İklim krizi denince aklımıza genellikle eriyen buzullar, yükselen deniz seviyeleri ve orman yangınları geliyor. Oysa iklim değişikliği sadece bir çevre sorunu değil, aynı zamanda derin bir toplumsal adaletsizlik meselesi. Ve bu adaletsizlik, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleriyle iç içe geçmiş durumda.
Peki, iklim krizinin kadınları ve erkekleri farklı şekilde etkilediğini söylesek? Üstelik sadece “kadınlar ve erkekler” olarak değil, hangi koşullardaki kadınlar ve erkekler diye sorsak? İşte tam bu noktada, iklim adaleti mücadelesine bambaşka bir pencereden bakmamızı sağlayan iki önemli kavram devreye giriyor: Kesişimsellik ve Özel Alanın Politikliği.
Kesişimsellik: İklim Krizi Herkesi Aynı Şekilde Mi Vuruyor?
Hayır, vurmuyor. Kesişimsellik bize, bir kişinin yaşadığı ayrımcılığın ve dezavantajın sadece cinsiyetinden değil, aynı anda sınıfından, etnik kökeninden, yaşadığı coğrafyadan ve diğer birçok faktörden kaynaklandığını söyler.
Örneklerle açıklayalım:
-
Kırsalda yaşayan yoksul bir kadın ile kentli orta sınıf bir kadın iklim krizinden aynı şekilde mi etkileniyor? Hayır. Kuraklık tarımsal üretimi vurduğunda, kırsaldaki kadın hem geçim kaynağını kaybediyor hem de evindeki su ve gıda ihtiyacını karşılamak için çok daha fazla emek harcamak zorunda kalıyor.
-
Göçmen bir kadın ile yerli bir kadın aynı sel felaketinden sonra aynı devlet desteklerine erişebiliyor mu? Çoğu zaman hayır. Dil bariyerleri, resmi kayıt eksikliği veya ayrımcı uygulamalar göçmen kadınları daha da savunmasız bırakıyor.
İklim adaleti derken, sadece “kadınlar”dan bahsetmek yetmiyor. Hangi kadınlardan bahsettiğimizi de sormamız gerekiyor.
Özel Alanın Politikliği: İklim Krizi Evimize Nasıl Sızdı?
Geleneksel olarak “kamu” sorunu olarak görülen iklim krizi, aslında en çok “özel” alanda, yani evlerimizde hayat buluyor. İşte bu yüzden “özel olan politiktir” sözü iklim krizi bağlamında yeniden anlam kazanıyor.
Su kıtlığı kadın işi mi?
Kuraklık arttıkça temiz suya erişim zorlaşıyor. Geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle suyu temin etmek ve taşımak çoğunlukla kadınların ve kız çocuklarının sorumluluğunda. Bu, onların eğitim, üretim ve sosyal hayata katılımını engelleyen görünmez bir emek yükü.
Gıda güvenliği kimin sırtında?
İklim değişikliği tarımsal verimliliği düşürdükçe, ailenin beslenmesinden sorumlu tutulan kadınlar bu krizi yönetmek için daha fazla çaba sarf etmek zorunda kalıyor. Bu durum onların fiziksel ve mental sağlığını doğrudan etkiliyor.
İklim göçü ve artan şiddet riski
İklim felaketleri nedeniyle yaşanan zorunlu göç, kadınları ev içi şiddet, cinsel saldırı ve insan ticareti gibi risklere karşı daha savunmasız hale getiriyor.
Peki Ne Yapmalı? Feminist Bir Bakışla İklim Adaleti Mücadelesi
Bu adaletsizlikler karşısında nasıl bir yol izlemeliyiz?
-
Doğru soruları sormalıyız:
-
“Bu iklim politikası, farklı koşullardaki kadınları nasıl etkileyecek?”
-
“İklim uyum fonlarından en savunmasız gruplar nasıl yararlanacak?”
-
“Afet planları kadınların özel ihtiyaçlarını hesaba katıyor mu?”
-
-
Bağlamsal çözümler üretmeliyiz:
Her kadının ihtiyacı aynı değil. Kırsalda yaşayan bir kadınla, kent yoksulu bir kadının veya engelli bir kadının ihtiyaçları farklı. Çözümlerimiz bu farklı bağlamları dikkate almalı. -
Karar masalarında herkesi dinlemeliyiz:
İklim müzakerelerinde ve yerel karar alma mekanizmalarında sadece “seçilmiş birkaç kadını” değil, farklı deneyimlere sahip kadınları da dinlemeliyiz. Yerli bir kadının toprak ve su bilgisi, birçok uzman raporundan daha değerli içgörüler sunabilir.
Sonuç: Dönüştürücü Bir Adalet Mümkün
İklim krizi, mevcut eşitsizlikleri derinleştiren bir ayna işlevi görüyor. Bu krize yanıtımız, sadece teknik çözümler (daha az karbon salımı gibi) değil, aynı zamanda toplumsal dönüşüm hedefi de taşımalı.
Gerçek bir iklim adaleti, ancak farklı deneyimleri görünür kılan, özel alandaki yükleri hafifleten ve herkesin sesine değer veren feminist bir perspektifle mümkün. İklim değişikliğiyle mücadele, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesidir. Ve bu iki mücadele, birbirinden ayrı düşünülemez.
|




