dolayısıyle yukarıdaki beş unsuru ihtiva ettiği gerçeği hukuki mesnetleriyle bir kere daha ispat olunmuştur.

    İşte;

    Farz-ı muhal bir an için Sayın Başsavcı’nın ileri sürdüğü gibi Anayasa’nın 69. maddesinin doğrudan tatbiki söz konusu olsa dahi,

    Bu madde gereğince,

    “Bir siyasi partinin eylemleriyle suç odağı haline geldiği” isnadının yapılabilmesi için, açıklanan hukuki gerekçelerden dolayı yukarıda belirtilen beş unsurun gerçekleşmiş olması lazımdır. Bu beş unsurun sübutu böyle bir iddiadan söz edilebilmesinin ön şartıdır.

    Sayın Başsavcılığın bir savcı ve aynı zamanda bir sorgu hakimi yetkisine haiz olarak ve elindeki imkanları kullanarak sürekli yapacağı araştırmalar sonunda, zamanla bu beş şart sübut bulursa, ancak o taktirde bir parti hakkında kapatma davası açması söz konusu olabilecektir.

    Bunların hiçbiri vaki olmadan, hatta bir partinin yetkili organlarının ne bir kararı ne bir eylemi söz konusu olmadan elbette bir siyasi partinin kapatılması için dava açılamayacaktır. 

    Şayet böyle bir dava her nasılsa açılmış olursa, bu takdirde kanaatimizce Yüksek Mahkeme’nin ilk yapacağı iş bu eksiği tesbit ederek herşeyden önce usul bakımından, davanın reddi olacaktır.

    C. ÜÇÜNCÜ KISIM: BU DAVANIN AÇILMASINDA ANAYASA’NIN 69. MADDESİNİN GEREKTİRDİĞİ ÖN ŞARTLAR MEVCUT DEĞİLDİR. Bir an için Sayın Başsavcı’nın hukuka aykırı usul kabulleri geçerli sayılsa ve buna göre hareket edilse, yani Anayasa’nın değişik 69. maddesinin doğrudan uygulanması cihetine gidilse usul bakımından durum ne olacaktır?

    Yukarıdaki III. Bölüm B. İkinci Kısımda açıkladığımız gibi bu taktirde bu sefer de bu davanın:

    “Partinin eylemleriyle yasadışı faaliyetlerin odağı haline geldiği”

    isnadının ileri sürülebilmesi için 215.sayfada belirtilen beş şartın beşinin birden gerçekleşmiş olması gerekecektir.

    Anayasa’daki 1995 değişikliği ile “bir siyasi partinin eylemleriyle odak haline gelmesi” isnadı ile Refah Partisi’nin kapatılmasının ileri sürülebilmesi için Refah Partisi Tüzel Kişiliğini ilzam eden Merkez Kurullarının (Büyük Kongre, MKYK, TBMM Grubu) parti yasaklarına aykırı kararların alınması ve bu kararlara dayanılarak Merkez Kurullarının iştirakiyle eylemlerin yapılması, bunların yoğun ve yaygın bir şekilde yapılması ve Kanuni ihtarlara rağmen Kanunsuz eylemlere devam edildiğinin ve partinin sadece bu eylemleri yürütmekle meşgul bir kuruluş haline dönüştüğünün delilleriyle ortaya konması gerekmektedir. 

    Halbuki açıkça görülüyor ki, bu davada bu şartların beşi birden değil birisi dahi tahakkuk etmiş değildir.

    Nitekim iddianamede belirtildiği gibi: 

    • Sadece gazete kupürlerine dayanarak, 
    • Bir kaç üyeye izafeten, 
    • Sübut bulmamış, 
    • Laikliğe aykırılıkla ilgisi olmayan, 
    • Hepsi 1995 Anayasa değişikliğinden önceki döneme ait, 
    • Beyanlardan (eylemlerden değil!) 

    söz edilmiş.

    Buna mukabil Refah Partisi’nin tüzel kişiliğini ilzam eden yetkili kurullarının (yani Merkez Karar Yönetim Kurulu, Büyük Kongre ve Parti Meclis Gurubunun) ne bir kararı ne de bu kurulların iştirakiyle yapılmış bir parti eyleminden,

    Söz edilmiştir.

    Bu gerçek de açıkça gösteriyor ki, Sayın Başsavcı’nın kendi kabulü yönünden dahi böyle bir davanın açılması için hukuken ön görülen şartlardan hiçbirisi varit değildir.

    Bu kabul muvacehesinde dahi davanın öncelikle usul yönünden reddi gerekir.

    6. FASIL: SONUÇ: HANGİ YÖNDEN BAKILIRSA BAKILSIN BU DAVANIN ÖNCELİKLE USUL YÖNÜNDEN REDDİ GEREKİR. Çünkü;

    Bu dava Refah Partisi’nin gerçeği ve Refah Partisi’nin iktidarda ve muhalefette yaptığı hizmetleri ve uyguladığı temel politikaları (I. Bölüm, Birinci Kısım) bir yana bırakılarak (I. Bölüm 2. Kısım) da izah ettiğimiz saikten dolayı, 

    Gerçekle ve hukukla ilgisi olmaksızın, 

    “Refah Partisi’nin eylemleriyle laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı haline geldiği” iddiasıyla açılmıştır.

    Bu dava gerçekle ve hukukla ilgisi olmaksızın açıldığı için Sayın Başsavcı bir yandan davaya delil bulamadığı gibi diğer yandan da böyle bir dava için hukukun gerektirdiği ön şartları yani dava açma şartlarını yerine getirmek imkanını bulamamıştır. Bundan dolayı delil olarak gazete kupürlerine başvurma yolunu seçmiştir. Ön şartlar bakımından da hukuki gerekleri yok farzetmek mecburiyetinde kalmıştır.

    Hukuki esaslar bakımından da davanın, 

    1. Önce: 

    Sayfa 187’de açıkladığımız gibi

    Suç kanunla belirlenir.” Temel kuralına ve (CMUK) göre isnadın kanun hükümlerine dayandırılması gerekirken Sayın Başsavcı iddianamesini bu esaslara uymadan Anayasa hükümlerine dayandırmaya tevessül etmek suretiyle usule aykırı davrandığından, 

    Davanın öncelikle bu usülü yönden reddi gerekir.

    2. Diğer yandan Sayın Başsavcı bu davadaki isnadın ileri sürülmesinin ön şartlarından hiçbirisini yerine getirmemiştir. 

    Nitekim; 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu esas alındığında: 

    Halen yürürlükte bulunan bu kanun bir siyasi partinin odak haline geldiğinin ileri sürülebilmesi için sayfa 176’da belirttiğimiz 5 şartın 5’inin de birden sübut bulmasını öngörmektedir.

    Ön savunmamızın 86. ve 87. sayfalarında ve bu Savunma’mızın 176 ve 215-216. sayfalarında belirttiğimiz gibi bu davada; 

    2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d. ve 103. maddesinin belirttiği ön şartlardan hiç birisi yerine getirilmemiştir.

    Diğer taraftan,

    Farz-ı muhal davada Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleri doğrudan uygulansa bile davanın reddi gerekir:

    Şöyle ki; 

    Şayet Sayın Başsavcı’nın ileri sürdükleri gibi bu davada 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun ilgili maddeleri mülga sayılarak doğrudan doğruya Anayasa’nın 68 ve 69. Madde-lerinin uygulanmasına gidilecek olursa bu halde dahi bu seferde Anayasa 69. maddesinin bizzat kendisi ve odaklaşma hakkında mevzuatımızda kabul edilmiş olan temel şartlar ve müstakar uygulamaların dikkate alınmasının zorunluluğundan dolayı 

    “Bir partinin eylemleriyle yasa dışı faaliyetlerin odağı haline gelmiş olduğu” 

    İddiasından söz edilebilmesi için bu seferde sayfa 215-216’da belirttiğimiz beş şartın hepsinin birden sübut bulmuş olması zorunluluğu vardır.

    Bu davada, sayfa: 176 ve 215-216’da açıklandığı gibi, bu beş şartın hepsinin sübut bulması şöyle dursun bir tanesi bile gerçekleşmemiş Partinin hükmi şahsiyetinin herhangi bir eyleminden söz edilmemiş ve parti hükmi şahsiyetini ilzam eden yetkili kurullarından hiçbirisinin parti yasaklarına aykırı herhangi bir kararı ve eylemi ileri sürülmemiştir.

    Yani açıkladığımız beş şarttan hiçbirisi ne iddia edilmiştir ne de varittir.

    Bu yüzden bu davanın her şeyden önce, hangi yönden bakılırsa bakılsın usul bakımından reddi gerekir. Biz Yüksek Mahkeme’nin bu davayı esas bakımından da aynı şekilde reddeceğinden eminiz.

    IV. BÖLÜM

    BU DAVANIN ESAS BAKIMINDAN DA REDDİ GEREKİR

    1. FASIL: GİRİŞ Bu Savunmamızın I. Bölümünde, A Kısmında (sayfa 89-107) delillere ve belgelere dayanarak “Refah Gerçeği”nin ne olduğunu ana hatlarıyla kısa bir şekilde ortaya koyduk.

    Ve açıkça gösterdik ki:

    Refah Partisi Türkiye’nin meselelerini çözmek, ülkemize ve halkımıza hizmet etmek için kurulmuş bir siyasi partidir.

    Refah Partisi’nin gayesi Türkiye Cumhuriyeti’ni yüceltmek, muasır medeniyetin üstüne çıkarmak, demokratik, laik, insan haklarına saygılı, özgür bir hukuk devleti olarak güçlü ve müreffeh Türkiye’yi kurmak ve Türk halkına mutluluk sağlamaktır.

    Refah Partisi bir hizmet partisidir. Bir siyasi kuruluştur. Dini veya felsefi bir ekol değildir.

    14 yılı aşkın bir zamandır Refah Partisi bütün yurt sathında yukarıda belirtilen gaye için seferber olmuş, canla başla geceli gündüzlü çalışmış, gerek yerel yönetimlerde gerekse hükümette başarılı hizmetler ortaya koymuş, halkımızın bu güne kadar gittikçe artan teveccühüne ve takdirine mazhar olmuştur.

    Refah Partisi’nin böylece temel görüşleri, politikaları ve gerçek karakterinin ne olduğu sözde kalmamış, devlet icratına dönüşen politikalar olarak belgeleriyle tarihe tescil edilmiştir.

    Bu gerçeği 70 milyon halkımız ve bütün dünya görmekte ve bilmektedir. 

    Refah Partisi’nin gerek yerel yönetimlerde gerekse hükümette yürüttüğü çalışmalarında ve icraatında laikliğe aykırı hiçbir tutum ve davranışı, karar ve icraatı olmamıştır. Yurdun her tarafında bütün bu icraat yürütülürken Refah Partililer kimsenin yediği, içtiği ve nasıl giyindiği ile meşgul olmamıştır. Tam tersine herkese eşit muamele yapılmasına, milli birlik ve bütünlüğün her şeyin üstünde tutulmasına azami itina göstermişlerdir. Bunun en açık delillerinden birisi Ön Savunma’mızın IV. Bölüm’ün 7 No’lu Ek’inde sunulan azınlık cemaat liderlerinin teşekkür mektup-larıdır.

    Bu Savunma’mızın I. Bölümünün II. kısmında ise;

    Herkesce ve bütün dünyaca bilinen “Refah Partisi Gerçeği”ne rağmen bu gerçekle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığı halde nasıl oluyor da böyle bir dava açılabiliyor ve böyle bir iddia ortaya atılabiliyor, bunun asıl sebebini belirttik. Ve açıkladık ki böyle bir davanın açılabilmesinde asıl saik, bir kısım tekelci sermayenin kendi menfaatlerini düşünerek, sömürü, avanta v.s. haksız kazançlarının devamını istemeleri ve Türk ekonomisindeki pazar paylarının düşmemesi için Anadolu kalkınmasını arzu etmemeleri nedeniyle kendi kontrollerindeki medyada yürüttükleri gerçeklerle ilgisi olmayan propaganda ve tahriklerdir.

    Yine bu Savunma’mızın I. Bölümü’nün III. ve IV. Kısımlarında delil ve mesnedleriyle açıkça ortaya koyduk ki:

    Açıklanan “Refah Partisi Gerçeği” karşısında, belirtilen sebep ve saikle açılmış olan bu davada isnadın gerçekle ve hukukla bir ilgisi bulunmamasından dolayı Sayın Başsavcı gerek iddianamesi’nde gerekse “Esas Hakkında Görüş”ünde sadece gerçek dışı faraziyelere, yanlış bilgi, yanlış kabul, yanlış yorum ve yanlış sonuca dayanmak suretiyle”Esas Hakkında Görüş”ünü hukuki hiçbir değeri olmayan bir takım gazete kupürlerine dayandırmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu yüzden gerek İddianame’nin gerekse “Esas Hakkında Görüş”ün hiçbir hukuki dayanağı bulunmamaktadır.

    Bu Savunma’mızın II. Bölümü’nde ise Sayın Başsavcı’nın gerek İddianame’sinin gerekse “Esas Hakkında Görüş”ünün iç hukukumuzun ayrılmaz parçası olan, Türkiyenin uluslararası yükümlülüklerine de aykırı olduğunu delilleri ve belgeleriyle ortaya koyduk. Bu meyanda Sayın Başsavcı’nın Dünyadaki “İnsan Hakları” “Demokrasi” “Özgürlük” ve “Siyasi Partiler Hukuku” ile ilgili çağdaş gelişmeleri ters göstermeye çalıştığını açıkladık. Bu gelişmeleri ters göstermenin mümkün olmadığını bildiği için de bu sefer zımnen “bu çağdaş gelişmeyi, uluslararası yükümlülüklerimiz gereği, iç hukukumuzun ayrılmaz parçası olan uluslararası hukuk normlarını kabul etmem” demek mecburiyetinde kaldığını belirttik.

    Ve yine bu meyanda;

    Çağdaş demokrasilerde terörle ilgisi olmayan siyasi partilerin hangi şart altında olursa olsun kapatılmalarından vazgeçildiği gerçeğini delilleriyle ortaya koyduk.

    Ayrıca bu II. Bölüm’ün Beşinci Kısmı’nda uluslararası anlaşmalar iç hukukumuzun ayrılmaz parçası olduğu için yüksek yargı organlarımızın da uygulanmalarında bu çağdaş normları esas aldıklarını delilleriyle belirttik.

    Bütün bunlardan sonra bu Savunma’mızın III. Bölümünde bu davanın esasına dahi girilmeksizin öncelikle usul bakımından reddedilmesi gerektiğini hukuki delilleriyle ortaya koyduk.

    Ve belirttik ki;

    1. Önce, “suç kanunla belirlenir“. Anayasa ve Ceza Hukuku’nun temel esasına göre isnadın, kanun hükümlerine dayandırması gerekirken Sayın Başsavcı, İddianamesi’nde ve Esas Hakkında Görüşünde bu temel esasa uymadan, isnadı Anayasa hükümlerine dayandırmaya tevessül etmek suretiyle usule aykırı davrandığından, davanın öncelikle bu usuli yönden reddi gerekir.

    2. Diğer yandan, Sayın Başsavcı bu davadaki isnadın ileri sürülebilmesinin ön şarflarından hiçbirini yerine getirmemiştir.

    Nitekim, III. Bölüm’ün ilgili kısımlarında hukuki mesnedleriyle açıkça ortaya koyduğumuz gibi,

    Zira, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’na göre bir siyasi partinin odak haline geldiğinin ileri sürülebilmesi için kanunda öngörülen 5 şartın 5’inin birden sübut bulması gerekirken hiç birinin varit olmamasına rağmen dava açılmıştır. 

    Diğer taraftan Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinin doğrudan uygulanması yoluyla dava açılsa bu seferde Anayasa’nın 69. maddesi gereği odaklaşma hakkında mevzuatımızda kabul ve müstakar uygulamalarla teyit edilmiş ve bu Savunma’mızın 215-216. sayfalarında belirttiğimiz 5 şartın beşinin birden sübut bulmuş olması zorunluluğu vardır ki bu davada bir tanesi dahi varit olmamış; parti’nin tüzel kişiliğinin herhangi bir eyleminden söz edilmemiş ve parti’nin tüzel kişiliğini ilzam eden yetkili kurullarının hiçbirisinin parti yasaklarına aykırı kararı ve eylemi ileri sürülmemiştir.

    İşte III. Bölüm’de bütün bu gerçekleri ortaya koyarak bu Dava’nın herşeyden önce dava ön şartlarının yerine gelmemiş olması dolayısıyla hangi yönden bakılırsa bakılsın usul bakımından reddininin gerektiğini belirttik.

    Şimdi bu IV. Bölüm’de ise bu davanın aynı şekilde esas bakımından da reddedilmesi gerektiğini hukuki daya-naklarıyla ortaya koyacağız.

    Bu gerçeği ispat etmek için Refah Partisi’ne bu davadaki isnadın yapılmasının aşağıdaki sebeplerin her birinden dolayı mümkün olmadığını, gerekçeleriyle belirtmekte yarar vardır. 

    • Refah gerçeği ve refah partisi’nin 14 yıllık icraatı bakımından, 
    • Ceza hukukunun temel esasları bakımından, 
    • Anayasa bakımından, 
    • Siyasi partiler kanunu bakımından, 
    • Uluslararası andlaşmalar, bu meyanda uymayı taahhüt etmiş olduğumuz AIHS bakımından Refah Partisi’ne bu isnadın yapılması mümkün değildir. 

    A. BİRİNCİ KISIM: REFAH PARTİSİ GERÇEĞİ ve REFAH PARTİSİ’NİN 14 YILLIK İCRAATI BAKIMINDAN REFAH PARTİSİ’NE BU İSNADIN YAPILMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR. Bu Savunma’mızın gerek I. Bölüm’ünün I. Kısmı’nda ve gerekse bu bölümün Giriş kısmında Refah Partisi gerçeğini ana hatları ve delilleriyle arz ve izah etmiştik.

    Refah Partisi Türkiye Cumhuriyeti’ni yüceltmek, muasır medeniyetin üstüne çıkarmak, demokratik, laik, insan haklarına saygılı, özgür bir hukuk devleti olarak güçlü ve müreffeh Türkiye’yi kurmak ve Türk halkına mutluluk sağlamak gayesini gerçekleştirmek için kurulmuş bir siyasi partidir.

    14 yıldan beri de bütün vatan sathında gerek yerel yönetimlerde gerekse hükümette bu gayeyi gerçekleştirmek hususunda gece gündüz canla başla çalışıp ülkemize ve halkımıza büyük hizmetler yapmıştır ve yapmaktadır.

    Bütün bu faaliyetleri ve icraatı esnasında Refah Partisi’nin laikliğe aykırı hiç bir kararı, tutum ve davranışı olmamıştır.

    Buna rağmen Refah Partisi, bu dava ile böyle bir isnada muhatap olmuştur. 

    Bu isnadın haksız ve mesnetsiz olduğunu ispat için Ön Savunmamızın IV. Bölüm’ünün I. Kısmı’nda (Sayfa 125-159)

    Diğer yandan ön savunmamızın IV. Bölüm’ünün I. Kısmı’nda (Sayfa 125-159)

    Dünyada ve Türkiye’de Laikliğin Hukuki Anlamı,

    Batıda Laikliğin Doğuşu ve Gelişmesi,

    Türk Hukuk Sisteminde Laiklik,

    Dünyada İnsan Hakları; Din, Vicdan ve Düşünce Özgürlüğü,

    1982 Anayasası’ndaki Laiklik, Din Vicdan ve Düşünce Özgürlüğü,

    Siyasi Partiler Kanunu’nda Laiklik,

    Anayasa Mahkemesi İçtihatları’na Göre Laiklik,

    Doktrinde Laiklik; Din, Vicdan ve Düşünce Özgürlüğü,

    konularını ele almış, bunların sonucu olarak hukuken laikliğin ne olduğunu temel unsurlarıyla belirtmiştik.

    Aynı şekilde yine Ön Savunma’mızın IV. bölüm, A-3 kısmında (Sayfa:151-159) Refah Partisi’nin laiklik anlayışının ne olduğunu belgeleriyle ortaya koymuş ve bu anlayışın hukuka uygun bir anlayış olduğunu açıkça göstermiştik.

    Konunun önemine binaen bu hususları bir kere daha kısaca arz etmekte yarar görüyoruz.

    B. İKİNCİ KISIM: REFAH PARTİSİ’NİN LAİKLİK ANLAYIŞI HUKUKA UYGUNDUR

    B.1. REFAH PARTİSİ, ANAYASA’DA BELİRTİLEN LAİKLİK İLKESİNİN, GERÇEK SAVUNUCUSU VE TEMİNATIDIR.Nitekim, bu husus, Refah Partisi’nin tüzük ve programı, yöneticilerinin konuşmaları, mahalli yönetimlerdeki hizmetler ve hükümet icraatları ile sabittir.

    1. Refah Partisi’nin Tüzük ve Programı:

    Refah Partisi’nin Programında;

    “Bu program Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyet ve Demokrasiyi korumak… kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gereken şartları hazırlamak amacıyla.. hazırlanmıştır.” (Program, Başlangıç).

    Partimiz fikir, vicdan ve düşünce hürriyetlerine inanır; fikir, vicdan ve inanç hürriyetlerine yapılacak her türlü baskıyı laikliğe aykırı sayar.” (Program, md.4).

    “Laiklik din düşmanlığı olmayıp, bilakis din ve vicdan hürriyetlerini her türlü ihlalden koruyucu bir prensip olarak geliştirilmiş ve uygulama alanına konulmuştur” denilmektedir. (Program, md.4).

    Görüldüğü gibi Refah Partisi Tüzük ve Proğramında, laikliği devletin temel niteliği olarak almış, laikliğin Anayasal ve yasal anlamını teyit etmiş ve laikliğe aykırı uygulama yapılmaması için nelere dikkat edilmesi gerektiğini ortaya koymuştur.

    2. Refah Partisi Adına Yapılan Konuşmalar:

    Öte yandan Refah Partisi adına bugüne kadar yapılan bütün konuşmalarda da bu husus tekrar tekrar belirtilmiştir.

    Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN’ın bugüne kadar TBMM içinde ve dışında yaptığı tüm konuşmalar bunu doğrulamaktadır. (Ön Savunma Ek: Bölüm IV, No:1).

    Burada bu dosya içinden sadece bir kaç örnek sunuyo-ruz:

    “…Laikliğe aykırı olarak hareket etmek demek, skolastik zihniyetle hareket etmek, körü körüne hareket etmek demektir. Cahil bir insanın ortaya çıkıp ‘dinimiz öyle emrediyor, hepiniz buna uyacaksınız’ diye dayatması, cahilâne bir şekilde baskı yapması, dogmatik, skolastik bir zihniyetle hareket etme üslubudur. Biz, ülkede böyle bir üslup olmasın istiyoruz…”

    “Laiklik demek, ilim ve akıl yoluyla hareket etmek demektir.”

    “…. Şimdi bir toplum düşünün. Bu toplamda çeşitli düşüncede insanlar var. Bu insanlar birarada yaşacaklar. Birinci şart nedir?… Bu insanların birbirlerinin düşüncelerine hoşgörü, saygı göstermeleridir. Laikliğin bir yüzü budur. Peki ülke nasıl yönetilecek? Oturacak, millet temsilcisini seçecek, ilim ve akıl yoluyla TBMM kanunları yapacak. Demokrasi ve milletin iradesi var. Öyleyse, TBMM ne karar aldıysa bu karar yürüyecek. Öbür yüzü budur” (11 Mart 1997 tarihli grup konuşmasından),

    “…Deminden beri ben neyin savunmasını yapıyo-rum? Demokrasinin ve laikliğin. İşte gerçek, işte gerçek. Böyle düşünmiyenleri nereye davet ediyo-rum; Demokrasiye ve laikliğe”

    “Bugün laiklik demek; herkesin din hürriyeti demektir. Bunun teminatıdır. Bakınız şu çok önemlidir. Bir ülkede trafik kuralları vardır. Arabaların trafiğe çıkmasına müsaade edersiniz, herkes arabasına biner. İstediği gibi dolaşır. Ama bir şartınız vardır. Nedir o? Arabanızda fren olacak, arabanızın freni olmazsa, trafiğe çıkmamanız gerekir. Neden? Çünkü gider başkasına çarparsınız. İşte fikir hürriyeti, arabaların serbestçe dolaşabilmesi demektir. Laiklik ise, arabanda fren olması demektir. Araba başka, Fren başka yani Laiklik, dinin karşıtı değil.”

    “… Fikrinizi, ‘Dinimiz böyle emrediyor, siz de buna uyacaksınız’ diye kaba lafla softa şeklinde, körü körüne ortaya koymaya kalkmayacaksınız. Her türlü fikrinizi söyleyebilirsiniz, hiçbir fikri yasaklamıyoruz. Ama bunu söylerken laikliğe aykırı davranmıyacaksınız. Yani laikliğe aykırılık ve bir uslüp, bir muhteva değil, bir davranış şekli…” (25 Şubat 1997 tarihli grup konuşmasından)

    “… Türkiye’mizin demokratik, laik bir hukuk devleti olarak, insan haklarına saygılı, hürriyetçi parlamenter sisteme sahip bir ülke olarak kısa zamanda beklenen kalkınmasını yapması hususunda tam bir görüş birliği içindeyiz.”

    “… Çünkü Refah Parti’miz, laikliğin bekçisidir. Gerçek laikliğin gerçek teminatıdır. Türkiye’mizin en büyük partisidir.” (21 Mayıs 1997 tarihinde BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile görüştükten sonra yaptığı açıklama)

    “Türkiye, müslüman bir ülkedir. Ama aynı zamanda demokratik ve laik bir ülkedir. Bunun herhangi bir şekilde tehdidi, tehlikesi, değişmesi söz konusu değildir. Bu husustaki bir takım mih-rakların çıkartmak istedikleri propagandalar varsa, bunlar temelden yanlıştır ve hatadır.” (9 Mayıs 1997 tarihli Observer gazetesine verdiği mülakattan)

    “Laiklik, din hürriyetinin teminatıdır” (18.02.1997 TBMM Grp.K.).

    “Laiklik ne dinsizliktir, ne din düşmanlığıdır. Laiklik bütün inaçlara saygı göstermektir.” (25.02.1997 TBMM Grp.K.).

    “Bakınız, laiklik demek, ilim ve akıl yoluyla çalışılacak demektir. Dogmatik bir şekilde, dinimiz böyle emrediyor, öyleyse kanunlar böyle olacak diye dayatamazsınız. Laiklik demek kanunları TBMM yapar demektir.” (11.03.1997 TBMM Grp.Kon.).

    “Refah Partimiz laikliğin bekçisidir. Gerçek laikliğin gerçek teminatıdır.” (21.05.1997 TBMM Grp.Kon.).

    “Türkiye’de gerçek demokrasinin teminatı Refah Partisi’dir. Gerçek laikliğin teminatı Refah Partisi’dir. Laiklik adı altında laikliğe aykırı davranışların yapılmamasının teminatı Refah Partisi’dir. (17.06.1997 TBMM Grp. Kon.).

    “Şayet laiklik; inanç ve din özgürlüğü, herkesin inandığı gibi yaşayabilmesi, hiç kimseye dininden ve inancından dolayı baskı yapılmaması ve devletin bu hususları teminat altına alması şeklinde anlaşılacaksa, Refah Partisi göstermelik değil, samimiyetle, herkesin inanç özgürlüğüne, hiçbir kimsenin diğerlerine, inancından dolayı baskı yapmaması şartına herkesten daha fazla bağlıdır.” (10 Ekim 1993, 4.B.Kongre Konuşması).

    Dünya’nın hiçbir yerinde, laiklik, din düşmanlığı değildir. Bilakis her türlü inanç hakkının teminat altına alınması demektir. (Refah Partisi 24 Aralık 1995 Seçim Beyannamesi).

    “Laiklik demek herkesin inancına saygı demektir. Laiklik demek, din düşmanlığı demek değildir. Halkın inancına saygı göstermek, hizmet etmek demektir.” (26 Aralık 1995 Basın Toplantısı). Tüm bu örnek konuşmalardan açıkca görüldüğü gibi, Refah Partisi’nin lakiliğe aykırı hiç bir eylemi olmamış, tüm bu konuşmalarda gerçek laikliğin ne olduğu anlatılmış, laikliğin özüne aykırı davranışlar tenkit edilmiştir. 

    3. Refah Partisi Yerel Yönetim Hizmetlerinden Örnekler:

    Refah Partili belediye başkanlarının, göreve başlar başlamaz ilk işleri, şayet bölgelerinde varsa, farklı dinlere mensup cemaatleri ziyaretle ihtiyaçlarını tesbit etmek ve bunları yeri-ne getirmek olmuştur. Bu hususta cemaat temsilcilerinden gönderilmiş sayısız teşekkür yazılarından bir kaç örnek ekte sunulmuştur (Ön Savunma Ek: Bölüm IV, No:2).

    Refah Partili belediye başkanları, laikliğin uygulamasında çağdaş örnekler sergilemişlerdir. İstanbul Beyoğlu Belediye Başkanı Nusret BAYRAKTAR, Üsküdar Belediye Başkanı Yılmaz BAYAT, belediye hudutları içindeki tüm inanç sahiplerinin kilise ve sinagog hizmetlerine destek verirken, Trabzon Belediye Başkanı Asım AYKAN tarihi kilisede çan çalınma izni vermiştir.

    Refah Partisi’nin kurulduğu tarihten bu yana Refah Partili hiçbir belediye başkanı hakkında laikliğe aykırılıktan dolayı işlem yapılmamıştır.

    4. 54. Hükümet İcraatından Örnekler:

    54. Hükümet Programının 4. sahifesinde,

    “Türkiye Cumhuriyeti’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olması, Atatürk İlkeleri; Koalisyon Hükümetinin vazgeçilmez ortak uzlaşma zeminini teşkil edecektir.”

    “Milli ve manevi değerlere bağlı olmayı, din ve vicdan hürriyeti, teşebbüs hürriyeti ve düşünce hürriyetinin demokrasimizin vazgeçilmez unsurları olduğunu Hükümetimiz temel bir kabul olarak ortaya koymuştur.” ifadelerine yer verilmiştir.

    Ve 54. Hükümetin icraatında laikliğe aykırı olarak ne bir kararnameye, ne bir kanun tasarısına, ne de herhangi bir idari tasarrufa rastlamak mümkün değildir.

    Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel dahi bir TV konuşmasında bu hususu açıkça dile getirmiştir.

    B.2. REFAH PARTİSİ’NE GÖRE LAİKLİK, KANUNLARIN YAPILMASINDA SKOLASTİK DÜŞÜNCENİN DEĞİL ANCAK BİLİM VE AKLIN ESAS ALINMASIDIR. Bu gerçeği Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın sayısız açıklamalarından alınan ve yukarıdaki bölümde zikredilen konuşma örnekleri açık bir şekilde göstermeye yeterlidir.

    B.3. REFAH PARTİSİ İSTER DİNİ, İSTER SİYASİ KAYNAKLI OLSUN HER TÜRLÜ TAASSUBA DA KARŞIDIR.Yukarıda da belirtildiği gibi taassup, bir kimsenin kendi inancından ve hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka inanç, görüş ve kanaatlere ve bunları taşıyanlara karşı düşmanlık beslemesidir. 

    Halbuki Refah Partisi, Türkiye’nin en büyük siyasi partisi olarak, kurulduğu günden bu yana hep demokrasiden, hep çoğulcu demokrasiden, hep uzlaşmadan, hep hoşgörüden yana olmuş ve böyle de hareket etmiştir.

    Refah Partili yöneticilerin 1995 seçimlerinden sonra hükümet kurulması çalışmalarında sergilediği hoşgörü; 54. Hükümet’te ortağına karşı gösterdiği anlayış ve protokole saygı, hatta Refah Partili yöneticilerden bazılarının 1970’li yıllarda MSP yöneticileri olarak önce CHP ile, daha sonra Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ile birlikte iktidar olup uyum içinde çalışmaları, bunun neticesinde Kıbrıs Harekatı’nın zaferle , Ağır Sanayi Hamlesi’nin başarıyla neticelenmesi,

    O gün MSP, bugün Refah Partisi yöneticisi olan zevatın hoşgörülü olmaları, taassuba karşı tavır almaları sayesinde gerçekleşmiştir.

    B.4 DİĞER BÜTÜN PARTİLER GİBİ REFAH PARTİSİ’NİN DE ANAYASAL VE YASAL DEVLET GÖREVLERİ HAKKINDA GÖRÜŞ-LERİNİ AÇIKLAMASI DİNİ İSTİSMAR OLARAK YORUMLANAMAZ. Diğer partiler gibi Refah Partisi’nin de, program ve propagandalarında, gerek laiklik, gerek din ve vicdan özgürlüğü ve gerekse Anayasa tarafından devlete görev olarak verilen din hizmetleri ve din eğitimi konusunda siyasi görüşlerini açıklaması ve bu konularla ilgili yanlış tatbikatları eleştirmesi görev ve sorumluluk gereği olup bunların laikliğe aykırı sayılması, dini istismar olarak yorumlanması mümkün değildir.

    Yukarıda da açıklandığı gibi, Anayasa, halka yapılacak hizmetler arasında, din hizmetlerini de, Devlete görev olarak yüklemiş, din hizmetlerinin yürütülmesi konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı‘nı Anayasal bir kurum olarak düzenlemiş (An.M.136); din hizmetleri için eleman yetiştirmek üzere, MEB bünyesinde “Din Eğitimi Genel Müdürlüğü“nü kurmuş; din hizmeti gören kamu görevlilerini 657 sayılı “Devlet Memurları Kanunu” çerçevesine almış; dini eserlerin onarılması ve yeni yapılanların desteklenmesi konusunda Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne görev vermiştir.

