Adalet Farabî’ye göre, bir rekabet unsuru olarak karşımıza çıkar. Şöyle ki, bir insan başka bir insandan nasıl ayrışırsa, bir topluluk da başka bir topluluktan öyle ayrışır. İnsanın insana rekabette üstün olmaya çalışması, bir topluluğun başka bir topluluğa üstün olmaya çalışmasına benzer. Rekabette hedeflenen nihaî iyi hedefler ise güvenlik, şeref, zenginlik, hazlar ve bu hedeflere götüren ikincil unsurlardır.
Bu nihaî iyi hedefleri bir toplumun sahip olduğu temel nitelikler olarak gördüğümüzde, başka deyişle bir toplum bu hedeflere ulaşmışsa, başka bir toplum aynı nitelikleri ondan zorla edinmek isteyebilir ve bu isteğini yerine getirdiğinde, başka bir deyişle güvenli, şerefli, zengin ve haz dolu bir topluluk olduğunda mutlu bir topluluk sayılmalıdır. Bu bağlamda, bir topluluğun mutluluk arayışı doğal bir süreçte gelişir.
Yukarıdaki bağlam, Farabî’ye adaletin de doğal olduğunu düşündürür. “Farabî’nin toplumun oluşumuyla ilgili yaklaşımının Eskiçağ kökeni üzerine” başlıklı yazıda, Farabî’ye göre insanın diğer insanlarla bir araya gelmesinin temel nedeninin, kendini devam ettirmek ve en üstün mükemmelliğini elde etmek için, birçok şeye muhtaç olan bir karakterde doğması olduğunu söylemiştik. Benzer şekilde, adalet de doğal rekabet ortamının kaçınılmaz bir sonucu olarak görünür: Adalet zorla elde edilen hâkimiyettir ve insan/toplum önüne ne çıkarsa çıksın, yukarıdaki hedeflere varabilmek için, onu ezmek zorundadır.
Ezilen, ezildiği için ya bedensel güvenliğini yitirir ya da helak olarak yok olur; böylece ezen, varlığıyla tek kalır. Ezilen adaletin sağlanması sürecinde şerefini kaybeder ve varlığını aşağılanmış bir durumda sürdürür, ezen kişiye köle olur ve ezen kişi için en yararlı olan neyse onu yapmak zorunda kalır. Bu bağlamda, ezenin ezileni kendisine köle yapması adalete uygundur.
Buraya kadarki adaletin rekabet ve ezen/ezilen bağlamında değerlendirilişi temelde adaletin doğaya ve doğal ortamın temel karakteristiğine dayandırılmasıyla doğrudan alakalıdır, başka deyişle adalete ilişkin ilkin acımasız görünebilecek bu yorum acımasızlığını doğadan alır. Bununla birlikte topluluğun toplulukla rekabeti değil de, topluluğun içindeki insanların kurulu düzendeki karşılıklı paylaşımları bağlamında adalet günümüzde kendisinden beklediğimiz ya da modern anlayışımıza daha uygun gördüğümüz anlama yaklaşır.
Buna göre bireylerin, yukarıdaki hedeflere dayanan iyi unsurları toplumsal paylaşımında artış ya da azalma bireylerin adaletsizliğine yorulabilir. Böyle bir durumda kentteki halka karşı adaletsizlik sergilenmiş olur, taraflara düşen, adil paylaşımda haklarına razı olmaktır.
Bireylerin haklarına razı olması, rasyonel bir adalet anlayışının egemen olduğunu gösterir ve bu anlayış sadece Farabî’nin “Erdemli Şehir” dediği toplumsal yapıda deneyimlenebilir. Farabî’nin “Cahil Şehirler” dediği diğer toplumsal yapılarda yukarıdaki hedeflere dayanan mutluluk amacı sadece hazza dönük olur, kuşkusuz bu bir bozulmadır. Bu bozulma, temelde dünyevî kazancın peşinde koşma, aşırı bir şekilde şan ve güce kavuşma ve yabancı toprakları fethetme arzusunun toplumu esir alması şeklinde kendini gösterir. Böyle bir toplumsal yapıda adalet “gerçekleşemez”.
Adaletin gerçekleşmemesi ya da bir değer olarak hâkim olamaması, Farabî’ye, ilahî adaletin anlaşılamaması olarak görünür. Zira temelde bireyler ilahî adaleti kabul etmek zorundadır. İlahî adaleti kabul etmek, insan için geçici bedensel varoluşunu doyurmaktansa, onun özünü teşkil eden ruhsal varoluşunu ait olduğu yere yani ilahî âleme hazırlamak ve layık kılmak anlamını taşır. “Cahil Şehir” ilahî âleme yabancıdır, “Erdemli Şehir” ise toplumsal ve rasyonel adalet sistemi üzerinden ilahî adalete ve âleme uygun olan, gerçek ve değişmez mutluluğun geçici bir zemini olarak görülebilir.
Yukarıdaki çerçevede El-Kindi’nin, Aristotelesçi natüralizmin etkisindeki rasyonel adalet anlayışının tersine, Farabî ius divinum yani ilahî adaletle eşitlenebilir bir adalet anlayışını savunur. Başta adaleti doğal rekabet ve ezme/ezilme bağlamındaki bir temele dayandıran Farabî’nin kısmen Aristoteles, önemli ölçüde Stoacılar ve İbn Sina gibi ius naturale yani “doğal adalet/hukuk” anlayışını savunduğu söylenemez.
Doğa adalet bağlamında sadece bir köktür, adaleti adalet kılan esas gövde ve yapı insanlar arasındaki toplumsal uzlaşmayla meydana gelir, bu bağlamda Farabî’nin adalet sistemi toplumsal sözleşme/anlaşma’nın bir ürünüdür. Ancak bu ürün politik realitede karşılığını bulamamıştır. Farabî Platon gibi gerçek adaleti ütopik bir devlette gerçekleşebilecek bir ideal olarak görür, buna göre onun “Erdemli Şehir” dediği, Platon’un ideal devletiyle özdeştir.