    Bütün bu hususlar açıkça bir devlet görevi olarak yürütüldüğü ve bu konular üzerinde konuşmak ve eleştiride bulunmak, her siyasi parti yetkilisi için en tabii bir hak ve ödev olduğu halde, Sayın Başsavcı’nın Refah Partisi mensuplarının “neden bu konularda konuşuyorlar” diye suçlaması ve bunu “dini istismar” olarak tavsif etmesi; Anayasa ve kanun gerekleri ile Sayın Başsavcı’nın tavsifi arasında çok büyük bir tezat olduğunu açıkça göstermektedir.

    Sonuç olarak;

    Açıkça görüldüğü gibi Refah Partisi 14 yıl boyunca Türkiye’ye hizmeti, Cumhuriyeti yüceltmeyi, muasır medeniyetin üstüne çıkartmayı gaye edinmiş 14 yılı aşkın bir zamandır gerek yerel yönetimlerde gerekse hükümette demokratik, laik, insan haklarına saygılı, özgür bir hukuk devleti olarak güçlü ve müreffeh Türkiye’yi kurmak ve Türk halkına mutluluk sağlamak için seferber olmuş canla başla geceli gündüzlü çalışmış ve çalışmakta olan bir siyasi partidir.

    Yürüttüğü bütün çalışmalarında ve icraatında laikliğe aykırı hiçbir tutum ve davranışı olmamıştır. Tam tersine, her vesile ile Refah Partisi’nin laikliğin savunucusu ve teminatı olduğu tekrar tekrar vurgulanmıştır.

    Diğer yandan Refah Partisi’nin laiklik anlayışı bütün belgelerle sabit olduğu gibi hukuka ve Anayasa’ya uygun bir anlayıştır.

    Refah Partisi bütün beyanlarında ve icraatında her türlü inanca saygı gösterilmesi gereğini ve devlet yönetiminde skolastik bir zihniyetle din kurallarının esas alınmasını değil, bilakis ilmin, aklın ve çağdaş gelişmelerin ışığı altında halkın gerçek ihtiyaçlarının esas alınmasını benimsemiştir.

    Özet olarak serdettiğimiz deliller ve bunların dışındaki sayısız belge ve doküman bu gerçeği apaçık ispat etmektedir.

    Esasen insanların değişik görüş ve inanışta olmaları en doğal haklarıdır. Diğer yandan değişik görüş ve inanışa sahip insanlarında bir arada huzur, barış ve hoşgörü içerisinde yaşamaları da kaçınılmazdır.

    İşte laiklik bunu temin eden bir temel ilkedir.

    Refah Partisi’nin tüzüğüyle, programıyla ve 14 yıllık icraatıyla savuna geldiği bu kadar akli ve gerekli bir ilkeye karşı çıkması için hiçbir mantıki sebep gösterilemez.

    Hakikat şudur ki;

    Hukuki anlamına uygun gerçek laikliğin en samimi savunucusu Refah Partisi’dir.

    Hal böyleyken gerçeğe aykırı olarak bunun aksinin söylenmesi ancak art maksatlı propaganda yapmak isteyenlerin başvurdukları bir yoldur. Hukuk ve gerçek önünde bu iddiaların hiçbir geçerliliği yoktur ve olamaz.

    Bu tür olumsuz ve buna benzer maksatlı propagandaların hangi saikle yapıldığını hem ön savunmamızın IV. bölümünde (sayfa 255) hem de bu Savunma’mızın I. Bölüm’ünün II. Kısmı’nda (sayfa 106-109) açıklamıştık.

    70 milyon halkımız gerçekleri çok iyi bilmektedir. Ayni saikle ileri sürülen bir çok benzeri gerçek dışı propagandaların hepsi iflas etmiştir. Nitekim mesela “Refah Partisi iktidara gelirse bir daha gitmez!” diye yapılan bir propaganda Refah Partisi’nin demokrasiye ve taahhütlerine uygun örnek davranışları karşısında bir balon gibi sönmüştür.

    2. FASIL: “CEZA HUKUKU TEMEL ESASLARI” BAKIMINDAN BU İSNADIN REFAH PARTİSİ’NE YAPILMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR. VE BU DAVADA İSNADIN SÜBUTU İÇİN ŞART OLAN UNSURLARDAN HİÇBİRİSİ YOKTUR. Gerek Ön Savunma’mızın gerekse bu Savunma’mızın çeşitli bölümlerinde bir çok defa değindiğimiz gibi:

    Bu davada isnad:

    “Partinin laikliğe aykırı eylemleriyle odak haline gelmesi” isnadıdır.

    Bu isnattan dolayıdır ki bu dava Anayasa Mahkemesi’nde açılmıştır.

    Gerek 2820 SPK’nun 98. maddesinde ve gerekse “2949 sayılı Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun”un 33. maddesinde siyasi partilerin kapatılması davalarında yargılanmanın CMUK’na göre yapılacağı açıkça belirtilmiştir.

    Diğer yandan gerek Ön Savunma’mızın III. Bölüm, 2. Kısım, B-7’de (sayfa: 110 gerekse bu Savunmamızın III. Bölüm’ünde (sayfa:187) hukuki dayanaklarıyla belirttiğimiz gibi Siyasi Partilerin kapanması ile ilgili davalarda söz konusu olan müeyyide bir tedbir değil bir cezadır. 

    Nitekim Anayasa Mahkemesi 1961 Anayasası döneminde verdiği 16.6.1964 tarih ve E.1963/101, K.1964/49 sayılı kararında aynen şöyle demiştir:

    “Tüzel kişilerin ceza sorumluluğu olup olmayacağı …. tartışma konusudur.

    Bugün toplumda tüzel kişilerin çalışma alanları daha geniş ve etkili olmaktadır… Bu sebeple tüzel kişilerin de yapılarına uygun bir ceza sorumluluğu altında bulundurulmalarında zorunluk olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim Anayasa’nın 57. maddesi, bu maddede gösterilen esaslara uymayan siyasi partilerin Anayasa Mahkemesi kararı ile temelli kapatılacağını kabul etmiştir. Buradaki (Kapatma) hükmü ile dava konusu 1567 sayılı kanunun değişik 3. maddesindeki (Ticaret ve mesleki faaliyetten men cezası) arasındaki hukuki nitelik bakımından bir ayrılık bulunmamaktadır. Bu maddede yer alan ve tüzel kişilerin cezalandırılacağını gösteren hükümler, Anayasa’nın 33. maddesindeki “Ceza sorumluluğu şahsidir” kuralına aykırı değildir. Bu kural, bir kimsenin fiilinden başkasının sorumlu tutulmamasıdır. Tüzel kişilerin iradeleri organları aracılığı ile açıklandığına … göre; bundan, tüzel kişinin sorumlu tutulmasıyla başkasının cezalandırıldığı anlamını çıkarmak doğru bir görüş sayılamaz. Anayasa’nın 33. maddesindeki, “Kimse” deyimi gerçek ve tüzel kişileri de kapsar” Yüksek Mahkeme’miz 1982 Anayasa’sı döneminde, 28.9.1984 tarih ve E.1984/1 (Parti kapatma), K.1984/1 sayılı kararında ise şöyle demiştir:

    “… Bu haliyle, uygulanması istenilen maddeler birer ceza kuralı niteliğindedir… siyasi partinin kapatılmasına ilişkin yaptırım Türk Ceza Kanunu’nun 11. maddesiyle belirlenen klasik cezalar arasında yer almaması, failin tüzel kişi olmasından kaynaklanmaktadır… Siyasi Partilerin kapatılmaları sonucunu doğuran bu tür yasakların birer ceza kuralı niteliğinde oldukları, 1961 Anayasası’nın yapılmasında açıkça belirtilmiştir.

    Kaldı ki, hem 22/4/1983 günlü, 2820 Sayılı Yasa’nın 98. ve hem de 10/11/1983 günlü, 2949 sayılı Yasanın 33. maddeleri, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davaların, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle, … karara bağlanacağını, belirtmektedir.

    Uygulanması istenen maddelerin ceza kuralı niteliğinde oluşları ve davanın Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’na göre yürütülmesi, davalı Parti için güvence teşkil eden bir takım sonuçlar doğurur. Gerçekten, kişi özgürlüklerini korumak kaygısıyla, tarih boyunca bir dizi güvence kurumlaşıp, ceza ve ceza usul hukuku alanında yerini almıştır. Bunlar arasında, üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlulu olmamak, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi ve bunun sonucu olarak cezada genişletici yorum ve kıyasa yer verilmemesi kuralı, eldeki dava nedeniyle pratik sonuçlar doğuracak niteliktedir. Aynı biçimde, ceza usulünün, gerçeği ara…..

    ……………

    D. DÖRDÜNCÜ KISIM: BU DAVADA “İLLİYET RABITASI” ŞARTI DA MEVCUT DEĞİLDİR. Yukarıdaki bölümünde açıkladığımız gibi genel hukuk esaslarına göre herhangi bir isnadın sübutu için üç temel unsurun yanında “illiyet bağı” şartının da mevcudiyeti gereklidir.

    Yüksek malumları olduğu üzere; hukuku ihlal eden fiil ile fail arasındaki ilişkiye illiyet bağı denir. Bu ilişki mevcud değilse ve kesin olarak isbat edilememişse faile suç izafesi mümkün olamaz.

    İşte 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu bu sebepten dolayı parti tüzel kişiliği ile kim olursa olsun herhangi bir üyenin fiili arasında “illiyet rabıtası” bulunup bulunmadığının tesbitine büyük önem vermiş ve bunun şartlarını açık bir şekilde belirtmiştir. 

    Bu kanunun 101/d. maddesindeki açık ve kesin hükmüne göre bir üyenin fiili ile parti hükmi şahsiyeti arasındaki bir illiyet bağının varlığından bahsedilebilmesi için;

    Başsavcının önce herhangi bir üyenin tabii hakim önünde yargılanıp hüküm giymesi halinde bu üyenin partiden ihracı için partiye bildirimde bulunması zorunluluğu vardır.

    Ancak bundan sonra parti adına karar almaya yetkili kurulların üyeyi ihraç etmeyip bu üyenin yaptığı fiili tekabbül etmesinin sübut bulması halinde illiyet bağının varlığından bahsedilebilir. Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d-1. maddesinin belirttiği bu açık hükümler yerine gelmeden illiyet bağının varlığından söz edilemez.

    Çünkü parti adına karar almaya yetkili kurulların hiçbir haberi olmadan cereyan eden üyelerin fiillerinden mesul tutulması mümkün değildir. Zira bu halde ne illiyet bağı şartı yerine gelmiş olur ne de manevi unsurun varlığından bahsedilebilir.

    Bu hukuki gerçekler karşısında Başsavcı’nın Esas Hakkındaki Görüş’ünde “tetikci” vs. gibi hukukla alakası olmayan tabirler kullanarak, olmayan bir illiyet rabıtasını varmış gibi göstermeye tevessül etmesinin hukuken hiçbir geçerliliği yoktur.

    Zira 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d-1 maddesinin hükmüne göre:

    “Parti üyeleri 4 ncü kısımda yer alan maddeler hükümlerine aykırı fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise, Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister.

    Siyasi parti, tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde istem yazısında belirtilen hususu yerine getirmediği takdirde, Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasa Mahkemesi’nde o siyasi partinin kapıtılması hakkında dava açar. Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenmiş iddianamenin tebliğinden itibaren otuz gün içinde ilgili siyasi parti tarafından söz konusu …… parti üyesi veya üyelerinin partiden kesin olarak çıkarılmaları halinde, o partinin kapatılması hakkındaki dava düşer. “Partimiz işte bu kanuni hak ve imkanı kullanarak kanunda belirtilen süre içinde Şevki YILMAZ’ı, Hasan Hüseyin CEYLAN ve İbrahim Halil ÇELİK’i ihraç ederek, ihraç işleminin yapıldığını Anayasa Mahkemesi’ne bildirmiştir.

    Hal böyleyken, Başsavcı’nın bu kanuni işlemleri muvazaa olarak nitelendirmesine Siyasi Partiler Kanunu 101/d-1 hükmü manidir.

    Çünkü kanunun verdiği bir hakkın kullanılması muvazaa sayılamaz.

    Bu konuda yapılması gereken kanuni işlem bu şahıslarla ilgili davanın veya iddiaların düşmesidir. Kanunun hükmü böyle olduğundan Başsavcı’nın bu kişilerle ilgili konuları ileri sürerek parti aleyhinde isnadda bulunmaya hakkı yoktur. 

    E. BEŞİNCİ KISIM: BU DAVADA “ODAK HALİNE” GELME ŞARTLARI DA MEVCUT DEĞİLDİR. Bu konuyu bu Savunma’mızın III. Bölüm A-3 kısmında (s. 208-213)etraflı bir şekilde açıklamıştık ve bu bölümde, 

    Odak Olma” halinin, hukuki anlamı ve mesnedlerine dayanarak, unsurlarını açık ve kesin bir şekilde ortaya koymuştuk:

    Ve adı geçen bölümde belirtmiştik ki;

    2820 SİYASİ PARTİLER KANUNUNA GÖRE:

    Halen yürürlükte bulunan 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d. ve 103 maddelerine göre bir siyasi partinin yasak eylemlerin mihrakı “odağı” haline gelmesi iddiasının ileri sürülebilmesi Ön Savunmamızın 82-83. sayfalarında belirttiğimiz gibi ancak aşağıdaki beş şartın tamamının tahakkuku ile mümkündür. 

    Bu şartlar:

    1. Suç sayılan fiillerin parti mensuplarınca işlendiğinin ‘hüküm giymeleriyle” sübut bulması
    2. Bu üyelerin partiden ihraçları için Cumhuriyet Başsavcısı’nın partiye bildirimde bulunması, 
    3. Partinin bu üyeleri 30 gün içinde ihraç etmemesi
    4. Bu yasak eylemlerin üyelerce yaygın ve yoğun (kesif) bir şekilde işlendiğinin yukardaki işlemlerin yapılmasıyla sübut bulması. 
    5. Bu eylemlerin kesif olarak işlenmesinin partinin Büyük Kongre, MKYK veya TBMM deki Gurup Genel Kurulu yahut bu kurulun Yönetim Kurulu’nca benimsendiğinin sübuta ermesi. 

    İşte 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ancak yukarıdaki bu beş şartın hepsinin birden tahakkuku halinde bir siyasi parti hakkında odak olma iddiasından söz edilebileceğini öngörmektedir.

    Ve yine bu Savunma’mızda da hukuki dayanaklara istinaden belirtmiştik ki;

    1995 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNDEN SONRA ODAK OLMA HALİNİN HUKUKİ ANLAMI VE UNSURLARININ;

    A- 1995 Anayasa değişikliğinin ana gayesi, 

    B- Anayasa’nın 69. maddesinin lafzı ve rûhu,

    C- İlgili mevzuat, yani:

    a. 30 yılı aşkın zamandan beri “odak olma” ile ilgili mevzutamız,

      • 06.10.1983 Tarih ve 2908 Sayılı Dernekler Kanunu (m.53), 
      • 16.07.1968 Tarih ve 648 Sayılı Eski Siyasi Partiler Kanunu (m. 12), 
      • 21.04.1983 Tarih ve 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu (m. 103), 

    b. Anayasa Mahkemesi Kararları,

    c. Batı Hukukundaki uygulamalar,

    d. İç hukukumuzdaki 30 yıllık tatbikat,

    ile açıkça belirlendiği ifade edilmiş ve bu hukuki mesnetlere dayanılarak;

    Bir partinin eylemleriyle “odak haline gelmesi“nin ancak aşağıdaki beş şartın beşinin birden gerçekleşmesiyle mümkün olabileceği açıklanmıştır:

    1. Parti tüzel kişiliğini ilzam eden, Parti Büyük Kongresi, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu, Parti Meclis Grubu gibi yetkili organlarının parti yasaklarına aykırı kararlar aldığının sübut bulması
    2. Bu kararların karar safhasında kalmayıp bu kurulların iştirakiyle eyleme dönüştüğünün sübut bulması
    3. Bu şartları haiz parti eylemlerinin yaygın ve yoğun bir şekilde sürdürüldüğünün sübut bulması
    4. Partiye yapılan kanuni ihtarlara rağmen yasadışı eylemlerin sürdürülmesi
    5. Parti’nin bu yasadışı eylemleri yapan bir odak haline dönüşmesi. Yani partinin tüzük ve programındaki gayelerini bırakıp sadece bu yasadışı eylemlerle meşgul olan bir kuruluş haline dönüşmesi. 

    Ve yine yukarıdaki 3. Fasıl, A. Birinci Kısım sayfa 198’de Anayasa’nın 69. maddesinde yer alan “bir partinin, eylemleriyle suç odağı haline gelmesi” halinin hukuki anlamı dolayısıyle yukarıdaki beş unsuru ihtiva ettiği gerçeği hukuki mesnetleriyle bir kere daha ispat olunmuştur.

    İşte;

    Farz-ı-muhal bir an için Sayın Başsavcı’nın ileri sürdüğü gibi Anayasa’nın 69. maddesinin doğrudan tatbiki söz konusu olsa dahi,

    Bu madde gereğince,

    “Bir siyasi partinin eylemleriyle suç odağı haline geldiği” isnadının yapılabilmesi için, açıklanan hukuki gerekcelerden dolayı yukarıda belirtilen beş unsurun gerçekleşmiş olması lazımdır. Bu beş unsurun sübutu böyle bir iddiadan söz edilebilmesinin ön şartıdır.

    Bu açıklamalardan sonra bu bölümde bir bir ortaya koyduğumuz hukuki mesnedlere dayanarak mezkür bölümün sonuç kısmında:

    “Refah Partisi’nin eylemleriyle laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı haline geldiği iddiasında odak olma haline gelmenin unsurlarından hiçbirisinin bulunmadığını belirtmiştik ve açıklamıştık ki:

    2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu esas alındığında:

    Halen yürürlükte bulunan bu Kanun, bir siyasi partinin odak haline geldiğinin ileri sürülebilmesi için sayfa 176’da belirttiğimiz beş şartın beşinin de birden sübut bulmasını öngörmektedir.

    Ön Savunma’mızın 86-88 ve Esas Hakkındaki bu Savunma’mızın ise 191-193. sayfalarında belirtiğimiz gibi bu davada:

    2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddelerinin belirttiği unsurlardan hiçbirisi mevcut değildir.

    Ve yine bu sonuç bölümünde ayrıca belirtmiştik ki;

    Diğer taraftan farzı muhal olarak davada Anayasa’nın 68 ve 69. maddeleri doğrudan uygulansa bile ve yine bu halde dahi Anayasa’nın 69. maddesinin bizzat kendisi ve odaklaşma hakkında mevzuatımızda kabul edilmiş olan temel şartlar ve müstakkar uygulamaların dikkate alınmasının zorunluluğundan dolayı bu davadaki iddiadan söz edilebilmesi için bu sefer de sayfa 215-216’da zikredilen beş unsurun hepsinin birden sübut bulmuş olması zorunluluğu vardır.

    Halbuki sayfa 218’de açıklandığı gibi bu davada bu beş unsurun hepsinin birden mevcut olması şöyle dursun bir tanesi dahi mevcut değildir.

    Çünkü Partinin tüzel kişiliğin herhangi bir eyleminden söz edilmemiş ve parti adına karar almaya yetkili kurullardan hiçbirisinin parti yasaklarına aykırı eylemi ileri sürülmemiştir.

    Yani açıkladığımız beş unsurdan hiçbirisi ne iddia edilmiştir ne de varittir.

    Bu yüzden bu davada, hangi yönden bakılırsa bakılsın “odak haline gelme” isnadının da unsurlarından hiçbirisi mevcut değildir.

    Dolayısıyla bu davanın sadece öncelikle usul bakımından değil aynı zamanda esas bakımından da reddi gerekir.

    Biz, Yüksek Mahkeme’nin bu davayı hem öncelikle usul bakımından hem de esas bakımından red edeceğine eminiz.

    F. ALTINCI KISIM: BU DAVADA 1995 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ İLE GETİRİLEN “ODAK OLMA” ŞARTININ “EN ÖNEMLİ VAZGEÇİLMEZ UNSURU”DA KESİNLİKLE SÖZ KONUSU DEĞİLDİR. Yukarıda belirttiğimiz gibi:

    1995 Anayasa değişikliği ile siyasi partilerin kapatılması, çağdaş gelişmelere paralel olarak fevkalade dar bir sahaya inhisar ettirilmiş olmaktadır. 

    Bu saha da;

    Siyasi parti tüzel kişiliğini top yekün ilzama yetkili merkez kurullarının yani Parti Büyük Kongresi ile Merkez Karar Yönetim Kurulu ve Parti Grubu’nun eylemleri ile partinin odak haline gelmesidir.

    Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerinin 1995 yılı değişikliği sonundaki lafzı bu hukuki gerçeği açıkca ortaya koyduğu gibi ilgili Anayasa Komisyonu’nun Değişiklik Raporu da bu gerçeği teyit etmektedir:

    “…..partinin tüzüğü gibi programı da Anayasa ve Kanunla partiler için konan yasaklara veya emredici hükümlere aykırıysa, parti, esasen Anayasa Mahkemesi’nce temelli veya basit olarak kapatılacaktır…. Aynı sistematiğe uygun olarak komisyonumuz, siyasi partilerin bu ilkelere uygun hareket etmemelerinin iki ayrı şeklini açıkça düzenlenmiştir. Bunlardan birincisi, partinin tüzük ve programının bu ilkelere aykırı olması; ikinci durum ise, partinin beyan ve eylemlerinin bu ilkelere aykırı olmasıdır…..Komisyonumuz, bu ayrımı yapmış ve ikinci halde temelli kapatılmayı ancak partinin bu tür eylemlerin işlendiği bir odak haline gelmiş olmasına bağlamıştır.” (Anayasa Komisyonu Raporu: TBMM, Dönem: 19, Yasama Yılı: 4 [S.Sayısı:861] sh: 32/33).Ve yine bu değişikliklerin TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi esnasında konu ile ilgili olarak milletvekilleri tarafından sorulan sorulara Anayasa Komisyonu adına Komisyon Sözcüsü‘nün cevaben yaptığı aşağıdaki açıklamalar da bu hususu teyid etmektedir.

    “…..Bu madde ayrıca, çok önemli bazı hususları belirtiyor. Partilerin temelli kapatılması iki şekilde olur; ya partinin proğramı veya tüzüğü kapatılma sebeplerini ihtiva eder, yani Anayasa’nın değişmez maddelerinden doğan ilkelere aykırıdır, veyahut partinin eylemleri, bu ilkelere aykırıdır. Şimdi burada bir tüzelkişinin eylemlerinin bazı gerçek kişiler tarafından yapılması halinde hangi hallerde gerçek kişinin eyleminin parti tüzelkişiliğine atfedilebileceği meselesi ortaya çıkar. Bu her tüzel kişinin mesuliyeti konusunda ortaya çıkan bir konudur. Burada bu açıdan HUKUK BAKIMINDAN ALMAN TATBİKATINDAN ESİNLENEN ÇOK ÖNEMLİ BİR KAYIT GETİRİLMİŞTİR. Bugünkü Anayasada parti üyelerinin, kurucularının, idarecilerinin eylemlerinden ötürü kapatılır diyor; ama, her idarecinin, her kurucunun eylemi böyle bir kapatmaya sebebiyet verecek olursa, bu demokratik ilkelerle bağdaştırılabilecek bir durum olamaz. Alman tatbikatında odak kavramı getirilmiştir. Yani bu tarz Anayasa’mızın değişmez ilkelerinden doğan kayıtlara aykırı eylemler, partinin üyeleri ve idarecileri tarafından işlenmişse, Anayasa Mahkemesi’nin bakması gereken husus, sadece bu eylemlerin işlendiğini tesbit etmekten ibaret kalmayacak, aynı zamanda, bu yoldan, o partinin bu tarz eylemlerin işlendiği BİR ODAK HALİNE GELDİĞİNİ, Anayasa Mahkemesi tespit etmekle mükellef tutulacaktır: bu da, siyasi partilerimiz açısından son derece önemli bir teminattır.” (TBMM. Tutanak Dergisi, 128 inci Birleşim, 23.6.1995 Cuma, Sh.440).

    ODAK” KELİMESİ, BATI TATBİKATINDA ANLAMI BELLİ OLAN BİR HUKUKİ KAVRAMDIR. Bu, hem toplum için hem parti için bir teminattır.” (TBMM. Tutanak Dergisi, 128 inci Birleşim, 23.6.1995 Cuma Sh. 458) Bütün bu hukuki raporlar ve açıklamalar şu gerçeği ortaya koymaktadır:

    1995 Anayasa değişiklikleriyle Türkiye artık çağdaş, demokratik ülkelerdeki siyasi partilerin kapatılamaması ilkesine azami derecede yaklaşmıştır ve böylece bir yandan siyasi partilerin kapatılabilmesini çok dar bir sahaya inhisar ettirirken diğer yandan da çağdaş hukuk normarına uygun, insan hakları, demokrasi ve özgürlükler bakımından daha adil bir düzene geçmiştir.

    Bunu temin için Anayasa’nın 68/4 ve 69/6 maddelerinin yorumun da “Batı Hukuku“na ve özellikle “Alman Mevzuatına ve Alman Tatbikatı”na atıfta bulunulmuştur.

    Nitekim 1995 Anayasa değişikliklikleri TBMM Genel Kurulunda görüşülürken Anayasa Komisyonu adına açıklamalarda bulunan komisyon sözcüsü, odak haline gelmenin şartının,

    hukuk bakımından Alman tatbikatından esinlenen çok önemli bir kayıt olduğu” nu açıkça belirtmiştir.Ve yine ayrıca bunu teyiden,

    Odak kelimesi batı tatbikatında anlamı belli olan bir hukuki kavramdır. Bu, hem toplum için hem de parti için bir teminattır” demiştir. Böylece 1995 değişikliği ile Anayasa’ya konan “odak olma” kavramının hukuki anlamı Alman Mevzuatı ve tatbikatındaki unsurlara dayandırılmıştır.

    Bu hükümlerin hukuk zemininde uygulanmasının temini açısından özellikle Alman Hukuku’nun ilgili hükümlerine ve bu husustaki doktriner açıklamalara işaret etmekte fayda görüyoruz.

    Bir siyasi partinin belli bir dünya görüşünü veya herhangi bir konuda bilimsel bir görüşü benimsemiş olması, kapatılması için gerekçe ittihaz edilemez. Hatta bu görüş, özgürlükçü demokratik düzenin dayandığı temel prensiplerden bazılarının tartışılmasına da yönelik olabilir. Bir siyasi partinin kapatılabilmesi için aranan ölçü, partinin bu temel düzene karşı verilen fiilî mücadelenin odağı haline gelmiş olmasıdır. Ancak, demokratik temel düzeni değiştirmeye yönelik eylemli mücadelenin mevcudiyeti halinde bu düzen açısından somut ve ciddi bir tehlikenin varlığından bahsedilebilir (HESSE, K.: Grundzüge des Verfassungsrechts der Bundesrepublik Deutschland, 20. Auflage, 1995, sh. 296, 299; ZIRN, A.: Das Parteienverbot nach Art. 21 Abs. 2 GG im Rahmen der streitbaren Demokratie des GG, 1988, sh.91/92).

    Bir siyasi parti, demokratik temel düzeni değiştirmeye yönelik planlı eylemlerin icrasına hizmet ediyorsa; bu somut ve ciddi tehlike, gerçekleşmiş olacaktır. Buna karşılık, bir siyasi partinin üyelerinin müstakil tecavüz fiilleri partinin bu vasfı kazanmasına kifayet etmez. Özgürlükçü demokratik temel düzenin ciddi ve somut bir tehlikeye maruz kalabilmesi için, siyasi partinin bu düzene karşı mücadeleyi bir politika haline getirmesi gerekir. Bu politika gereğince demokratik temel düzeni yıkmaya yönelik eylemlerin devamlılık arzetmesi gerekir (MAUNZ / SCHMIDT – BLEIBTREU / KLEIN / ULSAMER: Bundesverfassungsgesetz, Kommentar, 1985, § 46, Anm I 1, Rn. 5; ZIRN, sh.92).

    Alman Anayasa Hukuku teorisine göre; bir siyasi partinin özgürlükçü demokratik temel düzene karşı olabilmesi için; bu düzeni hedef alan, bu düzeni yıkmaya veya ihlâl etmeye yönelik saldırgan ve icraî eylemlere girişmiş olması gerekir. (MAUNZ/DÜRIG/HERZOG: Grundgesetz. Kommentar, Band II, 1986, Art 21, Anm. VII 5 a, bb, Rn. 108).

    Bu tespitler, Alman Anayasa Hukuku tanınmış uzmanlarının şu eserlerine dayanmaktadır.

    1. MAUNZ, Theodor, in: Maunz / Dürig / Herzog / Scholz / Lerche / Papier / Randelzhofer / Schmidt-Assmann: Grundgesetz. Kommentar, Cilt II, München, 1990, Art. (mad.) 21, Kenarnumarası 108 vd. 
    2. HESSE, Konrad: Grundzüge des Verfassungsrechts der Bundesrepublik Deutchland, 20. Auflage, Heidelberg, 1995, sh. 296, 299. 
    3. ŞEIFERT, Karl-Heinz: Die politischen Parteien im Recht der Bundesrepublik Deutchland, München, 1975, sh. 461 vd. 
    4. GRIMM, Dieter, in: Benda/Maihofer/Vogel (Hrsg.): Handbuch des Verfassungsrechts, 2. Auflage, Berlin/ New York, 1995, sh. Cilt I, sh. 599 vd. 
    5. ZIRN, Armin: Das Parteienverbot nach Art. 21 Abs. 2 GG im rahmen der streitbaren demokratie des GG, 1988, sh. 91/92) 
    6. WIETSCHEL, Wiebke: Der Parteibegriff, Baden- Baden, 1996,sh. 125 vd. 

    Bu hukuki ve ilmi mesnedlerden açıkça görüldüğü gibi odak olma halinin asıl vazgeçilmez unsurları;

    • “Saldırgan ve icrai eylemler” 
    • “Filli mücadelenin odağı haline gelme” 
    • “Demokratik Temel Düzeni yıkmaya yönelik eylemlerin devamlılık arz etmesi: 

    şartlarıdır.

    Diğer bir ifadeyle odak olma hali; bir partinin programını, tüzüğünü ve bütün yasal faaliyetlerini bir kenara bırakarak planlı ve devamlı bir şekilde salgırgan eylemleri yürüten bir kuruluş haline gelmiş olmasıdır.

    Yani bu unsurlar oluşmadan odak halinden bahsedilemez.

    Bu açıklamalar müvacehesinde açık ve kesin bir şekilde görülüyor ki Refah Partisi için bu davadaki isnadın hiçbir unsuru mevcut olmadığı gibi odak olma halinin bu en önemli vazgeçilmez unsuru da kesinlikle mevcut değildir. Böyle bir şeyden bahsedilmesi dahi mümkün değildir.

    G. YEDİNCİ KISIM: MEVCUT OLMAYAN BİR UNSURU YORUM YOLUYLA VARMIŞ GİBİ KABUL ETMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR.Yüksek Malumları olduğu üzere ceza hukuku aşağıdaki esasları temel kural olarak almaktadır:

    1. Yorum: Bir kanun kuralının gerçek anlamını araştırmak ve bu anlamı belirtmektir. (Ceza Hukuku, Faruk Erem, s.103)

    2. Ancak, ceza hukukunda yorum son derece sınırlıdır.

    3. Bu sınırlı yorum ancak maddi hukuk için sözkonusudur.

    4. Usul hukukunun kuralları yoruma konu olamaz. (a.g.e., s.103)

    5. Kanunlar yorumlarınırken bunların gerekçelerine resmi bir değer atfetmek mecburiyeti vardır. Hazırlık çalışmalarından da yararlanmak mümkündür (a.g.e., s.117).

    6. Kanun hükmünü ancak genel hukuk düzeninin esasları içinde yorumlamak mümkündür. Mesela genel hukuk düzenine göre vatandaşın özgürlüğü esastır.

    Kanun sarahaten özgürlüğün sınırlandırılmasını içermiyorsa yorumla da bir sınırlandırma getirilemez (a.g.e., s.107).

    7. OLAYDA BİR UNSURUN TESBİTİNDE ŞÜPHE VARSA VE BÜTÜN ARAŞTIRMALARA RAĞMEN KANITLA İSBAT MÜMKÜN OLMUYORSA O TAKDİRDE ŞÜPHE SANIK LEHİNE YORUMLANIR.

    8. Yorum yoluyla bir suç veya suç unsuru meydana getirilemez (a.g.e., s.110.,TCK madde:1.)

    “Kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez.”9. Kıyas, kanun koyucunun düzenlemediği bir konunun, düzenlediği bir konudan hareket edilerek çözümlenmesidir.

    10. Yorum, kanunu uygulamaya, kıyas ise kanundaki bir boşluğu doldurmaya yönelik bir harekettir.

    Ceza hukukunda kıyasa yer yoktur.

    Ceza hukukunun bilinen bu temel esasları yüksek malumları olduğu üzere bizzat Yüksek Mahkeme’nin kararlarıyla da tekrar tekrar teyit olunmuştur.

    Bu gerçeği teyid için sadece bir tek kararı arz ediyoruz:

    “Kişi özgürlüklerini korumak kaygusuyla bir dizi güvence kurumlaşıp ceza ve ceza usul hukuku alanında yerini almıştır. Bunlar arasında;

    • Üçüncü kişilerin eyleminden sorumlu olmamak 
    • ‘Kanunsuz suç ve ceza olamaz’ ilkesi ve bunun sonucu olarak 
    • CEZADA GENİŞLETİCİ YORUM ve 
    • KIYASA YER VERİLMEMESİ, 
    • … ŞÜPHE HALİNDE SANIK LEHİNDE HAREKET ETMEK GEREĞİ … GİBİ İLKELERİN BU DAVADA (KAPATMA DAVALARINDA) UYGULANMASI… (AMK, 28.9.1984, 1/1 PK) 

    Bu temel esaslar ışığında bu davaya bakıldığı zaman aşağıdaki sonuçların doğruluğu açıkça görülür.

    1. Yukarıda zikredilen Anayasa Mahkemesi kararı gereğince bu davada ceza hukukunun ve Ceza Muhakemeleri Kanun’unun temel hükümleri uygulanması gereklidir. 
    2. Anayasa Mahkemesi kararında da açıkça belirtildiği gibi “üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlu olmamak ilkesi” parti tüzel kişiliğinin yargılandığı bir davada üyelerin fiillerinin, parti tarafından benimsenmedikçe, delil olamıyacağı açıkça görülür. 
    3. Ve yine aynı temel esastan dolayı parti tüzel kişiliği hakkında alınacak olan bir karar ile davada taraf olmayan ve hiç yargılanmamış olan herhangi bir partili üyeye cezai sonuçlar getirecek bir hüküm verilmesi mümkün değildir. Yani bu davada Anayasa’nın 84/5. maddesinin uygulanması mümkün değildir. 
    4. Yine ceza hukukunun yukarıda açıklanan temel esasları bakımından Başsavcı’nın gerek İddianamesi’nde ve gerekse Esas Hakkındaki Görüş’ünde yaptığı aşağıdaki taleplerin hukuken kabulü mümkün değildir, geçerliliği yoktur: 
      • Kanunda açıkça mevcut olmayan usul kurallarının var sayılmasını istemesi, 
      • Bizzat Anayasa m.69’un son fıkrası odak olma halinin kanunla düzenleneceğini amir bulunduğu halde bu emir dinlenilmeden 69. maddenin doğrudan uygulanmasını istemesi, 
      • Siyasi Partiler Kanunu m.103’ün zimnen mülga sayılarak meydana gelecek boşluğun usul hakkındaki bu hükmün yerine yorum yoluyla yeni bir usul hükmünün ihdas edilmesini talep etmesi, 
    1. Yine Başsavcı’nın hiçbir delil niteliğinde olmayan, bir kısım partili üyelere izafe ettiği beyanlarda, “laikliğe aykırılığın” sayfa 158′ de açıkça belirtilen unsurlarından hiçbirisi mevcut olmadığı halde bunların mevcut kabul edilmesini talep etmesi de ceza hukukunun yukarıda sayılan temel esaslarına ve bilhassa yukardaki 7 ve 8 numarada zikredilen temel esasa tamamen aykırıdır. Hukuken ise talebin kabulü mümkün değildir. 
    2. İddianame’de birkaç üye için ileri sürülen hukuka aykırı iddiaların herbirini ayrı ayrı ele almak yerine, bu önemli hususu açıklamak bakımından sadece bir misal üzerinde durmakla yetineceğiz. 

    AHMET TEKDAL’A İZAFE EDİLEN KONUŞMA:

    Ön Savunma’mızın 215-216. sayfalarında aşağıdaki açıklamaları arz etmiş ve esasen bu hukuki dayanaklardan dolayı bu konuşmanın bu davaya hiçbir yönden hiçbir şekilde mesned yapılamıyacağını belirtmiştik:

    Ahmet Tekdal’ın yıllarca önce, hacda yaptığı iddia edilen bir konuşma ispata matuf delil olarak ileri sürülmüştür.

    Adı geçene izafe edilen bu konuşma,

    1. İddianame’nin 17. sayfasında Kanal D televizyonunun 24.11.1996 günü yaptığı bir yayında Ahmet Tekdal’ın yıllarca önce hacta yaptığı ileri sürülen bir konuşma bu davaya delil yapılmak istenmiştir. 
    2. Hac’da yapıldığı iddia olunan konuşmanın video bant dışında bir dayanağı yoktur. Bu konuşmanın hangi tarih-te, nerede yapıldığı belli değildir. Bant üzerinde montaj veya değiştirme var mı? Bu da belli değildir. Adı geçen kanal bilindiği gibi o tarihlerde Parti’miz aleyhine yoğun bir şekilde maksatlı yayın yapmaktaydı. Bu bakımdan bu yayının bir mesned olarak alınması mümkün değildir. 
    3. Ahmet TEKDAL, 1986 yılında Hacca gitmiştir. Hacca Genel Başkan sıfatıyla değil, sade bir vatandaş olarak gitmiştir. Hac siyasi faaliyet yeri olmadığı için, siyasi bir konuşma yapması da düşünülemez. 
    4. İsnad edilen konuşmanın varit olup olmadığı araştırılmamıştır. Konuşmanın tam metni yoktur. Konuşmanın Ahmet Tekdal’a ait olup olmadığı sorulmamıştır. 
    5. İddia olunan konuşmada hak nizamı ibaresinin söylenip, söylenmediği, söylenmişse ne maksatla söylendiği belli değildir. 
    6. Partimiz, yapıldığı ileri sürülen konuşmadan ancak iddianame ile haberdar olmuştur. Partimizin tüzel kişiliğinin, iddia edilen fikirleri kabul etmesi söz konusu değildir. 
    7. Ses bantlarının ve video kasetlerinin yan delillerle doğrulanmadan delil olarak kabul edilmeyeceği Yüksek Mahkeme’nin 16.06.1994 tarih 1993/3-1994/2 sayılı kararında belirtilmiştir (AYMKD, Sayı 30, Cilt 2, Sh. 1193). 
    8. Bu konuda Sayın Başsavcı 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101-d maddesinde belirtilen işlemlerden hiçbirini yerine getirmemiştir. 

    Açıkladığımız gibi, Parti’miz bu söylendiği iddia edilen sözleri tekabbül etmemiştir.

    Bütün bu sebeplerden dolayı bu isnadın hiçbir bakımdan delil olma vasfı yoktur.

    Buna rağmen bu isnada burada bir kere daha değinmemizin sebebi şudur;

    Ahmet Tekdal’la ilgisinin olup olmadığı kanıtlanmamış, dolayısıyla hukuki bir değer taşımıyan, böyle olduğu halde Ahmet Tekdal’a izafe edilerek İddianame’nin 18. sayfasında yer alan metin dikkatle incelendiğinde bu metinde sayfa 255’de açıkça belirtilen “laikliğe aykırılık unsurları’nın hiçbirisinin bulunmadığı açıkça görülür.

    Nitekim bu konuşmada anafikrin “parlamenter sistemlerin hakim olduğu yerlerde” ibaresinden de açıkça görüldüğü üzere sadece Türkiye için değil, bütün ülkelere şamil genel bir görüş açıklanıyor ve bu görüşün temelinde parlamenter sistem temel düzen olarak esas alınıyor. Bu temel düzen içinde milletin şuurlu olması gerektiğini ve seçmenlerin oylarını kullanırken hangi partinin “hukuk devleti esaslarına uygun” adil bir uygulamayı öngörüyorsa onu arayıp bulması ve o partileri tercih etmesi tavsiyesinden ibarettir.

    Ahmet Tekdal’ın konuşma metninin içerisinde, bu savunma’mızın 255. sayfada belirttiğimiz laikliğe aykırılık unsunlarından hiçbirisi mevcut değildir, metin mücerret bir tavsiyeden ibarettir.

    Mevcut nizam yerilmek şöyle dursun parlamenter sistem esas alınmıştır. Somut bir şekilde bir temel düzeni tarif edecek ve herkesin uyacağı emredici herhangi bir dizi kuraldan bahsedilmemiştir.

    Kaldı ki yukarıda da belirttiğimiz gibi hak nizamı ibaresinin söylenip söylenmediği, seylenmişse ne maksatla söylendiği belli değildir. Konuşma metninden, temel parlamenter düzen içinde hukuk devleti ve adil bir uygulama kastedildiği anlaşılmaktadır.

    Hal böyleyken metinde bu hususla ilgili kanıtlar mevcutken bunun dışında yorumlar yapmak ceza hukukunun yukarıda açıkladığımız kurallarına aykırıdır.

    Nitekim yukarıda belirtilen 7 Numaralı kural açıkça:

    Olayda bir unsurun tesbitinde şüphe ediliyorsa ve bütün araştırmalara rağmen kanıtla isbat edilemiyorsa “Şüphe sanık lehine yorumlanır” esasını belirtmektedir. 8 numaralı kural ise:

    “Yorum yoluyla bir suç veya suç unsuru meydana getirilemez (a.g.e., s.110). TCK Madde:1 ‘Kanunun sarih olarak suç sayılmadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez””

    esasını belirtmektedir.

    H. SEKİZİNCİ KISIM: TCK M.163’ÜN YÜRÜRLÜKTEN KALDIRILMASIYLA ŞAHISLAR İÇİN LAİKLİĞE AYKIRILIK FİİLİ SUÇ OLMAKTAN ÇIKTIĞINDAN BU DAVANIN AÇILMASI HUKUKA UYGUN DEĞİLDİR. Yukarıdaki bölümlerde açıkladığımız gibi TCK m.163’ün kaldırılması özgürlüklerin genişletilmesi ve Türkiye’nin çağdaş hukuk normlarına sahip olması maksadıyla 1991 yılında atılmış önemli bir adımdır. Esasen 163. madde kaldırılırken TCK’un 140, 141 ve 142. maddelerinin de 6187 sayılı kanun’un birlikte kaldırılması da aynı gayeye matuftur.

    TCK m.163’ün kaldırılmasına mukabil iç hukukumuzdaki mevzuatta siyasi partilerin Anayasa’nın 68. maddesinde belirlenmiş olan parti yasaklarına, bu arada “laik cumhuriyet ilkelerine” aykırı eylemleri yaparak bu eylemlerin bir odağı haline gelmesi yasağı muhafaza edilmiş bulunmaktadır.

    Olayın tarihi seyri dikkate alındığında TCK’nun 163. maddesi 1949 yılında yürürlüğe konmakla o günün şartlarında laikliğe aykırı fiillerin suç sayılması dönemi başlamıştır.

    Bu temel Kanun’da yapılan değişiklikten sonra zamanla derneklerle sendikalar ve siyasi partilerin tüzel kişiliklerinin laikliğe aykırı fiillerinin de yasaklanması yoluna gidilmiştir.

    Takriben 40 yıllık yasaklı bir dönemden sonra şimdi çağdaş gelişmelere paralel olarak özgürlüklerin genişletilmesi maksadıyla temel bir kanun olan TCK’dan 163. madde kaldırılmış ve böylece şahıslar için laikliğe aykırı fiillerin suç sayılmasına son verilmiştir.

    Böylece Türkiye yeni bir özgürlük dönemine girmiştir.

    Halen mevcut bu hukuk düzeni çerçevesinde kendisi için laikliğe aykırı faaliyetin yasaklandığı bir tüzel kişinin sorumlu tutulabilmesi, ancak bu tüzel kişi adına karar almaya yetkili kurulların kararlarının delil olarak ileri sürülebilmesi halinde mümkündür. Yoksa şahısların beyan ve eylemlerinin tüzel kişilik tarafından bunların eylemlerinin benimsenmesi sübut bulmadıkça delil olarak ileri sürülmesi hukukun genel kurallarına aykırı olur. Esasen TCK m.163’ün kaldırılmasıyla bu yol kapanmıştır.

    Çünkü hukukun temel kuralına göre:

    “Yapan için suç olmayan bir fiil başkası için de suç olamaz”

    Bu temel hukuk kuralı bir yandan parti tüzel kişiliği adına karar almaya yetkili kurullar tarafından benimsendiği sübuta ermedikçe üyelerin eylemlerinin partiye herhangi bir isnadın yapılmasına delil olamıyacakları gerçeğini ortaya koyduğu gibi diğer yandan da parti tüzel kişiliğinin laikliğe aykırı eyleminden dolayı da parti üyelerinin mes’ul tutulup cezalandırılamıyacağı gerçeğini de ortaya koymaktadır. Bu gerçeğin doğal sonucu ise bu davada hiçbir şekilde Anayasa’nın 84/5. maddesinin uygulanma imkanının olmadığıdır. 

    Nitekim bir partinin laikliğe aykırı eylemi ancak parti üyelerinin vasıtasıyla laikliğe aykırı eylemlerin yapılmasıyla meydana gelebilir.

    Halbuki laikliğe aykırı eylemler şahıslar için suç olmaktan çıkartılmıştır.

    Bu yüzden suç olmayan bir fiil sebebiyle bir kimseye dolaylı yoldan -dolaşılarak bu fiili sebebiyle- ceza verilmesi de mümkün değildir.

    Bu hukuki gerçek esasen aynı zamanda Anayasa’nın 10. maddesindeki “herkesin kanun önünde eşitliği” temel ilkesinin de doğal bir sonucudur.

    “Bir kimse bir fiilinden dolayı parti üyesi değilse cezalandırılamaz, parti üyesi ise cezalandırılabilir” denmesi hukuken mümkün değildir. Tam tersine demoksilerde parti üyesi olmak teşvik edilmesi gerekli bir husustur. Parti üyesi olmanın tecziye sebebi olması kabul edilemez.

    Bu davada, bilindiği gibi parti tüzel kişiliğinin yani parti adına karar almaya yetkili kurulların hiçbirinin herhangi bir fiili söz konusu edilmemiştir. Sadece birkaç üyeye sübut bulmamış ve hiçbirisi delil niteliğinde olmayan birkaç metin izafe edilmiştir.

    Dolayısıyla delil diye ileri sürülen konulardan hiçbirisinin yukarıda açıklanan hukuki esaslardan dolayı ne bu üyeler için ne de parti tüzel kişiliği için herhangi bir isnada delil olması mümkün değildir.

    Bu sebepten dolayı TCK m.163’ün yürürlükten kaldırılmasıyla şahıslar için laikliğe aykırılık fiili suç olmaktan çıkarıldığından bu davanın açılması hukuka uygun değildir.

    3. FASIL: ANAYASA BAKIMINDAN DA BU İSNADIN REFAH PARTİSİ’NE YAPILMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR. Savunma’mızın davanın esası ile ilgili yukardaki bölümlerinde bu davadaki isnadın 1. Fasıl, Birinci Kısımda:

    Refah Partisi Gerçeği ve Refah Partisi’nin 14 yıllık icraatı bakımından yapılmasının mümkün olmadığını,

    2. Fasılda ise:

    Ceza hukuku temel esasları” bakımından bu isnadın yapılmasının mümkün olmadığını bütün yönleriyle ve hukuki dayanaklarıyla arz ettik.

    Şimdi bu 3. Fasılda Anayasa bakımından da bu davada bu isnadın Refah Partisi’ne yapılmasının mümkün olmadığını hukuki dayanaklarıyla arz edeceğiz.

    Bu gerçeği aşağıdaki Anayasal esasların herbirini ayrı ayrı ele alarak belirteceğiz:

    • Birinci Kısımda, 1995 Anayasa değişikliğine göre yetkili kurullarca benimsendiği sübuta ermedikçe sürece şahısların eylemleri parti kapatma sebebi olamaz. 
    • İkinci Kısımda, 1995 Anayasa değişikliğinden önceki fiiller delil olarak gösterilemez. 
    • Üçüncü Kısımda, beyan ve karar eylem sayılamaz. 
    • Dördüncü Kısımda, bu davada odak olmanın beş şartından hiçbirisi yoktur. 
    • Beşinci Kısımda, sorumsuzluk 
    • Altıncı Kısımda, Hükümet üyelerinin icraatlarını, yargı değil, TBMM denetler. 
    • Yedinci Kısımda, kanunsuz suç olmaz. 
    • Sekizinci Kısımda, bu dava 1995 Anayasa değişiklikleri-nin hem amacına, hem de lafzına aykırıdır. 

    A. BİRİNCİ KISIM: 1995 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE GÖRE YETKİLİ KURULLARCA BENİMSENDİĞİ SÜBUTA ERMEDİKÇE ŞAHISLARIN EYLEMLERİ PARTİ KAPATMA SEBEBİ OLAMAZ. Bu Savunma’mızın usulle ilgili III. Bölüm 5. Fasıl, Birinci Kısım, sayfa 201’de izah edildiği gibi 1995 Anayasa değişikliklerinin temel amacının Türkiye’nin Avrupa Birliğine üye olabilmesi için pek çok konuda olduğu gibi siyasi partiler hukukunda da en çağdaş normların Türkiye’de yürürlüğe konulmasını sağlamak olmuştur. Bu meyanda bu Anayasa değişikliği ile çağdaş gelişmelere paralel olarak Türkiye’mizde de siyasi partilerin kapatılmaması ana prensibine doğru gidilmiş, 1982 Anayasası ile ve 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nda önceden bahsedilen pek çok kapatma sebepleri bu değişiklik ile ortadan kaldırılarak Siyasi Partilerin kapatılmasının en asgari bir sahaya inhisar ettirilmesi amacı güdülmüştür.

    Aynı bölümün 202. sayfasında ise bu değişikliklerden sonra artık Siyasi Partilerin kapatılmasının sadece üç sebebe indirilmiş olduğunu belirtmiştik. Bu üç sebepten birisi:

    Bir siyasi partinin eylemleriyle Anayasa’nın 68/4. maddesinde belirtilen fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin sübut bulmasıdır.

    Sayfa 202’de Anayasa’nın 69. maddesinin lafzı ve ruhu dikkate alınarak hukuki dayanaklarıyla belirtilmiştir ki,

    1995 yılından sonra 68. ve 69. maddelerin aldığı yeni şekilden açıkca görüldüğü gibi bir siyasi partinin kapatılması ancak “partinin eylemleri” ile mümkündür.

    Parti tüzel kişiliğini ilzam eden ve parti tüzel kişiliği adına karar almaya kanunen yetkili Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK)’nun, Parti Büyük Kongresinin veya TMMM Grubu-nun karar ve iştirakiyle gerçekleştirilmiş “parti eylemleri” dışında başka herhangi bir sebeple parti kapatılması mümkün değildir.

    Yani 1995 Anayasa değişikliği ile artık:

    Ayrıca parti yetkili kurullarca benimsendiği sübut bulmadıkca,

    Tek başına,

    • Ne parti üyelerinin beyan ve eylemleriyle, 
    • Ne Genel Başkanın, Parti Genel Başkan Yardımcısının, Parti Sekreterinin beyan ve eylemleriyle, 
    • Ne de partinin taşra teşkilatlarının beyan ve eylemleriyle 

    siyasi partilerin kapatılması mümkündür.

    Böylece 1995 Anayasa değişikliği ile siyasi partilerin kapatılması,

    Çağdaş gelişmelere paralel olarak yeni bir Anayasal güvenceye kavuşturulmuş. Yukarıda da değindiğimiz ve dar bir sahaya inhisar ettirilmiştir.

    Anayasa 68. ve 69. maddelerinin 1995 yılı değişikliği sonundaki lafzı bu hukuki gerçeği açıkca ortaya koyduğu gibi bu Anayasa değişikliği esnasında ilgili Anayasa Komisyonu’nun Raporu da (Bu Savunma’ızın sayfa 203-204) açıkca teyit ettiği gibi, bu değişikliğin müzakereleri esnasında TBMM Genel Kurulu’nda Anayasa Komisyonu adına Komisyon sözcüsünün yaptığı konuşma da ayrıca bu gerçeği aynen teyid etmiştir (Bu Savunma’ızın sayfa 203-204)

    Bu kukuki gerçekler açısından bakıldığı zaman bu davada Refah Partisi’nin Büyük Kongresi’nin, MKYK veya Meclis Grubu’nun laikliğe aykırı hiçbir kararı mevcut olmadığı gibi esasen ne İddianame’de ne de Esas Hakkındaki Görüş’te de söz konusu edilmemiştir. 

    İsnada mesnet olsun diye sadece bir kaç üyeye izafe edilen sübut bulmamış beyandan söz edilmiştir.

    Anayasa’nın açıklanan sarih hükmü karşısında bunların hiçbirinin bu davadaki isnat için delil olma niteliği yoktur.

    Dolayısıyla bu davadaki isnadın Refah Partisi’ne yapılabilmesine her şeyden önce bizzat Anayasa’nın 68 ve 69. maddeleri de imkan vermez.

    B. İKİNCİ KISIM: 1995 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNDEN ÖNCEKİ FİİLLER DELİL OLARAK GÖSTERİLEMEZ. Çünkü,

    1. 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddeleri odak olma halinden ancak hangi şartlar sübut bulduktan sonra söz konusu edilebileceğini açık ve sarih bir şekilde belirtmiştir.

    Gerek Ön Savunma’mızın 86 ve 87. sayfalarında gerek bu savunmamızın usulle ilgili bölümünün 176. sayfasında bu davada 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun aradığı 5 tane ön şarttan hiçbiri gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla yukarıda da belirttiğimiz gibi bu davanın, esasa girilmeden öncelikle usul yönünden reddi gerekir.

    2. Sayın Başsavcı’nın iddia ettiği gibi 1995 Anayasa değişiklikleriyle 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddesinin mülga olduğu farz-ı muhal olarak kabul edilecek olursa işbu dava konusuz kalacaktır ve bu sebeple dinlenemez duruma düşecektir.

    Zira yukarıda mükerreren arz edildiği gibi, 1995 Anayasa değişikliğnden sonra parti kapatma sebebi olarak,

    “Partinin eylemleriyle odak haline gelmesi”

    hali kabul edilmiştir.

    Yukarıda da hukuki delilleriyle açıklandığı gibi, parti yetkili kurullarınca benimsendiği sübut bulmadıkça üyelerin eylemlerinin partinin odak haline gelmesi sebebi olarak kabulü mümkün değildir.

    Farz-ı muhal olarak 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 103 ve 101/d. meddeleri mülga sayılsa bile esasen hukukun temel kuralları açısından da üyelerin fiillerinden parti tüzel kişiliğini sorumlu tutmak mümkün değildir. Çünkü, üyeler ile parti tüzel kişiliği ayrı ayrı kişiliklerdir. Tüzel kişiliğin bir üyenin fiilinden sorumlu tutulabilmesi için önce o üyenin fiilinden haberdar olması gereklidir ama bu yetmez, ayrıca o üyenin fiiline bilfiil iştirak etmesi gerekir. Yani o fiille illiyet bağı ile bağlı bulunduğunun ve benimsediğinin sübutu gerekir. 

    Zira bir üye ile parti tüzel kişiliği arasında üyelik bağının olması ayrı şeydir, bir üyenin fiili ile parti tüzel kişiliğinin illiyet rabıtasıyla bağlı olmasının hukuki anlamı ayrı şeydir. 

    Şimdi bu gerçeklerin ışığı altında olaya bakıldığı zaman durum şudur: Sayın Başsavcı’nın davayı dayandırdığı odak kavramı Anayasa’ya 23.07.1995 tarih ve 4121 sayılı kanunla girmiştir. Partimiz, Anayasa’nın 68/4. maddesinde belirtilen yasakların izlendiği bir “odak” haline gelmekle suçlandığına göre; bu kavramın oluşumunda 1995 yılından önceki eylemlerin dikkate alınmaması gerekir. Çünkü, Anayasa’da 1995 değişikliğinden önce parti kapatma nedenleri arasında odak olma hali mevcut değildir:

    Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre;

    “Hiç kimse, işlediği zaman ulusal ve uluslararası hukuka göre suç sayılmayan bir eylem ya da ihmaldan ötürü mahkum edilemez” (m.7, fıkra 1). Türk Ceza Kanunu’na göre;

    “İşlendiği zaman kanuna göre cürüm veya kabahat sayılmayan fiilden dolayı kimseye ceza verilemez” (m.2, fıkra 1)

    “Bir cürüm veya kabahatın işlendiği zamanın kanunu ile sonradan neşrolunan kanun hükümleri bir birinden farklı ise failin lehine olan kanun tatbik ve infaz olunur” (mad 2, Fıkra 2). Şimdi hem Parti’mize hem de Parti mensuplarımıza atfedilen fiil ve beyanların tarihlerine bakalım:

    1. Şevki Yılmaz’a izafe edilen konuşmalar, 1989-1990 yıllarında yapılmıştır. (Ayrıca Şevki YILMAZ ihraç edilmiştir) 
    2. Hasan Hüseyin Ceylan’a izafe edilen konuşma, 1990 tarihlidir. (Ayrıca Hasan Hüseyin CEYLAN ihraç edilmiştir). 
    3. “Çok hukukluluk” konuşması, 1993 yılında 
    4. Grup konuşması, 1994 yılında yapılmıştır. 
    5. Ahmet TEKDAL’a izafe edilen konuşma ise, 1986 yılına tekabül etmektedir. 

    Görülüyor ki, şayet Sayın Başsavcı’nın iddia ettiği gibi bir an için 1995 Anayasa değişiklikleri ile 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddelerinin mülga olduğu kabul edilecek olursa İddianame’de, yapıldığı ileri sürülen bu konuşmalar Anayasada odak olma kavramı bulunmadığı döneme ait ve kanunda olmayan mesnede isnatlardan ibaret olurlar.

    Dolayısıyla Sayın Başsavcı’nın kabulüne göre bu dava konusuz kalmış olur.

    Çünkü bilindiği gibi, sonradan yürürlüğe giren bir kanun, yargılanan kişi ve kurumların aleyhinde bir hüküm getirmişse, bu hüküm asla geriye yürütülemez.

    “Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez” (Anayasa Madde 15/son) Yok eğer bu isnatlarla ilgili olarak Siyasî Partiler Kanunu’nun 103 ve atıfta bulunduğu 101/d. maddeleri uygulanacaksa ki hukuken bunların uygulanması gerekir o maddelerin hükümlerini işleterek odaklaşmanın ispatı için gereken işlemlerin hiçbirisini yapmadığından, dava yine redde mahkumdur. 

    C. ÜÇÜNCÜ KISIM: BEYAN VE KARAR EYLEM SAYILMAZ Yüksek malumları olduğu ve yukarıda da açıklandığı üzere Anayasa’da yapılan 1995 değişikliklerinden sonra siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili üç sebepten birisi “Siyasi Parti’nin eylemleriyle odak haline gelmesidir”

    Yüksek Malumları olduğu üzere; BEYAN: fikir temeline dayanan, düşünce ve kanaatlerin sözle veya yazı ile açıklamasına denir.

    Eğer beyan bir talep üzerine gerçekleşirse görüş bildirme adını alır.

    Beyan ve Görüş bildirme Anayasa’nın 25 ve 26. Maddeleri-nin kesin koruması altındadır.

    Buna mukabil eylemde fiziki güç temeline dayanan bedensel hareketin bulunması gereklidir.

    Çünkü:

    EYLEM, bir gerçek veya tüzel kişinin bir maksada erişmek için kendi iradesiyle gerçekleştirdiği faaliyettir.

    Bundan dolayı düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında kalan görüş bildirme ve beyanda bulunma, eylem değildir. Bu yüzden Anayasa’da, yasalarda, ilmi ve kazai içtihatlarda “beyan” ve “eylem” bir birinden farklı iki ayrı kavram olarak kabul ve ifade edilmektedir.

    Nitekim bu Savunma’mızda sayfa 204-205’de de belirtildiği gibi;

    Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinin 1995 yılı değişikliği TBMM’de müzakere edilirken Anayasa komisyonu raporunda Şu cümlelere yer verilmiştir:

    “…. Bunlardan birincisi, partinin tüzük ve programının bu ilkelere aykırı olması; ikinci durum ise, partinin beyan ve eylemlerinin bu ilkelere aykırı olmasıdır…..Komisyonumuz, bu ayrımı yapmış ve ikinci halde temelli kapatılmayı ancak partinin bu tür eylemlerin işlendiği bir odak haline gelmiş olmasına bağlamıştır.” (Anayasa Komisyonu Raporu: TBMM, Dönem: 19, Yasama Yılı: 4 [S.Sayısı:861] sh: 32/33). Bu rapordan açıkça görüldüğü gibi ve “Komisyon’umuz bu ayrımı yapmış, ikinci halde temelli kapatılmayı ancak partinin bu tür eylemlerin işlendiği bir odak haline gelmesine bağlamıştır”

    cümlesi dikkate alındığında bir yukarki cümlede “partinin beyan ve eylemlerinin bu ilkelere aykırı olması”

    ayrımı yapılmışken parti kapatılmasına beyanların değil “Ancak parti eylemlerinin” sebep olabileceğinin belirtilmiş olması,

    bir yandan beyanın eylem olmadığını göstermekte diğer yandan ise beyanların parti kapatmaya sebep olamayacaklarını belirtmektedir.

    Ve yine bundan dolayı uygulamaya konulmadığı ve gerçekleşmesi için gereken faaliyet gösterilmediği sürece alınmış bir karar, eylem sayılamaz.

    Herhangi bir eylemin, kastı ve gerçekleştirilmesi için yapılan faaliyet yasal ise o eylem yasal bir eylemdir. Kasıt veya gerçekleştirmek için yapılan faaliyet yasal değilse eylem yasadışıdır.

    Partinin eylemi” demek, parti tüzel kişiliğini ilzam eden Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK), Büyük Kongre ve Parti Meclis Grubunun kararları ve bu kurulların iştirakleriyle yapılan eylemler demektir.

    Bundan dolayı parti üyelerinin, Genel Başkan’ın, Genel Başkan Yardımcıları ile Genel Sekreter ve taşra yönetim kurullarının beyanları ve eylemleri “parti eylemi” sayılamaz.

    Bu davada ise hiçbir “parti eylemi” yoktur. Herhangi bir “parti eylemi”nden söz dahi edilmemiştir.

    Çünkü delil olsun diye ileri sürülen konulardan hiçbirisi partinin eylemi değildir. Bunlardan hepsi sadece birkaç üyeye izafe edilen sübut bulmamış beyanlardan ibarettir.

    Beyan eylem sayılamıyacağı için ve esasen üyelerin yaptığı ileri sürülen beyanların hiçbirisinden parti yetkili kurullarının haberi dahi olmadığı, bunlarla ilgili herhangi bir kararı bulunmadığı için sözü edilen birkaç beyanın “parti eylemi” olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu davadaki isnat hukuken delilden mahrumdur.

    D. DÖRDÜNCÜ KISIM: BU DAVADA “ODAK OLMA”NIN BEŞ ŞARTINDAN HİÇBİRİSİ YOKTUR. Yüksek malumları olduğu üzere bu Savunma’mızın IV. Bölümü’nün 3. Faslı’nda bu davada sözü edilen isnadın Anayasa bakımından da Refah Partisi’ne yapılmasının mümkün olmadığını delilleriyle açıklamıştık.

    Anılan Bölümde:

    • Birinci Kısım’da 1995 Anayasa değişikliğine göre yetkili kurullaca benimsendiği sübuta ermeyen şahıs eylemleri-nin parti kapatma sebebi olamayacağı yönünden, 
    • İkinci Kısım’da “Odak olma halinin” bir kapatma sebebi olarak Anayasa’da 1995 yılında ilk defa yer alması yüzünden bu değişiklikten önceki fiillerin delil olarak gösterilmesinin mümkün olmaması bakımından, 
    • Üçüncü Kısım’da ise “Beyan, görüş açıklama ve kararın” eylem sayılalamayacağı yönünden, 

    Anayasa’ya göre bu davadaki isnadın Refah Partisi’ne yapılmasının mümkün olmadığını hukuki dayanaklarıyla açıkladık.

    • Bu Dördüncü Kısım’da ise Ön Savunma’mızda ve bu Savunma’mızda bundan önceki bölümlerde yapmış olduğumuz açıklamalara dayanarak kısaca, odak olmanın beş şartından hiçbirisinin mevcut olmaması dolayısıyla bu davada isnadın Anayasa bakımından Refah Partisi’ne yapılmasının mümkün olmadığını belirteceğiz. 

    Yüksek malumları olduğu üzere gerek Ön Savunma’mızın 56-62. sayfalarında gerekse bu Savunma’mızın 140-143. sayfalarında belirtiğimiz gibi,

    Çağdaş ülkelerdeki gelişmiş demokrasilerde 50 yıldan beri siyasi partilerin kapatılması artık terk edilmiştir. Türkiye’de de çağdaş ülkelerdeki gelişmeler hedef alınarak adım adım bu hedefe yaklaşılmıştır ve en son 1995 yılında Anayasa’da yapılan değişikliklerle siyasi partilerin kapatılması en asgari sahaya inhisar ettirilmiş ve ancak üç sebepten dolayı siyasi partilerin kapatılmasının söz konusu olabileceği aşamasına gelinmiştir.

    Bu Savunma’mızın 215-216. sayfalarında ise bunlardan birisinin “partinin eylemleriyle suç odağı haline gelmesi hali olduğunu ifade ederek 208-212. sayfalarda odak olma halinin hukuki anlamı ve unsurları üzerinde durarak,

    2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’na göre bir siyasi partinin odak haline gelmesinin ancak bu Savunma’mızda sayfa 176’da belirtilen beş şartın sübut bulmasıyla,

    Anayasa’nın 69. maddesine göre ise bir siyasi partinin odak haline gelmesinin ancak sayfa 215-216’da belirtilen beş tane şartın hepsinin birden sübut bulmasıyla,

    mümkün olabileceğini hukuki dayanaklarıyla açıklamıştık.

    Ve sayfa 285-286’da ise bu davada hangi yönden bakılırsa bakılsın ne 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ne de Anayasa 69’un öngördüğü odak olma şartlarından beşinin birden sübut bulması şöyle dursun hiçbirinin mevcut olmadığını belirtmiştik.

    Ve yine bu Savunma’mızın yukardaki IV. Bölüm, 2 Fasıl, Beşinci Kısım’da Sayfa: 285’de aynı şekilde bir kere daha bu davada hangi yönden bakılırsa bakılsın odak olma şartlarından hiçbirisinin bulunmadığı tekrar arz etmiştik.

    Keza IV. Bölüm, 2. Fasıl, 6. Kısım’da (sayfa 290) ise bu davada 1995 Anayasa değişikliği ile getirilen “odak olma şartının en önemli vazgeçilmez unsuru“nun 

    ve 

    Bir partinin programını, tüzüğünü ve bütün yasal faaliyetlerini bir kenara bırarakarak planlı ve devamlı bir şekilde saldırgan eylemleri yürüten bir kuruluş haline gelmiş olması,

    unsuru olduğunu hukuki dayanaklarıyla belirtmiş ve Refah Partisi için bu davadaki isnadın hiçbir unsurunun mevcut olmadığı gibi odak olma halinin bu en önemli unsurunun da kesinlikle mevcut bulunmadığını, böyle bir şeyden bahsetmenin dahi mümkün olmadığını açıklamıştık.

    Sonuç olarak,

    Bütün bu gerçekler açıkça gösteriyor ki,

    Bu davada odak olmanın beş şartından hiçbirisi yoktur.

    Dolayısıyla bu cihetten de Anayasa bakımından bu davadaki isnadın Refah Partisi’ne yapılması mümkün değildir.

    E. BEŞİNCİ KISIM: SORUMSUZLUK VE DOKUNULMAZLIK Anayasa’nın en önemli temel ilkelerinden birisi milletvekilleri için “sorumsuzluk” bir diğeri de “dokunulmazlık” teminatıdır.

    Başsavcı İddianamesi’nde ve Esas Hakkındaki Görüş’ünde bu iki temel teminatı yok saymak suretiyle Anayasa’nın bir çok temel esaslarına aykırı düşen bir kabül yapmaktadır. Halbuki böyle bir kabul hukuken mümkün değildir. Bu kabule dayanarak ileri sürülen sonuçların da hukukî geçerliliği yoktur. 

    Anayasa’nın öngördüğü sorumsuzluk ve dokunulmazlık konularını Ön Savunma’mızın 287-297. sayfalarında hukuki anlamları, kapsamaları ve sonuçları bakımından etraflı bir incelemeye tabi tutmuş ve çok önemli hukuki gerçekleri arz etmiştik. 

    Bu meyanda,

    Sorumsuzluk ve Dokunulmazlığın gelişmiş ülkelerle Türkiye’deki tarihçesi, bunların tarifleri, anlamları ve Anayasal dayanakları üzerinde durmuştuk.

    E.1. SORUMSUZLUKÖn Savunma’mızda da belirttiğimiz gibi,

    Sorumsuzluk, bir parlâmento üyesinin “PARLAMENTER FONKSİYONU” ifâ ederken, parlamentonun içinde ve dışındaki işlem ve eylemlerinden dolayı sorumlu tutulmaması, herhangi bir kişi ya da kurum tarafından takibata uğramamasıdır. “PARLAMENTER FONKSİYON” kavramı özellikle kullanılmaktadır. Zira, bundan maksat, yalnız “YASAMA SORUMSUZLUĞU” değil, aynı zamanda “DENETİM” faaliyetlerinin de “SORUMSUZLUĞU” dur.

    Parlamenter, ancak böyle bir sınırsız güvence sebebiyledir ki, parlamenter işlevini yerine getirirken düşündüğünü söyleyebilir, istediği yasa teklifini verebilir; denetimde istediği denetim yolunu kullanabilir. 

    Ancak ifade etmek gerekir ki: “KİŞİSEL” gibi görünen “SORUMSUZLUK” aslında milli iradeye tanınmış bir güvencedir. Milli iradenin temel kaynağı olan milletin, kendisine böyle bir güvence, eylem ve işlemlerden dolayı sorumsuzluğu tanıması kadar tabii bir tasarruf olamaz. Zira; “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir“. 

    a. SORUMSUZLUĞUN KAPSAMI1.SORUMSUZLUĞUN KİŞİLER BAKIMINDAN KAPSAMI:

    Ön Savunma’mızın 224. sayfasında arz ettiğimiz gibi “sorumsuzluğun”, sorumsuzluktan yararlanabilmenin mutlak şartı, temsili sistemde milleti temsil etmek ve parlamenter olmaktır.

    Bu kuralın hukukumuzda bir tek istisnası vardır. Dışarıdan atanan Bakanlar Kurulu üyeleridir. (Any.m.112/IV)

    2. SORUMSUZLUĞUN YER BAKIMINDAN KAPSAMI

    Ön Savunma’mızın 226-232. sayfalarında hukuki dayanaklarıyla belirttiğimiz gibi Anayasa’nın 83/1. maddesi “MECLİS ÇALIŞMALARI……” esasını getirmek suretiyle yer tahdidini kaldırmıştır. Meclis’in içinde ve dışında yapılan bütün Meclis çalışmalarının tamamı “Meclis çalışmaları” kapsamı içinde-dir.

    Ön Savunma’mızda hukuki dayanaklarıyla kesin bir şekilde ortaya koyduğumuz gibi Anayasa Mahkemesi kararları, doktrin ve bütün hukuki düzenlemeler, bu arada bilhassa Meclis İçtüzüğünün pek çok maddeleri tıpkı Meclis Genel Kurul kürsüsünde olduğu gibi bütün grup ve komisyon çalışmaları da “SORUMSUZLUK” teminatı altındadır.

    Hukuken netleşen görüşe göre sorumsuzluk hem Meclis içindeki hemde Meclis dışındaki “Meclis çalışmalarının” tümünü kapsar.

    Meclis içi yerler meyanında Kürsü, Genel Kurul Salonu, geçici ve daimi komisyon salonları, siyasi partilerin Grup top-lantı salonları, grup yönetim kurulu salonları ve Meclisin diğer bütün müştemilatı yer alır.

    Komisyonsuz, grupsuz bir parlamento düşünülemez. Özellikle de “DEMOKRATİK – PARLAMENTER” sistemlerde… Esasen, hem komisyonlara hem de siyasi parti gruplarına tahsis edilmiş mekânlar “MECLİS DAHİLİNDE” bulunmaktadır. Siyasi parti gruplarının, daimi veya muvakkat komis-yonların katkılarının bulunmadığı bir “MECLİS ÇALIşMASI“ndan elbet de söz edilemez.

    Esasen Meclis kürsüsü ve Genel Kurulu’nda yapılan Meclis çalışmalarının şekillenmesi grup salonlarında ve gurup yönetim kurulu salonlarında, daimi ve geçici komisyon salonlarında yapılan çalışmaların bir sonucudur. Bu temel çalışmalarda da milletvekilleri parlamenter fonksiyonu icra ederken tam ve mutlak bir sorumsuzluk güvencesine sahip olmalıdırlar ki düşünce ve beyanlarını hiçbir kaygı taşımadan rahatça ortaya koyabilsinler. Böylece «Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir» prensibinin doğal sonucu olarak milleti temsil görevlerini hakkıyla yerine getirebilsinler.

    Nitekim, Milli Eğitim eski bakanlarından, Cumhuriyet Senatosu Anayasa ve Adalet Komisyonu sabık başkanlarından Sayın Prof. Dr. Safa Reisoğlu’nun, suretini ekte sunduğumuz makalesinde aynen şöyle denilmektedir:

    “…Meclis çalışmalarının kapsamına milletvekillerinin parlamenter görevleriyle bağlantılı olarak yaptıkları çalışmalar girer. Böylece, milletvekilleri, Meclis Genel Kurulu’nda, komisyonlarda, başkanlık divanında, danışma kurulunda ve PARTİ GRUPLARINDA kullandıkları oylardan, yaptıkları konuşmalardan, ifade ettikleri düşüncelerden sorumlu tutulamazlar…” (Milliyet Gazetesi. 27.10.1992) (Ön Savunma, EK: Bölüm IV, No:25) Parlamenter faaliyetin, yalnız “KÜRSÜ” ve “GENEL KURUL” çalışmalarından ibaret olmadığı; siyasi partilerin grup çalışmalarıyla, daimi ve geçici komisyon çalışmalarının da “MECLİS ÇALIŞMALARI“ndan sayıldığı Anayasa Mahkemesi’nce de kabul edilmektedir.

    2.3.1965 tarih ve 1964/19 E. 1965/11 K. Sayılı Anayasa Mahkemesi kararında aynen şöyle denilmektedir:

    “…Anayasa ve içtüzük hükümlerine göre meclislerdeki SİYASİ PARTİ GRUPLARI, içinde bulundukları meclislerin çalışmaları ile ilgili faaliyetlerde bulunmak üzere kurulmuş teşekküller olup, meclisler dışında bir parti grubunun varlığı düşünülemez…”Bu karar, çok açık biçimde göstermektedir ki: siyasi partilerin gruplarındaki faaliyetleri “PARLAMENTER FAALİYETTİR“. Ve bu faaliyet de “SORUMSUZLUK TEMİNATI” altındadır.

    1982 Anayasası’nın 153/6. maddesinde belirtilen: “ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARI”nın “YASAMA, YÜRÜTME VE YARGI ORGANLARI...” dahil tüm kişi ve kurumları bağlayacağı hükmü tartışmasızdır. O halde: Kürsüde, Genel Kurul’da, komisyonlarda ve siyasi partilerin grup toplantılarında, hattâ Meclis müştemilatında serdedilen “SÖZ”, “OY” ve “DÜŞÜNCE“; “SORUMSUZLUK TEMİNATI” altındadır. 

    3. SORUMSUZLUĞUN FİİL BAKIMINDAN KAPSAMI 

    Ön Savunma’mızın 232. sayfasında belirttiğimiz gibi:

    Sorumsuzluğun “KİŞİLER” ve “YER” bakımından izahından sonra, bir de “FİİLLER” bakımından “KAPSAMINA” gözatacak olursak: Hangi fiillerin “PARLAMENTER SORUMSUZLUK” kapsamına girdiğini birer birer saymanın mümkün olmadığı anlaşılacaktır. Belki bir kaç örnekle, meseleye ışık tutmak mümkün olabilir:

    Hiç şüphesiz, bunun ölçütü de yine “PARLAMENTER FONKSİYON” olacaktır. Buna göre; Parlâmento’da ileri sürülen görüşler, yapılan konuşmalar, kanun önerileri, araştırma, genel görüşme, gensoru, soru önergeleri… gibi yasama ve denetim faaliyetleriyle bunlara benzer fiiller örnek olarak zikredilebilir. 

    b. SORUMSUZLUĞUN NETİCELERİÖn Savunma’mızda (sayfa 233-234); “SORUMSUZLUK”un üç önemli sonucu olduğunu arz etmiştik:

    1. SORUMSUZLUK MUTLAKTIR.

    Bir meclis üyesi, yasama faaliyetini yürütürken bu faaliyetle ilgili fiillerinden cezayı müstelzim suç hasıl olsa dahi takibata tabi tutulamaz, tecziye edilemez: Mutlak bir muafiyet söz konusudur.

    Çünkü; Anayasa’nın 83. maddesine göre sorumsuzluk kapsamına giren bir fiil milletvekili için suç olmadığından yargı organının görev ve yetki alanı dışında kalır. 

    Bu duruma yargı organının müdahalesi hem kanunsuz bir eylem, hem yetki tecavüzü, hem de Anayasa ihlali manasına gelir. 

    Zira Anayasa’nın 6. maddesine göre “Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” .

    Yine Anayasa’nın 11. maddesine göre; 

    “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını….” bağlayan temel hukuk kurallarıdır.

    Milletvekili sorumsuzluğu bir Anayasa hükmüdür (m.83). Bu hükmü dikkate almamak veya hangi düşünce ile olursa olsun bu açık hükme aykırı bir tutum ve davranışta bulunmak Anayasa ihlali demek olur. 

    2. SORUMSUZLUK DAİMİDİR

    Yasama sorumsuzluğunun “DAİMİ” oluşu, milletvekilinin bağımsızlığı, milli iradenin tam tecellisi için kaçınılmazdır. Daimilik sebebiyle milletvekilleri, hem milletvekillikleri devam ettiği sürece, hem de süre bitiminden sonra sorumsuzluk te’minatından yararlanmaya devam ederler. Hem filhal (şimdi), hem de gelecekte “sorumsuzluğa” sahip olan temsilci bağımsız davranma imkanını elde etmiş olur; böyle bir te’minat da millete hizmet imkanı verir.

    3. SORUMSUZLUK KAMU DÜZENİNDENDİR.

    Sorumsuzluğun amacı bir yandan parlamentoda milli iradenin tam bir serbestlikle ifade edilmesini, diğer yandan da temsili görevini yerine getirirken bağımsızlığının ve güvencesinin sağlanması olmasından dolayıdır ki parlamento üyesi bu güvenceden feragat edemez: bu güvenceyi kullanmayacağına dair hiçbir taahhütte bulunamaz. Sorumsuzluk teminatına rağmen her nasılsa bir milletvekili yargılamaya tabi tutulacak olursa sorumsuzluk teminatı yargılamanın her safhasında ileri sürülebilir. Mahkemelerce de re’sen dikkate alınması gerekir.

    E.2. YASAMA DOKUNULMAZLIĞIDokunulmazlık”, Anayasalarımızdaki ilk ifâdesiyle “Teşrii masuniyet” parlamenter faaliyetin bir başka güvencesidir. 1982 Anayasası’ndaki hüküm şudur:

    “Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisi’n kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz yargılanamaz….” (Anayasa, m..83/2) Çok açık biçimde anlaşılmaktadır ki, “dokunulmazlık” ancak TBMM tarafından kaldırılabilir.

    Burada da aslolan “dokunulmazlık güvencesi”nin dönem sonuna kadar devam ettirilmesidir.

    İşte bundan dolayıdır ki, Anayasa Mahkemesi bu hususta haklı olarak son derece büyük bir hassasiyet göstermektedir. Nitekim bunun için ilgili kararlarında şu görüşlere yer vermiştir:

    Anayasa; 2. maddesiyle, Türkiye Cumhuriyetini bir hukuk Devleti olarak nitelemiştir. Şu duruma göre yasama dokunulmazlıklarının kaldırılması konusunda bir takım belirli, objektif ölçüler uyarınca davranılması ve bu ölçülerin bir hukuk devletinden beklenen nitelikte bulunması şattır.” (E: 1968/69-79 Birleşik, K: 1969/1, K.t. 2.1.1969, AMKD 7, s. 137. Aynı yönde E: 1971/137, K: 1971/66, K.t. 15.7.1971, AMKD 11, s. 20)

    “…… Yasama dokunulmazlığı müessesesine 1961 Anayasası 79. maddede yer vermekle Anayasa koyucunun güttüğü erek-ki bu, yasama görevini yürüteceklerin çeşitli çevrelerden gelebilecek baskı ve KAYGILAR dan korunmuş olarak o görevi, gereği gibi yapmalarını sağlamak” (AMKD. 7, s.37)

    “Bir isnat, hazırlık soruşturulması yapılmasını hatta kamu davasının açılmasını gerekli kılacak ciddilikte görülebilir. Ancak bu ciddilik derecesi bir yasama dokunulmazlığının kaldırılması için yeterli olmayabilir. Çünkü bir hukuk devletinde yasama dokunulmazlığına Anayasa’da yer verilmekle güdülen erek, dokunulmazlığın kaldırılmasında işin çok hassas ve ince ölçülere vurulmasını gerektirir. Tersine bir görüş ve uygulama yasama dokunulmazlığını bir güvence olmaktan çıkarır; bir süs ve göstermelik durumuna getirir ki bunun da Anayasa ilkeleri ile bağdaştırılmasına olanak yoktur.” (AMKD 11, s.73).  Görüldüğü gibi demokrasi açısından son derece önemli bir güvence olduğu için dokunulmazlık konusunda hem Anayasa yapıcı, hem de Anayasa Mahkemesi son derece titiz davranmaktadır. Bu güvenceye ve bunun korunmasına büyük önem vermektedirler.

    Çünkü, Anayasa yapıcı Anayasa’nın 83. maddesinin hükmüne göre dokunulmazlık güvencesinin kaldırılmasını bir yandan TBMM’nin kararına bağlı kıldığı gibi bununla da yetinmemiş, üyenin müracaatı halinde Anayasa Mahkemesi’ninde konuyu inceleyerek bu kaldırma işlemini kaklı bulması şartına bağlamıştır. (Any. m.85)

    Yukarıki ve benzeri kararlardan da anlaşılacağı gibi Anayasa Mahkemesi dokunulmazlığın kaldırılmasında objektif kriterlere göre hareket edilmesini şart koşmuş ve dokunulmazlığın kaldırılabilmesi için:

    a) İsnad ciddi olmalı,

    b) Siyasi maksatlara dayanmamalı,

    c) Kovuşturma konusu etkin ve yaygın olması,

    d) Üyenin şeref ve haysiyeti korunmalı,

    kriterlerine uyulması esasını va’z etmiştir. 

    “Anayasa Mahkemesi, yasama dokunulmazlığının kaldırılması ile ilgili olarak verdiği kararlarda, işin esasını incelerken, yukarıda belirtilen ilkelerden birine uyulmamasını iptal nedeni olarak kabul ediyor.” (Prof.Dr. Erdoğan Teziç. Türk Parlamento Hukukunun Kaynakları, s.128). Çok açık biçimde görülmektedir ki: Yüksek Mahkeme’nin, “dokunulmazlık”ın kaldırılması için; “hazırlık soruşturması yapılmasını, hatta kamu davasının açılmasını gerekli kılacak…” ciddiliği yeterli görmemişken; bu ciddiyetten bile uzak mesnetlere dayanarak, dokunulmazlığın kaldırılması neticesini de doğuracak kapatma davası yoluna gidilmiş olması kabul edilemez.

    Gerçekten de , bir partinin kapatılması, üyeliğin düşmesi ve belki bütün bunlardan sonra da müsned fiil dolayısıyla yetkili ve görevli mahkemede yargılanma yolunun açılması, Anayasa yapıcının sorumsuzluk değil, hatta dokunulmazlık için bile getirdiği bunca güvence apaçık ortadayken “Mutlak Sorumsuzluk İlkesinin” bile dolaylı yollardan dolaşılarak bertaraf edilmesi, herşeyden önce Anayasa’nın ve demokrasinin en temel ilkelerine aykırı olur. Bu ise, hukuk tekniği ifadesiyle “KANUNA KARŞI HİLEDİR“. Halbuki, MK’nun 2. maddesinde belirtildiği gibi: “…. sırf gayri izrar eden bir hakkın su-i istimalini kanun himaye etmez…”

    “Ferağat edilemez” bir hakkın, yargı yoluyla da olsa yok edilmesi düşünülemez.

    84. madde incelendiğinde görülecektir ki; “milletvekilliğinin düşmesi” iradi de olsa, hükümle de olsa mutlaka TBMM’nin kararını gerektirmektedir. İstifa dışında kalan “düşme” lerde 83. maddenin prosedürü çalıştırılmaktadır. 

    Anayasa bir bütündür. Bundan dolayıdır ki Anayasa’nın 84/5. maddesi uygulanırken 83. maddenin yok farz edilmesi mümkün değildir. Bu uygulama ancak 83. maddenin gereklerinin yerine getirilmesi suretiyle yapılabilir. Aksi halde Anayasa’nın ve demokrasinin temel kuralı olan hem “mutlak sorumsuzluk” hem de “dokunulmazlık” ilkeleri ihlal edilmiş olur. 

    Üyeleri yargılama hakkı (sorumsuzluk dışında kalan fiiller için) elbette mahkemelerindir. Ancak, “dokunulmazlık” güvencesi devam ettiği sürece mahkemelerin bu hakkı da dondurulmuş olur. Buna rağmen sorgulama ve yargılama teşebbüsleri hem Anayasal düzenlemelere uygun düşmez, hem de kuvvetler arası yetki ve görev gasbı söz konusu olur.

    Yasama organının, İcra organının; ya da bunlardan birinin yargı’ya doğrudan veya dolaylı müdahalesi nasıl Anayasal aykırılığı oluşturursa; mahkemelerin de, kendi yetkileri dışında kalan organların sorumluluk sahasına girmesi o şekilde Anayasal aykırılığı doğurur.

    Bu önemli hususu Sayın Ali Efendioğlu da hatta seçimle gelen bir milletvekilinin, milletvekilliğinin Anayasa Mahkemesi kararıyla ya da TBMM Başkanlığı’nca tesis edilecek herhangi bir yönetsel işlemle sona ermesinin dolaylı yollardan değil, hiçbir şekilde söz konusu olmaması gerektiğine dikkat çekmekte ve bu hususta aşağıdaki görüşü serdetmektedir:

    “Ayrıca seçimle gelen bir milletvekilinin, milletvekilliğinin, Anayasa Mahkemesi kararıyla ya da TBMM Başkanlığınca tesis edilecek yönetsel bir işlemle (Tespitle) sona ermesinin “kuvvetler ayırımı” ve “ulusal iradenin üstünlüğü” ilkeleriyle ne denli bağdaştığı düşünülecek bir başka konudur.” (Doç.Dr.Yılmaz Alifendioğlu; Any.Mh.Kar. 14.7.1993; 1992/1-1993/1) Kaldı ki, Anayasa’nın 6, 7, 8 ve 9. maddeleri, Yasama, Yürütme ve Yargı organlarıyla bunların yetki alanlarını açık biçimde tâdad ve tahdid etmiştir.

    O halde, “dokunulmazlık güvencesi” gündeme geldiğinde Anayasa’nın Başlangıç bölümü ile 6, 7, 8, 9 ve 83. Maddele-rini birlikte düşünmek gerekir.

    Zira, “meşrû Devlet yetkisi” nin yegâne kaynağı “ANAYASA” dır (Anayasa, m.6/2).

    Sayın Prof. Dr. Süheyl Batum, “Dokunulmazlık…” başlıklı makalesinde şu görüşlere yer vermektedir.

    “Yasama dokunulmazlığı, genel olarak ‘bir zırh’, ‘bir dokunulmazlık statüsü’ görünümündedir. Bu zırh içinde, milletvekili kendi meclisinin izni ve bu yönde bir kararı olmaksızın tutulamaz, yakalanamaz, soruşturulamaz, yargılanamaz, ADLİ TAKİBATA YA DA YARGILAMA İŞLEMLERİNE KONU OLAMAZ. Ve bu zırhın nedeni de, yasama meclisi üyesinin iktidarın baskısından, olası komp-lolarından ve yıldırma yöntemlerinden korunmasıdır. (…) Üyeyi bir baskı, komplo, iktidar çoğunluğundan gelecek, bir tehdit ya da DEĞİŞİK SİNDİRME YÖNTEMLERİ karşısında korumak ve görevini gereği gibi yapmasını sağlamaktır…” (Prof. Dr. S. Batum, Milliyet, 13.2.1997) (Ön Savunma, EK: Bölüm IV, No:26) Yine Sayın Prof. Dr. Bahri Savcı da “Boşuna tartışma: Parlamenterliğin sona ermesi” başlıklı makalesinde:

    “Doğrudan halk seçiminden gelerek, ulusal egemenliğin belirdiği ve merkezleştiği temsilcidir, milletvekili… Onun, ayrıcalıkları – korunmuşlukları – dokunulmazlıkları vardır. Bunlar rakipleri, özellikle, resmi otoriteler tarafından, siyasal amaçlarla rahatsız edilmeden, bir tasalluta uğramadan, yaşamın maddi yüklerinden ve sorunlarından kurtulmuş (azade) olarak, parlamenterlik işlerini, huzur ve güvenlik içinde görebilmeleri içindir; siyasal amaçlı olarak alakonulma, tutulma, yakalanma, hapsedilme, olasıklarından uzak bulundurmak içindir. Milletvekili, böyle bir statü içinde, ulus kadar özgür çalışabilmelidir.”

    ….

    “Yasal korunmuşluk (teşrii masuniyet): Buna göre de parlamenter ‘Cürm-ü meşhud-u cinaî’ (cinayet işleme anı) dışında, kendisine suçluluk yöneltilmesi (isnadı) ile hot be hot, adliye ve yargı yöntemlerine uğratılamaz; üyesi olduğu parlamentoca, yöntemine göre dokunulmazlığı kaldırılmadıkça, yakalanamaz, tutulamaz, tevkif edilemez, muhakeme edilemez, kendisine hüküm giydirilemez; kendisine, bu hükmün gerekleri uygulanamaz. Koğuşturulabilmesi için önce, ayrıcalık ve korunmuşluklarından soyundurulmuş olması gerekir. Doktrin böyle der”. 

    ….

    “Dokunulmazlığın kaldırılarak milletvekilinin ‘düşürülmesi’ kurumunun yanına, işe Meclis’i karıştırmadan, onun dokunulmazlığının kaldırılması kararına gerek duymadan ve Meclis’in, ayrıca bir değerlendirmesine de olanak vermeden, doğrudan Anayasa Mahkemesi’nce hükmedilmek üzere, bir de üyeliğin sona ermişliği kurumu da getiriyor!”değerlendirmesini yaptıktan sonra şu tesbiti yapıyor:

    “Ederlerse ne mi olur? Hukuk ve gerçekler dünyamızda kaos olur” (Prof. Dr. Bahri Savcı, Cumhuriyet 5.10.1993) (Ön Savunma, EK: Bölüm IV, No:27) Netice olarak görülmektedir ki: “sorumsuzluk” ve “dokunulmazlık” milli iradenin eksiksiz temsili için zaruri birer güvencedir, aslâ vazgeçilemez ve hiçbir şekilde ihlal edilemez.

    Zira, aksi halde, Anayasa’nın temel esası olan “kuvvetler ayrımı” prensibi ortadan kalkar, milli iradenin TBMM’de tecelli ettirdiği aritmetiğin, milli irade dışında herhangi bir yol veya sebeple değiştirilebilmesi imkanı doğar ki, bu durumun demokrasinin temel esaslarıyla bağdaşması mümkün değildir. 

    ANAYASA’NIN 83. MADDESİNİN GEREKLERİ YERİNE GETİRİLMEDEN 84/5. FIKRASININ UYGULANMASINA TEVESSÜL EDİLMESİ İLE ANAYASA’NIN SADECE 83. MADDESİ DEĞİL AYRICA 15/SON, 38/4, 36/6, 36/1, 37. MADDELERİ GİBİ DİĞER TEMEL HÜKÜMLERİN HEPSİ DE ÇİĞNENMİŞ OLUR.

    Nitekim,

    1– Anayasa m. 15/son fıkrası: 

    “suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  hükmünü içermektedir.

    2- Anayasa’nın 38/4. maddesinde: 

    “suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  hükmü ile,

    3- Ve yine Anayasa’nın 36/6 maddesinde: 

    “ceza sorumluluğu şahsidir.” prensibi yer almıştır.

    4- Ayrıca Anayasa’nın 36/1. maddesinde:

    “Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir.”  denilmekte,

    5- Anayasa’nın 37. maddesinde:

    “Hiçkimse kanunen tâbi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz.

    Bir kimseyi tabi olduğu mahkemeden başka mercii önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü mercîler kurulamaz” Yüksek malumları olduğu üzere hukukta Anayasa ve yasalar uygulanırken bir yandan hukukun temel (vazgeçilmez) prensiplerinin korunması ve diğer yandan da Anayasa ve yasa hükümlerinin bütününün dikkate alınması mecburiyeti vardır.

    Bundan dolayıdır ki, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddeleri bu temel hukuk kurallarına uygun olarak, herhangi bir partinin eylemleriyle odak haline dönüşmesi isnadından söz edilebilmesi için önce ilgili parti üyelerinin tabiî hakim önünde yargılanıp hüküm giymelerini ancak bundan sonra sübut bulmuş bu delillere dayanılarak odak olma halinin diğer unsurlarının sübut bulmasını şart koşmuş ve ancak bunlardan sonra isnadın kabule şayan olup olmadığının tesbitini esas almıştır.

    Bu sistem hukukun genel prensiplerine uygun olan bir sistemdir.

    Buna mukabil Başsavcı’nın “Esas Hakkındaki Görüş”ünün 66. sayfasında ileri sürdüğü iddianın ise hukuken kabulü mümkün değildir.

    Nitekim Başsavcı bu iddiasında:

    “Bu davada parti hükmi şahsiyeti yargılanmaktadır. Şahıslar yargılanmamaktadır. Şahısların cezalandırılmaları söz konusu değildir. Biz esasen böyle bir şeyi de talep etmiyoruz. Bundan dolayı ilgili şahısların tabiî hakim önünde yargılanmış olmalarına lüzum yoktur.” demektedir.

    Halbuki parti tüzel kişiliği hakkında verilecek olan hüküm dolaylı yoldan şahısların cezalandırılmaları sonucunu doğurabilecektir.

    Diğer yandan:

    Anayasa’nın 100. maddesi Hükümet üyelerinin yargılanabilmesini belli şartlara bağlamıştır ve bunun ancak Meclis kararıyla mümkün olabilmesi esasını getirmiştir.

    Başsavcı’nın iddiasının kabulü Anayasa’nın bu çok önemli temel esasını da yok saymak veya çiğnemek anlamına gelir. Bu yüzden de bu iddianın kabulü mümkün değildir.

    Hükümet üyelerinin yargılanabilmeleri ancak Anayasa’da belirtilen prosedür uyarınca meclisin kararıyla mümkün olabilir.

    Bu gerçek karşısında Başsavcı’nın iddiası aslında yukarıda saydığımız Anayasa maddelerinin hepsini yok farz etmek sonucunu veya hepsinin çiğnenmesi neticesini beraberinde getirecektir.

    Bunlar ise hukukun vazgeçilmez temel kurallarıdır. Yok farzedilmesi veya çiğnenmesi mümkün değildir. Bu yüzden Başsavcı’nın iddiasının kabülüne hukuken imkan yoktur.

    Çünkü;

    Parti üyeleri tabii hakim önünde yargılanmaksızın; Parti tüzel kişiliğinin yargılanması halinde partinin kapatılması ve ayrıca da Anayasa’nın 84/V. maddesinin uygulanması söz konusu olduğu taktirde bu bir kısım parti üyelerinin yargılanmadan ağır cezalara çarptırılabilmesi sonucunu doğurabilecektir. 

    Bu sonucu ne doğal ne de hukuki saymak mümkün değildir. 

    Zira böyle bir halde yapılan işlem, parti üyelerine yargılanmadan tepeden inme cezalar getirebilecek bir işlemdir. Halbuki siyasi parti bir “tüzel kişilik”tir. Üyeler ise ayrı ayrı “gerçek kişilik” sahibidirler Anayasa Mahkemesi’nde bir parti kapatma davasında yargılanan “parti tüzel kişiliği”dir. Anayasa Mahkemesi’nin partili üyeleri, işledikleri suçlardan veya çiğnedikleri parti yasaklarından dolayı “KİŞİSEL” olarak yargılamaya yetkisi yoktur. (Any. m.148 ve 149)

    Öyleyse böyle bir durumda olan nedir? Olan şey partili üyelere hiç yargılanmadan ceza verilebilmesidir. Böyle bir uygulama, metinlerini yukarıya da aldığımız Anayasa hükümlerine aykırıdır. Önemine binaen tekrar arz ediyoruz:

    Madde: 36/VI.

    “Ceza sorumluluğu şahsidir”Böyle bir halde bu madde hiçe sayılmaktadır.

    Ayrıca, Anayasa’nın gerek 15/son ve gerek 38/IV. maddesindeki:

    “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” mealindeki kesin hükümlerde çiğnenmiş olmaktadır.

    Bu neticeye çağdaş hukuk sistemlerinin hiçbirinde raslamak mümkün değildir. Bir şahsın hüküm giyebilmesi, bir cezaya çarptırılabilmesi ancak daha önce mutlaka tabii hakim önünde taraf olarak yargılanmasıyla mümkün olabilir. Ya sanık ya da davalı olmalıdır. Hiç kimse böyle bir yargılama yapılmadan mahkeme huzurura çıkarılmadan, sorguya çekilmeden, ifadesi dahi alınmadan, savunma delilleri dinlenmeden, ön ve son savunması alınmadan ve netice olarak bütün savunma imkanları elinden alınıp hakları çiğnenerek CEZALANDIRILAMAZ, CEZALANDIRILMAMALIDIR.

    Cezalandırılmamalıdır. Çünkü;

    Anayasa’nın 36/I. maddesine göre;

    “Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir”. Bir partiyi yargılarken verilen cezanın veya tedbir hükmünün yalnız yargılanan “parti tüzel kişiliğine şamil olması gerekirken hükmün neticelerini o mahkemede hiç yargılanmayan başka şahıslara da -üye olsalar dahi- teşmil edilmesi Anayasa’nın temel ve vazgeçilmez kurallarıyla asla bağdaştırılamaz.

    Kaldı ki bu tür bir uygulama Anayasa’nın 37. maddesinde yer alan:

    “Hiç kimse tabi olduğu mahkemeden başka bir mercii önüne çıkarılamaz” hükmüne de taban tabana zıttır.

    Zira bir partili üyenin, milletvekili de olsa Anayasa Mahkemesi önünde şahsen yargılanması, yukarıda da değindiğimiz gibi, Anayasa’nın 148 ve 149. maddelerine de aykırıdır. Zira bir kimseyi -ve bir milletvekilini dokunulmazlığı da kaldırılmadan- tabi olmadığı, onu yargılamaya yetkili olmayan bir mahkeme de gıyaben yargılama niteliğinde olan bir uygulama her yönüyle Anayasa’ya aykırı olan bir uygulamadır.

    Böyle bir uygulama Anayasa’nın 37/II. maddesine de aykırıdır.

    Zira Anayasa 37/II. maddesinin açık hükmüne göre:

    “Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz.” Kaldı ki, 

    Sayın Başsavcı’nın 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 103. ve 101/d maddelerini yok sayması ve aynı şekilde Anayasa’nın 83 ve 100. maddelerini ihmal etmesi bütün ayrıntılarıyla ve getirebileceği bütün neticeleriyle birlikte incelendiğinde, tabiî hakim önünde yargılanmayan ve herhangi bir suçları bulunup bulunmadığı tesbit edilmeyen kimselere Anayasa’nın 84/son fıkrasının uygulanabilme yolunun açılması, Anayasa’nın en temel kurallarından birisi olan kuvvetler ayrılığı prensibine de tamamen aykırı olduğu gibi bir memleketi rejim buhranına sürükleyebilecek ve koasa yol açabilecek nitelikte bir davranıştır. Bunun ise hiçbir şekilde kabulü mümkün değildir.

    Şöyle ki:

    Mesela, Meclis’te tek başına çoğunluğu sağlayarak iktidara gelmiş, hükümetini kurmuş bir parti düşünelim.

    Sayın Başsavcı’nın, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddeleri, Anayasa’nın 83. ve 100. Maddele-rinin yok sayılmasına dair talebi, farz-ı muhal olarak geçerli sayılacak olursa, böyle bir partinin milletvekilleri ve bakanların tamamının yargılanmadan, dokunulmazlıkları kaldırılmadan ve bakanların yargılanmasına Meclis’ce karar alınmadan, sadece parti tüzel kişiliğinin yargılanması ve bunun sonucunda da Anayasa’nın 84/son fıkrasının uygulanması yoluna da gidilerek, hükümetin düşürülmesi ve hatta Meclis’in yargı yoluyla feshi sonucunu ihdas etmek imkanı doğabilecektir.

    Anayasa’nın kuvvetler ayrılığı prensibine tamamen aykırı olan ve bütün ülkede kriz ve kaos meydana getirebilecek sonuçlara yol açabilen böyle bir uygulamanın, kanunkoyucunun arzusu olduğu düşünelemez.

    Kanunkoyucu bir hukuk devletinde temel hukuk kurallarının hepsinin yürürlükte olacağını bilerek ve göz önünde tutarak ülkenin düzenini tanzim etmiştir. Kanunkoyucunun arzu ve düşünceleriyle ve Anayasa ve hukukun temel kurallarıyla bağdaşmıyacak böyle sonuçlara yol açılmaması gereklidir. Bunun da çaresi; bütün temel kuralların birlikte düşünülmesi ve işletilmesi suretiyle yani “uygun yorum” esasına uyularak hareket edilmesidir.

    Sayın Başsavcı’nın Esas Hakkındaki Görüş’ünde de dikkate almadığı, adeta yok saydığı, SORUMSUZLUK, DOKUNULMAZLIK, SİYASİ PARTİLER, EŞİTLİK, KUVVETLER AYRIMI ilkeleri çağdaş demokrasilerin ve Hukuk Devleti olabilmenin vazgeçilmez unsurlarıdır.

    Herbiri Anayasal hükümlerle düzenlenmiştir. Tıpkı 69. ve 84. maddeler gibi, 83., 68., ve 10. maddeleri ile Başlangıç/4. ve 6. maddeler de Anayasal hükümlerdir; aynı güce sahiptirler.

    Anayasal hükümlerin kendi aralarında “üstün hukuk normu”ndan elbette söz edilemez. Şu var ki, hükümler arası çatışma halinde, “gai yorum”, “çağdaş uygun yorum” yöntemi kullanılarak Anayasa’nın temel ilkelerinin gerçekleştirilmesi sağlanır.

    Kimi temel prensipler vardır ki mesela “temel insan hakları”, “özgürlükler”, “kazanılmış haklar”, “demokrasi”, “hukuk devleti…” gibi. Aslolan bunların çağdaş anlayış içerisinde korunması ve kollanmasıdır. Sevkedilmiş ya da edilecek her hukuk kuralının uygulanmasında bu hedefin gözetilmesi çağdaş hukukun tabii sonucudur.

    O halde Anayasa’nın yukarıya örnek olarak aldığımız maddeleri değerlendirirken “çağdaş uygun yorum” yöntemi gözardı edilmemelidir.

    Bunun doğal sonucu ise 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddelerinin ve Anayasa’nın 83. ve 100. maddelerinin asla yok sayılamayacağıdır.

    Çünkü genel düzen, Anayasa’nın yukarıda ayrı ayrı belirttiğimiz temel kurallarına dayanılarak kurulmuştur.

    “Uygun yorum”, parti üyeleri hakkında herhangi bir karar alınabilmesi için bunların mutlaka 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddeleri mucibince tabi oldukları mahkemelerde yargılanarak hüküm giymiş olmaları kuralından hangi şart altında olursa olsun vazgeçilemeyeceği esasıdır.

    Bütün bunlara ilaveten: 

    Başsavcı’nın iddiasının kabulü Anayasa’nın en önemli bir temel prensibi olan Başlangıç Kısmının 6. fıkrasında ve Anayasa’nın 10. maddesinde açıkca belirtilen:

    Herkesin kanun önünde eşitliği temel ilkesine de aykırıdır.

    Anayasa’nın 83. maddesine rağmen bunu yok sayarak 69. maddenin doğrudan uygulanmasını, 10. ve yukarıda ayrı ayrı saydığımız bütün Anayasa maddelerini yok sayarak tabiî hakim önünde yargılanmadan bir takım üyelere ceza verilmesi sonucunu doğurabilecek olan 69. maddenin doğrudan uygulanmasını talep etmek, sadece hukukun temel prensiplerine, hukuk devleti ilkelerine, demokratik parlamenter sisteme aykırı olmakla kalmaz, Anayasa’nın en temel ilkesi olan “Eşitlik” prensibine aykırı olur.

    Şöyle ki: 

    Bağımsız bir milletvekili, 68. madde de sayılan, hatta onlardan daha ağır suçları irtikab etmiş olsa bile yapılacak uygulama şudur: Yerel savcılıklarca hakkında fezleke düzenlenecek;hazırlanan fezleke TBMM’ne gönderilecek; Meclisi, dokunulmazlığın kaldırılması istemini kabul veya reddedecektir. Reddederse mesele yoktur. Kabul ederse, Anayasa’nın 85. maddesi devreye girecek, parti suçu isnad edilmeyen milletvekili “dokunulmazlığının kaldırılması kararını” “iptal” istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilecektir.

    Halbuki, Anayasa’nın 69. maddesinin doğrudan uygulanması ile bir parti kapatılacak olursa, eylem sahibi partili milletvekili 83. ve 85. maddelerin himayesinden yararlandırılmamış olacaktır. Böyle bir uygulama Anayasa’nın Başlangıç Bölümü’nün 6. fıkrasına, 10. maddesine apaçık aykırılık sayılır. Çünkü; “HERKES ….. AYIRIM GÖZETİLMEKSİZİN KANUN ÖNÜNDE EŞİTTİR” hükmü gayet sarihtir.

    Şu hale göre, hiçbir sebeple Anayasa’nın 83. ve 85. maddeleri ihmal edilemez.

    Yukarıda açıklanan hukukun ve Anayasa’nın vazgeçilmez (temel) ilkelerinin ve Anayasa sistematiğinin zorunlu sonucu odur ki,

    Milletvekillerinin, tabii mahkemesince suçluluğu kesinleşmeyen fiilleri parti kapatma davalarında söz konusu edilemezler.

    Öyleyse, bu davada, milletvekili sıfatını haiz hiç kimse 83. ve 85. madde kaale alınmadan sorgulanamaz, yargılanamaz; milletvekilliğinin de düşürülmesini doğuracak bir muameleye tabi tutulamaz.

    PARTİ ÜYELİĞİ CEZALANDIRMA SEBEBİ OLAMAZ

    Çağdaş gelişmelere paralel olarak TCK’nun 163., 140., 141., 142., maddeleri ve 6187 Sayılı Kanun’un yürürlükten kaldırılması ile Türkiye’mizde de insan hakları ve düşünce hürriyeti daha geniş sınırlara kavuşmuştur.

    Böylece bir vatandaşın laikliğe aykırı fiilleri suç olmaktan çıkartılmıştır. Halbuki Anayasa’da 1995 yılında yapılan değişikliklerden sonra üyelerin değil, parti tüzel kişiliğinin eylemleriyle bir partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi parti yasakları içinde muhafaza edilmiştir.

    Bu çağdaş gelişmelere rağmen parti üyelerinin laikliğe aykırı fiilleri olduğunu ileri sürerek bu fiillerden parti tüzel kişiliğini ilzam edebilecek yetkili merkez kurullarının haberi olmadığı ve bu fiilleri tekabbül ettiği sübuta ermediği halde bu fiillerin delil olarak kabul edilmesini istemek hukukun temel esaslarına, Anayasa’ya ve Siyasi Partiler Kanunu’na tamamen aykırıdır.

    Anayasa’nın temel eşitlik ilkesi karşısında parti üyesi olmayan bir kimsenin fiili suç sayılmadığı halde bu kimse parti üyesi olduğu takdirde aynı fiilin suç sayılması kabul edilemez.

    Böyle bir durum siyasi parti üyesi olmayı teşvik değil, cezalandırmak manasına gelir. Demokrasi açısından bunun düşünülmesi dahi söz konusu olamaz.

    Tıpkı yukarıda bağımsız bir milletvekili ile partili bir milletvekili açısından da eşitsizlik olamayacağını belirttiğimiz gibi milletvekili olmayan vatandaşlar için de parti üyesi olmak bir ceza sebebi olamaz, tam tersine demokrasilerde parti üyesi olmanın teşvik edilmesi gerekir.

    Anayasa’nın 68. maddesi siyasi partileri, “demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları” saymaktadır. Çağdaş ölçüler içerisinde siyasi partiler olmadan demokrasinin olması, demokrasinin olmadığı yerde ise Cumhuriyetin bulunması düşünülemez.

    Sayın ÖZBUDUN’a göre: 

    “Demokrasi, çağdaş dünyanın hakim siyasi doktrinidir… Bunların en önemlileri siyasi sistemdeki temel siyasi organların genel oya dayanan serbest seçimlerle oluşması; ve tüm vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin tanınmış ve hukuki güvence altına alınmış olmasıdır. Şu halde “Milli Egemenlik”, “Serbest Seçimler”, “Çok Partili Siyasi Hayat” ve “Hürriyet Ortamı” klasik demokrasinin asgari koşullarıdır. (E.Özbudun, Türk Anayasa Hukuku – 1991, s:68)Çağdaş hukuktaki gelişmelere paralel olarak, bizde de, siyasi partilerin devlet yönetimindeki yerleri göz önünde bulundurulmuş ve yeni düzenlemeler yapılmıştır.

    Odak kavramı, 1995 değişikliği ile Anayasa’ya girmiş, Anayasa Komisyonu sözcüsünün de ifade ettiği gibi böylece siyasi partiler ayrıca Anayasal teminat altına alınmıştır.

    Hal böyle iken parti üyesi bir milletvekilinin “sorumsuzluğunu – dokunulmazlığını” yok sayarak; bir başka ifadeyle, milletvekilliğinden soyutlayarak sırf bir parti üyesiymiş, muafiyeti yokmuş gibi muameleye tabi tutmak; Anayasa yapıcının iradesini gözardı etmek, “Hukuk Devleti” ilkelerini yok saymak olur.

    Bundan dolayı Başsavcı’nın İddianame ve Esas Hakkındaki Görüş’ünde dolaylı bir takım mülahazalar ileri sürerek Anayasa’nın hem 83. maddesinin hem de yukarıda belirttiğimiz daha pek çok maddelerinin yok sayılmasını isteyen iddiasının bu bakımdan da hukuken kabulü mümkün değildir. 

    Bahse konu tehdit ve tehlike var oldukça bir siyasi parti mensubunun görüşlerini, oyunu rahat ifade edebilmesi düşünülemez.

    Ve Başsavcı’nın iddiası kabul edilirse partili olmakla bağımsız milletvekili olmak arasında büyük bir eşitsizlik doğacak ve demokrasilerde parti üyesi olmak adeta cezalandırılma sebebi olacaktır.

    Böyle bir hal, siyasi partilerin gelişmesini önleyeceği gibi; “Siyasi Partiler demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır'” ve “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” Anayasa hükümlerini de geçersiz kılacaktır.

    SORUMSUZLUK MİLLETVEKİLİNİN SADECE ŞAHSİ SORUMLULUĞUNA MÜNHASIR OLMAYIP MUTLAKTIR.

    Başsavcı Esas Hakkındaki Görüşü’nün 70. sayfasında Anayasa’nın 83. maddesinde yer alan sorumsuzluk ve dokunulmazlık güvenceleri hakkında özetle;

    “TBMM üyelerinin şahsi sorumluluğuna ilişkindir…… Parti sorumluluğunu kapsamaz”.

    iddiasını ileri sürmektedir.

    Diğer iddiaları gibi bu iddianın da hukuken kabulü mümkün değildir.

    Çünkü Anayasa’nın 83. maddesinde milletvekilleri için tanınan sorumsuzluk ve dokunulmazlık gerek Ön Savunma’mızın ilgili bölümlerinde ve gerekse bu Savunma’mızın yukarki bölümlerinde hukuki dayanaklarıyla etraflı bir şekilde açıkladığımız gibi “MUTLAKTIR”

    Anayasa’nın, Yüksek Mahkemelerin ve doktrinin kesin ve açık bir şekilde belirttiği gibi milletvekilliği görevinin feragat edilemez bu güvenceleri, milletvekillerinin hiçbir tehdit, tehlike endişe ve herhangi bir şekilde zarar görme ihtimali olmaksızın görevlerini tam ve mutlak bir güvence altında yapabilmelerini temin etmek ve böylece demokrasinin temeli olan hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait oluşunun tecellisi ve doğal sonucu olarak gereken güvenceleridir.

    Bundan dolayı milletvekillerinin sorumsuzluğu MUTLAKTIR. Hem şahsi sorumluluklarını hem parti sorumluluklarını ve hem de her türlü sorumluluğu kapsar. 

    Çünkü bu güvencenin amacı, milletvekilinin hiçbir yönden zarar görmemesini, endişe duymamasını temin etmektir.

    Egemenliğin Millet’te oluşuna inanmak, onun gereklerini yerine getirmek, bu meyanda sorumsuzluk ve dokunulmazlık kavramları, hem toplumun huzuruyla, hem de bireyin haklarıyla doğrudan ilgilidir.

    Sorumsuzluk ve dokunulmazlık güvenceleri Batı’yla entegrasyon da, gerek insan haklarına saygı ve gerekse çağdaş hukuk normlarına sahip olmak bakımından da ayrıca büyük bir önem taşır:

    “Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine katılmak ve bu sözleşmeyle kurulan ulusal-üstü (Supranational) organların yetkilerini kabul etmek suretiyle, Avrupa Devletlerine karşı, vatandaşları için Avrupa İnsan Hakları Standartını tanıma yükümlülüğü altına girmiştir. Türkiye, böylece, insan hak ve özgürlüklerine saygı ve hukukun üstünlüğü konularında Avrupa devletleriyle ortak mirası paylaşan bir ülke konumundadır.” (Doç.Dr. Yılmaz Aliefendioğlu, Anayasa Yargısı Sayı:10. s.360)

    F. ALTINCI KISIM: BU DAVA İLE, YÜRÜTME ORGANI ÜYESİ OLAN BAŞBAKAN VEYA BAKANLARIN YARGILANMALARI YOLUNUN AÇILMASI ANAYASA’YA AYKIRIDIR

    F.1. HÜKÜMET ÜYELERİNİN İCRAATLARINI YARGI DEĞİL MECLİS DENETLER Yüksek malumları olduğu üzere:

    Hukuk devletinde kurallar, yetkili kurullar tarafından belirlenir. Bunların tümüne birden “hukuk kuralları” denir.

    Her norm, kendi yetki çerçevesi içinde ve hiyerarşik düzene uygun kalmak şartıyla bağlayıcıdır.

    Hiç şüphesiz, ulusal hukuk açısından Anayasa, hem “düzenleyici” hem de “emredici” nitelikte olması hasebiyle en üst hukuk normudur.

    Diğer hukuk normları, kişisel ve kurumsal yetkiler de kaynağını Anayasa’dan alır. Aksi halde meşruiyetten söz edilemez. Nitekim, Anayasa’ya göre “… Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” (Any. m.6/3)

    Bu üst hukuk normu, Millet’e ait “Egemenlik”in kimler tarafından, nasıl kullanılacağını açıkça tesbit etmiştir.

    Anayasa’nın Başlangıç Kısmı’nın 3. fıkrası ile 6. maddesinin 2. fıkrası “Egemenlik”in sahibini ve bunun nasıl kullanılacağını göstermiştir.

    Başlangıç Kısmı’nın 4. fıkrası ise “kuvvetler ayrımı” ilkesini ifade etmiştir.

    “Kuvvetler ayrımı”nda hangi kuvvetin hangi yetkiyi kullanacağı ise Anayasa’nın 7, 8 ve 9. maddelerinde çok açık biçimde ifade edilmiştir.

    Ayrıca, bu işbölümünü kesin hatlarıyla düzenleyen başka hükümlerin ilgili bölümlerde bulunduğu da bilinmektedir.

    Hukuki düzenlemelerin ana hedefi “kamu düzeni”ni sağlamak olduğuna göre; erkler arası yetki ve sorumluluğun sınırlarının kesin ve kalın çizgilerle belirlenmesi gayet tabiidir.

    O halde, yasama, icra ve yargı erklerinden hiçbirisinin diğerinin yetki alanına müdahale hakkı olamaz. Aksi halde “hukuk anarşisi”, önce hukukta, ardından da toplumda nizam ve intizamı alt-üst eder.

    Ne var ki, “erkler arası iş bölümü” sebebiyle, ama mutlaka yasal çerçeve içerisinde birinin diğerini denetlemesi hukuka aykırılık teşkil etmez ve belki düzenin sağlanmasının gereği olur.

    Mesela: TBMM’nin hükümeti, Anayasa Mahkemesi’nin yasaları denetlemesinde olduğu gibi.

    Anayasal düzenlemelerden çok açık biçimde anlaşılacağı gibi, hükümetlerin icraatları siyasi sorumluluk açısından ancak TBMM tarafından denetlenebilir. Anayasa bu denetim yollarını 98. maddesinde tadad etmiştir: SORU, MECLİS ARAŞTIRMASI, GENEL GÖRÜŞME, GENSORU VE MECLİS SORUŞTURMASI…”

    Bu denetim yollarının arasında hükümet üyelerinin tamamını, yani “Bakanlar Kurulu”nu; Bakanlar Kurulu üyelerin-den birini veya bir kaçını bir arada denetlenme imkanı bulunmaktadır.

    TBMM İçtüzüğü’nün (m. 96-114 ) geniş bir bölümü de bu denetime tahsis edilmiştir.

    TBMM, bu yollardan herhangi birini kullanmamış ise ihtiyaç duymamış demektir. Kullanmış ve gereğini yapmış ise o takdirde de o denetim konusu bir başka kuvvet tarafından herhangi bir gerekçeyle yeniden gündeme getirilemez.

    Nitekim, bir denetim yolu olan Anayasa’nın 100. maddesinin müzakeresinde; 

    “ilgili bakan hakkında soruşturma açılmasına mahal olmadığına karar verilmişse, artık o kimse hakkında hiç bir zaman bahse konu hadise ile ilgili olarak, soruşturma açılamaz, iddianame düzenlenemez, adli takibat yapılamaz.” denilmiştir. (O.Aldıkaçtı. Danışma Meclisi, B: 150 – O: 4 – 13.9.1982 Ön Savunma Ek-Bölüm IV. – N0: 30) 

    Mesela: bir Meclis soruşturmasında hem siyasal hem de yargısal denetim görevi, bir arada görülmektedir.

    TBMM İçtüzüğü’nün 111. maddesine göre:

    “Komisyon kamusal ve özel kuruluşlardan konu ile ilgili bilgi ve belgeleri isteyebilir; gerekli gördüklerine el koyabilir; Bakanlar Kurulunun bütün vasıtalarından faydalanabilir; Bakanlar Kurulu üyelerini, diğer ilgilileri, tanık ve bilirkişileri dinleyebilir.

    Komisyon, naip veya istinabe yolu ile adli mercilerden yardım isteyebilir. Ayrıca Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun tanıklarla , bilirkişilerle, zapt ve arama ile ilgili olarak adli mercilere verdiği hürriyetleri kısıtlayıcı yetkilerin genel hükümler çerçevesinde kullanılmasını, gerekçesini bildirmek suretiyle görevli adli merciden yazıyla isteyebilir.

    Komisyon, hakkında soruşturma açılması istenen Başbakan veya bakanın savunmasını alır. Bununla ilgili olarak talep edeceği belgeleri temin ettirir. Komisyon, gerektiğinde alt komisyonlar kurarak Ankara dışında çalışma kararı alabilir.”

    Buna göre, herhangi bir vesileyle TBMM’nin denetiminden geçmiş bir hükümet, ya da bakan için başka erk denetimi bahse konu olmamalıdır.

    Bu görüşümüzü te’yid eden yasal ve bilimsel dokümanları, Ön Savunma’mızın IV. Bölüm, 3. Kısım’da arz etmiştik.

    “TBMM’nin Denetim Yolları”nı düzenleyen Anayasa’nın 98. maddesinin müzakere zabıtları tetkik edilirse görülür ki, hiçbir tartışma yapılmamış, değişiklik önergesi verilmemiş, yalnız Anayasa Komisyonu sözcüsü Sayın Prof.Dr. Kemal Dal’ın kısa bir takdim konuşmasıyla yetinilmiştir: 

    “Sayın Başkan, bu maddede Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hükümeti DENETLEME YOLLARI SAYILMIŞTIR, TADAD EDİLMİŞTİR VE BİR KISMI İÇİN İÇTÜZÜK’TE DÜZENLENECEĞİ HAKKINDA HÜKÜM GETİRİLMİŞTİR…” (Danışma Meclisi, 31.8.1982 gün, 139. B. 4.0)Komisyon sözcüsünün Anayasa’nın 98. maddesini açıklamak, gelecekteki tereddütleri izale etmek maksadıyla yaptığı konuşmada: “TBMM’nin, hükümeti denetleme yolları sayılmıştır, TADAD EDİLMİŞTİR…” tesbitine özel ağırlık vermiştir. Bu tesbite de itiraz olmamıtır. Anlaşılmaktadır ki, hükümetleri, hükümet üyelerini denetleme yeri Meclis, denetleyecek olan makam TBMM denetleme yolları ise Anayasa’nın 98. maddesinde sayılanlardır.

    Bu (98) maddenin takdiminden, müzakeresinden, oylanmasından anlıyoruz ki, hükümetleri denetleyecek kurul, denetleme yeri ve denetleme yolları konusunda tam ittifak vaki olmuştur. Bu konuda tereddüde ve tevehhüme yer yoktur.

    Ayrıca, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Görev ve Yetkilerini” düzenleyen Anayasa’nın 87. maddeninin müzakere tutanaklarındaki beyanlar da 98. maddenin muhtevasındaki gayeyi te’yid etmektedir.

    Danışma Meclisi üyesi sayın H.İbrahim Karal’ın yaptığı şu konuşmada konuyu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

    “Şimdi, buraya eklenecek ibarede bazı tereddütler olabilir; oraya gelmek için söz aldım. ASLINDA PARLAMENTONUN DENETLEDİĞİ YALNIZ BAKANLAR KURULU VEYA BAKANLAR DEĞİLDİR; BÜTÜN YÜRÜTME ORGANIDIR, BÜTÜN HÜKÜMETTİR…” Anayasa Komisyonu Başkanı Sayın Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı, şu açıklamayı getirmiştir.

    “Arkadaşımızın bahsettiği hususa değindik ve BAKANLAR KURULUNUN VE BAKANLARIN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ TARAFINDAN DENETLENECEĞİNİ MADDEYE KOYDUK…” (D.M. tutanağı: 22.9.1982, 155.B, 2. O.) Bu açıklamalar şu gerçeği açıkça ortaya koyuyor ki:

    Demokratik parlamenter sistemlerde, milleti temsil ediyor olması hasebiyle parlamentolar üst kurum telakki edilmektedir. Hukukun bir takım temel prensiplerini göz önünde tutmak şartıyla Anayasa’yı bile değiştirme gücüne sahip bulunan parlamentonun başka türlü nitelendirilmesi kendi yüklendiği işlevle de bağdaşmaz.

    O halde Anayasa gereği parlamentonun denetlediği hükümetin ayrıca bir başka kurum tarafından denetlenmesine ihtiyaç yoktur aksini kabul, parlamentonun itibarını da sarsar.

    F.2. BU DAVA İLE, YÜRÜTME ORGANI ÜYESİ OLAN BAŞBAKAN VEYA BAKANLARIN YARGILANMALARI YOLUNUN AÇILMASI ANAYASA’YA AYKIRIDIR. Anayasa, kuvvetler ayrılığı ilkesinin doğal sonucu olarak başbakan ve bakanların bir yandan faaliyetlerinin ancak Meclis tarafından denetlenebileceği esasını getirmişken diğer yandan da yine başbakan ve bakanlar kurulu üyeleri-nin hangi suretle olursa olsun yargı tarafından yargılanmalarını olabildiğince zorlaştırmış ve Anayasa’nın 100. maddesi ile birçok şartlara ve kurallara bağlamıştır.

    Bu Anayasal esaslar apaçık ortada dururken Sayın Başsavcı’nın dolaylı yollardan giderek:

    “biz şahısları değil, parti tüzel kişiliğini yargılıyoruz” bahanesiyle hükümet üyelerinin faaliyetlerini dava konusu yapması ve neticesinde hükümet üyelerine bu faaliyetlerinden dolayı ceza verilmesi sonucunu doğurabilecek yollara tevessül etmesi Anayasa’nın temel ilkelerine aykırı bir davranıştır ve hukuken kabule şayan değildir.

    Çünkü Anayasa’nın temel esaslarına göre başbakanlar ve hükümetin diğer üyeleri ceffel kalem sorgulanamaz, yargılanamaz.

    Başbakanlarla bakanların denetimleri diğer denetim yollarından farklı düzenlemelere tabi tutulmuştur.

    Anayasa’nın 100. maddesi maksatsız düzenlenmiş değildir: Anayasa koyucu hükümet üyelerini 100. madde yoluyla 83. maddeye ilaveten ayrıca bir kere dava güvence altına almak istemiştir.

    Nitekim mezkur maddenin müzakeresi esnasında, komisyon sözcüsü Sayın Prof. Dr. Kemal Dal:

    “Bir hükümetin üyelerini, yaptıkları görev dolayısıyle, bulundukları mevki dolayısıyla, olur – olmaz ithamlardan korumak gerekir. Bu, ülkenin iyi yönetimi bakımından da gereklidir.” gerekçesini ortaya koymuştur. (Danışma Mec. B. 140, O.1. 1.9.1982) (Ön Savunma, Ek:Bölüm IV, No.29).

    Yine aynı maddenin müzakerisi esnasında Anayasa Komis-yonu Başkanı Sayın Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı şu haklı gerekçeyi serdetmiştir: 

    “Meclis soruşturması bilindiği gibi Başbakan veyahut Bakanlar aleyhine açılabilir. Meclis soruşturması açılıp Mecliste karara bağlandıktan sonra, eğer herhangi bir tahkikat yahut Yüce Divana sevk kararı verilmezse, bu karar kesindir. Halbuki bir mukayese yaparsak, mesela; yasama dokulmazlığı konusunda verilecek bir karar, sadece o seçim devresi içindir. 

    Şimdi burada, niçin bir Bakanın görevi sırasında işlediği iddia olunan bir suçtan dolayı ceza mahkemesine verilebilmesi yahut Yüce Divana verilebilmesi için bir Meclis soruşturması açılıyor?.. Bunun amacı Bakanı himaye etmektir. Yani Bakanın görevi sarasında bazı suçlar işleyebileceğini kabul etmesi ve Meclisinin bunu takdir ederek Bakan hakkında soruşturma yapmamaya karar vermesidir ve bu karar da dediğim gibi kesindir. BAKANLIKTAN AYRILDIKTAN SONRA HAKKINDA, MECLİSTE TAHKİKAT YAPILAN VE SORUŞTURMAYA MAHAL OLMADIĞINA KARAR VERİLEN BAKAN HAKKINDA TEKRAR SAVCILIK BİR TAHKİKAT AÇAMAZ. Bunun bilinmesi lazımdır.” (Danışma Mec. B: 150. O: 4 13.9.1982) (Ön Savunma, EK: Bölüm IV, No:30).Yukarıda arz ve izah olunduğu üzere, Anayasa’nın 100. maddesinin gereği yerine getirilmeden bir Başbakanın ya da bakanın hangi düşünce ile olursa olsun sorguya çekilmesi, yargılanması, itham edilmesi hem Anayasa’nın anılan maddesine, hem de “Kuvvetler ayırımı” ilkesine aykırı düşer.

    Netice şu ki: Çok partili demokratik parlamenter sistemi kurallarına uygun çalıştırmak; milli iradenin tezahürünü ve kuvvetler ayrılığı prensibini korumak için millet adına düşünülmüş ve verilmiş bulunan “PARLAMENTER SORUMSUZLUK” ve “YASAMA DOKUNULMAZLIĞI” gibi kurumların işlerliğini eksiksiz sağlamak, Anayasa’nın 83. ve 100. maddelerinin amir hükmüdür. 

    SONUÇ OLARAK:

    Buraya kadar yaptığımız Anayasal açıklamalar şu dört neticeyi ortaya koymaktadır:

    1. Sayın Başsavcı’nın,

    Anayasa’nın 83. maddesindeki “sorumsuzluk” ve “dokunulmazlık” güvencelerini yok sayarak dolaylı yoldan gitmek suretiyle milletvekillerine izafe ettiği fiilleri bu davada delil diye göstermesi ve söz konusu yapması Anayasa’nın temel esaslarına aykırı olduğu gibi, 

    Aynı şekilde Başbakan ve bakanların fiillerini de Anayasa’nın 83 ve 100. maddesi muvacehesinde bu davada söz konusu yapması,

    hukuka aykırıdır.

    2. Anayasa’nın 83. ve 100. maddelerindeki güvenceleri yok sayarak milletvekili ve hükümet üyelerinin dolaylı yoldan cezalandırılabilmelerine sebeb olabilecek böyle bir davanın açılması Anayasa’ya aykırıdır. Davanın reddi gerekir.

    3. Hükümet üyeleri ile ilgili fiiller, TBMM tarafından denetlenmiş ve bunlarda sorumluluğu gerektirecek herhangi bir hususun bulunmadığı kesin olarak karara bağlanmıştır.

    Meclis soruşturmaları ve gensoruların reddedilmesi suretiyle kesin olarak karara bağlanmış konuların yeniden yargı konusu yapılmaları Anayasa’ya aykırıdır. Bu yönüyle de davanın reddi gekir.

    4. Aynı şekilde bu davadaki isnad TBMM’de gensoru konusu yapılmış: Refah Partisi’nin iktidarda iken laikliğe aykırı hareket ettiği iddiasıyla TBMM’ne gensoru önergesi verilmiş, bu iddia 20.5.1997 günü Meclis tarafından yapılan müzakereler sonunda reddedilerek karara bağlanmıştır.

    Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, demokratik parlamenter sistemlerde milleti temsil ediyor olması hasebiyle parlamentolar üst kurul telakki edilmektedir.

    Parlamento tarafından denetlenip karara bağlanan bir konunun başka bir kurum tarafından tekrar denetlenmesine ihtiyaç ve hukuken imkân yoktur.

    Bu Anayasal esaslar bakımından da bu dava Anayasa’ya aykırıdır ve bu davadaki isnadın Refah Partisi’ne yapılması mümkün değildir.

    G. YEDİNCİ KISIM: KANUNSUZ SUÇ VE CEZA OLMAZ.Savunma’mızın bu Bölümünün önceki kısımlarında bu davadaki isnadın Refah Partisi’ne yapılmasının mümkün olmadığını, Anayasa’nın çeşitli hükümleri açısından hukuki dayanaklarıyla ortaya koyduk.

    Anayasa’nın en önemli temel kurallarından birisi de hiç şüphesiz Anayasa’nın 38. maddesiyle vaaz edilmiş olan 

    “Kanunsuz suç ve ceza olmaz”

    temel kuralıdır.

    Savunma’mızın bu kısmında Anayasa’nın bu temel kuralı bakımından da bu davanın reddedilmesi gerektiğini arz edeceğiz.

    Nitekim bu kural doğal olarak aşağıdaki 4 sonucu ortaya koymaktadır.

    1. İddianame’de isnat, bir kanun maddesi ile tarif edilmediği için davanın öncelikle usul yönünden reddi gerekir. 
    2. Başsavcı’nın İddianame’de ileri sürdüğü “2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddelerinin mülga sayılması ve Anayasa’nın 69. maddesinin doğrudan uygulanmasına tevessül edilmesi” iddiasının hukuken kabulüne imkan yoktur. 
    3. TCK’nun 163. maddesi yürürlükten kalktığı için şahısların fiillerinin parti yetkili kurullarınca benimsendiği sabit olmadıkca, bu davada delil olarak ileri sürülmesi mümkün değildir. 
    4. TCK’nun 163. maddesi yürürlükten kalktığı için bu davada Anayasa’nın 84/5. maddesinin uygulanması söz konusu olamaz. 

    Bu hukuki gerçekleri, Ön Savunma’mızın 110-114. ve bu Savunma’mızın ise 186 Sayfalarında çeşitli yönlerden ele alarak açıklamıştık.

    Şimdi aynı gerçekleri Anayasa’nın “kanunsuz suç ve ceza olmaz” temel kuralı açısından, hukuki dayanaklarıyla, kısaca arz etmekte yarar görüyoruz.

    GENEL OLARAK 

    Yüksek malumları olduğu üzere:

    Hukuk devleti, herşeyden önce adaleti insan haklarına saygıyı ve onu korumayı esas alan ve kendisini bu düzene bağlı sayan devletin hukuk devletinde bağlayıcı yegane kural hukuk kurallarıdır. Hukuku koyan kurumlar da bu kurallara bağlı olmak zorundadır. Hukuk devletinde imtiyaza yer yoktur.

    Hukuk devletinde “KURALLAR” esastır. Kuralsızlık ise anarşi sebebidir.

    Hukuk devletinde, hukukun bazı üstün kuralları vardır ki, yasa koyucu dahi bu kuralları yok sayamaz. Mesela: Özgürlükler, kişilik hakları, kazanılmış haklar … vs. gibi.

    Cumhuriyeti oluşturan dört niletikten biri olan “Hukuk Devleti” niteliği tam anlamıyla işletilemesze diğer üç niteliğin, netice itibariyle de Cumhuriyetin teminat altında bulundurulması imkansız olur.

    Bundan dolayıdır ki: Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından 10.5.1990 tarihinde Uluslararası düzenlemelerde “Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu” adı altında bir ko-misyon kurulmuş, Türkiye Cumhuriyeti Devletide olarak 3.9.1990 tarihinde bu statüye iştirak etmiştir. 

    a. HUKUKUMUZDA SUÇ VE CEZA Suç’un çok değişik tarifleri yapılmışsa da, yaygın tanım şudur: “Suç, hukuka aykırı, kusurlu ve bir ceza ile te’yid edilmiş olan, kanunun tavsif ettiği bir insan fiilidir.” 

    Bir fiilin suç sayılabilmesi için kanunda gösterilmiş olması ve karşılığında da bir cezanın bulunması gerekir. Bir fiili suç haline getiren unsurlardan herhangi birinin oluşmaması, fiilin suça dönüşmesini engeller. Başka bir ifadeyle kanunun tarifte belirtmediği herhangi bir unsur var sayılarak fiil suç telakki olunamaz.

    Cezalar, “islah” tan çok ve öncelikli olarak suçu önlemeyi hedefler. Çağdaş cezanın hedefi “caydırıcılık”tır. O halde çağdaş hukuk devletine yaraşan da suçları önlemenin tedbirini almaktır.

    b. SUÇLARIN KANUNİLİĞİ PRENSİBİ Çağdaş hukuk devleti hangi fiillerin yasak olduğunu, her bir yasak fiil için nasıl bir ceza tayin edilmiş bulunduğunu önceden belirlemek ve aleniyete intikal ettirmek zorundadır. Bu suretle kişiler, kendi ihtiyarıyla suç işlemeyi ya da işlememeyi seçmiş olurlar. Böylece de hem toplumsal huzurun sağlanıp korunması, hem de kişi dokunulmazlığı korunmuş olur.

    Hukuk devletinde herkes fiilinin hangi suçu oluşturacağını önceden bilme hakkına sahip olduğu gibi; nasıl bir cezai müeyyideyle karşılacağını bilme hakkına da sahiptir. Aksi halde kişi sorumluluğu açısından “kanunu bilmemek maze-ret sayılmaz” ilkesinin de bir anlamı kalmaz. 

    TCK’nun 1. maddesindeki düzenlemeye göre kanun hangi fiilleri suç saydığını ve hangi suç için ne miktar ceza tayin ettiğini “SARİH” olarak belirtmiş olmalıdır. Aksi halde bu iki müesseseyi keyfilik, yorum ve kıyastan korumak mümkün olamaz.

    Nitekim, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun aşağıdaki kararında bu hususa işaret edilmiştir. 

    “YARGIÇ YORUM YOLUYLA, KIYAS YOLUYLA SUÇ VE CEZA YARATAMAYACAĞI GİBİ, YASALARIN AÇIK İLKELERİYLE BELİRLENEN İNDİRİM VE ARTIRIM ORANLARINI DEĞİŞTİREMEZ” (YCGK 22.10.1984 262/340)

    Anayasa Mahkemesi de: “… Yasa koyucu bu sözcükleri (telkin, telmih, ima, izlenim) kullanmayıp birbirine yakın anlamdaki BEYAN ve İDDİA sözcüklerini kullanmakla, suçun oluşması için belli bir açıklık, belirginlik ve direnme aramıştır…” Bir siyasi partinin hukuki varlığına son vermek amacıyla açılan bir davada maddeyi geniş yorumlayarak “imaj yaratmak”, “izlenim bırakmak” gibi durumların da yasak kapsamına girdiğini söylemeğe olanak yoktur. KANUNSUZ SUÇ OLMAZ İLKESİ, YASAK EYLEMİN YASADA AÇIKÇA BELİRTİLMESİNİ GEREKTİRDİĞİ GİBİ GENİŞLETİCİ BİR YORUM YA DA KIYASLA, BELİRTİLEN SINIRLARIN AŞILMASINA İMKAN VERMEZ…” (AMK 28.9.1984 1984-1/1)  tesbitinde bulunmak suretiyle “Yorum” ve “KIYAS”ın yasaklığını bir kerre daha belirtmiştir. Hem de, Anayasa’nın 153. maddesinin ifade ettiği bağlayıcılıkla.

    Suçların kanuniliği kaidesinin neticeleri şunlardır:

    1. “Kanun sarih olarak cezalandırmadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez. Bu itibarla CEZADA KIYAS YOKTUR. Suç olan her fiilin kanunda gösterilmesi şarttır. 
    2. Hakim, YORUM ile ne suç ne de ceza ihdas edebilir. 
    3. Kanunlar ancak GELECEK için uygulanır” (TCK Şerhi Shf.17) 

    c. CEZALARIN KANUNİLİĞİ PRENSİBİKanunsuz suç olamıyacağı gibi, kanunsuz cezada olamaz.

    Ön Savunmamızda da belirttiğimiz gibi: 

    Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur” prensibi, Anayasa’mızın 38. maddesinin üçüncü fıkrasının ihtiva ettiği amir bir hükümdür.

    Açıkça görülüyor ki hukuk devleti ilkeleri, bireyi, hem güçlü olan devlet hem de yargıca karşı korumak istemiştir. Öyle ki, TCK’un 1. maddesi “Kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez” hükmü ile cezalandırılacak fiili ve o fiili suça dönüştürecek unsurları şart koşmakla yetinmemiş; sarahaten suç sayılan bir fiilden dolayı cezalandırılabilmeyi ayrıca o suç için bir ceza tayin edilmiş olmasına şartına bağlamıştır.

    Yani bir fiil, tüm unsurlarıyla suç olarak tarif edilmiş ve tebeyyün etmiş olsa bile; kanun o fiil için ceza tayin etmemişse suç ta teşekkül etmiş olmaz.

    Aynı maddenin devamında “Kanunda yazılı cezalardan başka bir ceza ile de kimse cezalandırılamaz” denilmek suretiyle bu hususa işaret edilmiştir.

    O halde cezalandırmadan söz edebilmek için iki kaçınılmaz şarttan birlikte söz etmek gerekir. “TARİF EDİLMİŞ SUÇ, BELİRLENMİŞ CEZA”

    Nitekim Prof. Dr. F.Erem, Prof. Dr. A. Danışman, Prof. Dr. M.E. Artuk, «Ceza Hukuku» isimli müşterek eserlerinde şu görüşe yer vermişlerdir: 

    “Kanunsuz ceza olamıyacağından, suçun cezasının belirlenmiş olması suçların cezalandırılmasında şarttır. Bu nedenle, kanunun yasak ettiği, hatta “suç” diye adlandırdığı bir fiilin cezası belirlenmemişse o fiil “SUÇ” DEĞİLDİR….” (a.g.e. s.99)Esasen, “suç ve cezanın kanuniliği prensibi” yalnız suçu önlemenin değil, ayrıca “EŞİTLİK”in de gereğidir. Zira:

    “Suçun ve cezanın ancak kanun tarafından konulabileceği kural olarak kabul edilince, bundan kanunun belirli kişiler için değil, KİM HAKKINDA UYGULANACAĞI BİLİNMEKSİZİN YAPILMIŞ OLDUĞU ANLAMI ÇIKAR. ‘KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK’in anlamı da budur” (a.g.e. s.100) Ayrıcalığı yasaklayan 10. madde, bir Anayasa hükmü olduğuna, 11. maddesi de, yasa yapıcı dahil tüm kişi ve kurumları bağladığına göre; “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” prensibi yalnız TCK’nun 1. maddesinin ve Anayasa’nın 38. maddesinin amir hükmü gereği değil, aynı zamanda Anayasa’nın 10 ve 11. maddelerinin de gereğidir.

    d. KANUNLARIN ŞÜMULÜ“Suç ve cezaların kanuniliği prensibi”ni incelerken, “kanunların şümulü”nü de gözönünde bulurdurmak gerekir.

    Nitekim, Anayasa’nın 38 maddesinde;

    “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez” denilmiştir. TCK’nun 2. maddesi de benzer bir hüküm sevketmiştir.

    Bu maddeye göre:

    1. Fiil işlendiği zaman kanuna göre suç olur ve tayin edilmiş cezası bulunursa, bu halde ceza söz konusu olabilir. 
    2. Fiil işlendiği zaman suç, cezası da tayin edilmiş olduğu halde, sonradan fiil, suç olmaktan çıkarılmış ise, ceza tayini söz konusu olamaz. 
    3. Önceki kanun ile sonraki kanun çelişkili ise sanığın lehine olan hüküm uygulanır. 

    Aleyhe hükümlerin makable şamil olamıyacağı Anayasa’nın 38. maddesindeki şu hükümden de açıkça anlaşılmaktadır:

    “… kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan CEZADAN DAHA AĞIR BİR CEZA VERİLEMEZ”.Bu hükmün mefhum-u muhalifinden, daha hafif bir cezanın verilebileceğini, yani lehe olan hükümlerin ma kable teşmil olunacağını ifade etmektedir.

    Bu husus uluslararası belgelerde de teyid bulmuştur.

    Yalnız bir iki örnek vermek gerekirse:

    a. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 11/2 fıkrasında: 

    “Hiç kimse, işlendikleri sırada milli veya milletlerarası hukuka göre suç teşkil etmeyen fiillerden veya ihmallerden ötürü mahkum edilemez. Bunun gibi, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha şiddetli bir ceza verilemez”

    b. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 7. maddesinde de:

    “Hiç kimse işlendiği zaman milli veya milletlerarası hukuka göre bir suç teşkil etmeyen bir fiil veya ihmalden dolayı mahkum edilemez. Keza hiç kimse suç işlendiği zaman tertibi gereken cezadan daha ağır bir cezaya da çarptırılamaz”“Sanığın lehine olan hükmün uygulanması” ilkesi, “amme intizamı” niteliğinde olduğu içindir ki hakim tarafından her safhada re’sen dikkate alınır; hatta tarafların bu konuda aykırı anlaşmaları ya da feragatleri söz konusu olamaz.

    G.1. İDDİANAME’DE BU DAVADAKİ İSNAD BİR KANUN MADDESİ İLE TARİF EDİLMEDİĞİ İÇİN DAVANIN ÖNCELİKLE USUL YÖNÜNDEN REDDİ GEREKİR. Bu dava açısından yukarıda arz edilen Anayasa’nın ve hukukun temel kuralları muvacehesinde,

    – İLK DOĞAL SONUÇ:

    İddianame’de bu davadaki isnad bir kanun maddesi ile tarif edilmediği için davanın öncelikle usul yönünden reddi gerekir.

    – İKİNCİ DOĞAL SONUÇ İSE ŞUDUR:

    Bir an için Sayın Başsavcı’nın iddiası farz-ı muhal olarak kabul edilecek olursa:

    Anayasa’nın 1995 değişikliğinden önce Anayasa’da “odak olma” yasağı yok idi. Bu değişiklikten sonra 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddelerinin de mülga oldukları kabul edilecek olursa odak olma halinin 1995 yılından önceki dönem için kanuni dayanağı ortadan kalkmış olur. Çünkü Anayasa’nın 15. maddesinin son fıkrasına göre:

    «Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez»

    Kanunsuz suç olamıyacağına göre 1995 Anayasa değişikliklerinden önceki fiillere dayanarak odak haline gelme isnadı ileri sürülemez.

    Halbuki bu davada delil olsun diye ileri sürülen fiillerin tamamı 1995 yılından önceki döneme aittir.

    Bu yüzden davanın bu bakımdan da reddi gerekir. 

    G.2. BAŞSAVCI’NIN İDDİANAMEDE İLERİ SÜRDÜ-ĞÜ, “2820 SAYILI SİYASİ PARTİLER KANUNU’NUN 101/D VE 103. MADDELERİNİN MÜLGA SAYILMASI VE ANAYASA’NIN 69. MADDESİNİN DOĞRUDAN UYGULANMASINA TEVESSÜL EDİLMESİ” İDDİASININ HUKUKEN KABULÜNE İMKAN YOKTUR. Ön Savunmamızda da belirttiğimiz gibi: 

    “Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur” prensibi, Anayasa’mızın 38. maddesinin üçüncü fıkrasının ihtiva ettiği amir bir hükümdür. “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” şeklinde ifade edilen bu kural, bütün modern ceza hukuku sistemlerinin vazgeçilmez temellerinden biridir. Kişiler ve kurumlar hareketlerini belli ve kesin hükümlerin ışığı altında tayin etmek ihtiyacı içindedirler. Siyasi Parti yasakları da ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri cümlesindendir.

    Eğer, Sayın Başsavcı’nın ileri sürdüğü gibi, ceza sınırlarını belirlemeyen, sadece temel prensipler koyan Anayasa hükümleri özel ceza kanunu veya cezai nitelikte olan güvenlik tedbirleri hükümleri yerine doğrudan uygulama alanına konulacak olursa, Anayasa’nın tam tersine “kanunsuz ceza olabilir” hükmü hayata geçirilmiş olur.

    Cezalar ancak kanunla düzenlenir” prensibi asla ihmal edilemez. Aksi takdirde hukuk devleti niteliklerine aykırı keyfi bir belirsizlik ortamı ihdas edilmiş olur. Bu bakımdan kanunkoyucu bu prensibin korunması için olağanüstü bir titizlik göstermiştir. Nitekim 1995 değişikliği ile yürürlüğe konulan Anayasa’nın siyasi partilere ilişkin 69. maddesinin son fıkrasında da bu titizlik kendisini göstermiştir. Bu fıkrada aynen:

    “Siyasi Partilerin kapatılmaları yukarıdaki esaslar çerçevesinde kanunla düzenlenir” denilmektedir.

    Bu hüküm, kanunsuz suç ve ceza olmaz prensibinin ikinci bir teyidi mahiyetindedir. Ve amir bir hükümdür.

    Kanunkoyucu, bu ikinci teyid ile de iktifa etmemiş, bu konuda Anayasa’nın 177. maddesinin (b) bendinde, çok önemli bir hüküm daha getirerek, özel kanun hükmüne öncelik verilmesi konusunda üçüncü teyidini yapmıştır. Kanunkoyucu, siyasi partilerle ilgili Anayasa hükümlerinin yürürlüğe girme tarihini, bu konuda çıkartılacak özel kanunun yani “Siyasi Partiler Kanunu’nun” yürürlüğe girmesi şartına bağlamıştır. Önce Anayasa yürürlüğe girsin, sonra Siyasi Partiler Kanunu çıkartılsın dememiştir. Bu takdim tehir etme olayı dahi Kanunkoyucu’nun, Anayasa’nın 38. maddesindeki prensiplere ne kadar titizlikle bağlı olduğunun kesin bir ifadesidir. Hal böyleyken, «özel kanun ihmal edilmeli veya mülga sayılmalı, onun yerine genel Anayasa hükmü uygulanmalı» demek, hiçbir surette şayanı kabul bir görüş olamaz. İçtihatlarla veya emsal kararlarıyla ceza tedbirleri konulamaz. Konulursa Anayasa’ya aykırı olur.

    Yukarıdaki prensiplerin ışığı altında bu bölümü özetleyecek olursak:

    a. Anayasının 1995 yılında değiştirilen, 68 ve 69. maddelerinin, bir ceza kanunu hükmü gibi doğrudan uygulanması mümkün değildir.

    b. Anayasa’nın değişik 69. maddesinin 5. fıkrasında;

    “Bir siyasi partinin 68. maddenin 4. fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak onun bu nitelikte fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi’nce tesbit edilmesi halinde karar verilir”  denilmektedir.

    Bu maddenin doğrudan uygulanabilmesi için herşeyden önce “odak haline gelme” fiilinin unsurlarının belli olması gerekir. Bu maddede bu konuda açıklık mevcut değildir. Odak haline gelmenin gerek sübut ve gerekse esas bakımından ayrıntılarıyla, kesin olarak belirtilmiş olması, kanunsuz “suç ve ceza olmaz” temel kuralının gereğidir. Bu bakımdan Sayın Başsavcı’nın Siyasi Partiler Kanununun 101/d ve 103. maddelerinin mülga sayılmasına ve Anayasa’nın doğrudan uygulanmasının mümkün olduğuna dair isteminin kabul edilmesine imkân yoktur.

    c. Tıpkı bunun gibi, 69. maddenin atıfta bulunduğu Anayasa’nın 68. maddesinin 4. fıkrasında sayılan fiillerin cezai unsurları da belirtilmemiştir.

    68. Maddenin 4. fıkrasında sayılan fiiller şunlardır:

    Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri;

    • Devletin bağımsızlığına, ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğüne, 
    • İnsan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, 
    • Demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz 
    • Sınıf ve zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür 
    • diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz. 
    • Suç işlenmesini teşvik edemez. 

    Görülüyor ki bu hükümler, genel olarak yasak ve suç sayılan temel konuları ifade etmektedir. Bu ifade tarzı, Anayasalara has normal üslubtur. Ancak bu genel kuralların uygulanabilmesi için her bir yasağın ve suçun, ayrıntıları ile unsurlarının da belirtilmesi gerekir. Bu metinlerde bu unsurlar mevcut değildir.

    Ancak bu unsurları belirleyen özel kanun hükümlerinin yürürlüğe konması halinde; vatandaşlar, siyasi partiler, mahkemeler ve diğer resmi kuruluşlar, hangi fiillerin yasak olduğunu, hangi fiillerin yasak olmadığını ayırt edebilecektir. Böylece temel kurallar netleşecek siyasi partilerin, parti örgüt ve üyelerinin sorumlu tutulmaları ancak bundan sonra mümkün olacaktır.

    d. Nitekim bu ihtiyacın karşılanması için kanun çıkartılması mecburiyeti bir Anayasa emridir. Yukarıda da açıkladığımız gibi bu emredici hüküm hem Anayasa’nın 38. maddesinde, hem 69. maddesinin son fıkrasında ve hem de 177. maddenin (b) fıkrasında tekrar tekrar teyid edilmiştir. Bilindiği gibi 2820 sayılı Kanun’un 4. Kısmı’nda yer alan parti yasakları ve bu yasak ve suçların unsurları ayrıntılarıyla mezkur amir hükümlerin gereği yerine getirilmek için tedvin edilmiştir.

    Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerinin değişikliğinden sonra da ayrıntıları ile değişikliklerin uygulamaya konulması için siyasi partiler yasasında değişiklikler yapılmadığına göre; bu konuda 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun hükümlerinin uygulanması zorunluluğu vardır.

    Sayın Başsavcılığın istediği gibi, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun davamız ile ilgili 101. ve 103. maddeleri mülga sayılacak olursa; ortada uygulanacak bir kanun hükmü kalmayacaktır. Yukarıda açıkladığımız sebeblere binaen, Anayasanın 68. maddesinin 4. fıkrası ve 69. maddesi de uygulanamayacaktır.

    Anayasa Mahkemesi’nin içtihatlarla ceza hükümleri veya ceza tedbirlerini belirlemesi de istenemez. Zira bu görev Yasama Organı’na aittir.

    Netice olarak: Tabii çözüm, yürürlükte olan 2820 sayılı Kanun hükümlelerinin uygulanmasıdır. Yasama Organı eğer bir kanunu değiştirmiyorsa o kanunun uygulanmasına dair iradesini sürdürüyor demektir.

    Sonuç olarak, yukarıdaki açıklamalardan açıkca görülmektedir ki Sayın Başsavcı’nın,

    “2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddelerinin mülga sayılmasına ve Anayasa’nın 69. maddesinin doğrudan uygulanmasına tevessül edilmesi.”

    iddiasının kabulüne hukuken imkan yoktur. 

    G.3. TCK’NUN 163. MADDESİ YÜRÜRLÜKTEN KALKTIĞI İÇİN ŞAHISLARIN FİİLLERİNİN PARTİ YETKİLİ KURULLARINCA BENİMSENDİĞİ SABİT OLMADIKCA, BUNLARIN BU DAVADA DELİL OLARAK İLERİ SÜRÜLMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR. Yukarıdaki bölümlerde açıkladığımız gibi TCK m.163’ün kaldırılması özgürlüklerin genişletilmesi ve Türkiye’nin çağdaş hukuk normlarına sahip olması maksadıyla 1991 yılında atılmış önemli bir adımdır. Esasen 163. madde kaldırılırken TCK’nun 140, 141 ve 142. maddelerinin de 6187 sayılı Kanun’la birlikte kaldırılması aynı gayeye matuftur.

    TCK m.163’ün kaldırılmasına mukabil iç hukukumuzda siyasi partilerin Anayasa’nın 68. maddesinde belirlenmiş olan parti yasaklarına, bu arada “laik cumhuriyet ilkelerine” aykırı eylemleri yaparak bu eylemlerin bir odağı haline gelmesi yasağı muhafaza edilmiş bulunmaktadır.

    Halen mevcut olan bu hukuk düzeni çerçevesinde kendisi için laikliğe aykırı faaliyetin yasaklandığı bir tüzel kişinin sorumlu tutulabilmesi ancak bu tüzel kişi adına karar almaya yetkili organların kararlarının delil olarak ileri sürülebilmesi mümkündür. Yoksa şahısların beyan ve eylemlerinin tüzel kişilik tarafından bunların eylemlerinin benimsenmesi sübut bulmadıkça delil olarak ileri sürülmesi hukukun genel kurallarına aykırı olur. Esasen TCK m.163’ün kaldırılmasıyla bu yol kapanmıştır.

    Çünkü hukukun temel kuralını göre:

    “Yapan için suç olmayan bir şey başkası için de suç olamaz”

    Derdest bulunan dava açısından meseleye bakıldığında: Bağlayıcılık itibariyle normlar sıralamasında hem “düzenleyi-ci” hem de “emredici” nitelikte bulunan Anayasa’nın 69. madesi, 1995 tadiliyle birlikte, bir siyasi partinin yasağı ihlal fiilinin oluşmasını şu üç unsurun birlikte bulunmasına bağlamıştır.

    1. Yasakları ihlal eylemlerinin olması, 
    2. Eylemlerin, tüzel kişiliği ilzama ehil kurullar tarafından gerçekleştirilmiş olması, 
    3. Tüzel kişiliğin, bütün bu ihlal eylemlerinin “ODAĞI” haline gelmiş olması gerekir. 

    Bağlayıcı hüküm bu olduğuna, bu hüküm de çağdaş gelişmeleri dikkate almış bulunduğuna göre, TCK’nun 1. ve 2. maddelerini bu üst normun ışığında değerlendirmek gerekir. Buna göre: 23.7.1995 tarihinden önceki hiçbir “söz” ve “beyan” isnad edilmek istenilen “yasakları ihlal” fiiline delil olamaz. Çünkü burada “suç” olan “ODAKLAŞMA” halidir; “ODAKLAŞMA” ise 1995 tarihinden itibaren Anayasa’mıza girmiştir. 

    Ve bu tarihten itibaren siyasi partilerin kapatılma sebepleri asgariye indirilerek sadece üç sebebe inhisar ettirilmiştir. Böylece odaklaşma dışındaki haller ve fiiller artık parti kapatma sebebi olmaktan çıkartılmıştır. 

    Suç ve cezalarla ilgili olarak Anayasa ve hukukun yukarıda açıkladığımız temel kuralları gereğince Sayın Başsavcı’nın 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d. ve 103. maddelerinin mülga sayılmasına dair iddiası, hukuken geçerli olmadığı halde bir an için var sayılsa bu taktirde 1995’den önce odak olma halinin bir kapatma sebebi sayılması, hususunda hiçbir kanuni dayanak ortada kalmaz.

    Bunun sonucu olarak 1995’ten önce varit olduğu ileri sürülen fiillerin odaklaşma sebebi sayılması hukuken mümkün olamaz.

    Sayın Başsavcı’nın iddiası kabul edilirse bu dava konusuz kalacağı için redde mahkumdur.

    Çünkü; 

    “Kanunların makabline adem-i şümulü” sebebiyle “ODAKLAŞMA” 1995’ten geriye götürülemez. 

    Yok, eğer hukukun gerektirdiği şekilde yürürlükte olan 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 103 ve 101/d maddeleri dikkate alınırsa bu takdirde de bu davada bu maddelerin şart koştuğu dava önşartları gerçekleşmediği için bu sefer de davanın bu bakımdan reddi gerekir.

    “Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez” (Any.m. 15/son)

    Bu davada delil olsun diye üyelere izafe edilmek üzere ileri sürülen fiiller, parti tüzel kişiliğinin eylemi olarak kabul edilemiyeceğinden ve bu davada da parti tüzel kişiliği adına karar almaya yetkili kurulların yani

    • Parti Büyük Kongresi’nin, 
    • Merkez Karar Yönetim Kurulu’nun, 
    • TBMM Grubu Grup Yönetim Kurulu’nun, 

    ne bir kararı ne de bir eylemi söz konusu edilmediğinden bu davada sözü edilen isnadın hiçbir delili mevcut değildir. 

    İşte bu dava, kanunsuz suç ve ceza olmaz temel prensibi açısından bu cihetle de redde mahkumdur. 

    G.4. TCK’NUN 163. MADDESİ YÜRÜRLÜKTEN KALKTIĞI İÇİN BU DAVADA ANAYASA’NIN 84/V. MADDESİNİN UYGULANMASI SÖZ KO-NUSU OLAMAZ. 1. Anayasa’nın 38/VI. maddesinde aynen:

    “Ceza sorumluluğu şahsidir.”temel kuralı yer almıştır.

    1995 Anayasa değişikliğinden sonra siyasi partilerin odak olma halinde kapatılmaları ancak,

    • Parti tüzel kişiliğinin eylemleriyle bir partinin, Anayasa’nın 68/IV’de belirtilen parti yasaklarına aykırı fiillerin odağı haline gelmesi, 

    şartına bağlanmıştır.

    Böyle bir isnatdan söz edilebilmesi için bu Savunma’mızın Sayfa 215-216’da belirtilen parti tüzel kişiliği ile ilgili beş şartın hepsinin birden sübut bulması gereklidir.

    Bu şartların sübut bulup bulmadığının tesbiti için yapılacak yargılamada yargılanan parti tüzel kişiliğidir.

    Partili üyeler değildir.

    Farz-ı muhal olarak herhangi bir parti için böyle bir yargılama yapılsa ve o partinin laikliğe aykırı fiillerin odağı olması için gerekli şartların hepsi sübut bulsa bu takdirde Anayasa ve hukukun temel kurallarına göre 84/V’in uygulanması sözkonusu olamaz.

    Çünkü Anayasa 38/VI’ya göre:

    “Ceza sorumluluğu şahsidir.”

    Yargılanan, partili üyeler değil, parti tüzel kişiliğidir.

    Hüküm ancak parti tüzel kişiliğine münhasır olabilir. Tabii mahkemelerinde yargılanmamış kişiler için Anayasa Mahkemesince herhangi bir hüküm verilmesi söz konusu olamaz.

    Çünkü parti tüzel kişiliği ayrı bir şahıstır. Gerçek kişiler ise ayrı birer şahıstır.

    2. Kaldı ki TCK’nun 163. maddesinin yürürlükten kaldırılmasıyla gerçek kişiler için laikliğe aykırılık suç olmaktan çıkartılmıştır. Bu yüzden suç olmayan bir fiil sebebiyle bir kimseye dolaylı yoldan dolaşılarak ceza verilmesi de mümkün değildir.

    Bu sonuç «kanunsuz suç ve ceza olmaz» ilkesinin doğal bir sonucudur.

    3. Bu hukuki gerçek, esasen aynı zamanda Anayasa’nın 10. maddesindeki “herkesin kanun önünde eşitliği” temel ilkesinin de doğal bir sonucudur.

    “Bir kimse bir fiilinden dolayı parti üyesi değilse cezalandırılamaz, parti üyesi ise cezalandırılabilir” denmesi mümkün değildir. Tam tersine, demokrasilerde parti üyesi olmak teşvik edilmesi gerekli bir hususdur. Parti üyesi olmanın tecziye sebebi sayılması kabul edilemez.

    SONUÇ: Konuya, arz olunan hukuki gerçeklerin ışığında bakıldığı zaman, bu davadaki isnadın Refah Partisi’ne yapılmasının mümkün olmadığını, bundan önceki kısımlardaki sebeplerin herbiri nasıl gösteriyorsa, Anayasa’nın “kanunsuz suç ve ceza olmaz” temel kuralı da yukarıdan beri saydığımız sebeplerin her birinden dolayı Refah Partisi’ne bu davadaki isnadın yapılamayacağını ayrı ayrı ispat etmektedirler.

    H. SEKİZİNCİ KISIM: BU DAVA 1995 ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİNİN HEM AMACINA, HEM DE LAFZINA AYKIRIDIR.Şöyle ki;

    H.1. DAVA, 1995 ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİNİN AMACINA AYKIRIDIR ÇÜNKÜ,

    1995 Anayasa değişiklikleri Türkiye’yi Avrupa Birliğine hazırlamak için daha demokratik bir ortama kavuşturmak amacıyla yapılmıştır. Bu sebeple yüzlerce parti kapatma sebebi yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece siyasi faaliyetlerin sınırları genişletilmiş, siyasi yasakların alanı daraltılmış siyasi partilerin kapatılmaları asgari bir sahaya inhisar ettirilmiştir. Sayın Başsavcı ise bu düzenlemeleri tersine çevirmek istemektedir: 1995 değişikliğinden önce, Anayasa’ya dayanarak açılması mümkün olmayan bir davayı şimdi açmış bulunmaktadır.

    1995 Anayasa değişikliklerinin amacına ters düşen bu davanın reddi gerekir.

    H.2. DAVA, 1995 ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİNİN LAFZINA AYKIRIDIR. Çünkü,

    1. Anayasa’nın 68/4 ve 69/6 maddeleri odaklaşmanın ancak “parti eylemleri” ile oluşabileceğini öngörmüştür.

    Kurulduğu tarihten bu yana, yani 15 yıllık süre içinde partimizi ilzam edebilecek bir tek parti eylemi cereyan etmiş değildir. Zaten Sayın Başsavcı da, iddianamesinde, partimizi herhangi bir “parti eylemi” ile itham edebilmiş değildir. Buna rağmen işbu davayı açmıştır. Anayasa’ya açıkça aykırı olan bu dava’nın reddi gerekir.

    2. Anayasa’nın 69. maddesinin son fıkrasında siyasi partilerin kapatılmalarının kanunla düzenleneceği emredildiği halde, Sayın Başsavcı, Anayasa’nın bu amir hükmünü “ihmal” ederek işbu davayı açmıştır.

    Anayasa’nın amir hükmüne açıkca aykırı olarak açılmış bulunan bu davanın reddi gerekir.

    4. FASIL: 2820 SAYILI SİYASİ PARTİLER KANUNU BAKIMINDAN DA REFAH PARTİSİ’NE BU İSNAD YAPILAMAZ. 2820 SAYILI SİYASİ PARTİLER KANUNU’NUN BELİRTTİĞİ ÖN ŞARTLAR YOKTUR. Ön Savunma’mızın III. Bölüm, B Kısmı’nda (sayfa 89-124) bu davada 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun uygulanması gerektiğini Anayasa, yasa hükümleri, yüksek mahkemenizin içtihatlarına ve doktrindeki ilmi görüşlere dayanarak etraflı bir şekilde bütün hukuki mesnedleriyle belirtmiştik.

    Aynı gerçeği bu Savunma’mızın III. Bölüm, 4. Fasıl, İkinci Kısmında (sayfa 180) bir kere daha özet olarak hukuki dayanakları ile açıklamıştık.

    Bu açıklamalarımız esnasında Sayın Başsavcı’nın sayfa 180’de belirttiğimiz iddialarının ve orada bilhassa 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 103 ve 101/d maddelerinin mülga sayılması iddiasının gerçeğe ve hukuka aykırı olduğunu hukuki dayanaklarıyla belirtmiştik.

    Burada konunun tekrar teferruatına girerek yüksek mahkemenin kıymetli zamanını işgal edecek değiliz. Sadece bu husustaki hukuki gerçekleri birer cümle ile özetlemekle yetineceğiz.

      1. 1982 Anayasası’nın 152. maddesi, Anayasa’ya aykırılığı iddia olunan bir kanunun ya usulüne uygun olarak Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilebileceğini, yada Yasama Organı tarafından değiştirileceğini tesbit etmiştir. Böylece 1961 Anayasası’nın ihmale müsait hükmü yürürlükten kalkmıştır. 1982 Anayasa’sının 152. maddesinin açık hükmüne göre: 

    Halen yürürlükte bulunan 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nu ne Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmiş ne de TBMM’e değiştirilmiştir. O halde yürürlüktedir.

    1. Böyle olunca Sayın Başsavcının dayandığı 1961 Anayasası döneminden kalma tüm Mahkeme kararları da mesnet olmaktan çıkmıştır. 
    2. 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu sonradan çıktığı için 1982 Anayasası’nın 177. maddesinin (e) bendinin kapsamı dışındadır. 2820 sayılı Kanun hükümleri bu geçici hükümle ihmal edilemez. 
    3. 2820 Sayılı Kanun, Anayasa’nın Geçici 15. maddesi ile koruma altına alınmıştır. Anayasa’ya aykırılığı iddia edilemez, tartışılamaz. 
    4. Daha önce, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülerek açılan dava reddedilmiştir. (Anayasa Mahkemesi’nin 14.7.1993 tarih ve E.1992/1, K.1993/1, RG: 18.8.1993; 21672) Anayasa’nın 152. maddesinin son fıkrasına göre red kararının Resmi Gazete’de yayınlanmasından sonra 10 sene geçmekdikçe aynı konuda yeni bir dava açılamaz. 
    5. Anayasa Mahkeme’mizin emsal kararlarına göre, Anayasa’ya aykırılığı iddia edilemeyen bir kanunun, ihmal edilmesi de söz konusu değildir. 
    6. Kaldı ki, Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. ve 103. maddeleri ile Anayasa’nın değişik 68. ve 69. maddeleri arasında iddia edildiği gibi bir mübayanet de mevcut değildir. Bu hükümler birbirini tamamlayan hükümlerdir. 
    7. Ayrıca, Anayasa’nın 69. maddesinin son fıkrası siyasi partilerin kapatılmasına dair hükümlerin kanunla düzenleneceğini emretmiştir. Bu kanun 2820 sayılı Kanun’dur. 1982 Anayasa’sı siyasi partilerle ilgili konularda doğrudan Anayasa hükümlerinin uygulanmasına asla izin vermemiştir. 
    8. Anayasa’nın geçici 177. maddesinin (b) bendi de Anayasa’nın 69. maddesinin son fıkrasını teyit etmiştir. 
    9. Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur. (Ön Savunma, s. 110-114) 
    10. Anayasa hukuku doktrinine göre de 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun uygulanması gerekir. (Ön Savunma, s. 115-116) 
    11. Sayın Başsavcı’nın bizatihi kendi beyan ve uygulamaları da Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddelerinin yürürlükte olduğunu teyit etmektedir. (Ön Savunma, s. 117-123) 

    Bütün bu hukuki gerekçelerde halen yürürlükte bulunan ve bu davada uygulanması gereken 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddeleri ise,

    Bir partinin eylemleriyle odak (mihrak) haline dönüştüğünden bahsedilebilmesi için,

    Ön Savunma’mızın 82-83 ve bu Savunma’mızın ise 176. sayfasında, belirtilen beş şartın hepsinin birden sübut bulması gereklidir.

    Halbuki bu davada Ön Savunma’mızın 86-88. sayfasında bu Savunma’mızın ise 175-177 ve 217. sayfalarında belirttiğimiz gibi bu beş şartın hepsinin birden sübut bulması şöyle dursun bir tanesi dahi mevcut değildir.

    Sonuç olarak 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu bakımından da Refah Partisi’ne bu isnad yapılamaz.

    5. FASIL: BATIDA DÜŞÜNCE VE ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜK-LERİ MEYANINDA VE SİYASİ PARTİLER SINIRLARI ARASINDA LAİKLİGE AYKIRILIK DİYE BİR YASAK YOKTUR. Batı’da gerek ulusal hukuk düzeyinde gerekse uluslararası anlaşmalar kapsamında, temel hak ve özgürlükleri sınırlama nedenleri açıkbir şekilde belirtilmiştir. Bu nedenle dikkatle incelendiği zaman görülür ki bunların arasında laiklige aykırılık diye bir sınırlama bir yasak yoktur. 

    Çünkü Batı’da laiklik yasalarla korunanbir prensip olmaktan çok toplumsal unsurların mücadelesinin belirlediği doğal bir ilke olarak ortaya çıkmış ve tarihsel gelişim sonucu bugünkü şeklini almıştır.

    Batı’da bugün gelinen noktada laikligin iki önemli unsuru vardır. Birincisi, klasik formülasyonu itibariyle kamusal alanla dini alanın birbirinden ayrılması, ikincisi ise bireylerin din ve vicdan özgürlüğünün korunması ve hukuki güvence altına alınmasıdır. Bu iki unsur Batı’da tarihsel gelişim sonucu artık üzerlerinde konsensüsün oluştuğu genel ilkeler halini almıştır. 

    Dahası bugün Batı’nın gündeminde hangi uygulamanın laiklige aykırı olup olmadığından ziyade din ve vicdan özgürlüğünün nasıl en iyi şekilde korunacağı hususu yer almaktadır.

    Bizde ise Batı’nın çoktan terk ettiği laiklik tartışmaları hala sürüp gitmektedir. Batı’da olduğunun aksine tanımı yapılmadan kanunda unsurları açıkca orta yere konmadan soyut bir “laiklik” kavramı ile çagdaş demokrasinin temelini teşkil eden düşünce ve örgütlenme özgürlükleri sınırlandırılmaya çalışılmaktadır. Bu tartışmaların artık gündemden çıkması ve özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda Batı’daki konsensüse Türkiye’nin de katılması gerekir.

    Sayın Prof.Dr.Erdoğan Teziç’in de bilirttiği gibi:

    “Türkiye’de halen güncelliğini koruyan konuların başında siyasal düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün yer almsı, 21. yüzyıl arifesinde hayli yarırgatıcıdır. Çünkü demokratik ve çoğulcu rejim dışında başkaca bir yönetimin, insan onurunu aşagılatıcı sayıldığı uygar toplum ölçeğinde, bu özgürlükler artık birer veri olarak kabul edilmektedir. Batılı çağdaş toplumlarda, bu konudaki tartışmaların tüketilmiş olması ölçeğin bir başka boyutudur.” (E.Teziç, “Türkiye’de Siyasal Düşütnce ve Örgütlenme Özgürlüğü”, Anayasa Yargısı, N0.7, 1990, s.31.)Batı’da birer veri olarak kabul edilen düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün mutlak olmadığı, bazı istisnai durumlar altında sınırlandırılabileceği malumdur. Ancak bu sınırlandırma nedenleri Türkiye’nin de imzaladığı ve Anayasa’nın 90. maddesi gereği iç hukukta kanun hükmünde olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde açıkca ve tahdidi olarak belirtilmiştir. Bu nedenlerin dışında hak ve özgürlükleri sınırlandırmak için sebepler ihdas edilmesi hem AIHS’nin hükünlerine hem de çağdaş çoğulcu demokrasi anlayışına aykırdır.

    İfade ve örgütlenme özgürlüklerinin hangi durumlarda sınırlandırılabileceğini görebilmek için konuyla ilgili Ön Savunmamızın I. BÖLÜM, 3. FASIL, A. kısmında (s. 56-62) yeralan açıklamalarımızın kısa bir özetini vermemiz faydalı olacaktır.

    AIHS’nin ifade özgürlügünü düzenleyen 10.Maddesi aşagıdaki gibidir:

    1. Herkes ifade özgürlügüne sahiptir. Bu hak, kanaat taşıma ve resmi makamlarca karşılamaksızın ve ülke sınırlarına bakılmaksızın bilgi ve fikirlerin alınıp yayılması özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletleri radyo, televizyon veya sinema girişimlerini izne bağlamaktan engellemez.

    2. Kullanılması ödev ve sorumluluklar içeren bu Özgürlükler, demokratik bir toplumda gerekli olan, ulusal güvenlik, toprak bütünlüğü veya kamu güvenliği, kamu düzeninin korunması veya suçun önlenmesi, genel sağlık ya da ahlakın korunması başkalarının ün ve haklarının korunması, gizli bilgilerin açıklanmasının engellenmesi ya da yargının otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla kanunla konulan kural, şart kısıtlama ve cezalara bağlanabilir. AIHS 11. Maddesi de benzer bir şekilde örgütlenme özgürlüğünü ve sınırlarını düzenlemektedir. Buna göre:

    1. Herkes menfaatlerini korumak için sendika kurma ve onlara katılma hakkı dahil, barışcıl toplanma ve örgütlenme özgürlüğüne sahiptir.

    2. Yasalarla öngörülen ve demokratik bir toplumda gerekli olan, milli güvenlik veya kamu güvenliği, düzensizliğin veya suçun önlenmesi, sağlık ve ahlakın korunması ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması nedenlerinin dışında hiçbir nedenle bu haklara sınırlama konamaz. Bu madde silahlı kuvvetler, polis ya da devlet memurlarının bu haklardan yararlanmalarına yasal kısıtlama getirilmesini engellemez. Hemen belirtmek gerekir ki Sözleşme çerçevesinde hakların korunması esas, sınırlandırılması ise kesin şartlara bağlanmış istisna niteliğindedir.

    Ön Savunmamızda da belirttiğimiz gibi Uluslararası İnsan Hakları Hukuku literatüründe otorite olarak kabul edilen Van Dijk ve Van Hool bu maddelerin ikinci paragraflarında yeralan ulusal güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak gibi sınırlandırma temellerinin dar yoruma tabi tutulması gerektiğini ısrarla vurgulamışlardır. Aksi takdirde birinci paragrafta garanti altına alınan hakkın yaşama sonucu kalmayacak sınırlandırma nedenleri geniş yorumlandıgında Sözleşme’nin öngördüğü hakların korunması “hayal” olmanın ötesine geçemeyecektir. (P.van Dijk & G.J.H. Van Hool, Theory and Practice of European Convention on Human Rights, Second Edition, (Deventer, 1990), s.583.) Ayrıca bkz. P.Sieghart, The Lawful Rights of Mankind: An Introduction to the International Legal Code of Human Rights, (Oxford, 1986), s. 81)

    Anayasa Mahkemesi Raportörü Mehmet Turhan da AİHS.nin 11. maddesinde yer alan sınırlama nedenlerinin nasıl anlaşılması geretiğini şu şekilde açıklamıştır:

    “Bir siyasi partinin kapatılması sözkonusuysa, örgütlenme hak ve özgürlüğünün AIHS’nin 11. maddesinin ikinci fıkrasında sayılan “Milli Güvenlik”, Kamu Güvenliği” ve “… başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması” gibi kısıtlama sebeplerinin sonutlaştırılması gereklidir. Milli güvenliğin korunması sebebine dayanmak için, örgütlenmenin, ülke topraklarını parçalamaya yöneldiği ve bu amaca yönelik hareketlerin bölge barışını bozma eğilimi gösterdiği veya komşu devletlerin düşmanca amaçlarına hizmet edildiği delellendirilmeli; kamu güvenliğinin korunması sebebini iler sürebilmek için ise parti örgütünün terörü desteklediği veya yönettiği, halk arasında kin ve husumet duygularını körüklediği ispat edilmelidir. Keza, başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması sebebine dayanbilmek için de, terörle örgütün (partinin) bağlantısı kanıtlanmalıdır.” (M.Turhan, Demokratik Devlet İlkesi Açısından Siyasi Partilerin Kapatılmaları ile ilgili hükümlerdeki uyumsuzluklar”, Yeni Türkiye, Sayı 10, 1996, s.422.)Ayrıca AIHS ifade özgürlüğüne ve örgütlenme özgürlüğüne getirilen sınırlamaları da sınırlamıştır. Buna göre 2. paragraflarda yeralan nedenlele haklara yapılan müdahalelerin “Yasayla öngörülmesi” (prescribed by law) ve “demokratik bir toplumda gerekli” (Necessary in a democratic society) olması gerekir.

    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AIHM) çeşitli davalarda sınırlandırma sebeplerinin nasıl yorumlanmasına ve demokratik toplumun neyi gerektirdiğine dair genel ilkeler ve açık hükümler ortaya koymuştur. AIHM Silver v. K davasında bu ilkeleri dört ana madde altında özetlemiştir:

    (a) (Demokratik toplumda) ‘gerekli’ sıfatı… ‘izin verilebilir’, ‘sıradan’, ‘faydalı’, ‘makul’, ya da ‘arzu edilir’ gibi ifadelerin esnekliğine sahip değildir.

    (b) Taraf Devletler sınırlamaları uygulama bakımından mutlak olmayan bir takdir yetkisine sahip olmakla birlikte, bu sınırlamaların Sözleşmeye uygunluğu noktasında son söz (Avrupa İnsan Hakları) Mahkemesi(si)nindir.

    (c) ‘Demokratik bir toplumda gerekli’ ifadesi, (haklara yönelik) müdahalenin ‘acil bir sosyal gereksinimi”‘ karşılaması ve “meşru amacını aşmaması’ demektir.

    (d) Garanti altına alınan hakkı sınırlandırmaya yönelik istisnaları içeren Sözleşme ifadeleri dar yorumlanmalıdır. (Silver v.United Kingdom davası, 25 Mart 1983, Series A, No.61; (1983), 5 EHRR 347, para.97.) Parti kapatma davalarında AIHS’ın 10. maddesiyle korunan ifade özgürlüğü de önemli bir yer işgal etmektedir. Handyside davasında ve daha sonraki davalarda AIHM bu konudaki görüşlerini net bir şekilde ortaya koymuştur. AIHM’nin Handyside davasında çizdiği ‘demokratik toplum’ resmi daha sonra ifade özgürlüğü ile ilgili hemen her davada tekrar edilmiştir. AIHM düşünceyi açıklama özgürlüğünü çağdaş demokrasinin temel unsuru olarak kabul etmekte ve bu özgürlüğe yönelik sınırlamalara karşı özel bir hassasiyet göstermektedir. Handyside v. UK’de AIHM ‘ifade özgürlüğü’ ve “demokratik toplum’ arasındaki ilişkiyi şu şekilde ifade etmiştir:

    İfade özgürlüğü demokratik toplumun hayati temellerinden biri olup, bu toplumun ilerlemesi ve her insanın gelişmesi için gerekli temel şartlardandır. O (ifade özgürlüğü) sadece ‘lehte’, ‘gücendirmeyen’ veya ‘tarafsız’ ‘bilgi’ ve ‘düşünceler’ için değil aynı zamanda devleti veya belli bir toplum kesimini gücendiren, şok eden veya rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerlidir. Bütün bunlar ‘demokratik toplum’un vazgeçilmez unsurları olan çağulculuk, hoşgörü ve müsamahanın (geniş görüşlülüğün) gerekleridir. (Handyside v.United Kingdom, 7.12.1976, Series A, No.24; /1979-80) 1 EHRR 737, para. 49. Ayrıca bkz. Sunday Times (The) v.United Kingdom, (1979-80) 2 EHRR 245, ara. 65, Lingens v. Austria, (1986) 8 EHRR 407, para. 41, Castells v. Spain, (1992), 14 EHRR 445, para. 42, Thorgeirson v.Iceland, (1992) 14 EHRR 843, para. 63, Prager and Oberlich v. Austria, (1995), 21 EHRR 1, para.38, IVogt v. Germany, (1996), 21 EHRR 205, para.52.) Görülüyor ki AIHM ifade özgürlüğünün sadece resmi söylemce onaylanmış, ‘sakıncasız’ düşünceler için değil, statükoyu eleştiren hatta siyasal sistemi ‘rahatsız’ edebilecek ‘aykırı’ fikirler için de geçerli olduğunu kararında açıkça belirtmiştir. Düşünce ve ifade özgürlüğünün spektrumunun bu kadar geniş olması, demokratik toplumun “olmazsa olmaz” şartı olan pluralizm ve tolerans gibi değerleri yaşatmak için kaçınılmazdır.

    Esasında 1982 Anayasası da temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında genel prensip olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kullandığı modeli benimsemiştir. Anayasa’nın 13. maddesi açık bir şekilde temel haklara yönelik kısıtlamaların ‘demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamıyacağı’nı belirtmektedir.

    Uygulamada Anayasa Mahkemesi, bu önemli kriteri 1961 Anayasası’nda mevcut olan ‘hakların özü’ kavramı ile birlikte kullanarak bir anlamda temel hakları çifte güvenceye almak istemiştir. Yüksek Mahkemenin 1986 tarihli bir kararında bu konuya yaklaşı şu şekilde belirtilmiştir:

    ‘Klasik demokrasiler temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Kişinin sahip olduğu dokunulmaz, vazgeçilmez, devredilmez, temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulup tümüyle kullanılamaz hale getiren kısıtlamalar, demokratik toplum düzeni gerekleriyle uyum içinde sayılamaz. Özgürlükçü olmak yanında, hukuk devleti olmak ve kişiyi ön planda tutmak da aynı rejimin öğele-rindendir… Bu anlayış içinde özgürlüklerin yalnızca ne ölçüde kısıtlandığı değil, kısıtlamanın koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları, hep demokratik toplum düzeni kavramı içerisinde değerlendirilmelidir. Özgürlükler, ancar; istisnai olarak ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilirler. Demokratik hukuk devletinde, güdülen amaç ne olursa olsun, özgürlük kısıtlamalarının bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını ortadan kaldıracak düzeye vardırmamasıdır’ (E.1985/8, K.1986/27, 26.11.1986, AMKD, Sayı:22, ss.365-366)Yüksek Mahkeme’nin bu içtihadından da anlaşılacağı gibi demokratik toplumlarda temel hak ve özgürlüklere yönelik kısıtlamalar istisnai olmak durumundadır.

    Hakların sınırlandırılması konusunda bu çağdaş noktayı yakalayabilmek maksadıyla iç hukukumuzda da birçok olumlu değişikler yapılmıştır. Bu bağlamda, ‘bize has’ sınırlamalardan laikliğe aykırılık yasağı, düşünce özgürlüğünü kısıtlayan diğer Ceza Kanunu hükümleriyle birlikte 1991 yılında kaldırılmıştır. TBMM’nin bu kararı Fikir ve İnanç Özgürlüğü bakımından Türk hukuk sisteminin demokratikleşmesi, çağdaş ve evrensel düzeye ulaşması yolunda atılmış çok önemli bir adım olarak tarihe geçmiştir. TCK 163. maddenin kaldırılması gerçekten laikliğe aykırılık yasağına yabancı olan çağdaş demokrasi dünyasına bizi daha da yaklaştırmıştır. Doç. Dr. Sami Selçuk bu konuda şöyle diyor:

    ‘T.C. Yasasının 163. maddesinin, 141. ve 142. maddelerle birlikte kaldırılması yerinde olmuştur. Bu bir “fesat planı” değildir. Demokratik olmayan yöntemleri kullanarak çirkinleşmiş devletin güzelleşmesidir; tuzaktan ve çürütülüşten kurtulmasıdır. Bir arada yaşamaya ve çok sisliliğe doğru atılmış sağlıklı bir adımdır. Bu görüşü ve böyle bir demokrasiyi savunanları kınamak, çağdaş demokrasiyi hiç anlamamaktır. Çünkü o demokraside hiçbir “düşünce, inanç vekanı kınanamaz” (Anayasa md.25/2). Kaldı ki bu tavır, laikliği savunacağım derken, laikleştirmeciliğe sapan, bir laiklik ihlalidir’ (S. Selçik, Laiklik: Sivil Toplum-Homo Democraticus, (İstanbul, 1994), s.34) Dünyanın bugün ulaştığı noktada otoriter ve dayatmacı anlayışlar geçerliliğini yitirmişlerdir. Ülkemiz de Yasamanın yanında Yüksek Mahkemelerimizin vereceği kararlarla sonunda çağdaş ve evrensel demokrasiyi yaşama imkanına kavuşacaktır.

    6. FASIL: 1995 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNDEN SONRA BU DAVA-DA 2820 SAYILI SİYASİ PARTİLER KANUNU’NUN 101/b MADDESİNİN PARTİ TÜZEL KİŞİLİĞİ ADINA KARAR ALMAYA YETKİLİ KURULLARIN DIŞINDAKİ HÜKÜMLERİ UYGULANAMAZ. Gerek Ön Savunma’mızda gerekse bu Savunma’mızın ilgili bölümlerde hukuki mesnetleriyle açıkladığımız gibi,

    Bu davada,

    Parti Genel Başkanı, Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Genel Sekreteri hakkında ileri sürülen,

    • Sübut bulmamış, 
    • Hepsi 1995’den önceki yıllara ait, 
    • Bantlar delil olamayacağı için asılları belli olmayan, 
    • Anayasa’nın 83. maddesindeki sorumsuzluk ve dokunulmazlık güvencelerinden dolayı esasen hiçbir davaya konu yapılması mümkün olmayan, 
    • İzafe edilen metinlerde dahi laikliğe aykırılığın hiçbir unsuru bulunmayan, 
    • Dolayısıyla hukuken delil olma vasfı taşımayan, 

    Birkaç sözün, herhangi bir davaya mesned yapılamayacakları delilleriyle açıklanmıştır.

    Buna rağmen biz, sırf savunma görevimizi tam olarak yerine getirme açısından Savunma’mızın bu noktasında aşağıdaki hukuki gerçeği ortaya koymakta yarar görüyoruz:

    “1995 Anayasa değişikliğinden sonra bu davada 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/b maddesinin parti tüzel kişiliğini adına karar almaya yetkili kurulların dışındaki hükümleri uygulanamaz”.

    Çünkü, bu Savunma’mızın III. Bölüm, 1. Kısımda (sayfa 197) belirttiğimiz gibi,

    Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olabilmesi için Anayasa’mızda 1995 yılında yapılan değişiklikler sırasında siyasi partiler lehine de önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerin amacı siyasi partiler hakkında en çağdaş normların Türkiye’de yürürlüğe konmasını sağlamaktır.

    1995 Anayasa değişikliği ile çağdaş gelişmelere paralel olarak Türkiye’mizde siyasi partilerin kapatılmaması ana prensibine doğru gidilmiş: 1982 Anayasası ve 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun, önceden kabul edilen pekçok kapatma sebebi bu değişiklikle ortadan kaldırılmıştır.

    Bu amaçla 1995’de, Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinde yapılan değişiklerle siyasi partilerin kapatılması sebepleri tadadî ve tahdidi (numerus clausus) olarak belirtilmiştir.

    Bundan önceki bölümlerde de mükerreren belirttiğimiz gibi,

    Sadece üç sebebe inhisar ettirilmiş ve bu sebeplerden birisi olarak da:

    “Bir SİYASİ PARTİNİN EYLEMLERİYLE Anayasa’nın 68/4 maddesinde belirtilen fiillerin işlendiği bir ODAK HALİNE GELDİĞİ”nin sübut bulması hali,

    kabul edilmiştir.

    Bu açık, kesin ve net bağlayıcı Anayasa hükmünden dolayı artık kanunkoyucunun kapatma sebeplerini bu üç sebebin dışına taşırma, genişletme yetkisi yoktur.

    Yukardaki III. Bölüm A-2’de (s. 203-204) hukuki mesnedle- riyle açıkladığımız gibi 1995 Anayasa değişikliği ile artık,

    Yetkili kurullarınca benimsendiği sübut bulmadıkça,

    Tek başına,

    • Ne parti üyelerinin beyan ve eylemleriyle, 
    • Ne Genel Başkan, 
    • Ne Parti Genel Başkan Yardımcısı, 
    • Ne Genel Sekreter, 
    • Ne de partinin taşra teşkilatının beyan ve eylemleriyle 

    Partilerin kapatılması mümkün değildir.

    Bu gerçeği bu Savunma’mızın Sayfa: 201-212’da

    • Bizzat Anayasa metni, 
    • Anayasa değişikliği müzakerelerindeki komisyon raporu, 
    • Anayasa değişikliği TBMM’nin müzakereleri sırasındaki komisyon sözcüsünün açıklamaları, 
    • Odak hali olma hakkında iç hukukumuz ve anlaşmalarla bağlı olduğumuz ve kanunun müzakereleri esnasında kendisine atıf yapılan Batı hukukundaki temel esaslara dayanarak, 

    isbat etmiştik.

    Ve belirtmiştik ki,

    Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinde yer alan “parti eylemi“nin hukuki anlamı parti tüzel kişiliği adına karar alma yetkisine sahip olan MKYK, Büyük Kongre ve Parti Meclis Grubu’nun kararları ve bu kararlara dayanılarak kurulların iştirakleriyle yapılan eylemler demektir.

    Bundan dolayı parti üyelerinin “genel başkanın, genel başkan yardımcısının, genel sekreterin, taşra teşkilatlarının beyanları “PARTİ EYLEMİ” sayılamaz.

    İşte bu hukuki gerçeklerden dolayı 1995 Anayasa değişikliğinden sonra bu davada 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/b maddesinin, parti tüzel kişiliği adına karar almaya yetkili kurulların dışındakilerle ilgili hükümleri uygulanamaz.

    Bu gerçeği aşağıdaki hukuki deliller açıkca isbatlamaktadır:

    1. Anayasa’da 1995 yılında yapılan değişiklikten sonra Anayasa’nın 69. maddesi ile siyasi partilerin kapatılmalarının ancak üç sebepten dolayı olabileceği, bunun dışında hangi sebeple olursa olsun parti kapatılmasının mümkün olmadığı bağlaycıcı hükmü yer almıştır.

    Anayasa 1995 değişikliği ile parti kapatma sebeplerini tahdidi (Numerus Clausus) olarak üç noktada toplamıştır. Kanun koyucunun bunları genişletme yetkisi yoktur. 

    Yukarıdaki III. Bölüm, 1. Kısım, Sayfa 201’de Anayasa’da 1995 yılında yapılan değişikliklerin ana maksadının çağdaş gelişmelere paralel olarak özgürlükleri genişleten ve parti kapatılmasının sebeplerini asgari noktaya indirme gayesine uyum maksadının olduğunu belirtmiştik.

    Yapılan değişikliğin gayesine uygun olarak, bu değişiklikle 69. maddede bir parti kapatılmasının bilinen diğer iki sebebin dışında bir üçüncü sebep olarak,

    Partinin eylemleri yoluyla bir “odak haline gelmesi” hali sayılmıştır.

    Anayasa’nın 69. maddesinde belirtilen bu üç şart tahdidi ve tadadi bir şekilde belirtilmiştir. Bu açık kesin ve net bağlayıcı Anayasa hükmünden dolayı artık bu üç sebebin dışında hiçbir başka sebep, kapatma sebebi olarak ihdas veya kabul edilemez.

    2. Diğer yandan ve yine yukarıda III. Bölüm A-2’de gerek bizzat Anayasa metnine, gerek Anayasa Komisyonu raporuna ve gerekse Anayasa Komisyonu’nun TBMM müzakereleri esnasında Komisyon Sözcüsünün yaptığı açıklamalara dayanarak odak olma fiilinin vazgeçilmez unsurunun; parti tüzel kişiliğinin yasadışı eylemi benimsemesi, karar ve eylemlerin parti tüzel kişiliğinin eylemleri olması şartı olduğunu hukuki delilleriyle açıkca ortaya koymuştuk.

    3. Siyasi Partiler Kanunu’nun 15. maddesi genel başkanın görev ve yetkilerini belirtmiş ve bu yetkileri aşağıdaki şekilde sınırlandırmıştır:

    “Partiyi temsil yetkisi genel başkana aittir. Kanunlardaki özel hükümler saklı kalmak kaydı ile parti adına dava açma ve davada husumet yetkisi, genel başkana veya ona izafeten bu yetkileri kullanmak üzere parti tüzüğünün göstereceği parti mercilerine aittir.” Bu kanuni hükümden açıkca görüldüğü gibi Genel Başkan’ın tek başına partiyi ilzam edecek bir karar alma yetkisi yoktur.

    Ve yine Siyasi Partiler Kanunu’nun 16. maddesi de parti adına karar almak, eylem düzenlemek ve partiyi ilzam etmek yetkisinin Partinin Merkez Karar ve Yürütme Kurulu’na (MKYK) ait olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. 

    Siyasi Partiler Kanunu’nun 16. maddesi:

    “Siyasi partilerin merkez karar, yönetim ve icra organları parti tüzüğünde belirtilen isim, şekil ve sayıda kurulur. Büyük kongrece seçilecek merkez organlarının herbirinin üye sayısı 15’den az olamaz.

    Bu organlar iki büyük kongre arasında, parti tüzük ve programına ve büyük kongre kararlarına uymak şartıyla, partiyi ilgilendiren hususlarda karar almak ve alınan kararları uygulamak yetkisine sahiptirler.

    Merkez karar organı, zorunlu sebepler dolayısıyla büyük kongrenin toplanamadığı hallerde, partinin hukuki varlığına son verilmesi ve tüzük ve programının değiştirilmesi dışındaki bütün kararları alabilir.”

    “Parti işlerini düzenleyen parti iç yönetmelikleri merkez karar organı tarafından yapılır.”

    4- 1982 yılında Danışma Meclisi’nde Anayasa’nın 68. maddesi müzakere olunurken Komisyon Sözcüsü Sayın Tevfik Fikret ALPASLAN aşağıdaki açıklamayı yapmıştır.:

    “Siyasi Partiler kendi iç ilişkilerinde parti içi demokrasiye uymak zorundadırlar” Hakikaten bu lüzumlu bir madde, ve Alman Anayasası madde 21’de de mevcut.”Gerek bu açıklamadan gerekse Anayasa ve Siyasi Parti Kanunu’nun ilgili maddelerinin ruh ve lafzının gösterdiği gibi siyasi partiler iç yapılarında demokratik esaslara uygun hareket etmek mecburiyetindedirler. 

    Bu temel esasa göre bir partinin en yetkili kurulu “Parti Büyük Kongresi” dir. MKYK, Büyük Kongrenin kararlarına uygun olarak çalışır ve partiyi büyük kongre adına ilzam eder.

    Genel başkan ise MKYK’nın aldığı kararları uygular ve Siyasi Partiler Kanunu’nun 15. maddesi dışında kalan konularda parti tüzel kişiliğini tek başına ilzam edemez, parti adına karar alamaz.

    Zira çağdaş demokrasilerde iç denetim gereği olarak da organlar hiyerarşisi esastır. Burada bağlayıcılık yukardan aşağıyadır. Yani genel başkanın fiil ve beyanlarının MKYK veya Büyük Kongreyi bağlaması düşünülemez.

    5. Esasen bu söylediğimiz gerçeği, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 103. maddesi de açıkca göstermektedir:

    Nitekim 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun, bir siyasi partinin odak olmasının şartlarını tanzim eden 103. maddesinin 2. fıkrasında açıkca aşağıdaki hüküm yer almıştır:

    “Bir siyasi partinin yukarıdaki fıkrada yazılı fiillerin mihrakı haline geldiği, 101. maddenin (d) bendinin uygulanması sonucunda bu fiillerin o partinin üyelerince kesif bir şekilde işlenmiş olduğunun ve bu fiillerin kesif olarak işlenmesinin o partinin BÜYÜK KONGRE, MERKEZ KARAR VE YÖNETİM KURULU veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki GRUP GENEL KURULU yahut bu GRUBUN YÖNETİM KURULUnca zımnen veya sarahaten benimsendiğinin sübuta ermesiyle olur.”Görülüyor ki, bir partinin odak olabilmesi için parti tüzel kişiliğinin yasa dışı fiilleri tekabbül etmesi şarttır. Partinin tüzel kişiliğinin bir eylemi tekabbül etmiş olması için ise parti tüzel kişiliğini ilzam yetkisine ait kurulların o eylem benimsemesi şarttır. Bu kurullar ise bu konuyu tanzim eden Siyasi Partiler Kanunu’nun 103. maddesinin yukarıdaki fıkrasından açıkca görüldüğü gibi sadece “Parti Büyük Kongresi”, “Parti Merkez Karar ve Yürütme Kurulu” “Parti Meclis Grubu ve Yönetim Kurulu”ndan ibarettir. 

    6. Yine 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d-1’de fıkrasında aşağıdaki hüküm yer almaktadır:

    “(b) bendinde sayılanlar dışında kalan parti organı, mercii veya kurulu tarafından bu Kanun’un 4. kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten başlayarak iki yıl geçmemiş ise, Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu organ, merci veya kurulun işten el çektirilmesini yazı ile o partiden ister. Parti üyeleri 4. kısımda yer alan maddeler hükümlerine aykırı fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise, Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister.”Bu madde de görüldüğü gibi 103. maddeye paralel olarak parti tüzel kişiliğini ancak partinin, organ mercii veya kurullarına işten el çektirme veya partiden ihraç yetkisine haiz kurullar ilzam edebilirler.

    Bunlarda partinin MKYK ve haysiyet divanıdır. Genel başkanın tek başına ne fesih ne de ihraç yetkisi yoktur.

    Ve yine bu madde de görülen bir diğer husus da odur ki parti tüzel kişiliği adına herhangi bir eylemi tekabbül yetkisi MKYK’undadır. Genel başkanın tek başına tekabbül yetkisi yoktur.

    7. Bu hukuki gerekçelerin de bir kere daha ortaya koydukları gibi, 

    Parti genel başkanının, genel başkan yardımcılarının ve genel sekreterin parti tüzel kişiliğini ilzam ve parti adına karar alma yetkileri yoktur. Bunların beyan ve eylemleri parti tüzel kişiliğini bağlamaz. 

    Çünkü, herhangi bir organın yasak bir fiili zımnen veya sarahaten benimsemesi tüzel kişiliği ilzam edemiyorsa; o organın beyan ve eylemlerinin tüzel kişiliği ilzamı söz konusu olamaz.

    8. Anayasa’da 1995 değişiklikleri yapılmadan önce ve siyasi partilerin odak olması dışında 101/b-1’e ve 101/c’ye göre genel başkanın, genel başkan yardımcısının, genel sekreterin, radyo konuşmacısının ve bir partinin taşra organlarının beyan ve eylemlerinden dolayı da siyasi partilerin kapatılabilmesi mümkün idi.

    Ancak 1995 Anayasa değişiklikleriyle siyasi partilerin kapatılabilmesi sadece odak olma haline inhisar ettirildiği için, bu değişikliklerden sonra artık hangi yetkiye sahip olursa olsun ve kim olursa olsun münferit şahısların ve taşra organlarının beyan ve eylemleriyle partilerin kapatılabilme imkanına son verilmiştir. 

    Bu sebepten dolayı şahısların beyan ve eylemleri, bunlar kim olursa olsun ister parti genel başkanı, ister genel başkan yardımcıları, ister genel sekreter olsun bunların beyan ve eylemleri sadece partili bir üyenin beyan ve eylemleri hükmündedir.

    9. Hukukun temel kuralları bakımından da 1995 Anayasa değişikliklerinden sonra 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/b maddesindeki sadece genel başkan, genel başkan yardımcısı gibi görevlilerin beyan ve eylemlerinden dolayı artık parti kapatılması mümkün değildir. 

    Yukarıda açıkladığımız sebepler Anayasa’nın 1995 değişikliğinden sonra artık 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/b maddesinin uygulama alanının daraldığını, bu maddede yer alan genel başkan ve sair yetkililerin beyan ve eylemleriyle siyasi partilerin kapatılmasının mümkün olmadığını gösterdiği gibi hukukun temel kuralları olarak aşağıdaki sebepler de aynı gerçeği teyid etmektedir.

    1. Şöyle ki; 
    1. Anayasa’nın 69. maddesinde her ne kadar odak olmanın unsurları, şartları gösterilmemiş, bu hususların kanunla düzenlenmesi emredilmiş ise de yani bu Anayasa maddesi bu yönden uygulama bakımından açık ve net değil ise de aynı madde partilerin kapanma sebeplerini tadat ve tahdit bakımından uygulamada hiçbir şekilde tereddüt bırakmayacak şekilde açık ve nettir. Açık ve net, uygulanabilir, bağlayıcı bir Anayasa hükümünün uygulanmasından sarfınazar edilemez.
    2. Bir kanun hükmü ile bir Anayasa hükmü çatıştığında bunlar eşit güçde sayılsalar dahi hukukun temel prensipleri gereğince sanığın lehinde olan uygulanır. 
    3. Ve yine bir Anayasa ve kanun hükmü eşit güçte sayılsalar bile hukukun temel kurallarına göre “hürriyetleri genişleten” hüküm uygulanır. 
    4. Yine bir kanunla bir Anayasa hükmü eşit güçte sayılsalar bile sonradan çıkan kanun yani bu halde Anayasa hükmünün uygulanması gerekir
    5. Yine böyle bir durumda iç hukukumuzun ayrılmaz bir parçası haline gelen uluslararası taahhütlerle bağlı olduğumuz AİHS’ne hangi kanun daha uygunsa onun uygulanması gerekir

    Burada bir hususu Yüksek Mahkeme’nin dikkatlerine özellikle arz etmek istiyoruz.

    İddianame’de ve Esas Hakkındaki Görüş’te Sayın Başsavcı 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu 101/d ve 103. Maddeleri-nin dikkate alınmamasını ve 69. maddenin uygulamasının kanunla düzenleneceğine dair Anayasa hükmünün ihmal edilmesini ileri sürerken, yukarıda saydığımız hukukun temel kurallarının hepsinin tersine işletilmesi talebinde bulunduğu için taleplerinin hukuken kabulüne imkan yoktur.

    Hukukun yukarıda saydığımız temel kurallarının açıkca ortaya koyduğu sonuç karşısında savunmamızın kabülünde hukuki zaruret vardır.

    V. BÖLÜM

    SON AÇIKLAMALAR

    V. BÖLÜM: SON AÇIKLAMALARBuraya kadar yaptığımız açıklamalarımızla son yazılı savunmamızı tamamlamış bulunuyoruz.

    Altı bölüm halinde arz ettiğimiz bu Savunma’mızda davanın geneli hakkındaki açıklamalarımız, usul ve esas hakkındaki cevaplarımız yer almıştır.

    Birinci Bölümde;

    “Refah Partisi’nin Gerçek mahiyeti” ayrıntılarıyla özetlenmiş, Refah Partisi’nin “dini veya felsefi bir ekol” olmadığı, Sayın Başsavcı’nın “Esas Hakkındaki Görüş”ünde anlatmaya çalıştığı, hayal mahsulü “Bir İslami görüş modeli” ile Refah Partisi’nin bir ilgisi bulunmadığı, siyasi bir kuruluş olan Refah Partisi’nin gayesinin Türkiye Cumhuriyeti’ni yüceltmek, muasır medeniyetin üstüne çıkarmak, demokratik, laik, insan haklarına saygılı, özgür bir hukuk devleti olarak güçlü ve müreffeh Türkiye’yi kurmak ve Türk halkına mutluluk sağlamak olduğu resmi belgelerle isbat edilmiştir.

    Ayrıca Refah Partisi’nin gerek yerel yönetimlerde gerekse 54. Hükümet döneminde milletin her sahada tevecühünü kazanan başarılı hizmetler sergilediği bu nedenle birinci parti olduğuna işaret edilmiş; bütün milletimizin ve tüm dünyanın tanıdığı gerçekler karşısında Refah Partisi’ne Yargıtay Başsavcılığı’nın, partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği şeklindeki iddiasının mesnetsiz kaldığı isbat edilmiştir.

    Yine bu bölümde; hal böyleyken gerçekle ve hukukla ilgisi bulunmayan bu davanın açılabilmesinin asıl sebebinin ise, “Refah Partisi’nin sömürüye izin vermeyen ekonomik politikasından rahatsız olan bir kısım rantiyeci kesimin” ve onların kontrolündeki “tekelci medyanın” yoğun tahriklerinin olduğu belirtilmiştir.

    İkinci Bölümde;

    “İddianame” ve “Esas Hakkında Görüş”te yer alan görüşlerin “iç hukukumuzun bir parçası” olan uluslararası anlaşmalara, ezcümle AİHS’ne ters düştüğü, çağdaş demokratik ülkelerde 50 yıldır mahkeme kararıyla hiçbir partinin kapatılmadığı, milli hukukumuzdaki gelişmelerin de çağdaş gelişmelere paralel olduğu,

    Çağdaş hukukta terörle ve terörist kuruluşlarla ilgisi olmadıkça hiçbir partinin kapatılmasına imkân olmadığı,

    Yüksek Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, bütün yüksek yargı organlarımızın AİHS’nin ve diğer uluslararası anlaşmaların hükümlerini yargı kararlarında uygulamaya başladıkları, mesnetleriyle ve emsal kararlarıyla gösterilmiştir.

    Üçüncü Bölümde;

    Davanın “USUL BAKIMINDAN REDDİNİ” gerektiren sebep-ler üzerinde durulmuş, bu meyanda:

    • Usule ait hükümlerin uygulanmasının Anayasa Mahkemesi’nce “yargılamanın güvencesi” sayıldığı, 
    • Cumhuriyet Başsavcılığının; 2820 sayılı SPK’nun 103. maddesinin Anayasa’nın değişik 69. maddesine aykırı olduğuna dair iddiasının yersiz olduğu, 
    • Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinin doğrudan uygulanmasının, yine Anayasa’nın 68. maddesiyle 69/son fıkrası ve 177/b hükümleri karşısında mümkün olmadığı, 
    • Hem İddianame’de ve hem de Esas Hakkındaki Görüş’te uygulanacak kanun maddelerinin gösterilmemiş olması dolayısıyla bu davanın öncelikle usul bakımından reddedilmesi gerektiği; 
    • SPK’nun 103 ve 101-d maddelerindeki usulün, davanın açılması için öngördüğü şartlara uyulmadan, bu madde-lerde ön görülen ihtar mekanizması işletilmeden; diğer bir ifade ile bir parti üyesinin yasaya aykırı eyleminden dolayı ait olduğu mahkemede hüküm giymesinden sonra veya bir parti örgütünün yasağa aykırı eylemi tesbit olun-duktan sonra otuz gün içinde; üyenin partiden ihracı veya örgütün feshedilmesi istenilmeden ve partinin bu isteklere rağmen gereğini yapmaktan imtina ettiği, böylecede eylemleri benimsediği sabit olmadan açılan bu davanın, sadece bu sebeplerle bile öncelikle usul bakımından reddedilmesi gerektiği, 
    • Parti tüzel kişiliğince benimsendiği sabit olmadan örgütlerin ve üyelerin eylemlerinden dolayı bir partinin kapatılamayacağı, 
    • 2820 sayılı SPK’nun, Anayasa’nın geçici 15. maddesinin güvencesi altında olduğu için, Anayasaya aykırılığının iddia edilemeyeceği, 
    • Ceza ve ceza yerine geçecek güvenlik tedbirlerinin ancak kanunla konulabileceği (Anayasa madde 38/III.), 
    • Bu davanın açılabilmesi için 2820 sayılı SPK’nun 101/d ve 103 maddelerinin öngördüğü 5 şartın gerçekleşmediği, 
    • Bundan dolayı bu davanın öncelikle usül yönünden reddi gerekir. 
    • Anayasa’nın 68 ve 69. maddeleri doğrudan uygulansa bile partinin kapatılamayacağı, 

    zira;

    1. Bu maddelerin kapatma sebebi olarak sadece “parti eylemi”nden söz ettiği, oysa ki isnadın muhtevasında yasağa aykırı hiçbir parti eylemi ve kararı ortaya konamadığı, 
    2. Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinde 1995 senesinde yapılan değişikliklerle partiler için daha fazla özgürlük getirilmek istendiği, Başsavcı tarafından 103. maddenin mülga sayılmak istenmesinin bu amaca ters düştüğü, 
    3. TCK’nun 163. maddesinin kaldırılmasının ülkemizi insan haklarının evrensel normlarına yaklaştıran bir yasama tasarrufu olduğu 
    4. 1995 Anayasa değişikliğinden sonra bir siyasi partinin ancak; 
      1. Tüzük ve programının Anayasa’nın 68/IV. maddesi hükümlerine aykırı olması, 
      2. Yabancı kaynaklardan mali yardım alması, 
      3. Partinin eylemleri ile Anayasa’nın 68/IV. maddesi hükümlerine “aykırı eylemlerin işlendiği bir odak” haline gelmesine dair hallerinin sübut bulması sebebiyle kapatılabileceği, bu 3 sebep dışında kapatılmasının Anayasa’ya ve AİHS’ne aykırı olacağı; 
    1. Çağdaş batı hukuku ile milli hukumuzda (SPK’nda, Dernekler Kanunu’nda Anayasa Mahkemesi kararlarında) odak olmanın unsurlarının ve şartlarının belirtildiği ve bunun dışındaki yorumların kabule şayan olmadığı, 

    hususları mesnetleriyle ve ayrıntıları ile açıklanmış hem 2820 Siyasi Partiler Kanunu’nun hem de Anayasa’nın 69. maddesinin gerektirdiği ön şartları yerine getirilmeden açıldığı için bu davanın öncelikle usul bakımından reddi istenilmiştir. 

    Bu layihamızın IV. Bölümü ile müteakip bölümlerinde ise Esas Hakkındaki Savunmalarımız yer almıştır. Şöyle ki:

    Dördüncü Bölümde;

    • “Suçlar, cezalar ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla belirlenir” prensibine aykırı olarak davanın Anayasa hükümlerine dayandırılmak istenmesinin hukuken mümkün olmadığı, 
    • Refah Partisi’nin temel görüşleri temel politikaları ve icraatlarının yapılan mahalli ve genel seçimlerde milletin oyuyla onaylanarak, yüce milletimiz tarafından genel kabul gördüğü, 
    • Bu temel politika ve görüşlerin hükûmet ortağı olarak aynı şekilde millet adına karar alma yetkisine sahip olan TBMM’den en az 12 defa güvenoyu almak suretiyle defalarca onaylandığı, 
    • TBMM’nin gensoru oylamasıyla varit olmadığına kesin karar verdiği bir iddianın yeniden yargı konusu yapılamıyacağı cihetle bu davanın reddinin gerektiği, 
    • Bu gerçekler karşısında Refah Partisi eylemlerinin yasa dışı sayılmasının mümkün olmadığı, 
    • Refah Partisi’nin gerek tüzük ve proğramında yer alan ve gerekse Genel Başkan’ın ve diğer yetkililerinin beyanlarında ifade edilen ve ayrıca Refah Partisi’nin kurduğu 54. Hükümetin protokol ve proğramında yazılı olan ve Meclis’in tasvibine mazhar olan laiklik görüşünün, kanunlara ve Anayasa ilkelerine uygun olduğu, 
    • Bundan başka gerek merkezi hükümetin icraatında ve gerekse yerel yönetimlerin uygulamalarında Refah Partisi’nin laikliğe aykırı bir karar ve eyleminin kesinlikle mevcut olmadığı, 
    • Bilakis diğer dinlere mensup azınlıklara karşı insan haklarına ve laikliğe uygun bir tatbikatın yapıldığının teşekkür belgeleriyle sabit olduğu, 
    • Anayasal birer kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü ve Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi organların işleyişi, hizmetlerinin yeterli olup olmadığı, bütçelerinin düzenlenmesi gibi konularda her partinin görüş açıklama hakkı olduğu kadar Refah Partisi’nin de hakkı olmasının doğal sayılması gerektiği, 
    • Bu sebepten, laiklik dahil bu fiillerin yasağa aykırı olup olmadığının tesbit edilebilmesi için kanuni suç unsurlarının tesbit edilmesinin gerektiği; 
    • Bu davada Refah Partisi’ne ve şahıslara yapılan isnatlarda laikliğe aykırılık fiilinin kanuni unsurlarının mevcut olmadığı, 
    • Zira ortada hem suçun mânevi unsuru olan lâikliği ihlal kastının ve hem de suçun maddi ve hukuki unsurlarının bulunmadığı, 
    • İsnatlar olarak ileri sürülen çok hukukluluk ve 8 yıllık kesintisiz eğitim hakkındaki Milli Güvenlik Kurulu kararını eleştirme konularının laikliği ihlal fiilinin unsurlarını taşımadığı cihetle bunların laikliğe aykırılığından söz edilemiyeceği, 
    • Bu davada İddianame’de ve Esas Hakkındaki Görüş’te ileri sürülen isnatlarla parti tüzel kişiliği arasında “illiyet bağı” bulunmadığı, 
    • Parti’den kesin olarak ihraç edilen kişiler hakkındaki isnatların, hem parti tüzel kişiliğinin eylemi olmadığı, hem sübut bulmadığı ve hem de partiden ihraç edilmiş oldukları için Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d. maddesi gereğince davaya mesnet yapılmasının kanunen mümkün olmadığı, 
    • Parti’nin laikliğe aykırı fiillerin işlendiği bir odak haline gelebilmesi için, gerek 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddelerinde sayılan 5 unsurun ve gerekse Anayasa’nın 69. maddesinin öngördüğü 5 unsurdan hiçbirisinin gerçekleşmediği, 
    • 1995 yılı Anayasa değişikliklerinden sonra siyasi partilerin ancak üç sebepten biri ile kapatılmalarının söz konusu olabileceği bu sebeplerden birisinin ise “siyasi partinin eylemleriyle yasadışı eylemlerin odağı olması” hali olduğu Anayasa’da açıkça belirtildiği yine 1995 Anayasa değişiklikleriyle, 
    • İlgili bölümlerde hukuki mesnetleriyle açıkladığımız gibi tüzel kişiliğini ilzam eden yetkili kurullarca benimsendiği sübut bulmadıkça üyelerin ve taşra organlarının eylemlerinin parti kapatma sebebi olamıyacağı esası getirildiği. 
    • Yine ilgili bölümlerde hukuki mesnedleriyle açık bir şekilde belirttiğimiz gibi Sayın Başsavcı’nın hukuken kabulü mümkün olmayan 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddelerini mülga sayarak Anayasa’nın 69. maddesinin doğrudan uygulanması hali bir an için farzı muhal olarak düşünülürse böyle bir durumda Anayasa’nın pekçok temel esası yok farz edilip çiğnendiği gibi hukuken kabulü asla mümkün olmayan sonuçlara da kapı açılmış olacağı. 
    • Zira böyle bir davranış Anayasa’nın 15/son, 36/I., 38/IV., 38/VI., 83, 100, 148, 149 ve 10. maddelerinin yok sayılması ve ihlali neticesini doğuracağı için Sayın Başsavcı’nın iddiasının kabulüne imkan bulunmadığı, 
    • Parti kapatma davalarında şahıslar değil, parti tüzel kişiliği yargılanmakta olduğu için. Davada taraf olmayan, tabii hakim önünde yargılanıp fiilleri sübut bulmayan ve Anayasa’nın 83. ve 100. maddelerinin güvencesi altında bulunan kimseler hakkında dolaylı yoldan gidilerek Anayasa’nın 84/V. maddesinin uygulanmasının hukuken hiçbir şekilde mümkün olmadığı, 
    • Bir beyan veya konuşmanın mânâsı değerlendirilirken bu beyan veya konuşmanın aslının bütünüyle ele alınması gerektiği ve bu metinlerde mevcut olmayan bir suç unsurunun kıyas veya yorum yoluyla bir kimse aleyhinde var sayılamayacağı, 

    Delilleriyle ve hukuki mesnetleriyle ortaya konulmuştur.

    ÖZET OLARAK:

    Bu Savunma’mızda;

    Aşağıdaki sebeplerin ayrı ayrı her birisinden dolayı bu davadaki isnadın Refah Partisi’ne yapılmasının mümkün olmadığı delilleriyle isbat olunmuştur.

    A. REFAH PARTİSİ’NİN GERÇEK HÜVİYETİ VE 14 YILLIK İCRAATI BAKIMINDAN Refah Partisi’ne bu isnadın yapılması mümkün değildir.

    1. Refah Partisi’nin laiklik anlayışı hukuka uygundur. Refah Partisi Anayasa’da belirtilen laiklik ilkesinin gerçek savunucusu ve teminatıdır. 
    2. Refah Partisi’ne göre laiklik kanunların yapılmasında skolastik düşüncenin değil ancak bilim ve aklın esas alınmasıdır. 
    3. Refah Partisi ister dini ister siyasi kaynaklı olsun her türlü taassuba da karşıdır. 
    4. Diğer bütün partiler gibi Refah Partisi’nin de Anayasal ve yasal devlet görevleri hakkında görüşünü açıklaması dini istismar olarak yorumlanamaz. 

    B. CEZA HUKUKUNUN TEMEL ESASLARI BAKIMINDAN da bu isnadın Refah Partisi’ne yapılması mümkün değildir ve bu davada isbatın sübutu için şart olan unsurlardan hiçbirisi mevcut değildir.

    1. Bu davada isnadın maddi unsuru yoktur. 
    2. Bu davada hukuka aykırılık unsuruda mevcut değildir. 
      1. Bu davada laikliğe aykırılık eyleminin unsurları yoktur. 
      2. İddianame ve Esas Hakkındaki Görüş’te delil diye ileri sürülen konuların hiçbirisinde de laikliğe aykırılığın kanuni unsurları mevcut değildir. 
    1. Bu davada isnadın manevi unsuru da mevcut değildir. 
    2. Bu davada “illliyet bağı” şartı da mevcut değildir. 
    3. Bu davada “odak haline gelme unsurları” da mevcut değildir. 
    4. Bu davada 1995 Anayasa değişikliği ile getirilen “odak olma şartının” en önemli vazgeçilmez unsuru da kesinlikle söz konusu değildir. 
    5. Mevcut olmayan bir unsuru yorum yoluyla varmış gibi kabul etmek mümkün değildir. 
    6. TCK’nun 163. maddesinin yürüklükten kaldırılmasıyla şahıslar için laikliğe aykırı fiili suç olmaktan çıktığından bu davanan açılması hukuka uygun değildir. 

    C. ANAYASA BAKIMINDAN bu davada bu isnadın Refah Partisi’ne yapılması mümkün değildir.

    1. 1995 Anayasa değişikliğine göre yetkili kurullarca benimsendiği sübuta ermedikçe şahısların eylemleri parti kapatma sebebi olamaz. 
    2. 1995 Anayasa değişikliğinden önceki fiiller delil olarak gösterilemez. 
    3. Beyan ve karar eylem sayılmaz. 
    4. Bu davada odak olmanın beş şartından hiçbirisi yoktur. 
    5. SORUMSUZLUK VE DOKUNULMAZLIK GÜVENCE-LERİ YOK SAYILAMAZ ve dolaylı yoldan ihlal edilemez. 
    6. HÜKÜMET ÜYELERİNİN İCRAATLARINI yargı değil meclis denetler. Meclisin kesin karara bağladığı konular yeniden yargı konusu yapılamaz. 
    7. KANUNSUZ SUÇ VE CEZA OLMAZ 
    8. Bu dava 1995 Anayasa değişikliklerinin HEM AMACINA, HEM DE LAFZINA AYKIRIDIR. 

    D. 2820 SİYASİ PARTİLER KANUNU BAKIMINDAN DA REFAH PARTİSİ’NE BU İSNAD YAPILAMAZ.

    Çünkü 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun belirttiği ön şartlar yoktur.

    E. ULUSLARARASI ANLAŞMALAR BAKIMINDAN BU İSNADIN REFAH PARTİSİ’NE YAPILMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR.

    İşte Savunma’mızın IV. Bölümünde yukarıdaki beş ana başlık altında topladığımız toplam 22 sebebin herhangi birisinden dolayı dahi bu davadaki isnadın Refah Partisi’ne yapılmasının mümkün olmadığı hukuki mesnedleriyle isbat olunmuştur.

    BUNLARDAN BAŞKA:

    IV. Bölümde,

    – 1995 Anayasa değişikliğinden sonra bu davada 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/b maddesinin parti tüzel kişiliği adına karar almaya yetkili kurulların dışındaki hükümlerinin uygulanamayacağı,

    Hukuki mesnedlerine dayanılarak isbat olunmuştur.

    SONUÇ OLARAK:

    Gerek bu Savunma’mızın muhtelif bölümlerinde etraflı bir şekilde yaptığımız açıklamalardan ve gerekse bu bölümdeki özetlemelerden çıkan sonuç şudur ki;

    Bu davanın öncelikle aşağıdaki sebeplerden dolayı usul bakımından reddi gerekir: 

    1. İddianame’deki isnad bir kanun maddesi ile belirlenmemiştir. 
    2. İster 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nu esas alınsın veya isterse farz-ı muhal olarak Anayası’nın 69. maddesinin doğrudan uygulanması hukuken mümkün olmadığı halde kabul edilsin, hangi şekilde düşünülürse düşünülsün bu davanın açılmasında ne 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun ön gördüğü dava şartları yerine getirilmiştir ne de Anayasa’nın 69. maddesinin gerektirdiği ön şartlar yerine getirilmiştir. 

    Bütün hukuki gerçekler bir yana bırakılsa dahi bu dava, sadece 5 ön şarttan birisi olan Siyasi Partiler Kanunu 101/d ve 103. maddelerindeki ihtar prosedürü işletilmediği için dahi redde mahkumdur.

    Zira, 

    Bundan başka ayrıca bu davanın aşağıdaki sebeplerden dolayı esas bakımından da reddi gerekir:

    1- 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddeleri ancak tabii hakim önünde yargılanarak sübut bulmuş fiilleri delil olarak kabul etmektedir. Bu davada böyle bir delil mevcut değildir.

    2- Ses ve video bantları başka delillerle teyid edilmedikce delil sayılamıyacağı cihetle de bu dava delilden yoksundur. Reddi gerekir.

    3- Partiden ihraç edilen milletvekillerine izafe edilen konuların delil sayılması mümkün değildir.

    4- Anayasa’nın 1995 değişikliğinden sonra siyasi partilerin kapatılması çağdaş gelişmelere paralel olarak çok dar bir sahaya inhisar ettirilmiştir.

    Bu sahalardan biri bir siyasi partinin eylemleriyle odak haline gelmesi durumudur. Bunun gerçekleşmesi ise ancak parti tüzel kişiliği adına karar alabilme yetkisine sahip kurulların eylemleriyle mümkündür.

    Refah Partisi’nin yetkili kurullarının laikliğe aykırı hiçbir karar ve eylemi mevcut değildir. Esasen ne İddianamede ne de Esas Hakkındaki Görüş’te herhangi bir eylemden bahsedilmemiştir.

    Bu yüzden bu davada Anayasa ve yasaların aradığı hiçbir delil mevcut değildir.

    5- Anayasa’nın 90. maddesi gereği Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmeler iç hukukun ayrılmaz bir parçasıdır. Türkiye olarak uymayı taahhüt ettiğimiz AIHS hükümleri çerçevesinde bu davaya bakılacak olursa, bu sözleşmenin 11. maddesine göre terörle irtibatı olmadan veya bizzat teröre girmiş olmadan bir partinin kapatılmasına karar verilmesi mümkün değildir.

    VI. BÖLÜM

    SONUÇ VE TALEP

    VI. BÖLÜM: SONUÇ VE TALEPSayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından, “Laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu” iddiası ile Refah Partisi’nin kapatılması talebiyle açmış olduğu işbu davanın

    İddianamesi, Esas Hakkındaki Görüş’ü vesair münderecatı, en ince teferruatına kadar hem bundan önce Yüksek Mahkeme’nize hem sunduğumuz Ön Savunma’mızda hem de bu Savunma’mız da;

    Dünya’da ve Türkiye’de “Demokrasi”, “İnsan Hakları”, “Özgürlükler” ve “Laiklik” konusundaki ilmi görüşlerin;

    İnsan hakları ile ilgili uluslararası anlaşmaların, 

    Anayasa ile ilgili kanun hükümlerinin, Anayasa Mahkemesi ve diğer yüksek mahkeme içtihadlarının;

    Refah Partisi’nin Gerçeği ve 14 yıllık icraatı ışığında çok geniş bir değerlendirmeye tabi tutularak cevaplandırılmıştır.

    Bütün bu ilmi, hukuki ve Refah Partisi’nin hüviyeti ve hizmetleri ile ilgili gerçekler karşısında;

    Ön Savunma’mızda ve bu Savunma’mızda bütün yönleri ile ayrıntılı ve daha müdellel bir şekilde ortaya koyduğumuz gibi,

    görülüyor ki;

    1. a. “Suç kanunla belirlenir” temel kuralına ve (CMUK: 163/2)’na göre isnadın kanun hükümlerine dayandırılması gerekirken, Sayın Başsavcı, İddianamesi’ni bu esaslara uymadan, Anayasa hükümlerine tevessül etmek suretiyle usule aykırı davrandığından, 

    b. İşbu dava 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddelerinde öngörülen usul hükümleri işletilmeden ve bu maddelerin belirttiği dava şartlarından hiçbirisi yerine getirilmeden açıldığından,

    c. Ve yine bu dava Anayasa’nın 69. maddesinin bizzat kendisi ve odaklaşma hakkında hukukumuzda ve Anayasa Mahkemesi içtihatlarında kabul edilmiş olan temel şartlar ve müstekar uygulamaların gerektirdiği dava şartları da yerine getirilmeden açıldığı için,

    Usul hükümleri yok farz edilerek açılan bu davanın, Ön Savunma’mızın ve bu Savunma’mızın 3. bölümlerinde ayrıntıları ile açıkladığımız sebeblerden dolayı rü’yet edilmesi mümkün olamayacağından,

    davanın öncelikle;

    USUL BAKIMINDAN REDDİNE

    karar verilmesini;

    2. a. Dava dosyasında 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101/d ve 103. maddeleri gereğince yapılmış olan ve bu nitelikte işlemler sonucunda partinin yasadışı herhangi bir eylemi benimsediğini sübuta erdirecek bir belge bulunmadığından,

    b. Dosyada odak olmanın ispatına mesnet olacak hiç bir delil olmadığından, dosyaya konulan kağıtlar, gazete kupürleri, teyp ve video bantları da böyle bir davada delil sayılamayacağından;

    c. Ayrıca parti tüzel kişiliği namına karar almaya yetkili Merkez Karar Kurullarının laikliğe aykırı bir kararı ve eylemi bulunmadığı cihetle, Anayasa’nın 68/4 ve 69. maddelerinin şart koştuğu nitelikte bir delil de olmadığıdan,

    d. Gerek laikliğe aykırılık ve gerekse odaklaşma iddialarının cezai bakımından suç unsurları teşekkül etmemiş olduğundan,

    e. Kendilerine izafe edilen fiilleri, işbu davaya mesnet yapılmak istenen Rize Milletvekili Şevki Yılmaz, Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan ve Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Çelik, bu dava açıldıktan sonra 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin (d) fıkrasının 2. Paragrafındaki “30 günlük süre” içinde Refah Partisi’nden ihraç edilmiş olup bunlara ait dava ve iddialar düşmüş olmakla parti ile ilgili davaya mesnet yapılamayacağından,

    f. Ayrıca, bu davada Yüksek Mahkeme’nizin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğü hakkındaki 10., örgütlenme özgürlüğü hakkındaki 11. maddeleri ile diğer ilgili hükümlerini ve ek protokoller ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin emsal kararlarını dikkate alacağına olan inancımızdan,

    açılan davanın gerek Ön Savunma’mızda gerekse bu Savunma’mızda açıkladığımız tüm sebepler ve Yüksek Mahkeminizce re’sen takdir ve tespit olunacak diğer sebep-lere binâen;

    ESAS BAKIMINDAN DA REDDİNE

    karar verilmesini Refah Partisi Genel Başkanı sıfatıyla saygılarımla arz ve talep ederim.

    Prof.Dr.Necmettin ERBAKAN

    Refah Partisi Genel Başkanı

    EKLER

    Ek: 1 : “Nereden Nereye” Broşürü

    Ek: 1 Grafik 1 : Yüzölçümlerine Göre Dünya Ülkeleri

    Ek: 1 Grafik 2 : Nüfuslarına Göre Devletler

    Ek: 1 Grafik 3 : Gayrisafi Milli Hasılalarına Göre Devletler

    Ek: 1 Grafik 4 : Kişi Başına GSMH Sırasına Göre Devletler

    Ek: 1 Grafik 5 : Türkiye’nin Son 10 Yıldaki Gidişatı

    Ek: 1 Grafik 6 : Türkiye – Batı, Türkiye-Uzakdoğu

    Ek: 1 Grafik 7 : Türkiye – Diğer Ülkeler

    Ek: 1 Grafik 8 : Aysberg’in Yıldan Yıla Dağ Gibi Büyümesi

    Ek: 1 Grafik 9 : Karşılaştırma (Hükümeti Devralmasaydık, Hükümeti Devraldıktan Sonra)

    Ek: 1 Grafik 10 : Hükümeti Devraldıktan Sonra Bütçenin Seyri

    Ek:1 Grafik 11 : Ekonomik Göstergeler

    Ek: 1 Grafik 12 : Hükümetin 1997 Bütçesi

    Ek: 1 Grafik 13 : Bütçe Açıklarının Bütçeye Ve Gayri Safi Milli Hasılaya Oranı

    Ek: 1 Grafik 14 : Ticari Kredi Faizleri, Mevduat Faizleri

    Ek: 1 Grafik 15 : 1997 Ocak-Mart Dönemi Konsolide Bütçe Uyguluma Sonuçları

    Ek: 1 Grafik 16 : Memur Aylıkları Ve Artış Oranları

    Ek: 1 Grafik 17 : İşçi Emekli Ortalama Maaş Artışı

    Ek: 1 Grafik 18 : Bağ-Kur Emekli Maaşlarındaki Ortalama Artışlar

    Ek: 1 Grafik 19 : Birlikler Ve TMO Tarafından Köylüye Veri-len Tarım Ürünleri Bedeli

    Ek: 1 Grafik 20 : 1996 Yılı Yabancı Sermaye Girişi

    Ek: 1 Grafik 21 : 1996 Yılı Yabancı Sermaye Girişi

    Ek: 1 Grafik 22 : 1997 Yılı Özelleştirme Faaliyetleri

    Ek: 1 Grafik 23 : Ayrıca 6 Koldan Özelleştirme

    Ek: 1 Grafik 24 : Özelleştirme Uygulamaları

    Ek: 1 Grafik 25 : Özelleştirme İdaresi ve Diğer Kurumlarca Gerçekleştirilen ve Planlanan Özelleştirme Faaliyetleri

    Ek: 2 : Ağır Sanayi – 1977

    Ek: 3 : Refah Partili Belediyeler – 1995

    Ek: 4 : Refah Partili Belediyeler – 1996

    Ek: 5 : Refah Partili Belediyeler – 1997

    Ek: 6 : Belediye Hizmetleri İle İlgili Broşürler Dos-yası

    Ek: 7-8-9 : İSKİ Hizmet Kitabı

    Ek: 10-11-12 : Ankara Büyükşehir Belediyesi Hizmet Broşürleri

    Ek: 13 : “İktidarda Bir Yıl” Kitabı

    Ek: 14 : İç Basındaki Ekonomi Yazarlarının Makaleleri

    Ek: 15 : Dış Basındaki Yazarların Makaleleri

    Ek: 16 : Alt Yapı Göstergeleri

    Ek: 17 : Oğuzhan Asiltürk’ün Konuşmasının Anadolu Ajansı’ndaki haberi 

    Ankahukuk Sitesi kurucusu ve yöneticisi

    İçeriğimize yorumda bulunmak ister misiniz?

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz

    İlginizi Çekebilir

    Siteden...

    İlgili İçerikler